@ugurluay
|
27.BÖLÜM(***Kadere Teslim***) “Ateşten bahçelerini yalın ayak geçtim. Hüsran kapılarına aşk ile dayandım, ben olup geldim. Yeşillerine kapılıp, karanlığında kaybolup, kadere teslim yüreğinde boğulmaya geldim, İnadımdan değil, inandığımdan geldim. Yapmaz, masumdur, kıymaz el değmemiş sevdamıza dedim. Sen bana, ben kadere teslim boynumu büktüm de geldim.” Ateşten bahçeler içinde gezerken, eziyetin en çekilmezini, işkencesinin en beterini günlerdir yaşayarak çekiyordum. İstanbul’a geldiğim günden bu yana onu bulmak için attığım her adımda yalnız ayaklarım değil, tüm vücudum, her bir organım ayrı ayrı yanıyor, alev alıyor, küle dönüyor ve acı çekiyordu. Ruhum ıstıraplar içinde kıvranıyordu. Mesele onu aramak değildi. Asıl sorun her çaldığım kapının yüzüme acımasızca çarpılırken elimde avucumda ona ulaşacak tek bir ipucunun bile olmamasıydı. Ellerimin bomboş kalmasıydı. Gün geçtikçe hayal kırıklıklarımın devasa boyuta ulaşmasıyla giderek onun haksız olma ihtimali de büyüyordu. Bu beni sarsıyor korkutuyordu. Hüznü hoyratça vuruyordu yüreğime, gözyaşlarım çaresizliğim ile ıslanıyordu. Hasret hikâyemizde ertelenmiş bir sevdaydı bizimkisi, iyi niyetim ile fısıldıyor, ince bir sızı gibi sürekli mırıldanıyordum. Ne yaparsam yapayım? Nafile… Kuşatmıştı dört bir yanımı, ıssızlaştırmıştı tüm ruhumu… Vuslatımız başka diyarlara, zamana kalsa bile ondan vazgeçemiyor, baharı onda yaşama umudumu bir türlü içimde bitirip tüketemiyordum. Olmuyordu. Yapamıyordum. Bir türlü restimi çekip ondan vazgeçemiyordum. Nasıl vazgeçebilirdim ki? Yaşam saklıydı gözlerinde gördüğüm körpe masumluğun içinde… Nasıl vazgeçebilirdim ki? Arda yoktu. Ne bir iz ne bir ses ne de bir haber… Yoktu, yok olmuştu. Sessizlik tiz bir çığlık gibi sağır ediyordu yüreğimi. Kulaklarım kör, gözlerim git gide hissizleşiyordu. Dudaklarım koku almıyor, korku yön değiştiriyordu. Yönüm, duygum, her şeyim şaşırıyor giderek tepkisizleşiyordum. Beni asıl delirten ise kafamda uçuşan bin bir sorunun tek bir cevap bile bulamamasıydı. Korkuyordum. İçimdeki sancı ruhumu giderek sarsıyordu. Akıp gidiyordu dilimden damla damla sessiz zehir. Susup kalıyordu karşımda cevaba dönmeyen kelimeler. Her geçen günde öfkem giderek artıyordu. Kendimi tutamamaktan, durduramamaktan deli gibi korkuyordum. İçimdeki korkunun öfke ile körüklendiği, çaresizliğimin kol gezdiği o anlarda ise yüreğimin yaramaz bir çocuk gibi coşkusunun artmasına sebep olan, gün ışığım adamın yaşadığının haberlerini aldığımda kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim. Merve’ye bir dedektif sorgulaması yaparken, karşımda sinip kalan mecburi ajanım zavallı kızcağızdan Arda’nın nerede olduğunun tam bilgisini alır almaz onu bu defa elimden kaçırmamak adına saatler öncesinden gideceği restoranın önüne adeta bir karargâh kurdum. Onu elimden kaçırma gibi bir lüksüm yoktu. Sırf bu yüzden camları film ile kaplanmış kiraladığım bir araba içinde onun iş görüşmesini bir an önce bitirmesini bekliyordum. İşi şansa bırakamazdım bu yüzden burada karşısına çıkmayacaktım. Onun için daha güzel planlarım vardı. Günlerdir sığındığı ve benim bilmediğim, bir türlü bulamadığım gizli mekânını öğrenecektim. Ama asıl deli gibi merak edip öğrenmek istediğim bu süre zarfını kimin ile geçirdiğiydi. İçimde oluşmaya başlayan yakıcı kıvılcımlara bir de kıskançlık tohumlarını ekmiştim. Oh tam olmuştu yani… Tamda sırasıydı zaten… Aferin kızım Mira sen böyle devam et. Kesin çözersin bu kıskançlık ile tüm problemlerini… İçimde kıskançlık da olsa, kendimi bu adamın yakalarına