@ugurluay
|
7.BÖLÜM(***BOZTEPE***) “Dilden dökülenler, gönül kapılarını açar mı? Gözde mühürlenen aşk, kalplere süzülür mü? Hüznümü neşeye, gözyaşımı gülüşüne döndürür müsün? Sen bana vasiyet iken, ben sana AŞK olabilir miyim? Aşkın olup, Aşkım olmana izin verir misin?” “Şu ağzını kapat istersen, maazallah sinek kaçacak,” diyen genç kızın sesini duyduğunda Toprak zar zor kendine gelmişti. Yaklaşık on dakikadır ağzı açık ayran budalası gibi etrafı hayran hayran izlediğini yeni fark ediyordu. Bu kız onu nasıl bir yere getirmişti böyle, muhteşem devasa güzelliğe sahip bir yerdi burası. Gidince anlarsın dediği kadar varmış doğrusu. Toprak, şaşkın ördek gibi etrafı izlerken hafızasını zorlayarak geldikleri yerin adını düşünmeye çalışıyordu. Ruhu bu atmosferden etkilenerek aklındakini dili konuşmaya başlamıştı. “Buranın adı neydi?” “Burası Boztepe, sana katlanabileceğim yerlerden biri diyelim.” “Ne demek bu şimdi Cemre?” Duydukları kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Tamam, onu biraz zorluyordu ama katlanılamayacak bir adam da değildi ki sonuçta. Alt tarafı nişanlıyız diye ortalarda dolanıyordu, ne var ki yani bunda? Zaten evlenmeyecekler miydi? Yani en azından vasiyeti düşünerek aşkı, evliliği umut ediyordu. Vasiyet bahane, aşk şahaneydi doğrusu. “Açıkçası sen itici bir insansın ve ancak beni büyüleyen bir atmosferde senin sesine ve tipine katlanabilirim. Senin iticiliğini ancak burası yok edebilir, yani tamamen yok edemezse de etkisini azaltır diye düşünüyorum, en azından umuyorum,” dediği anda o kahkahalarına engel olamazken genç adamın rengi aldan mora doğru çoktan hızlı bir geçiş yapmıştı. Morarmak bu olsa gerek, temsili Toprak. “Cemre,” diye o an çıkan hiddetli sesine kendisi bile inanamamıştı. “O ses benden mi çıkmıştı. Hakikaten bendim o aslan yiğit, heyt koçum be, kim tutar beni ya,” diye hafif hafif kendisine gaz vermeye başlarken bu aslanın az sonra kedi gibi miyavlamaya başlayacağı korkusu da yok değildi yani içinde. Bir yanı eski Toprak ol derken, diğer yanı onun yanında bambaşka bir insan oluyordu. Korkuyordu, evet, tam olarak korkuyordu. Ama bu korku bambaşka bir korkuydu, sebebi kaybetmek, yitirmekti. Derdini anlatamadan onu yitirmekten, korkutup kaçırmaktan delicesine korkuyor, onun yanında bambaşka bir insana dönüşüyordu. Tatmaya yeni başladığı bu duygulara o kadar yabancıydı ki sıkışıp kalmıştı arada, nerede nasıl davranacağını bilemez bir hale gelmişti. Acemiydi, yüreği aşka acemi kalmıştı ama öğrenecekti, kendi aşkı öğrenirken Cemre’sine de öğretmeye kararlıydı. Bunun bedeli bir ömür peşinde olup yoluna kurban olmak olsa da vazgeçmeyecekti. Sonu ne olursa olsun ondan asla vazgeçmeyecekti. “Tamam tamam kızma şapşik oğlan hadi geç şöyle de oturalım.” “Şapşik mi? Oğlan mı? Ben mi?” Hayret dolu bakışları ona doğru hücum ederken bu kızın ağzından çıkan cümlelerin anlamını çözmeye çalışıyordu. Ne demişti kendisine o öyle? “Tamam ya amma da