@ugurluay
|
52. BÖLÜM( ***Kepçe ile İmtihan***) “Ben Var Baba Olmak…” “Sen, sen az önce ne dedin?” Gözleri hayret ile açılmış, Cemre’ye bakarken, ondan artık hangi cevabı istediğini biliyordu. “O kadar çok şey söyledim ki hangisini soruyorsun aşkım.” Anlamazlıktan gelme sırası şimdi de Cemre’deydi. Oh olsundu ona… “Sen bana az önce aşerdim mi dedin?” Yavaş ve emin adımlar ile Cemre’ye yaklaşırken onun Toprak’ı pek de umursadığı söylenemezdi. “Allah Allah ben öyle mi dedim? Hiç farkında değilim.” “Ve sen bebeklerimizin canı mı çekti dedin? Ben mi yanlış duydum?” Kaşlarını havaya kaldırmış, inanmaz gözler ile kadına bakıyordu. “Ah be aşkım görmeyeli jetonunun köşeleri daha da artmış, yaşlanıyor musun sen?” Gayet ciddi sorduğu soru, onun öfkesini daha da arttırmış, dahası alamadığı cevap onu bambaşka bir âleme taşımıştı. “Cemre…” Toprak’ın sesi o kadar yüksek perdeden çıkmıştı ki, üst katta uyuyan konak sahibi Hatice Teyze ile Mahmut amcanın uyanmasından korkmuştu. Yaşlı olabilirlerdi ama bu kadar da bağırışa çağırışa uyanacaklar diye de Cemre’nin ödü kopuyordu. Zaten Hatice Teyze, Cemre’yi üzdüğü için Toprak’ı bir kaşık suda boğacak kadar öfkeli ve hırslıydı. Yarın ki karşılaşmalarını heyecanla beklese de tırsmıyorum dese yalan olurdu doğrusu. “Ya aşkım çok tatlısın sen,” Hemen yanına gelip tekrar ellerini sıkıca tutmuştu. “Bana tokat at,” hey, bir dakika Cemre’nin beklediği tepki bu değildi. “Cemre bana tokat at,” sesi o kadar yalvarır gibi çıkmıştı ki dayanamadı, “Hadi hayırlısı,” diyerek adama okkalı ses çıkartan bir tokat atmıştı. Kafası yana dönerken yüzündeki kızarıklık canını çok acıttığını belli ediyordu. Kahretsin! Elinin de ayarı yok ki ya, dokunduğu yeri paramparça ederdi, öyle bir kuvvet vardı Cemre de, Allah vergisi bir güçtü işte… Cemre, endişeli gözler ile adama bakarken, o otuz iki dişini sergileyen parlak sırıtışı ile gülerek kadına dönmüş ve sadece, “Bu harika,” demişti. Tokat yemenin neresi harikaydı acaba? “Toprak.” Cemre, elleri ile adamın yüzünü avucunun içine alıp “Canım, iyi misin sen?” diyerek endişeli gözler ile ona bakıyor, bir yandan da şefkat ile az önceki elinin sert darbesinin indiği yeri okşuyordu. Bu defa ayarları ile fazla oynadı, galiba adamın devreleri yandı resmen… “Cemre, ben rüyada değilim değil mi? Rüyada olsam az önceki tokadın ile uyanırdım değil mi?” Ah hayatım ya, rüyada mı sanmıştı kendini, gülse mi ağlasa mı bilemedi admın şu haline… Gülen gözler ile ona bakarken diyebildiği tek cümle,” Ben hamileyim, sen baba oluyorsun,” olmuştu. Toprak’ın gözleri ışıl ışıl ona bakarken, yüreği vereceği tepkinin ne olacağını deli gibi merak ediyordu. Ne kadar çok istese de onun bebek için hazır olup olmadığını bilmiyordu. Yüreğindeki korkular kadını boğmaya başlamışken ona öyle bir sarıldı ki… “Sen, kadınım, çocuklarımın annesi olacaksın. Allah’ım bu nasıl bir hediye, nasıl bir müjde böyle, Cemre’m senin varlığın en büyük hediyemdi, sana kavuşmam tarifi imkânsızdı, ama bu haber, sen bana dünyaları verdin meleğim, Allah’ım şaka gibi ben var baba olmak, yani ben baba oluyorum,” dediği an Cemre’nin yanaklarından öpmeye başladı. Onun sözleri yüreğini ferahlatırken, gözyaşlarına artık engel olamıyordu. Toprak, Cemre’nin gözyaşlarını görünce birden panikleyerek, elleri titremeye ve saçmalamaya başladı. Cemre, kocasını bu kadar içten bir halde görünce önce şaşırdı ardından deli gibi mutlu olmuştu. Gözünden akıttığı her bir damla artık mutluluk için, aşk adına akıyordu. “Ne, ne oldu? Canını mı acıttım, öpmek yasak mıydı? Bebeklere mi zarar verdim? Doğuruyor musun? Bebekler mi geliyor? Nasıl oluyordu, heh dur derin derin nefes al bak böyle,” derken derin