@ugurluay
|
29.BÖLÜM (***Aşk Benden Uzak Olsun***) “Hükümsüzdü sevdan yüreğimi dağlayan, Yükümsüzdü gözyaşın pınarlarıma dolan,” “Sezen AKSU-Sarı Odalar Ben senin hayatından gittim oğlum. Hadi yerime koy birini koyabilirsen. Ben sen sen diye bittim oğlum. Hadi bakalım unut unutabilirsen. Uzak benden aşk uzak artık. Kanun mudur bu yasaklık. “Ah be Sezen abla yaşadıklarıma şahit oldun da bana mı okudun bu şarkıyı… Of ulan of… Bu şarkı benden ismi lazım değil AZDER evladına gitsin. Alırım başımı giderim efeler gibi heyyyt beee… Ben senin hayatından gittim be oğlum. Gittim, sonsuza kadar gittim.” Dedim ve ağzıma bir çilek daha attım. Bir yandan hıçkırıklarım arasında ağlıyor, bir yandan şarkıyı söylemeye devam ederken böğürme ile söyleme arasında gidip geliyordum. Ruh haliyetim giderek uçsuz bucaksız kara kuyulara düşüp, kaybolup gidiyordu. Zaman bana cömert davranacak mıydı? Alışacak mıydım tüm bu yaşadıklarıma? Hazmetmek zor olmayacak mıydı? Bu bünye aldatılmayı, kandırılmayı, terk edilmeyi sindirebilecek miydi? Kaldırma kuvvetim yoksa bu ağırlığın altında pestil gibi ezilecek miydi? Sanki hayatım bir filmdi ve ben çalınmış bir hayatın başrolünü oynayan ucuz bir karakter gibi hissediyordum kendimi. İsmi lazım değil AZDER evladının beni acımasızca, hunharca terk edişinin ardından günler geçmişti. İstanbul’da tabiri caizse kapı önüne konulduğum o anlarda kaderin bir cilvesi gibi karşımda Vural’ı bulmuştum. Bu çocukta en olmadık zamanlarda ve yerlerde karşıma çıkıyordu. Geriye dönüp baktığımda anımsadığım en son görüşmemizde Arda’nın sert darbelerine maruz kaldığıydı. Ona rağmen benim yanımda yine ve yeniden Vural vardı. Ben bu adama acaba haksızlık mı yapıyordum? O anki kafa ile bu durumu derince düşünüp yorumlayacak ruh hali içinde değildim. Bittim dediğim anda bana dost elini uzatıp düştüğüm yerden beni kaldıran yine oydu. Gözlerimin içine bakıp ondan korktuğumu hissettiğinde “Seni bir arkadaşım görmüş. İyi olmadığını anlayınca da bana haber verdi. İyi değilsin Mira, korkma güven bana, benden sana asla zarar gelmez. Şu dünyada sana zarar verecek en son insan bile değilim ben. İnan bana,” dedi ve elini bana uzattı. Onun sözlerinden sonra bir an bile düşünmeden elinden tutmuştum. Saatlerdir ağlayarak oturduğum cafeden onun yardımı ile zar zor kalkmıştım. Ben gözyaşlarımın içinde ağlarken, hıçkırıklarım arabanın içinde yankılanıyordu. Nereye gitmek istediğimi sorduğun da beni evime, Cemre’nin yanına Ankara’ya götürmesini rica ettim. Biraz fazla oluyordum ama oraya tek başına geri dönecek gücüm yoktu. Birinin beni evim dediğim yere götürmesi gerekiyordu ve bunu şu an kimin yapacağı ise umurumda değildi. Ona alel acele Cemre’nin numarasını verdim ve daha fazlasına takatim kalmamıştı. Kafamı cama döndürüp başımı o yöne doğru yasladım. Gözyaşlarımın içinde boğulup yok olmak istedim. Bu acı katlanılamaz derecede canımı yakıyordu. O kadar ağır gelmişti ki taşıyamıyordum. Arda’nın söyledikleri bir bir kulaklarım da çınlarken yüreğimi sağır edercesine beni beynimden sarsıyordu. Yazgım yağmur bahçelerinde bir damlanın billurluğundayken ne olmuştu, nasıl olmuştu da birden düşüp çamura bulanmıştım. Rivayet odur ki bir masal gecesinde aşkı ile yüreğimden vurgun yemiştim ben. Bu aşkın yaratılışına gök kubbe şahit olurken gönlüm çoktan duaya durmuştu. Ruhuma ılık bir nefes gibi yerleşmişti. Söz geçirememiştim kendime… Yürek bahçesinde gönüllü ömür bekçiliğini yapmaya razıydım. Öylesine