@ugurluay
|
8.BÖLÜM(***YOK ARTIK***) “Her şey olup biter, gelip geçerde, Bu yürek gözlerinden, gönül senden vazgeçer mi?” (Üç gün sonra) Cemre, adını bile anmak istemediği ama bir türlü aklından çıkaramadığı genç adamı düşünüyordu. Acaba son yaptığı ile fazla mı ileri gitmişti? Yok canım, ne ileri gitmesi, yaptığı, söylediği her şeyi sonuna kadar hak etmişti. Annesi ve babasının endişeli bakışları arasında kahvaltı yapmak için kendini zorluyordu. Hiçbir şey olmamış, o adam hiç hayatına girmemiş gibi davranmak neden bu kadar zordu. Anlamıyordu, anlam veremiyordu. Gariban tabağındakiler de onun bu hırçın ruh halinden nasibini almıştı. Tabakta bulunan yiyeceklere eziyet etmek bir yana onlarla savaşıyordu sanki. O gün, Toprak’ı, orada arkasına bile bakmadan bırakıp gitmişti. Geriye dönüp bakmamak için kendi ile nasıl bir savaş vermişti öyle, aklına gelenler yerinde huzursuzca kıpırdanmasına sebep olsa da zihninde yavaş yavaş canlanmaya başlayan görüntüleri bir çırpıda silip süpürmüştü. “Düşünme kızım, düşünme… Offf Allah’ım ya düşünmemek ne mümkün kafayı yiyeceğim yakında. Şimdi ne diye onu düşünüyordum ki, sanki ondan başka düşünecek bir derdim yoktu, hiç… Gitti işte, istediğim gibi çekip gitti, zil takıp göbek atmam gereken yerde, ben utanmadan, oturmuş gitti diye karalar bağlayıp yas tutuyorum,” diye iç geçirirken farkında olmadan sinirli bir şekilde elindeki çatalı tabağın içine sert bir şekilde bıraktı. O kadar sert bırakmıştı ki annesi ve babası bile yerlerinden irkilerek kaşlarını çatarak ona baktıklarını çok sonra fark etti. Lanet herif resmen dengesini bozup onu alt üst etmişti. Ne eline, ne koluna ne de öfkesine bir türlü hâkim olamıyordu. Hasan Bey, “ Kızım iyi misin sen?” diye sorduğunda, ne yaptığını fark ederek, şaşkınlıkla babasına doğru afallayarak baktı. Tepkilerini nasıl kontrol edememişti böyle, o ana kadar ne kadar vahim durumda olduğunu bile fark edememişti. “Heh, ne? Şey, ben mi? İyiyim baba, bir an çatal elimden düştü de, ondan yani şey oldu, işte öyle.” Diye lafı ağzında gevelemeye başladı. Yalan, yalanın batsın Cemre… Karşındaki adam senin baban baban, utanmadan birde adamı kandırmaya çalışıyorsun çok ayıp ya, baban da yedi zaten bunu… Aklındaki düşünceler beynimi bulandırıyor, sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Bıkkınca ellerini göğsünün altında birleştirirken geriye doğru yaslanıp derin bir nefes alıp vermişti. Öncelikle sakin olması gerekiyordu. Maazallah bu öfke ailesinin dengesini bozup, kendisini de bu gidişle ele verecekti. Kızının derdini bilen ve gözlerinden okuyan aile büyükleri, konuşmayı uzatıp Cemre’nin canını daha fazla sıkmak istemedikleri için üzerine gitmediler. Tekrar çatalı eline alıp tabağındakiler ile dalgın dalgın oynamaya başladığında, tanıdık iki ses ile yüzüne neşe dolarken dudaklarına gülücükler çoktan hücum etmişti. “Seni kaçak, küçük hanımı görmek için ayaklarına kadar teşrif ediyoruz artık, nerelerdesin sen hapishane kaçkını,” Selin yapmacık bir kızgınlık ile bir elini beline koyup diğer elinin işaret parmağını aşağı yukarıya sallayarak ona gözlerini kısarak küçük bir çocuk azarlar gibi biraz da tehditkâr bir havada bir nevi cırlıyordu. Biraz daha cırlarsa eğer kulakları sağır olacak, o kadar küçük kızdan bu kadar dehşet saçan ses nasıl çıkıyordu, bu kız bu sesi neresinde saklayıp da çıkarıyordu Cemre bir türlü anlamıyordu. “Nerelerdesin sen ufaklık, Canan teyzeden haberini almasak, hayırsız arkadaşımız aranıyor diye gazetelere kayıp ilanı verecektik.” Diyen Caner, küçük bir çocuk gibi genç kızın burnunu sıktırıp ardından da başına dokunarak, saçlarını karıştırıp çocuk gibi onu sevmişti. Of bu çocuk Cemre’nin ne zaman büyüdüğünü kabullenecekti bir bilse… Gıcık oluyordu bebek gibi sevmelerine, biraz ya, birazcık Selin’e davrandığı gibi davransa ölürdü sanki… Hala ona küçük kardeşi, Selin’e de onun ablası gibi davranmaktan ne zaman vazgeçecek bir bilse. Sonuçta Selin ile aynı yaştaydılar ama Cemre onların gözünde hala küçük bir