derin nefes alıyor biryandan da kaldığı yerden saçmalamasına devam ediyordu. “Dur tamam sakin ol, yada kalk doktora gidiyoruz, ama canın da şu saplı hamurdan istemişti, önce ben gideyim sapın kaşığını alayım, yani şey hamuru yapayım, yada dur önce doktoru arayayım, yada kalk gidelim, Cemre sancın var mı, suyun geldi mi? Canın acıyor mu? Allah’ım ben ne yapacağım, ben bebek doğurtamam ki…” Saçmalamaları ile çoktan kadının başını döndürmeye başlayan kocası, odanın içinde bir ileri bir geri giderken kapı ile onun arasında kararsız kalmış bir halde mekik dokumalarına şahit olurken şaşkınlığını gizleyemedi. Yanına yaklaştığı an, elinden tutup onun susmasını işaret ederken, “Toprak, sakin ol bir şey yok. Sadece hamile olduğumu öğrenince sevinmen beni çok mutlu etti. Sadece duygusallaştım. Hem öpmek ile çocuğa bir şey olmaz,” dediği an boğazından dolup gelen kıkırdamalara engel olamamıştı. “Dur bir dakika, sen, sen ne demiştin, evet evet aşerdim demiştin. Neydi şu saplı kaşık hamuru, keş, ceviz, bulurum herhalde, yaparım, yaparım, ne var ki bunda canım, karım, bebeciklerim istemiş yapmam mı hiç? Yaparım, yaparım, yani kesin yaparım.” Toprak, bir anlık yaşadığı sakinliğin ardından, yeniden panik yaparak ayağa kalkmış, heyecanla yine oda içinde dönüp dolaşmaya başlamıştı. Telefonda yazan tarifi okurken aklından hayali tartımlar yapıp, tuhaf hareketler ile şekilden şekle giriyordu. “Sen şimdi yatıyorsun, kesinlikle ayağa kalkmayacaksın, bebeklerimize iyi bakacaksın,” diyerek onu küçük bir çocuk gibi yatağa yatırmış, üzerine kat kat yorgan örtmüştü. Her konuşmaya çalıştığında onu susturup, “Sen yorulma aşkım senin yerine de ben konuşurum, merak etme bebeklerimizi de seni de doyuracağım, şu tuhaf isimli kaşık saplı hamura,” dediği an ona bakmadan, “Sakın ayağa kalkma, ayak sesinden duyarım seni,” dediği an odadan kendini dışarıya atmıştı. Cemre’nin ağzı açık bir halde yataktan doğrulup, kapıdan ne ara çıkıp gittiğini anlayamadığı adamın bıraktığı boşluğa bakıyordu. Acaba Cemre bunu Toprak’a söyleyerek hata mı etmişti? Çocuğu doğurmaya gittiği an haber verseydi Toprak’a baba olacağını, bu karar daha mı isabetli olurdu acaba? “Ah kocam benim ya, bir dakika müsaade etsen sana aşermediğimi, yalnızca şaka yaptığımı söyleyecektim. Ama madem keşli cevizli kaşık sapını yapmak istiyorsun, yap o zaman da afiyetle bebeklerim ile yiyelim, bende kocasının sözünü dinleyen bir eş olarak yatağıma yatıp ayağa bile kalkmayayım.” Ah bundan sonra ya hayat çok güzel olacak yada Toprak’ın babalık duygularını yaşadığı zirvelerde onu kapattığı cam fanusta çok çekilmez olacaktı. “Yaşayıp göreceğiz,” dediği an ellerini başının altına alıp, kendini nazikçe yatağa bırakıp gözlerini kapatmıştı. Cemre, önüne nasıl bir tanımlanamayan cisim ile adamın geleceğini düşünürken kıkırdamasına engel olamamıştı. *** Cemre, uyku mahmurluğu ile gözlerini açmaya uğraşırken, kulaklarına dolan sesleri beyninde anlamlandırmaya çalışıyordu. Toprak’ı mutfağa kaşık sapı yemeğini yapmak için gönderdiği andan bu yana kaç saat geçmişti bilmiyordu. Hamileliğin vermiş olduğu bir yorgunlukla, başını yastığa koyduğu an uykunun tatlı kollarına koşup, kucağına yerleşmesi çok zaman almamıştı bile… Yanında hissedemediği sıcaklığın yokluğunu gözü kapalı olsa da fark etmemesi imkânsızdı. Toprak hala odaya gelmemişti. Ve kahretsin uykunun en tatlı seansında bu aşağı kattan gelen gürültü de neyin nesiydi? “Allah’ım bu nasıl bir gürültüydü böyle… Bilen bilmeyende konakta harp çıktı sanır.” Cemre’nin gözlerim kapalı, dudaklarından sesli bir şekilde dökülen homurdanmalarının ardından, birden yataktan ani bir şekilde doğrulmuştu. “Harp, gürültü, Toprak, Hatice