alıngansın, hadi şurası bak boş, oturalım bir an önce bir yere.” “Neyse oturalım bari, uzatıp da sevgili nişanlımı kızdıracak değilim. Malum ben nişanlısını üzecek bir adam hiç değilim.” “Toprak!” “Ne oldu aşkım sana serbest de bana mı izin yok?” “Verdiğin söz diyorum.” “He, anladım diyorum o zaman, hemen oturalım. Ben çok acıktım.” “ Ne acıkması Toprak, az önce dünyayı yemedin mi sen? Yuh artık ya.” “O atıştırmalıktı bir kere, çok konuşma da ne yiyebilirim onu söyle bana bakayım.” “Ya sabır ya sabır!” “Hadi aşkım, aaa bak gösterdiğin yer çok güzel hadi oraya gidelim.” Toprak’ın bu tavrı genç kızı çileden çıkarıp ne kadar sinir ederse etsin, Toprak bu durumdan bir o kadarda zevk alıyordu hatta zevkten dört köşe oluyordu. Seviyordu Cemre’si ile uğraşmayı, hem de çok seviyordu. Oturdukları masanın bulunduğu çay bahçesi şehrin tam üzerine inşa edilmiş, üstü açık oturma çay bahçesi tarzında bir yerdi. Kapalı çardakların bulunması ise insanların daha fazla ilgisini çekiyordu. Malum burası Karadeniz, yağmuru bol olur. Şehri öyle bir yerden seyrediyorlardı ki şehre kuşbakışı bakarken muhteşem seyirlik bir manzara, önlerinde diz çökmüş gibiydi. Cemre’nin söylediklerinden anladığı kadarıyla şehrin en işlek olan meydanı bulundukları masadan görünüyordu. O kadar güzel görünüyordu ki bir an buranın gece görüntüsünü merak eder olmuştu. Burası nasıl bir şehirdi böyle? Aslen Karadenizli olup buralara hiç gelmemiş olduğu için kendine kızmanın yanında utanmaya da başlamıştı. Babasının ise neden bu şehirden vazgeçmeyip kendisini bu şehre bağlama çabalarını şimdi daha iyi anlıyordu. “Beni bana getirmek içindi tüm plan program, şimdi onu daha iyi anlıyordum. Adımı yaşatmak için, Toprağı toprağına göndermek, onu kendinde canlandırmak içindi her şey… Ah babam benim!” diye düşünürken yanlarına gelen garsonun sesiyle ona doğru dönüş yaptığı sırada Cemre’nin kendisine anlamaz gözlerle baktığını fark etti. Galiba uzun süreli düşünce denizinde yüzmeye çıkıp geri dönememişti, dalıp gitmiş ve tahmin ettiğinden uzun sürede sessiz kalmıştı. Toprak’ın gelen garsona bir şey demesine fırsat bile vermeden Cemre konuşmaya başladı. “Halil, bize semaverde çay getir bir de yanına sizin şu meşhur bomba tostunuzdan getir, hatta dur sen arka arkaya dört tane yapmaya başla bizim ağır misafirimizin malum midesi de ağır ve aç, onu doyurmak zor olacak.” “Olur mu Cemre abla, evelallah senin misafirini tıka basa doyururuz merak etme sen.” “Tamam, hadi çabuk ol.” Küçük bir el işareti ile garsonun uzaklaşmasını sağlayan Cemre’ye hayret dolu bakışları ile birlikte merakla dolan yüreğini ferahlatmak için sorusunu yöneltmişti bile. “ Sen nereden tanıyorsun bu adamı?” Kaşları istemsizce çatılmış, sorgular bir şekilde bakışlarını ona yöneltirken duruşunu da istemsizce dikleştirmişti. Bu duruma fena halde canı sıkılmıştı. Bu kız elin adamını nereden tanıyor olabilirdi? Bu ne samimiyetti böyle? Toprak içindeki kıskançlık kıvılcımlarının