çocuktu. “Ya, yapmasana şunu nefret ediyorum şu hareketinden, çocuk muyum ben?” dediği anda başındaki elini geriye doğru ittirdi. Bu hareketi bir başkası yapsa şu an elini kırdığı için acil’e yetişmek zorunda kalırdı. Ama Caner onların içine katılabilen şanslı nadir insanlardan biri olduğu için ancak ve ancak zılgıtları ve azarları ile yetinmek zorundaydı. “Çocuk değilsin ama çocuk gibi davrandığın kesin, ufaklık,” dediği anda Cemre’nin dışında oradaki herkes kahkahalara boğulmuştu. Şuna bak, hem çocuk değilsin diyor, sonra da cümlenin sonunda ufaklık diyordu. Yok yok bu Caner’de bu ara kaşınıyordu, bu gidişle Cemre’nin şamarının tadını o da tadacaktı. Caner, yaş olarak Selin ve Cemre’den büyüktü, ona her ne kadar ağabey gibi davransa da Selin’e aynı davranışları sergilemiyor ve bunu Cemre’nin dışında hiç kimse fark etmiyordu. Birkaç defa bunu Caner ile konuşmaya çalışsa da o bunu anlayıp konuyu değiştirmeyi her defasında başarmıştı, kurnaz tilki ne olacak. Zamanı geldiğinde Cemre bu konuya da el atacaktı ama şu an kafasını meşgul eden Toprak gibi büyük bir dert, kocaman bir baş belası vardı. Selin ve Caner’i çocukluklarından bu yana tanıyan babası ise onların birbirlerine olan yakınlıklarına ve söz savaşlarına gülerek karşılık veriyordu. Cemre herkes ile kolay iletişim kurabilen ama iletişim kurduğu her insanla samimi olamayan bir kızdı. Gerçekten samimi olduğu ve sınırları içine aldığı insan sayısı ise sınırlıydı. Kolay kolay duvarlarını kimseye açmaz, duvarlarını açarak içine aldığı insanları ise hiçbir zaman yalnız bırakmazdı. Bu insanlardan ikisi çocukluk arkadaşı Caner ve Selin, diğeri ise üniversiteden can dostum, kardeşim dediği Mira’ydı. Üniversite yıllarında, Ankara’da ev arkadaşlığından öte birbirlerinin dert ortağı olmuşlardı, beraber gülüp beraber ağlamışlardı. Üniversite yıllarını, Mira’nın anlattığı, âşık olduğu tek insan Arda Mert’i dinleyerek geçirmişti. Mira’nın ağzından karşılıksız sevdiği Arda’nın isminden başka isim çıkmıyordu. Bu duruma kızsa da arkadaşının bu hallerine üzüldüğü için pek sesini çıkarmıyordu. Ta ki üniversite mezuniyetine birlikte gitme hayalleri kuran Mira, her ne kadar yakınlaştıklarını söylese de Cemre buna pek ihtimal vermiyordu. Ne kadar yanılmak istese de yanılmadığını çok geçmeden acı bir şekilde öğrenmek zorunda kalmışlardı. Üniversite mezuniyetine doğru Arda’nın sarışın bir kızla gazetede ve internette sarmaş dolaş fotoğrafını gördükleri an başlarından aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Mira, uzun bir süre bu işin peşini bırakmamıştı, ama her zaman ki Arda ortalardan tek bir açıklama bile yapmadan kaybolmuştu. Daha fazla dayanamayıp, Cemre o fotoğraftan sonra Mira ile büyük bir kavga etmişti. Cemre, “Bu adam için değer mi? Kendini yıkmaya, heba etmeye, peşinden deli danalar gibi koşmaya değer mi?” Diye sormuştu. O kavgalarının ardından, Mira kendini odasına kilitlemiş günlerce ağlamıştı. Arkadaşının bu durumuna üzülse de yanına gitmemiş, sadece beklemişti. Balo gecesi gelip çattığında karşısında duran Mira’ya inanamadı, bu kız o kız mıydı? diye düşünürken ışıl ışıl parlayan arkadaşına bakıyordu. Mira o gece Cemre’ye sarılıp ondan defalarca özür dilemişti. Büyük bir karar alarak yıllarca sevdiği Arda Mert’ten tamamen vazgeçtiğini söylemişti. Bunun kanıtı olarak da üniversite boyunca dibinden ayrılmayan sınıf arkadaşı Cenk ile baloya gitme kararı aldığını anlatmıştı. Karşısında ne istediğini bilen, bunun için doğru kararlar almayı hedefleyen, yenilenmiş, bambaşka, sağlam duran bir kız vardı. Ve Cemre bu kız ile ilk defa tanışıyordu. Yaşadıkları onu büyütmüş, çocukluğu Arda Mert ile geride bırakmıştı. Arkadaşını o geceye kadar hiç bu kadar mutlu hiç bu kadar coşkulu görmemişti. Mira o günden sonra daha bir farklı, daha bir olgunlaşmış, çocukluktan çıkmış ayakları yere daha sağlam bir şekilde basarak kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı. Cemre Trabzon’a, Mira İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra kuzeni Umut