yapışıp” Günlerdir neredesin sen?” diye hesap sormamak için zor da tutsam kafama koymuştum bir kere, ne yapıp ne edip o sığınağı bulup onun kafasına geçirecektim. Yoksa içim rahat etmeyecekti. Sonuçta günlerdir döktüğüm gözyaşının bir bedeli, o magazin haberlerinde çıkan resimlerin bir diyeti olmalıydı öyle değil mi? *** Arabanın içinde, güneş gözlüklerimin ardına kendimi saklamaya çalışırken onun görüşmesinin bitmesini bekliyordum. Onu haftalardan sonra ilk gördüğüm an aklıma geldi. Restorandan giriş yaptığı o an, onu uzaktan seyrederken kalbimin bir an atmayı bıraktığını düşündüm. Haftalardır özlemini çektiği, sesine hasret kaldığım adamı uzaktan da olsa gördüğüm o anda nutkum tutulmuştu. Nefes almayı bile unuttuğum o ilk anlarda aklımı başına hızlıca mesaiye çağırarak “Yangın var,” diye bas bas bağırıp yeri göğü inletmediğime hala hayret ediyordum. Uzaktan uzağa günlerdir deli gibi özlediğim, çılgınlar gibi aradığım ama şu an aptalca seyrine daldığım adamı izliyordum. Onu görmeden önce yapmak istediklerimin listesi içinde bile onu izlemek yoktu. Listemin baş sıralarında sorguya çekmek, hesap sormak, zarar vermek, canını yakmak, ömrünün geri kalanını zehir zıkkım edip, arsız çenemi açarak bensiz nefes aldığı her bir saniyeyi burnundan fitil fitil getirmek varken ben tutmuş hiçbir şey olmamış gibi hayran bir halde tebessüm eden gözler ile aşk hırsızı Arda’yı seyre dalmıştım. Aptalsın Mira, sen koskocaman bir aptalsın. Okullarda ders olarak okutulup, böyle yapmayın yanlış denerek üzerine kırmızı çarpı atılacak bir kızsın. “Ah ulan yeşillerine leyla olduğum adam, daha kaç savaş vermeliyim senin uğruna. Daha kaç defa sınanacak aşkım senin nezdinde. Söylesene be adam, Söylesene daha kaç kere aşkım ile canımı yakacaksın,” dediğim anda gözlerimi kısmış, utanmadan karşısındaki oturmuş adamlara sırıtan Arda’yı süzüyordum. Karşısındaki bir erkek bile olsa onun bensiz geçen tek bir anında bile bir insan evladına o dişleri gösterip sırıtmayı bırak tebessüm etmesi bile yasak olmalıydı. Kahretsin, insanoğlu henüz buna hazır değildi ama Arda hırtının bundan haberi bile yoktu. Gerçi haberi olsa da pek umuruna takacağını sanmıyorum ya neyse… Adama bak sen ya, ben burada acı çekerken o lanet herifin keyfi gayet yerindeydi… Oh ne ala memleket. Mira ağlasın sızlasın, acı çeksin, haysiyeti kırık herif benim telefonlarımı açmasın, bir açıklama yapma gereği bile duymadan ortalardan kaybolsun. Lütfedip meydanlarda boy göstermeye başladığında ise utanmadan bir de otuz iki dişini sergileyerek pervasızca gözlere zarar bir şekilde sırıtsın. Ohhh paşamdaki rahatlığa bak sen ya… “Var ya ben senin o parlayan otuz iki dişini şimdi masaya meze diye dökmez miyim?” dedim. İçimde beni yakan kızgınlıkla arabadan dışarıya çıkıp restorana dalmak için bir hamle yaptım. İşte tam o anda olanlar oldu. Arda masadan adamlar ile el sıkışarak kalktı. Ben ise az önceki cengâver halimi tozlu raflara kaldırırken kuyruğumu kıstırıp asıl planıma dönerek odaklanmaya çalıştım. Acele ile az önce açtığım arabanın kapısını sertçe kendime çekerek geri kapadım. Onlar çıkışa doğru yöneldiğinde ben bulunduğum yerden görünmemek adına arabanın koltuğunda yok olurcasına gömülerek saklanmaya çalıştım. Bu topraksız gömülme işinde başarılı olduğumu ise Arda’nın dibindeki beni fark etmeyişi ile anlamış oldum. Ben yakalanmamış olmanın huzurlu rahatlamanın mutluluğunu yaşarken derin bir oh çektim. Tam o sırada Arda’nın arabasına bindiğini ve çoktan hareket ederek git gide benden uzaklaştığını gördüm. Yaşadığım derin huzuru ve rahatlamayı