teyze, aman Allah’ım,” haykırışları arasında ayağa kalkıp, alt kattaki mutfağa doğru yönelmişti. Göreceklerinden deli gibi korksa da duyduğu bir bardağın kırılma sesi korkunun ecele faydası yok dedirterek onun mutfaktan içeriye rüzgâr gibi girmesini sağlamıştı. Gördükleri, bu, bu tahmin edilemez bir an, poz, kareydi. Toprak’ın ve Hatice teyzenin mutfak içerisindeki hallerini gördüğünde gülse mi ağlasa mı? Bilemedi doğrusu… Gördükleri, aman Allah’ım bu şaka gibiydi… *** Toprak, baba olacağına mı sevinsin, yoksa şu kaşık sapı denen mereti yapmak zorunda kaldığına mı üzülsün. Cidden hangi durumda kendini kaybetse bilememişti. “Bu nedir arkadaş? Haftalardır hasret kaldığım karımdan şu mereti yapamadığım için uzak kaldım.” Sinir ile bir eline yapışıp kalmış cıvık hamura bakıyor, bir de Cemre’nin eline tutuşturduğu telefondaki tarife bakıyordu. “Tarifi de aynen yaptım, bu niye böyle oldu ya, resimdeki hiç böyle görünmüyor ki…” Karamsar bir ruh hali içinde, üstü başı un içinde kalmış, resmen mutfağı bir harabeye çevirmişti. “Ya benim karım niye turşu, erik yada karpuz aşermez ki? En azından onların bir oluru var. Kaşık sapı nedir arkadaş? Saatlerdir uğraşıyorum daha hamurunu hazırlayamadım. Daha bunun keşi var cevizi var. Cevizi anladım da keş ne ki ya, sos gibi bir şey mi acaba? Gözünü sevdiğimin teknolojisi, olmasan ne yapardım acaba? Gerçi varken de bir şeyi doğru yaptığımız söylenmezdi ya neyse… Şu hamuru bir tuttursam da birde o keşin ne olduğuna internetten baksam. Gerçi Cemre ne demişti, sen yokken hep onu yedim demişti.” Toprak’ın yokluğunda Cemre’nin çektiği sıkıntı ve üzüntü adamın aklına geldiği an iç burkulmuştu. “Hadi Toprak, dikkatini topla oğlum, odaklan, yapacaksın, başaracaksın, sen koskoca Cemre Beyter’i kazanmış adamsın, şuncacık bir hamuru mu hazırlayamayacaksın?” dediği an elinde eciş bücüş olmuş hamura biraz daha un atarken etrafa saçılan ve uçuşan una aldırış etmeden işine tam koyulmuştu ki o da ne? O ses de neyin nesi? “Aman ya Rabbi, mutfağım, mutfağıma ne olmuş böyle? Ne yaptın sen?” diye cırlayan elleri belinde, Hatice Teyzenin öfke saçan bakışları ile karşılaşmıştı. Evet, bu hiç iyi olmamıştı. Hem de hiç… Toprak, tüm şirinliğini takınarak, elini ona doğru sallarken, “Hih hih hih, merhaba Hatice teyze, nasılsın bakalım görüşmeyeli, uzun zaman oldu değil mi?” Yuh oğlum Toprak, yüzsüzlüğün de bu kadarı… Hem kadıncağızın mutfağını mahvet, hem de utanmadan sırıtıp pişkince merhaba de, şimdi kadın ne yapsa haklıydı. Resmen mutfağına bomba gibi düşen bir yabancıydı. “Vay hergele vay, seni kim aldı içeriye, yoksa hırsız gibi mi girdin sen?” dediği an eline geçirdiği kepçe ile adamın üzerine doğru yürümeye başladı. Toprak, elindeki hamuru bırakmayı çalışırken bir yandan da kaçmaya uğraşıyordu. Tamam, mutfağını berbat etmişti ama kepçe ile saldırmak nedir yahu? Masanın etrafında dönerken Toprak kaçıyor Hatice teyze kovalıyordu. Bir yandan bağırıyor bir yandan artık Allah ne verdiyse bardak, tabak, çanak fırlatıyordu. Tabi atletik ve çevik bedene sahip olan Toprak, tüm fırlatılanları savuşturmayı başarabilmişti ama o kepçeden kaçışı yok gibi görünüyordu. Cidden Hatice teyzenin, korkusuzca ona havada kılıç gibi salladığı kepçeden tırsıyordu. “Eceline susayan köpek cami duvarına işermiş, kaçma gel buraya oyacağım o gözlerini, mutfağıma dokunan o parmaklarını tek tek kıracağım…” Maşallah kadın deyimler ve atasözleri sözlüğü gibiydi cümlelere bak ya… “Çok ayıp Hatice Teyze, beni tanımadın mı? Benim ben, Cemre’nin kocası Toprak,” Herhâlde yaşlılıktan hatırlayamamıştı. Kıyamazdı ya, hafızası yavaşlıyor, bunamaya başlamıştı galiba… “Tanımam mı? Seni uçkuruna düşkün