için Arda Mert’in yanına yurt dışına gittiğini öğrenmişti. Uzun nutukları ve beyin yeme seanslarının ardından Mira her şeyin yolunda olduğunu, o defterin çoktan kapandığını ve ondan uzak duracağını söyleyerek ona güven vermiş ve Cemre’yi sakinleştirmişti. Arda’nın yanında olmasının tek sebebini ise kuzeni Umut’un sevdiği kız olan Beren için olduğunu söyleyerek konuyu kapatmıştı. Mira, Caner ve Selin, Cemre’nin vazgeçilmezleri arasında liste başında yer alıyorlardı. Annesi ve babası bunu çok iyi bildikleri için onları da kendi çocukları gibi görmüşlerdi. Selin ve Caner de bunu bildikleri için çok rahattılar. Teklif bile beklemeden ayak üstü kahvaltı etmeye başlamışlardı bile… “Otursaydınız bari,” Cemre’yi kaile almadıklarını görmesi ve onların bu halleri kahkahalar atmasını sağlamıştı. “Bir de izin mi alacağız ufaklık, burası bizim de evimiz değil mi Canan teyzem,” diyen Caner çoktan ağzını tıka basa doldurmuştu. “Yuh be oğlum, o cılız bedenin neresine dolduruyorsun bu kadar yiyeceği sen ya, insanın bir gram fazlalığı olmaz mı ya?” “Sen sus, çok konuşma. Şuna bak hem suçlu hem de güçlü,” diyen Selin hemen Hasan Bey’e dönerek küskün bir çocuk gibi mızmızlanarak konuşmasını sürdürdü. “Senin bu kızından şikâyetçiyim Hasan amca, resmen sırra kadem bastı. O ayarsız adam ortaya çıktığından bu yana kızının yüzünü gören cennetlik vallahi, unuttu bizi resmen.” dedi. Ya acaba Cemre şu vazgeçilmezler listesini bir daha mı gözden geçirse ne yapsa? Bunlar çığırından çıkmaya başlamıştı çünkü. Utanmadan bir de Cemre’yi annesine ve babasına şikâyet ediyorlardı. Cemre bir yerde hata yapmıştı ama nerede daha bulamamıştı. En iyisi şu yaptığı hatanın nerede olduğunu daha iyi düşünmeliydi. Onların bu hallerine daha fazla dayanamayan Hasan bey , “İlahi çocuklar, ömürsünüz vallahi,” diyerek kahkahalarının bahçede yankılanmasına izin verirken Canan hanım da ona tebessüm ile eşlik ediyordu. Cemre sinirleri iyice bozulmuş bir halde daha fazla dayanamayarak, “Selin!,” diye keskin bir şekilde sesini yükseltirken, Caner bu çatlak ikiliye kıkırdayarak eşlik ediyordu. Selin’in duyduğu hoşuna gitmemiş bir şekilde kaşlarını çatmış yine mahalle kadınları gibi iki elini de beline doğru koyup eğilerek genç kıza bakıyordu. “Ne, ne Selin, yalan mı? Hem nerede o ayarsız dağ öküzü?” Selin’in onu sormasıyla genç kızın yüzü asılmıştı. Tam gitti demek için ağzını açmıştı ki arkadan gelen ses ile içinden, yok artık nidaları yükselmeye başlamıştı. “Biri beni mi sordu?” *** “Kimse almasun seni yine bana kalasun, Sevduğum senun aşkın, ciğerumi dağlar” Onun gidişini izlerken Toprak’ın kulağına dolan bu türküydü. Belki de onu buralarda tutan, o türküyü onda bu kadar anlamlı kılan kız, sevdiği kızdı. O zamana kadar duyup duymamazlıktan geldiği, görüp görmemezlikten geldiği her şey, onunla anlam bulmuştu. Cemre, renksiz hayatına renk katmaya, bomboş hayatını bir bir köşe bucak kendisiyle, aşkıyla doldurmaya başlamışken, sevdiği kızı bırakıp da hiçbir yere gidemezdi, onu buralarda bir başına Toprak’sız bırakıp gidemezdi. Cemre’sini hiç tanımamış, onun o kara gece gözlerinde hiç kaybolmamış, hırçınlığıyla baş etmemiş gibi yapamazdı. Hiç bir şey olmamış gibi bundan sonra onsuz hayatına devam edemezdi. O gün, onu bıraktığı o an karar vermişti aslında, onsuz geçen ondan önceki hayatını gurbet sayıp, ona kavuşarak bu gurbete son verip özlemini dindirecekti. Bu yüzden gitmemişti, gidememişti. Onunla bir olmak için, onunla tam olmak için vazgeçmemişti, gönlüne yerleşip aklında yer etmek için gidememişti. O yüzdendir ki babasının buradaki evini hazırlattı. Ondan uzak ama bir o kadar da ona yakın olacaktı artık. Üç gündür onu rahat bırakmak ve kendi varlığını üzerinden çekerek, ondaki onsuzluğunun etkisini görmek istemişti. Bu Toprak’ı çok zorlasa da ondan uzak kalmayı, tamam tamam en azından uzaktan izlemeyi (tabi ki habersiz, o kendisini gitti sanıyor) başarmıştı. Ama itiraf etmeliydi ki onun bu kadar üzüleceğini tahmin bile etmemişti. Toprak’ı gitti sanıp üzülmesi