bir kenara bırakıp, ellerimin titremesine aldırış etmemeye çalışarak arabayı nihayetinde çalıştırmayı başardım. Alel acele şaşkınlık ile çıktığım yolda Arda’yı gözden kaçırmamak adına saçma sapan bir kovalamacının içinde kendimi buldum. “Ah be kızım Mira, sen bu hallere düşecek kız mıydın be?” Kendi kendime içli bir şekilde dert yanarken trafikte Arda’yı kaybetmemek adına gözüm onun üzerindeydi. *** İstanbul’un yoğun trafiğini ardımızda bırakarak yavaşça yolunu izini bilmediğim yerlerde önümdeki adama kendimi fark ettirmeden takibe devam ediyordum. Kendimi bu duruma o kadar kaptırmıştım ki ne bir tabela nede başka herhangi bir şeye dikkat etmemiştim. Ve an itibari ile şu an nerede olduğumu bilmiyordum. Bildiğim ve gördüğüm tek şey inlerin ve üç harflilerin ortalarda cirit atarak çift kale maç hazırlığında olduğuydu. Kahretsin! Burası neresiydi böyle? Bu adamın burada ne işi vardı? Arda, ağaçlık bir mekân içinde, kaybolmuşluğun gölgesinde nefes alan bahçe içinde bir dağ kulübesinin önünde durmuştu. Arabadan indiğinde suratı o kadar allak bullaktı ki daha birkaç saat önce dişlerini sergilerken yüzünde festival havasını taşıyan, gülüşünü edepsizce çevresindeki insanoğluna bahşeden bu adam değil miydi? Peki şimdi bu hali neydi? Resmen ruhu çalınmış, hayatı elinden alınmış gibiydi. Hayattan o kadar bezmiş, yaşamaktan o kadar usanmış görünüyordu ki Allah’ın bile unuttuğu, kimin kimsenin olmadığı bu ıssız yerde arkasından onu takip eden beni bile fark etmemişti. Arabadan indiğinde ayaklarının onu zorlukla taşıdığına şahit oldum. Gözümün önünde bedenini sürünürcesine götürürken kulübeye yönelmişti. Aklımdaki yorumlama ve sentezleme işlerini bir kenara bırakıp koşar adım kendimi arabadan dışarıya attım. Sertçe kapıyı çarpmam bile oradaki varlığımı ona tescillendirmeye yetmemişti. Bu adam hangi dünyanın hangi âleminde hayatın kaçıncı evresinde yaşıyordu acaba… Bu ne umursamazlık canım… Resmen dünya yıkılsa herifin umurunda olmayacaktı. Arabanın kapısının çarpılma sesi onu uyandırmayı bırak adam duymamış, beni tınlamamıştı. Ama ben sana yapacağımı bilirim. Bende onun o havada gezen ayaklarından tutup çeke çeke gerçek dünyaya döndürmezsem bana da Mira demesinler. İçimden coşup gelen engin sele ve heyecana daha fazla dayanamadım, “Arda Mert AZDER,” yeri de göğü de aynı anda ve oranda inleterek titrettim. Sırtı bana dönük olan adamı durdurmayı sonunda başardım. Onun adı benim sabırsız öfkeli ve billur sesim ile semaya yükselirken havada tenleri üşüten bir ürperti oluşturdu. Onun bana sırtı dönük benim ise vücudum bu anın heyecanı ile titrerken ikimizde bundan sonra olacaklara çoktan boyun eğmiştik. Artık ikimizde kadere sonuna kadar teslim olmuştuk. Benim sözümden onun gözüme bakamayan yüzünden bunu daha iyi anlamıştım. Gönlümün eşiğini geçen, gözlerimin şafağı, ruhumun şartsız şurtsuz emrine amade olduğu güzel adamımı izlerken bundan sonra olacakları artık tahmin bile edemiyordum. Bildiğim tek şey korkuyordum. Bu defa kaybetmekten deli gibi korkuyordum. Ve itiraf edemesem de hissediyordum. Beni iyi şeyler beklemiyordu. Ben onu kaybetmiştim. Hiç benim olmayan adamı sonsuza kadar kaybetmiştim. İhtimaller üzerine bir hayal gibi sevdiğim adamı kaybettiğimi derinden en acı şekilde hissediyordum. “Ah be adam sen sırra kadem basmadın ki, sen yokluğun ile acımasızca yüreğime basıp bir de utanmadan ezip geçtin.” İçimden geçirdiklerim dilime dolanmasa da bana sırtı dönük ve yüzüme bakmaya cesareti olmayan adamın ardında, gözümden hüznün yaşı yanaklarımdan aşağıya süzülüp gitti. |
0% |