dürzü, seni ben değil tüm Türkiye tanıdı. Kaçma, kaçma gel buraya da o utanmayan suratına bir tüküreyim de utanman, arlanman geri gelsin.” “Aaaaa çok ayıp ama ya, onlar yalan haber Hatice teyzem, ben hiç yapar mıyım öyle şey?” “Yaparsın, erkek değil misiniz? Hepinizin köküne kibrit suyu…” elindeki kepçe ile ona doğru gelirken can havli ile tekrar kendini diğer tarafa atabilmişti. Bu kadın ne içmişti böyle de neyin kafasını yaşıyordu anlamadı ki? “Hatice Teyze, Teyzem bak Allah aşkına bir dur ben anlatacağım her şeyi sana, bir sakin ol sana sen ya…” “Sen o yalanları benim külahıma anlat, külahıma,” dediği an havada uçan bir bardak Toprak’ın kulağını teğet geçmişti. Bu saldırıyı da ustalıkla geçiştirdikten sonra artık yavaş yavaş sonunun geldiğini hissediyordu. Bu kadın dur durak bilmeyecek ve resmen Toprak’ın sonu olacaktı. O aklını neler ile doldurmuştu acaba da bu kadar öfke ile ona patlıyordu. Toprak’ı köşeye kıstırmış, elindeki kepçeyi savurmak için havaya kaldırmıştı. “Tam işim bitti,” diyerek gözlerini kapatıp bildiği tüm duaları okumaya başlamıştı ki o ses? Kurtarıcısı, ömrü, aşkı, bir tanecik karısının sesi ile gözlerimiz kapıda gülmek ile kızmak arasında kararsız kalmış karımın sıcacık şefkatin tonu ile bize baktığını görünce öylece kalakalmıştık. Toprak bir köşede kedi gibi büzülmüş, Hatice Teyze elindeki kepçeyi ona indirmek için havaya kaldırmış bir haldeydi. Cemre’ye yakalandıkları sırada, tamda bu son hallerinin tuhaflığı içerisinde göz süzerek Cemre’ye bakıyorlardı. Daha sonra ne mi oldu? Bakalım ne oldu? *** Hatice teyzenin elindeki kepçenin Toprak’a inmek için hazır ola geçtiğini görünce, Cemre refleks olarak bağırmıştı. Sesi yükselerek odanın içinde yankılanırken, acımasızca duvarlara çarpmıştı. “Toprak?” Ağzından çıkan tek kelime, bir soru cümlesi olmasa da, sesinin tonunun içinde binlerce soru barındırdığını belki Hatice teyze anlayamazdı ama Toprak Cemre’nin neler sorduğunu adı gibi emindi ki çok iyi anlamıştı. Cemre’ye doğru dönen kafalar ve gözlerdeki şaşkınlığı görmesi, aman Allah’ım bu nasıl bir andı böyle… Onların şu halinin komikliği ve tuhaflığı, Cemre kendini gülmemek için zor tutuyor, dudaklarını ısırıyordu. Toprak, Hatice teyzenin bir anlık boşluğundan yararlanarak, onun elinin altından kaçıp Cemre’nin arkasına saklanmıştı. Küçük, masum bir çocuğun, annesinin arkasına korunmak için saklanması gibiydi davranışları… Kaçışı ürkek, titrek ve masumdu. “Cemre, bu kadın çıldırmış, resmen canıma kastetti, az daha o kepçe ile kafamı parçalayacaktı.” Cemre’nin sırtına yapışıp kalmış Toprak, elleri ile omuzlarından tutmuş, boynunun hemen yanından gözleri ile Hatice teyzeyi takip ederken bir yandan da korku ile olanları anlatıyordu. Ah be Toprak, Hatice teyzenin televizyondaki haberleri gördükten sonra tam bir barut fıçısına döndüğünü nereden bilebilirdi. Cemre’nin Mudurnu’ya geldiği zaman ki ruh gibi hallerini gördükçe ona üzülüp Toprak’a olan öfkesi giderek daha fazla katlanmıştı. Ona hiçbir şey anlatmamıştı ama o Cemre’nin tüm kederinin, aldatıldığını düşündüğü için olduğuna inanmıştı. Cemre ise tüm olanları öğrendikten sonra bebeklerini ve kendini korumak, onlara zarar gelmesini önlemek adına uzaklaşmıştı. Sakin kalmaya, ruhunu dinlendirmeye, yanlış kararlar almasını engellemek için gelmişti buralara… Düşünmeye, sakin kalmaya, onlara zarar gelmesini önlemek için gelmişti. Ama konuşup anlatmadığı için Hatice Teyze hep Toprak’ı suçlamıştı. Gücü olmadığı için de o an ona olanların gerçek yüzünü açıklayamamıştı. Bu yüzdendi Hatice Teyzenin Toprak’a karşı haklı öfkesi, aslında gerçekleri bilmediği içindi her şey… Geçmişe dalıp gittiği o sıralarda Hatice teyzenin