genç adamın gururunu okşamadı desek yalan olurdu. Onun üzülmesinin, genç adamı mutlu edeceğini söyleseler asla inanmazdı ama hayat bu, kiminin üzüntüsü kimini mutlu etmeye yetiyordu işte. Temsili, kanlı canlı örneği Toprak… Niyeti birkaç gün daha ortalarda gözükmemekti ama o kıl kuyruk Caner ile merinos kafa Selin ortaya çıkınca, üstüne bir de o ahtapot herifin eli onun Cemre’sinin burnuna ve saçlarına değdiği anda nevri dönmüştü, kendi kendini tutmanın pek de mümkün olmadığını anladığı anda uzaktan izlemekten tamamen vazgeçmiş, kırmızıyı gören boğa gibi ilk hamlesini burnundan solumaya başlayarak yapmıştı. Ne yapsın, tutamıyordu kendini. Şimdi Toprak o herifin, nişanlım dediği kızın burnuna ve saçına değen elinin parmaklarını tek tek kırmaz mıydı? Ah ah ah… Çalılıkların arkasında kendi kendisini yiyip bitirmeye, söylenmeye başlamışken o merinos kafalı kızın kendisini sorduğunu duyunca, tamam demişti kendi kendine. Haydi aslanım sahne sırası sende, diyerek üstüne çeki düzen verip, yüzüne çarpık bir gülümseme, gözlerine alaycı bir bakış yerleştirerek, “Biri beni mi sordu?” diye ortaya assolistler gibi atılmıştı. Cemre, ani bir hareket ile arkasını dönerek, gözlerini hayalet görmüş gibi açmış, genç adama bakıyordu. Ağzından çıkan sözlerin ise istemsizce çıktığı o kadar belliydi ki... “Sen, sen nereden çıktın?” Cemre’nin verdiği tepkiye Hasan Bey ve eşi kıkırdayarak eşlik ediyordu. “Aaaa, Cemre biz bu konuyu aramızda daha önce konuşmuştuk ama.” “İti an çomağı hazırla,” diyen Selin suratını limon yemiş gibi ekşiterek Toprak’a bakıyordu. “Sen gitmedin mi?” diyen Cemre, etrafındaki insanları yok saymış gibi yalnızca Toprak’a odaklanmıştı. Ne genç adamın verdiği cevap, ne Selin’in söyledikleri, ne de annesi babasının kıkırdamaları... Hiçbir şey duymuyordu. Hipnotize olmuş gibi sadece Toprak’a, gözlerinin en uçsuz bucaksız diyarlarında yol alıyormuşçasına bakıyordu. “Ne yalan söyleyeyim onun bu halini görmek hoşuma gitmedi desem yalan olur. Bana ait olduğunu ancak bu kadar hissettirebilirdi, hırçın güvercinim benim…” diyerek Toprak derin bir iç geçirmişti. “Seni bırakıp nereye gideyim sevgili nişanlım.” Dediği anda Selin’in boğazına yemek kaçmış öksürmeye başlamıştı. Caner ise ağzında bulunan tüm çayı masaya püskürterek ortalığı batırmıştı. “Üf be, iki dakika da hem ortalığı batırdılar hem de romantizmimizin içine ettiler. Birinin bunlara sofra adabını öğretmesi gerek, bu nedir böyle ya?” Verilen tepkiler Toprak’ın yüzündeki gülümsemenin daha fazla yayılmasını sağlarken aklından geçenleri sesli bir şekilde dillendirmemek için kendini zor tutuyordu. Masada oturan ikili kendilerine geldikleri an hep bir ağızdan koro halinde, “Ne? Siz nişanlandınız mı? Ne ara?” diye hiç susmadan konuşuyorlardı. “Aşk olsun Cemre, hani tanımıyordun bu hödüğü, bizi de mi kandırdın, üstüne bir de nişanlanmışsın, Caner, kalk gidelim bir dakika daha kalamam ben burada, kalk hadi gidiyoruz, kalksana ya.” Diyerek Caner’in koluna sarılmış onu çekiştirerek kaldırmaya çalışıyordu. Caner, “Selin, bir dakika otur yerine, sakin ol. Cemre neler olup bittiğini anlatacaktır bize, değil mi Cemre?” derken Caner’in kaşları çatılmış sorgular gibi genç kıza bakıyordu. Cemre, Toprak’ın kullandığı nişanlım kelimesi ile hipnozdan çıkmış, olanları daha yeni idrak ederek kendine gelmişti. Önce genç adama dönüp, “Ben senin nişanlın değilim,” diyerek keskin bir çığlık atmış, elindeki çatalı ona fırlatarak öfke patlaması yaşamıştı. Cemre’den gelen darbelere karşı idmanlı olduğu için ufak bir hamle ile attığı çataldan kaza geçirmeden kurtulabilmişti. Ardından ayaklanan Selin’i kolundan tutup onu yerine oturtmaya çalıştı diğer yandan da kıl kuyruk herife bakıp konuşmaya başladı. O herife niye açıklama yapıyorsa durduk yere. Ona ne ki onların ilişki durumundan, tamam şu an bir ilişkileri olmayabilir ama bunu onun bilmesine de gerek yoktu yani. “Caner, Selin bakın ben bu adamı daha yeni tanıyorum. Selin hatırlamıyor musun bu hödüğü biz yolda birlikte görmedik