aleve dönüşmesine engel olmak yerine aklına gelen bin bir soru ile ateşe körük ile gitme işini de üstlenmiş gibiydi. Kendisine göstermediği güler yüzünü, kendisinden başka her insan evladına göstermesi, giderek canını sıkmaya ve ruhunun nefessiz kalmasına sebep oluyordu. “Adam mı? Senin adam dediğin çocuk çocuk, bir göz doktoruna görün istersen sen!” “Ne çocuğu Allah aşkına ya kazık kadar herifi utanmadan çocuk diye yutturacaksın bana.” Toprak, son kelimesini söylerken istemsizce yumruğunu masaya sertçe vurmuştu. Bu kıskançlık denen şey insana nerede olduğunu unutturup kendini kaybettiriyordu ki en güzel örneği de şu an gözleri öfkeden kıvılcımlar saçan Toprak’tı. “Toprak kendinde misin sen? Şu an resmen saçmalıyorsun, bence bu konuyu kapatalım, daha fazla uzatmayalım, giderek gülünç duruma düşüyorsun.” Cemre’nin hiddetlenmeye başlamış bakışları ve yüksek ses tonunu fark edip bir adım geri atması gerektiğini fark etti. Neyse biraz fazla ileri gitmeye başlamıştı galiba kendisini frenlemesi gerekiyordu, önce derdini anlatması gerekiyordu, sonra zamanı gelince elbette bir bir ilgileneceği kişiler ve durumlar olacaktı. Ama şimdi derin nefes almalı, bu durumu da hazmetmeliydi. Daha zamanı vardı, şimdi değildi. Derin nefes, bir nefes daha, evet şimdi daha iyi ve sakindi. *** (Bir saat sonra) Kulağına o zamana kadar duymadığı belki de duyup aldırış etmediği Karadeniz türküleri doluyordu. Sözleri içtiği çay gibi içine içine işlemeye başlamıştı. Karşısında Cemre dalgın dalgın meydandaki kalabalığı izlerken, Toprak da onu izlemeye başlamıştı. O ana kadar fark etmediği bir ayrıntı birden gözüne çarptı. Cemre’nin sağ bileğinin az üzerinde bir kelebek dövmesi vardı. O ana kadar nasıl fark etmediğini anlayamamıştı. O kelebek, onun o narin bileğinde o kadar güzel duruyordu ki; duyduğu müziğin ruhunu daha da rahatlatmasıyla fark etmeden gülümsemişti. Kendisinin fark edemediği gülüşünü Cemre anında yakalamıştı. “Ne oldu? Neden gülüyorsun?” “Dövmeni daha yeni fark ediyorum, fark edememiş olmama gülüyorum.” Dediği anda dövmesine ufak bir dokunuş yapmak için bileğine yöneldi. Dokunduğu anda Cemre elini titrer gibi elleri altından aniden çekmişti. “Cemre, benden korkmanı istemiyorum.” Aldığı bu tepki o kadar ağrına gitmişti ki genç adamın, küçük bir çocuk gibi yüreğindekini dillendirmişti. “Toprak, senden korktuğumu da nerden çıkardın. Ben, sadece bana dokunmanı istemiyorum, dokunuşuna tahammül edemiyorum.” İşte bu adamın yüreğine çok daha ağır bir darbe olmuştu. “Cemre, ne olur böyle konuşma.” Sesi cümlelerine karışırken acı çektiği, kelimelerinin her harfinde hissediliyordu. Bir insanın kelimelerindeki acıyı çeker gibi hissetmek, o kadar ağır ve can yakıcıydı ki… “Nasıl konuşmamı istiyorsun Toprak? Geldiğin günden bu yana, seni gördüğüm andan bu ana hayatımı mahvettiğinin farkında değil misin?” “Ben seni üzmek istemedim.” “Toprak Allah aşkına benden ne istiyorsun? Anlat artık, anlatmadığın her