sözleri ile irkilmişti yerinde… Geçmiş karanlıktı, evet ama biraz daha müdahale etmezse gelecekleri de kanlı olacaktı. “Utanmadan bir de aldattığın kızın arkasına mı saklanıyorsun dürzü herif… Çekil kızım Cemre, ben bu oğlanın canını okumazsam bana da Hatice demesinler,” birden ona doğru seğirtmişti. Ellerinden tutup ona sarılırken Cemre, “Hatice Teyzem, dur bir sakin ol,” dedi. Toprak, “Sakin olmaz bu kadın Cemre’m, aklını kaçırmış, deli bu deli, hem de zır deli,” derken eli ile deli işareti yapıyordu. Ah be hayatım, yangına da körükle gidilmez ki bu kadar ya… “Toprak bir sus sende ya, kadını iyice sinirlendiriyorsun.” Olayın ciddiyetinin farkına varması için kaşlarını çatıp, yüzünü sertleştirerek ciddi bir tavırla konuşmuştu. “Kızım, bırak da beni şunu bir adam edeyim ben, belli bunu annesi zamanında iyi dövmemiş, onun eksiğini tamamlayalım, adam olmasa da en azından hıncımı alırım, içim soğur,” diye elindeki kepçeyi Cemre’nin arakasında saklanmış olan Toprak’a savururken, gözünün yaşına bakmayacağı belli oluyordu. Durumun vahametini Cemre kavradığı an Hatice teyzenin Toprak’a acımayacağını anlamıştı. Ne Hatice teyzenin sakin olmaya ne de Toprak’ın yangına körükle gitmemeye niyeti vardı. İkisi de resmen çılgınlar gibi laf dalaşı yapıyor, birbirlerine üstünlük kurmak için ağızlarına geleni sayıyorlardı. Gülmek bir yana artık Cemre’nin sinirleri oynamaya başlamıştı. İkisi de çocuklaştıkça çocuklaşıyor, onu de zıvanadan çıkarmaya başlıyorlardı. Artık sabrının sınırlarını aşmaya başladığı an, “Yeter,” diye haykırmıştı. İkisi de ağzı açık ona döndüğünde, Cemre’den korkmaya başladıklarını gözlerinden okuyabiliyordu. “ Allah’ım seviyorum bu ses tonumu ya, işler kötüye gitmeye başladığı anlarda bu ses tonu herkesi hizaya sokmayı her zaman başarırdı. Tıpkı şimdi olduğu gibi…” diye kendinden emin bir halde duruşunu dikleştirmişti. *** “Yeter…” Kulakları sağır eden bir haykırışın ardından, kala kaldığımız alanda artık Cemre, gözümüzde devleşirken, biz noktacık kadar küçücük kalmıştık. Maşallah nasıl bir sesti o öyle, resmen yeri göğü inletip, dizlerinin birbirine çarptırarak onları titretmeyi başarmıştı. Cemre, Hatice Teyze’nin elinden bir hışımla sürüklercesine Toprak’ı alırken, onun konuşmasına fırsat dahi vermemişti. Toprak’ın üzerindeki mutfak önlüğü, üstü başı, ağzı yüzü un içinde tamamen dağılmış bir halde onu kapı dışarı attıktan sonra, giriş yapmaya çalıştığı kapı yüzüm, ne acımasızca çarpılırken, gariban burnunun şekli şemali artık tamamen değişmiş adeta yamulmuştu. “Ah!” diye inlerken kapının diğer ucundaki Cemre’nin buna pek de aldırış ettiği söylenemezdi. Canının acısıyla homurdanırken, bir yandan da burnunu ovuşturuyordu. “Of kızım ya biraz yavaş ya…” Bahçenin içindeki masalardan birinin üzerine boynundan bir hırs ile çıkardığı mutfak önlüğünü ve başındaki şapkayı fırlatırken gözleri hayret ile fal taşı gibi açılmıştı. Gözlerine eşlik eden şaşkınlık o kadar hat safhadaydı ki ağzının bir karış açılmasına bile engel olamamıştı. Hayalet görse bu kadar şaşırmazdı herhalde. Bu nedir ya? Ayaklarının titrekliğine ellerimin tedirginliği eşlik ederken, korkak adımlar ile az önceki masanın üzerine bir hırs ile attığı önlük ve şapkaya dokunuyordu. “Yuh artık bana ya, o heyecan ve uyku sersemliği ile ben bu şeyleri nasıl geçirdim üzerime, hatırlamıyorum bile ya… Bu nedir arkadaş? “Huzur ve mutluluk insanı bu derece sarhoş edebilir miydi? İnsan üzerine geçirdiği şeyleri hatırlamaz mı yahu? “Pembe, puantiyeli ve kurdeleli, ıyh…” Tiksinir gibi parmaklarının ucu ile dokunduğu eşyalardan dehşete kapılmış gibi ellerini birden geriye çekti. Dokunmaya korktuğu şeyleri nasıl üzerine geçirmişti