mi? Hiçbir şeyden haberim yokken bana evlenme teklifi yapmadı mı? Her şey para içinmiş, beyimiz Hulusi amcanın oğlu Toprakmış, miras için evlenmeye gelmiş ama üç gün önce ben gayet açık ve net bir şekilde hayır cevabımı vermiştim. Beyimizin algılamasında bir problem var galiba, her şeyi tersinden algılıyor.” “Hulusi amcanın oğlu mu?” diyen Caner ve Selin korosu şaşkın bakışlarını ona doğru yöneltiyordu. “Niye bu kadar şaşırdınız ki?” diyerek bozulduğunu belli edercesine tepkilerine karşılık veriyordu. Hiç mi babasına benzemiyordu, babasının oğlu olmaya yakışmıyor muydu acaba? Bu durum giderek canını sıkmaya başlamıştı. “Yazık, onun gibi bir insanın senin gibi bir oğlu olması, çok yazık.” Selin küçümser ve tiksinir bakışlarla ona bakarken bir yandan da genç adamı süzmeyi de ihmal etmemişti. “ Ne demek istiyorsun sen merinos kafa,” dediği anda sesi çıkmayan kılkuyruk birden kaşlarını çatıp Toprak’a doğru hiç beklemediği bir hamle yaptı. “Doğru konuş lan,” dediği anda Toprak’ın yakasına yapıştı. Toprak’ta boş değildi hani zaten geldiğinden beri sinir oluyordu bu herife, hazır kaşınmışken kaşımak lazım bu kılkuyruğu. Araya giren Cemre ve Selin onları birbirinden uzaklaştırdı. Onun hırçın güvercini, konuşmasını sürdürürken, elinin göğsünün üstünde olduğunu vücuduna yayılan sıcaklıkla fark etmişti, o ise hala ona ne yaptığının farkında bile değildi. Elinin altında eriyip gidiyordu adeta vücudunu dokunduğu yerden uyuşturuyor, eritiyor, onu bitiriyor, tüketiyordu. Bir dokunuşun koskoca bir adamı bu hale getirmesi normal miydi? “Şaşılacak bir durum ama evet, o Hulusi amcanın oğlu, buraya vasiyet için gelmişti ve en kısa zamanda da TEK BAŞINA geri dönecek. Değil mi Toprak?” derken ona sinirli bir şekilde bakıyordu. “Geri döneceğim doğru ama TEK BAŞIMA değil, müstakbel eşimle yani SENİNLE döneceğim.” “Cemre ne diyor bu adam? Oğlum ne saçmalıyorsun sen ya?” diyen Caner, Selin’i bir kenara itip Toprak’ın üzerine tekrar atıldı. Onun bu hareketi ile Toprak’ta Cemre’yi bir kenara itip o da onun yakasına yapışmıştı. Bu herifin Cemre’sine olan aşırı korumacı tavrı sinirini bozuyordu. Ağzını yüzünü dağıtması için ona resmen yol yapıyordu. Ona ne oluyorsa artık ya... Birbirlerini boğazlamaya ramak kalmıştı ki Cemre ve Selin aralarına tekrar girmişti. Bu kızlar da olup olmadık her yerden çıkıyordu ya, ne işleri vardı yine onların aralarında, önce şu kaşıma işini halledebilselerdi keşke. “Caner, sakin ol yok öyle bir şey. Saçmalıyor o. Toprak, ben senin eşin falan olmayacağım, nişanlım demeyi de kes artık yoksa nişanlım diyen o dilini kesip eline vereceğim.” Diye konuşurken o kadar ciddiydi ki bir an bunu gerçekten yapmasından korkmadım dese yalan olurdu, malum bu kız bildiğin hırçın deliydi, yapar mı yapardı. “Toprak, gel benimle,” diyen Hasan Bey’in bahçede yankılanan gür sesini duyduklarında Hasan Bey ve Canan Hanımın oradaki varlıklarını unuttuğunu daha yeni fark ediyordu. Büyük bir utanç önce içine sonra yüzüne dolmuştu. Giderek saçmalamada çığır açıyor, ardından vurdukça dibe vuruyordu. Duyduğu ses önce bir adım geri gitmesini, ardından ileriye doğru giderek, elleri arkasında kapıya doğru yönelen Hasan Bey’i takip etmesini sağladı. Her ne kadar Cemre’yi o kılkuyruk ile bırakmak istemese de Hasan Bey’e saygısından onu takip ederken tam Caner’in yanından geçerken daha fazla dayanamayıp ona bir omuz atıp, “Seninle daha işimiz bitmedi kılkuyruk Caner, canını yakacağım oğlum senin,” diye tehdidini savurmuş, Caner dişlerinin arasından homurtular eşliğinde çıkanlara öfkeli bakışlar ile karşılık verirken Toprak çoktan oradan uzaklaşmıştı. Aklı önündeki ihtiyarda, kalbi arkasında bıraktığı Cemre’sin de kalarak yürümeye başlamıştı. Şimdi olacaklardan habersiz korka korka kendi ayağıyla eceline giden insanlar gibiydi. *** “ Yaptığın, söylediğin hiçbir şey ama hiçbir şey, Beni senden, beni gözlerinden, Gözlerinde gördüğüm hırçın yüreğinden vazgeçiremeyecek gece gözlüm… Asla ama asla Senden vazgeçmem, vazgeçemem…” (İki Saat