gün peşimden ayrılmayacaksın anladım. Anlat da sen de kurtul ben de kurtulayım, bitsin bu çile.” “Tamam, sen sakin ol biraz her şeyi anlatacağım, yeter ki sen biraz sakinleş.” “Toprak, tamam sakinim lütfen artık konuş ve bitsin.” Cemre’nin surat ifadesinin giderek değişmeye başladığını fark edince kafasına bir şeyler atılmasına engel olmak ya da kaçıp gitmesine sebep olmamak için artık tüm her şeyi anlatmaya karar verdi. “Cemre, her şeyi en başından anlatacağım o yüzden sözümü asla kesmeni istemiyorum. Ben senin de bildiğin üzere Hulusi’nin oğluyum. Emin ol senin kadar ben de buraya geldiğim günden beri şaşkınım. Tanıyorum sandığım babamı, aslında hiç tanımadığımı öğrendim. Onun hakkında o kadar çok şey öğrendim ki şu an bambaşka bir dünyadayım. Babamın benden yıllarca gizlediği hayatını öğreniyorum, bu emin ol benim için de hiç kolay bir şey değil, hatta tahmin bile edemeyeceğin kadar ağır… Yıllarca Londra’da yaşadım ben. Tam kız arkadaşımla dönmeye karar verdiğimiz anda babamın vefat haberini aldım. Haberi alır almaz kız arkadaşımı bırakarak tek başıma döndüm. Döndüğümde bütün hayatımı etkileyecek olan haberden daha doğrusu vasiyetten habersizdim. Babamın vasiyeti açıklandığında üç mektup hayatıma bomba gibi düştü. İlk mektup banaydı ve o mektupta bir yıl içinde seninle evlenmem gerektiği yoksa bütün mirastan mahrum edileceğim yazıyordu. İkinci mektup babana yazılmıştı. İçinde ne yazdığını inan ben de bilmiyorum, onu da Hasan amcaya verdim. Üçüncü mektup biz evlendiğimizde birlikte okuyacağımız mektup, onu daha açmadım. Mirastan men edileceğimi duyan kız arkadaşım ise parasız kalıp benimle evlenmek yerine beni terk etmeyi seçti. Üst üste o kadar çok şey yaşadım ki bir hırsla evden apar topar çıktım. Yaşadıklarımın suçlusu olarak babamı ve seni görüyordum. Açıkçası buraya gelirken bambaşka planlarım vardı ama seni gördüğüm anda bir şeyler oldu bana, bunu daha kendime anlatamazken sana nasıl anlatacağım inan bilmiyorum. Senin sen olduğunu, vasiyetim olduğunu bile bilmeden bir şeyler oldu bana, kendime bile açıklayamadığım, yabancısı olduğum, bugüne kadar tatmadığım acemiliklerin içinde buluverdim kendimi. Senin Hasan amcanın kızı olduğunu bilmeden yüreğime kor ateş gibi düştün. Yüreğime düştüğün anda beni yakmaya başladın. Senden başkası yüreğimin çaresi olamaz, ben bunu çok iyi anladım. İnsan anlar derlerdi de inanmazdım, ta ki seninle karşılaştığım ana kadar. Ben seni gördüğüm an beni tamamlayacak, beni adam edecek kadının sen olduğunu anladım. Bu kadar peşinden koşmam, seninle konuşmaya çalışıp seni evliliğe ikna etmeye çalışmam emin ol ne vasiyet için ne de miras için. Cemre ben sana âşık oldum. İlk gördüğüm anda sana vuruldum. Sen dedin ya Karadeniz kızları çarpar dikkat et diye, sen bu cümleyi söylediğin anda çok geç kalmıştın. Çünkü sen o kaskı çıkardığın anda benim yüreğim sana akmaya başlamıştı. Yaptığım tüm saçmalıklar için özür dilerim, inan ben böyle biri değilim. Seni