ki acaba… “Allah’ım ben bu şeyleri nasıl giymiş olabilirim? Artık nasıl bir coşku ile mutfağa indiysem… Allah kahretsin, Cemre’de beni bunların içinde görmüştü. Of…” derin bir iç çekişin ardından bahçede bulunan su kuyusuna doğru adımlarını yönlendirmişti. Üstündeki o adını bile anmak istemediği şeylerden kurtulduğuna göre bir an önce şu üstü, başı, ağzı, yüzündeki un tanelerinden temizlenmesi lazımdı. Kuyunun başına gidip, kovayı aşağıya doğru yavaşça saldı. Ağır ağır kovayı çekerken bir yandan da Cemre’nin neden onu kapı dışarı ettiğini anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da bir hışımla tek kelime etmeden onun konuşmasına bile fırsat vermeden kapı dışarı etmişti. “Ah be güzelim, o kadar çok yol kat ettik de bunu mu aşamadık, uf…” Aklı allak bullak, kovadan aldığı su ile elini yüzünü yıkıyordu, görüntüsünü temizliyordu ama aklını bir türlü yorucu düşüncelerden ve yüreğine dolup taşan kaybetme korkusundan arındıramıyordu. Hala yaşadığı tüm her şeyin hayal olup uçup gitmesinden, tüm bunlarında bir rüya olmasından, onun varlığını tekrardan hissetmeye başladığı bu anlarda tekrardan yokluğun acımasız girdaplarında yok olup kaybolmaktan ölesiye korkuyordu. Eline geçen ilk sandalyeye oturup saçlarımın arasından ellerini geçirip derin bir iç çekişin ardından gözlerini kapatıp ellerinin arasına başını almıştı. Kafasını bir nebze yaptığı masaj ile rahatlatmaya çalışıyordu. Kafasındaki saç diplerini ovalarken, bir elin eline değmesi ile tüm hücreleri yenilenmiş ve içindeki tüm korkular yitip giderken aklı, ruhu onun sıcaklığı ile adeta arınıyordu. Toprak, önde olan başını yavaş yavaş yukarıya doğru kaldırırken, görmek istediği sevecen ve ışık dolu bakışlar gözlerinin ardından çoktan yüreğine ulaşmıştı. “Ah, Cemre’m, biricik eşim… Varlığı ile adam olduğum kadın… Sevdiğim, ömrümce fani bedenimin aldığı her nefeste seveceğim, nefesimin kesildiği anda ise ruhumu tamamlamak için ruhunu arayacağım kadınım, her şeyim benim…” *** Evet, belki Cemre’nin amacı sadece dur durak bilmeyen bu iki çılgını hizaya getirmekti ama onların bakışlarını gördüğü an ilk işi, yeniden bir kargaşa yaşanmaması adına bir an önce Toprak’ı, Hatice teyzenin şaşkınlığını da fırsat bilip, onun hırs ile bilenen kolları arasından çekip almak olmuştu. O an Cemre’nin düşündüğü tek şey Toprak’ın bu ortamın dışına çıkarılmasıydı. Hatice teyzenin hışmı onu yakar, kül ederdi. Hiçbir şeyden tam olarak haberi olmayan garibi kocasını, yangında ilk kurtarılacaklar listesinin en başındaymış gibi tutup kolundan çekiştirmişti. Ve tabi ki onun konuşmasına fırsat vermeden, hiçbir açıklama bile yapmadan sertçe kolundan dışarıya fırlatmış ve kapı dışarı etmişti. Toprak, tam içeriye girmek için yöneldiği anda ise Cemre onun hiç beklemediği o hamleyi yaparak kapıyı suratına sertçe kapamıştı. Pardon çarpmıştı. Bu sertlik onun yüzünde ufak tefek değişikliklere sebep olurken çıkardığı acı dolu feryadı duymuştu. “Eminim ne olduğunu anlayamamış, kafasında bin tane teori oluşturup şu an hangisine inanması gerektiğine karar vermeye çalışıyordur. ”diye iç geçirdi. Kapının diğer tarafından gözlerini kapatarak derin bir nefes alıp, mutfakta bıraktığı Hatice Teyze aklına gelmişti ki gözlerini dehşete kapılır gibi açıp koşar adım onun yanına gelmişti. Evet o an gelmişti. Şimdi artık açıklama zamanıydı… “Kara Çalı Gardiyan Teyze…” Toprak’ın eline, Cemre’nin eli değdiğinde dünya bir başka gözükmüştü gözüne, yeniden doğmak dedikleri şeyin ne olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. “O benim, yaşadığımı sandığım hayatın, hayalden ibaret olduğunu göstererek, gerçek dünyaya merhaba dedirtecek cesareti bana veren kadınımdı… O