Sonra) Toprak, yaklaşık iki saattir Hasan Bey ile konuşuyordu. Davranışlarından ötürü sağlam bir dayak yiyeceğini düşünse de düşünceleri onu hayal kırıklığına uğrattı. Peki, o bu hayal kırıklığı için üzgün müydü? Tabi ki de hayır, şanslı uşaktı vesselam… Paçayı her defasında yırtıp, kedi gibi dört ayak üstüne düşüyordu. Yaklaşık iki saattir Hasan amcası ona öğütler veriyordu. Cemre’nin çok üzerine gittiğini, onu boğmaya başladığını söylüyordu. Haksız olmasa da Toprak içinden geldiği gibi davranıyordu, başka türlüsü elinden gelmiyordu ki… Söz konusu Cemre ise içinde durduramadığı bir fırtına oluşuyor onu kasıp kavuruyor yerle bir ediyordu. Onu gördüğü anda içi kor alev gibi yanmaya başlıyor, yüreği amansız deryalara savruluyor içi kavruluyordu. Hasan amca ne kadar uyarırsa uyarsın, yapamazdı. Olmadığı, olamadığı biri gibi görünemezdi. Kendinin bile kabul edemeyeceği bir adamı ona kabul ettiremezdi. O Toprak’ı olduğu ve hep onun yanında olacağı gibi sevmeliydi. Yapmacıklığa, yalan maskelere gerek yoktu. Olduğu gibi olmalıydı, Cemre onu böyle sevmeliydi. Her zaman onun yanında olacağı gibi… Yürüyüşleri ve sohbetlerinin bitimine yakın eve geri dönmüşlerdi. Canan Hanım, bahçede bıraktıkları yerde oturmuş kahvesini yudumlarken gazete okuyordu. Ama orada eksik olan, bıraktığı gibi orada bulamadığı, gözlerinin yanı sıra ruhunda oluşan eksiliğinin baş göstermesine sebep olan biri yoktu ortalarda... O biri Cemre’den başkası değildi. ‘Nerede?’ diye içten içe yanmaya başlayan beyninin imdadına yine şefkat teyzesi, Canan Hanım yetişerek, “ Cemre arkadaşlarıyla birlikte gitti.” Demişti. Ne? Ne? Ne demişti Canan teyzesi? Cemre, gitmiş miydi? Hem de ondan habersiz? Hem de onsuz? “ Allah’ım gönder sabır tesbihini bana, bu kız beni cidden kalpten götürecek? İki dakika yalnız bırakmaya gelmiyor yahu? Kaş ile göz arasında yine uçup gitmiş hırçın güvercinim, hatuna bak sen ya…” diye içten çığlık çığlığa soruları yükselirken dışından dilinden dökülen tek kelimesi “Nereye?” olmuştu. Sesi çaresiz bir halde çıkmış, yüzü isyanlardaydı. Bu kız sürekli ortalardan kaybolmayı huy edinmişti. Yavaş yavaş kızmaya başlıyordu artık Toprak, kaşları çoktan olması gereken yerde çatılmaya başlamıştı bile. Neydi bu canım, dakika bir gol bir, arkasını döndüğü anda ortadan yok oluyordu, of Cemre of of of… “Rehberlik yapmaya.” Canan teyzesinin sesi, çok normal bir şeyden bahseder gibi çıkmıştı. “Ne rehberliği Canan teyze?” Sesinin şaşkınlığına gözleri eşlik ederken soru dolu bakışları Canan teyzesine hücum ediyordu. “Cemre ve arkadaşları, yaz aylarında Trabzon’da turistlere rehberlik yaparlar, kazandıkları parayı da çocuk esirgeme kurumlarına bağışlarlar. Yine öyle bir gezi çıkmış, bir haftalık. Bugün de arkadaşları onu almaya gelmişlerdi. Huzursuzluk çıkınca da Caner ile Selin apar topar onu alıp gittiler.” “Lanet olsun.” Diye homurdanmaya başlarken, aklına bile gelmeyen bir durumla karşılaşmak sinirlerini bozmuştu. Tamam, sevdiğinin merhametli olması ve sürekli bu tür çalışmalar içinde olması onu çok mutlu etse de şu an, onu gördükten hemen sonra ortadan kaybolması moralini alt üst etmişti. Toprak, Cemre’den istediğini alamadan, elde edemeden ortadan kaybolamazdı, şimdi olmamalıydı bu. Ne düşündüğünü duyamamış, ne hissettiğini öğrenememişken ortadan yine yok olmuştu. Bu hiç, hem de hiç iyi olmamıştı. “Ne yapacağım ben şimdi,” diye düşünmeye başlamışken Canan teyzesinin o şefkat dolu sesi gözlerinin parlamasını, yüreğinin umutla dolmasını sağlamıştı. “İstersen…” demişti Canan teyzesinin sesi, devamını getirmeden duyduğu kelimeyle hemen sözünü keserek tüm heyecanı ağzında, “Evet, istersem…” demişti. “İstersen nereye gittiğini ve şu an tam olarak nerede olduğunu sana söyleyebilirim.” Diyerek Toprak’ın içindeki tüm kelebeklerin uçuşa geçmesini sağlamıştı. Ah be şefkat teyzesi, sen de olmasan hali nice olurdu bu gariban Toprak’ın… “Gerçekten mi? Bu iyiliği bana yapar mısın Canan teyzem?” der demez koşarak yanına oturmuş ona sarılıp ellerinden öpmeye