gördüğüm andan bu yana bir şeyler oldu bana, küçük bir çocuk gibi ne yaptığımı bilmez bir halde serseri mayın gibi ortalarda dolanıyorum. Seni kızdırmak ise o kadar çok hoşuma gidiyor ki sanki bana her kızdığında bana biraz daha yaklaşıyorsun. İnsan sevdiğine kızarmış be sevdiğim, anla beni ben buralara kadar boşuna gelmedim inan buna. Bizim kaderimiz bir vasiyet ile yazılmış olabilir ama ona can verecek bizim aşkımız olacak. Şimdi evlenme teklifime bir cevap verir misin? Artık her şeyi öğendin. Bütün her şey bundan ibaret, bir şey söylemeyecek misin?” Söylediklerinin biraz olsun Cemre’yi etkileyeceğini umut ederek ondan gelecek bir tepkiye bir söze bakıyordu. Belki de söylediklerine inanacak, ona güvenecek belki de bu yolculuğa onunla ömürlük bir yolculuğa evet diyerek çıkacaktı. “Bitti mi?” İşte bu hiç beklemediği bir tepki ve sözdü. Gözünün içine baktığı kızın, soğuk ve umursamaz şekilde verdiği cevap, Toprak’ı yerle bir ederken onun yüreğini enkaza çevirmeyi başarmıştı. “Evet, bitti.” Diyebileceği, diyebildiği tek şey bundan ibaretti. “Bak Toprak, ben seni dinledim, şimdi sen beni dinleyeceksin. Bak bana, gözlerimin içine bak Toprak,” dediği anda ona doğru eğilmiş, gözlerinin en derinine, içine işleyerek bakıyordu. “Bu gözler sana baktığında parlamıyorsa, yüreğim seni gördüğünde sinir yerine coşkuyla doldurmuyorsa, ben sana doğru akamıyor bende kalıyorsam, hem ben seni…” sesi titrerken gözlerini kaçırmış, kendi ile ilgili bir şey itiraf edecek de edemiyor gibiydi. “Hem sen beni ne?” “Neyse onu boş ver. Toprak, her şeyi bir kenara bırak ben sana inanmıyorum. Babanın mirası için buralara kadar hiç tanımadığın bir kız ile evlenmeye geliyorsun. Kusura bakma ama anlattığın hiçbir palavraya inanmıyorum. Şunu asla aklından çıkarma Toprak, ne sen ne ailem ne de Hulusi amcanın vasiyeti hiçbir güç beni senin gibi ukala, paragöz bir adamla evlendiremez. Miras için tanımadığı bir kızla evlenmek için yola çıkmış ve onu kandırmak için ise aşk gibi benim gözümde kutsal bir duyguyu hiçe sayan bir adamla evlenecek kadar kafayı yemedim. Şunu o kalın kafana soksan iyi olur şu dünya da bir sen bir ben kalsam dönüp de sana bakmam.” “Böyle konuşma Cemre.” “Neden?” Gözlerini kısmış sinirli bir halde ona bakıyordu. “Büyük konuşma istersen, bir bakmışsın benimle nikâh masasındasın.” Heh, aferin Toprak sana ya ne gerek vardı şimdi böyle bir cümleye, kız zaten sinir küpüne döndü, onu çileden çıkarmak için her şeyi yapıyordu. Tutamıyordu şu dilini işte tutamıyordu of… “Allah yazdıysa bozsun, bana âşık olmayan, âşık olmadığım bir adam ile evlenecek kadar kafayı yemedim ben.” Kulağını çekip ardından da kulağını çektiği eliyle kapıya vurur gibi masaya vurup tıklatmıştı. Onun bu hareketlerine anlam veremese de konuşma sarmaşık gibi sarmaya başlamıştı. “Cemre sen bana âşıksın.” “Pardon, kim söylüyor bunu? Hiç güleceğim yoktu doğrusu.” Yapmacık bir kahkahayla etrafı inletirken Toprak ona sadece donuk