gözün görmediği, yüreğimin deli gibi hissettiği, ruhumun apansız istediği, dilimin feryat figan aradığı yarendi… Dilimin döndüğü dualarda bana şükrü bulduran, huzurun saflığını en derinden hissettiren, bana gerçek aşkı tattıran meleğimdi…” Gözlerinde gördüğü şefkate sığınarak, ani bir hareket ile oturduğu yerden kalkıp, ellerinden sıkıca tutup konuşmasına bile fırsat vermeden, itiraz kabul etmeyen sert bir sarılış ile Toprak sevdiği kadını hasret ile kendine çekmişti. Şu an konuşmak ona pek fayda vermezdi, her zerresi “Cemre,” diye haykırırken, onu kendine getirecek şey yalnızca onun sarılışındaki sıcaklık ile vücuduna yayılacak aşkının şefkatiydi. Kollarının arasında ona sarılırken, gözlerini kapatıp saçlarındaki hasret kaldığı kokusunu derince içine çekiyordu. Bu özlem nasıl bir şeydi ki yakıyordu, kavuşmak bile yetersiz kalıyor, hep daha fazlasını istiyordu yürek… Onsuzluğun bir dakikası bir gramı bile fazla gelir olmuş, saniyeler, gramlar hesaba katılırken ölçü, tartı, hesap birbirine girmiş ve her şey allak bullak olmuştu. Kollarının arasında, onun kokusunun korosu eşliğinde, kendini kaybettiği anlarda onun boğazından gelen kendine has kıkırdaması Toprak’ı kendine getirmişti. “Hayırdır Cemre Hanım, bakıyorum da kepçe ile olan imtihanım pek bir hoşuna gitmişe benziyor.” “Gitmez mi? Hem de nasıl gitti?” Cemre’nin kıkırdamaları kahkahalara dönüştüğünde, Toprak’tan biraz uzaklaşmaya çalışsa da onun buna pek de müsaade ettiği söylenmezdi. Bir milim ondan uzaklaşmasına dahi tahammülü yoktu. “Bak sen, neler duyuyor bu kulaklar?” “Seni çekip almasam Hatice teyze senin pestilini çıkaracaktı.” “Hiç de bile… Ben sadece saygımdan sesimi çıkarmıyordum.” “Tabi tabi öyledir zaten.” “Cemre…” “Tamam tamam şaka yaptım. Bu arada yeni imajın gözümden kaçtı sanma, çok beğendim doğrusu,” diyerek masanın üzerindeki önlük ve şapkayı gözleri ile işaret ederek ona gösteriyordu. “Pembe de çok yakışıyormuş hani,” dediğinde duydukları adamın kanın beynine sıçramasına sebep olmuştu. Pembeyi bilmem ama şu an kırmızının yüzüne ve öfkesine çok yakıştığını söyleyebilirdi. “Cemre, bence şansını fazla zorluyorsun sen.” “Kim ben mi? Kıyabilir misin sen çocuklarının annesine,” dediği an dudaklarını büzmüş, bakışlara kırgınlığı, kirpiklere hüznü yerleştirirken onu en hassas olduğu noktadan çoktan yakalayıp yere sermişti. Ve Toprak nakavt… Kazanan Cemre Hatun… “Ah canım ya, gel buraya, kıyabilir miyim ben sana hiç?” dediği an öfke, kızgınlık hak getire… Onu kendine tekrar çekip, göğsüne bastırıp gözlerindeki kırgınlığı, kirpiklerine dizilen her bir hüzün damlasını yok etmeye çalışmak için sinesine iyice bastırıp, kokusunu derince içine çekmişti. “Ah be güzelim kıyabilir miyim, dayanabilir miyim acaba ben buna?” Onun varlığı ile huzurunu tazelemeye başladığı o anlarda arkasından gelen o sinsi ayak seslerini hangi akla hizmet duymamıştı ki… Toprak ki en ufak bir tehlikeyi sezip bin tedbir alan adam, Cemre’nin yanında resmen tüm ayarları sıfırlanıyor, her şeyden çekiliyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi… Kafasına yediği sert kepçe ile bahçe içinde yankılanan adamın feryadı arasında o darbenin nereden geldiğini anlamaya çalışarak, can yangını ile Cemre’yi bırakıp geriye doğru döndüğünde karşısında öfkenin ete kemiğe bürünmüş hali ile Hatice teyze dimdik duruyordu. “Hatice teyze Allah aşkına ne yapıyorsun sen ya? Nedir senin benim kafam ile alıp veremediğin, kepçenin gazabına niye uğratıyorsun beni?” Toprak’ın sorularına tek bir cevap vermeden bir hışım geldiği kapıya yönelmiş, tam içeriye girecek iken Cemre’nin seslenişi ile attığı adımın ikincisini atamadan duraladı. “Hatice teyze neden