başlamıştı. “Dur deli oğlan, dur bir dakika,” diyerek onu durdurup gözlerinin içine bakarak ciddi bir şekilde konuşmaya başladı. “Ben bu iyiliği sana değil kızıma yapıyorum.” Dediği anda ne demek istediğini anlamayarak, “Nasıl yani?” diyebilmişti. O ise sesindeki ciddiyeti daha da arttırarak genç adamın ellerinden tutup gözlerine bakarak konuşmaya devam etti, “ Bak oğlum, ne ben ne de Hasan amcan Cemre’nin bu kadar üzülmesine razı olmazdık ama…” daha fazla sabırsızlanmıştı. “Evet Canan teyze ama…” diyebilmişti. “Ama onun sana davranışlarını gördüğümüz için sesimizi çıkarmıyoruz oğlum. O ilk defa birine bu kadar yakın, bu kadar öfkeli, sinirli olsa da sen olmadığında bir o kadar üzgün. Ben bu iyiliği onun sana bakarken gözlerinde gördüklerim için yapıyorum.” Canan Hanımın sözleriyle gözlerini kısmış ne söylediğini anlamak için ona bakıyordu. Söylediklerini idrak etmeye çalışıyordu. Şimdi ne demişti ki Canan teyzesi, iyi bir şey mi söylemişti acaba? Son bir ümit olarak,” Ne gördünüz ki Cemre’nin gözlerinde?” dedi. “Onu da sen bulacaksın delikanlı,” dediği anda ona tanıdık bir göz kırpması yapmıştı. Tam ben bunu nereden hatırlıyorum demişti ki Toprak’ın köşeli jetonundan düşme sesi geldi. Bu göz kırpması hırçın güvercininin ona attığı göz kırpması ile aynıydı. Demek ki bu göz kırpması da annesinden ona, ondan benim yüreğime miras kalacaktı. Göz kırpması ile Toprak’ın aklı tekrar gece gözlüsüne gidince Canan Hanımın o an ne demek istediğini tam çözemese de çok da üzerinde durmadı. Bir an önce Cemre’sine, gece gözlüsüne ulaşması lazımdı. Canan teyzesine tüm minnettarlığını sunarken, zaten elinde hazırlamış olduğu adres kâğıdını kapıp, uçar gibi koşturmaya başlamıştı. Arkasından seslenen Canan Hanımın önerilerini ise yarı duymuş yarı duymamıştı. Şu an tek istediği gece gözlüsünün o kara gözlerinde kaybolmaktı, başka bir şey istemiyordu. Canan Hanımın önerileri doğrultusunda yanına birkaç eşya alıp, elindeki adrese doğru çoktan yola koyulmuştu. “Umarım yetişirim,” diye içinden binlerce dua ederken, hırçın güvercininin kara gözleri gözünün önünde canlanırken, karşısında onu görünce vereceği tepkiyi deli gibi merak ediyordu. “Cemre’m, gece gözlü hırçın güvercinim benim, BEKLE BENİ GELİYORUMMMM.” Diye arabanın içinde bir yandan bağırıp bir yandan da son zamanlarda sık sık dinlediği Karadeniz türküleri arabanın içini doldururken sesi de coşkuyla türkülere eşlik ediyordu. *** "Dinle sevgili, Yüreğinin hayallere daldığı sükût âlemlerinden, Gözlerimdeki haykırışlara kulak ver, Dinle sevgili, Hayallerimde bile kuramadığım seni birde gözlerimden dinle," “Caner, son hazırlıklar tamam mı? Rezervasyonlar, arabalar, içecekler v.s. her şey hazır mı?” Cemre, elindeki kâğıtları kontrol ederken bir nebze de olsa aklını dağıtmaya çalışıyordu. Bu adam denge namına bir şey bırakmamıştı, genç kızı resmen alt üst etmişti. “Ufaklık, bakıyorum da emir komutayı eline aldın. Yüzün gülsün artık biraz, her şey hazır merak etme sen.” Elini Cemre’nin omzuna atıp onu kendine doğru çekmişti. Tüm bunları Cemre’yi sakinleştirmek adına yapıyordu ama şu an bu pek de mümkün değildi. “Selin nerede?” “Kafileyi almaya gitti. Cemre, sakinleş artık biraz.” “Sinirlerim bozuk Caner, son bir haftadır resmen alt üst oldum. Sebebini de biliyorsun, daha doğrusu bugün acı gerçekle yüzleşerek öğrendiniz uyuz herifi. Aklıma geldikçe sinirlerim zıplıyor ya…” “Unut artık şu adamı. Bak bu gezi ilaç gibi iyi gelecek sana.” “Ben de bunu umuyorum. Onun olmadığı bir alanda nefes almaya ihtiyacım var. Belki döndüğümde o ayarsız hödük de buralardan gitmiş olur.” “Biri benden mi bahsetti? Sol kulağım fena halde çınlıyor. Dedim ki beni ansa ansa müstakbel eşim anar, çok özlemiş olacağını düşünerek hemen geldim bak aşkım. Hasretine dayanamadım, senin de özlemini dindirmeye geldim. Nasıl iyi yapmış mıyım?” Sol kulağını avucunun ortasıyla hafiften vurarak abuk sabuk hareketler yapıyordu. “Sen?” Onu gördüğü an Cemre’nin nevri dönmüştü. O kaçtıkça Toprak kovalıyor, sarı sakız