gözler ile bakıyordu. “Tabi ki ben söylüyorum, farkında olduğum bir gerçeği seninle paylaşıyorum.” “Sen gördüğün rüyaları gerçek sanıyorsun galiba, senin o dediğin ancak rüyanda olur. Neyse sana son defa diyorum bu iş olmaz, peşimi bırak, rahat bırak beni. Kötü şeyler yapmak zorunda bırakma beni ve bir an önce git buralardan. Ne ben ne de buralar sana göre değiliz, görmüyor musun bunu? Ben de, Trabzon’da sana bir beden büyük geliriz, kaybolursun içimizde, yok ederiz seni, kendine zarar gelsin istemiyorsan çekip gidersin buralardan,” dediği anda bir anda ayağa kalkıp gitmeye çalışıyordu ki gitmesine engel olmak için Toprak onun bileğini narin bir dokunuşla tuttu. “Cemre,” diye inlediği anda daha önce tesadüf eseri dinlemiş olduğu Kazım Koyuncu ve Şevval Sam’ın söylediği Koyverdun Gittun Beni türküsü çalmaya başladı. Zamanlama süper olsa da Cemre bunun farkında bile değildi. “Cemre, beni burada bu şekilde ardında bırakıp gitme lütfen.” Sesi artık korkudan yalvarır gibi titrek çıkmıştı. Gitmesine izin veremezdi, vermemeliydi. “Toprak, bırak kolumu,” dediği anda çekiştirerek bileğini ellerinin tatlı esaretinden kurtardı. “Çık git hayatımdan Toprak, sen çıkıp gitmezsen ben çekip gideceğim. Tüm dünyayı önüme sersen seninle evlenmem, sana âşık değilim, seni sevmeyi bırak insan olarak bile hoşlanmıyorum anla bunu artık, sana tahammülüm yok,” Derken gözlerini öyle bir açarak konuştu ki, hiçbir şey yapamadan sessizce, gidişini taş kesilmiş bir şekilde izlemek zorunda kaldı. Hareketsiz, kıpırdamadan söylediklerini idrak etmeye çalışıyordu. Böyle olmamalıydı evet zor olacağını biliyordu ama bu kadar büyük, kesin ve bir o kadar keskin bir tepkiyi beklemiyordu. Toprak düşünceler içinde taş kesmiş bedeniyle kalakalmışken kulağına devam eden türkü doluyor içini acıtıyordu. Belki de ilk defa bir kız için içi yana yana acıyor, yüreği sızlıyordu. Ne yapacağını bilmeden az önce ani bir hareket ile Cemre’nin arkasından ayağa kalktığı sandalyeye un çuvalı gibi kendini hoyratça bıraktı. Etrafa boş bakışlarla bakarken kendi kendine kala kalmış bedeni ruhu ile birlikte ona huzur veren türküyü dinliyordu. Belki de her dinlediğinde yüreğini yakacak bu türküyü Cemre’nin gidişini izlerken beynine ve yüreğine kazıyordu. Türkülerin anlamını ise ilk defa Cemre sayesinde fark ediyor ve içine işlemesine, canını yaka yaka yüreğini sızlatarak beynine yerleşmesine izin veriyordu. Koyverdun Gittun Beni Koyverdun gittun beni oy, Koyverdun gittun beni. Kimse almasun seni oy, Kimse almasun seni; Yine bana kalasun. Kimse almasun seni oy, Kimse almasun seni; Yine bana kalasun. Sevduğum senun aşkın, Çiğerlerumi dağlar. Gelevera deresi oy, Gelevera deresi. Sevduğum senun aşkın, Çiğerlerumi dağlar. Hiç mi düşunmedun sen? Hiç mi düşunmedun sen oy? Kalmalı mıydı? Gitmeli miydi? Kararsız bir şekilde sadece içine işleyerek türküyü dinliyor, Cemre’sinin kara gözlerini düşünerek hayalleri arasında kaybolup gidiyordu. |
0% |