yaptın?” Derin bir nefes alıp onlara doğru döndüğünde, ateş fışkıran gözler ile Toprak’a bakıyor, adım adım üzerine doğru gelirken, tüylerinin havaya kalkış yaptığını tüm vücudu ile hissediyor ve fena halde tırsıyordu. Hatice teyze, Toprak’ın dibine kadar gelmiş, elindeki kepçeyi havada sallarken az sonra bir inişi daha kafasına gerçekleşecek diye korktuğu kepçeyi adam gözleri ile takip ediyordu. Toprak, dut yemiş bülbül gibi ağzını açamıyor, az sonra korkudan altıma hiç de iyi olmayan şeyleri yapacağının sinyallerini veren vücudunun tepkileri artık pek de normal değildi. Allah kahretsin, yaşadığı şeylerin hangi biri normaldi ki vücudunun tepkileri normal olsun. Hatice Teyze, öfkeli bakışlar ile kaçırmaya çalıştığı ama pek de bu konuda başarılı olamadığı gözleri ile adamın gözlerinin içine onu hipnoz eder gibi odaklanmışken az sonra geleceklerin, başına iş açacağı çoktan belliydi. Gazan mübarek olsun Toprak. “Cemre, kaşık sapı hazır kızım sen geç içeriye de ye.” “Hatice teyze ama…” “Cemre, lafımı ikiletme iki canlısın sen geç içeriye,” dediği an Cemre el mahkûm sessiz sedasız Toprak’a üzgün bakışlarını göndererek içeriye yavaşça geçerken, adam da onun arkasından içeriye tam da girmek için yönelmişti ki kafasına yediği ikinci kepçe darbesiyle yerinde zıplıyor bir yandan da kafasını ovuyordu. O darbelerin altındaki ufak şişlikleri elinin altından hissediyordu. “Sen nereye hergele?” “İçeriye, karımın yanına…” “Kes sesini dürzü herif, burası benim evim ve sen, uçkuruna düşkün çapkın herif kızımdan uzak duracaksın.” “Ama, ama o benim karım… Ama ben onun kocasıyım…” “Hadi ya, sen olsan olsan çakma koca olursun, imitasyon sende ,” dediği anda içeriye yönelmiş adamın ağzı bir karış açık olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Hadi oradan be bunun neresine anlam verecekse, kadına bak ya karısından hangi hak ile onu ayırmıştı. “Yıkarım bu konağı ulen ben…” İçindeki coşku ve kendine verdiği gaz ile arkasından koşarak girmeye çalıştığı o an, Hatice teyze adama dönerek elinde salladığı kepçesinin görüş alanına girmesi ile sanki hiç de öyle bir niyeti yokmuş gibi adımını yandan geriye döndürmüştü. Sanki hiç umursamıyormuş gibi davranmaya, sanki hiç mi hiç içeriye girmeye kalkışmamış gibi bir nevi saçma bir gösteri sunmaya çalıştı. “Geri bas…” diye haykıran gardiyan teyzenin sesi adamın kulaklarında zonklayarak çınlarken yüreği korkudan tir tir titremeye çoktan başlamıştı. “Ama gardiyan teyze…” “Ne?” “Şey yani Hatice teyze, teyzeciğim, bir dinlesen, bak biz barıştık.” “Bana bak Toprak Efendi, geri bas, kızı nasıl kandırdın bilmiyorum ama onun ile konuşmadan ve ben ikna olmadan bu eve adımını dahi atamazsın, ki zaten yaptığının bir mazereti ikna için bir açıklaması olacağını sanmıyorum ama kıyamadım kızıma… Onunla konuşana kadar gözüm seni görmesin, hiçbir şey için olmasa da mutfağımda yarattığın savaş ortamı için zevk ile canını yakarım.” Hatice teyzenin söyledikleri Toprak’ın boğazından demir gibi yutkunmalara sebep olurken soğuk terler akıtmaya başlayan vücudu her korkuyu tadıyor ve yüreği bu akıl almaz tuhaf olaylar dizisine şahit oluyordu. “Şimdi Toprak Efendi, geri bas, toz ol, kaybol, yok ol, gözüm görmesin seni, yoksa kepçemin tadına doyum olmaz bilesin,” derken kepçesini hava da sallamaya çoktan başlamıştı. “Eeee şey, siz konuşun o zaman ben buralardayım, öyle bahçede masada, kuyunun yanında falan takılırım, şey ses edersiniz siz bana, ben hemen gelirim, buralardayım ben, siz keyfinize bakın,” diye konuşurken onu pek de umursamayan gardiyan teyzenin kapıyı sertçe çarpışı ile yerinde korkudan zıplamıştı. “Lanet olsun! Bu neydi şimdi ya? Kaldım mı yine ortada dımdızlak?” |
0% |