gibi yapışmış bırakmıyordu peşini. “Evet ben, ah canım benim ya nasıl da özlemiş beni?” Ya bu adamı öldürse Cemre kaç yıl yerdi acaba? Şuna bak ukala herif… “Yok artık bu gerçek olamaz değil mi? Kocaman bir kâbustayım ve bir türlü uyanamıyorum.” Cemre duyduğu sesin bir benzerlik ya da şaka olmasını ümit ederken arkasını döndüğünde onun pis pis sırıtan yüzü ille karşılaşmıştı. Yanındaki Caner’de en az Cemre kadar şaşkın ve öfkeliydi. “Lan, sen nerden çıktın, istemediğimiz ot burnumuzun dibinde bitermiş aynen o hesapsın ot herif.” Toprak, hiç de hoşlanmadığı kendisine bağıran adamı duymazdan gelerek hemen Cemre’sinin yanına yaklaşmıştı. Şaşkınlığından faydalanarak kolunu anlayamadığı bir hız ile omzuna attı. Genç kız, ne oluyoruz bile diyemeden kalakalmıştı. “Eee nişanlım, bana nereleri gezdireceksin bakalım. Bak her gün senin hakkında yeni bir şeyler öğreniyorum. Bugün de rehber olduğunu öğrendim.” Yüzsüzlüğün de bu kadarı yani, yavaştan kaşınmaya başlamıştı ama haberi yoktu bu ayarsızın. “Ben senin nişanlın değilim.” Diyen genç kız, omzunda keyfi yerinde olan adamın kolunu tutup, sert bir şekilde fırlatmıştı. Nazik olmak mı? Oh, hayır, asla… Bu kavramı ayarsız bir kütüğe uygulamayacak kadar bilinçli bir kızdı kendisi. “Az kalsın kolumu koparıp elime verecek sandım, yani bu kız ne kadar sert bir kızdı böyle.” Diye konuşmasa da gözlerinden okuduğu haykırışlara memnuniyet bakışını çoktan göndermişti. İyi bir iş yapmıştı sonuçta. “Böyle bir kız ile evlenecek olmam büyük bir şans aslında, yani evlenmeyi düşündüğüm kız en azından yürekten istediğim kız deyip bu durumu uzatmadan keselim.” Toprak’ın aklından geçenler yüksek ses ile ortama düşemeyecek kadar tehlikeliydi ki zaten bu düşünceleri tamamen kendine saklayarak dikkati başka bir yöne çekmeyi başarmıştı. “Her neyse nereye gidiyoruz.” Yüzsüzlüğün dibine vurmak demek de bu olsa gerek. Dibine dibine vuruyordu adam resmen. “Off, düş yakamdan artık ya, düş, düş.” Cemre, yakasını çekiştirmeye başlamıştı. “Bırak peşimi artık yapışkan hödük, bırak artık ya,” diye bağırırken bir yandan da yerinde küçük bir çocuk gibi tepiniyordu. Onun bu halleri Toprak’ı güldürse de kızın bu durumdan pek hoşlanmadığı yüzünden ve sesinden belli oluyordu. Sinirden o kadar kızarmıştı ki yanardağ gibi patlamaya hazır bir volkana dönmüştü. Toprak ise o yanardağ da eriyip gitmeye razı deli divane olmuş bir âdemoğlu, ah hırçın güzeli ah, bir anlasa onu, bir baksa gözlerinin içine, oradan da yüreğine akıp bir hissedebilse ona hissettiklerini, işte o zaman ona bu kadar karşı koymayacaktı. Sinirini alamayan Cemre hiç adamın beklemediği bir anda ayağına sert bir şekilde tekme savurdu. Toprak, can acısıyla yerinde zıplarken birden Cemre’den beklenmeyen bir güç ile adamın yakasına yapışıp onu kendisine çekerek gözlerinin içine baktı. Tamam, az önce gözünün içine bak diye dua etmişti ama bu kadar çabuk hem de bu şekilde istememişti ki, arada bir yanlış anlaşılma var diye yavaştan yusuf yusuf etmeye başlamıştı bile yüreği. Yandın oğlum Toprak bu defa kurtulamayacaksın Cemre’nin haşin ellerinden, ölümün resmen sevdiğin kızın ellerinden olacak. Ah kader, bu nasıl bir mutluluk ve nasıl kötü bir kader… “Lanet herif, kurtuluş yok mu senden? Beni kötü şeyler yapmak zorunda bırakma dedim sana, seni uyarmıştım. Canına bir şey olmasından korkmuyorsan peşimden gel hadi,” diyerek Toprak’ı adeta hafif bir yük gibi yere savurmuştu. Cemre Caner’e seslenerek, “Caner, al şu ayarsız herifi ayağımın altından böcek gibi ezip geçeceğim yoksa.” Diyerek arkasına bile bakmadan oradan uzaklaşmaya çalışıyordu. Toprak ise arabada gelirken diline dolanan türküyü can acısını yok sayıp, ettiği tehdidi duymazdan gelerek, Caner’in şaşkın bakışları arasında Cemre’nin umursamaz, tanımıyorum tavrını görmezden gelerek arkasından bağıra bağıra türküyü söylemeye başlamıştı. SENDEN BAŞKA-KOLİVA Senden başka, senden başka, Olmaz olsun senden başka Yar seni alamazsam , Toğbe ederum aşka Kız seni alamazsam, Toğbe ederum aşka, |
0% |