kendimden öte sevmiştim ki ben onu… Oysaki hayatta ona dair tek bir beklentim vardı. O da gözümde görebildiğim bir hayat içinde nefes aldığını izleyebilmekti. Kahretsin! O adi herif onu bile imkânsız kıldı artık hayatımda… Yokluğuydu bana en büyük ceza, yoksunluğuydu canımı acıtan, içimi kor alev gibi yakan… Aklımın meşgulü sen, kalbimin müşkülü yine sen…Of ulan zalim kader bu kadar da kelek yapılır mı be insana? Yok aslında kaderime ne kızıyorsam, ben aptallığıma kızayım saflığıma öfkeleneyim. Tam bir ahmak gibi davrandım, kaderin ne suçu var ki. Ben yaşadım, ben karar verdim, ben gördüm. Oh olsun bana, salaklıkta yüksek lisans yaptım. Ben de ki akıl olsa kaç yazar be, görünen köy kılavuz ister miydi? Ama yok köyü gördüm kılavuzluğunda beş yıldızlı saflığıma yaptırdım. Bravo bana ahmaklığımı tescilleyip altın madalyayı kazanarak alnımın orta yerine enayi diye tabelamı da astırdım. Resmen ipi bir numara olarak göğüsledim. Galibiyetimi ise burnumun akıntısı ile dolup taşan peçeteler ile karşılıklı kutluyorum. “Ah ulan zalim felek bu damı kelek bu da mı kelek… Hiç bu ayrılık bana, benim aşkıma yakıştı mı? Yok ama ben bunu sonuna kadar hak ettim. Bana hak, bana müstahak, adamın ne mal olduğu en başından belliydi? Zaten annem en başından ondan adam olmaz dememiş miydi? Demişti. Peki ben ne yaptım? Tabi ki geri zekâlılığın dınışkasını yaparak onu dinlemedim. Neymiş efendim? Anne sözü dinlemeyince mutlulukta sağlam bir yapı kurulamıyormuş. Taş olup aleme ibret olsun diye gökten yağacak hatunum da, cezam şimdilik yalnızca ayrılık oldu. Yalnızca ayrılık mı? Kahretsin bundan daha kötü ne olabilir ki? Böyle ceza mı kesilir ama ya? Offff offff… Bu acı nasıl geçecek, ismi lazım değil bu adi pisliği içimden nasıl söküp atacağım ben?” diye inlerken bir yandan da avucumun içine doldurduğum çilekleri ağzıma tıkıştırmak ile meşguldüm. Vural beni Ankara’ya Cemre’nin endişeli bakışları arasında teslim etti. Benim ağlamaktan gözlerim kan çanağına dönmüş, yarı baygın şekilde Vural’ın kucağında gördüğü anda Cemre çığlığı basmıştı. Benim halimden neler olduğunu az buçuk tahmin etmişti. Vural’a teşekkür ettiğini hayal meyal hatırlıyordum. Vural benden ayrılmadan önce kulağıma eğilerek fısıltı halinde, “Mira, ne olursa olsun, ne için olursa olsun hep yanındayım. Ne olduğum? Neyin olduğumun bir önemi yok. Yanında bir adımın, unvanım bile olmasa fark etmez. İster bir arkadaşın, ister dostun, istersen hiçbir şeyin, istersen de… Neyse, daha uzun bir süre Ankara’da olacağım. Senin iyi olduğunu gördüğüm güne kadar buradayım. Cemre’ye numaramı ve kaldığım otelin adresini bırakıyorum. İstediğin zaman bir telefon kadar uzağında, nefesin kadar yakınındayım. İyi ol Mira, çevrende senin iyi olman ile nefes alan insanlar var. İyi ol Mira, sen benim hayatımda iyi olmayı hak eden tek kadınsın,” dedi ve ağır çekimde buğulu gözlerimin arasında benden uzaklaştı. Vural’la yanlış zamanda, yanlış yerde tanışmıştık. Bana çok geç kalmıştı. Yüreğime beni yakan kor ateş ismi lazım değil AZDER evladı düşmeden önce karşılaşmış olmayı dilerdim. Ama nafile… Zaman geriye değil ileriye emin adımlar ve hızlı bir şekilde akıp gidiyordu. Keşke yaşadığım şu bahtsız hayatı geri sarma düğmesi olsaydı ya da en güzeli Arda ile Vural’ın duygularını yada toptan kendilerini değiştirsek ne de güzel olurdu. Ah be hayaller ve gerçekler… Hiçbir zaman tutmuyor, tutmuyor işte, ya tutarsa diye atıldığımız her macera da alt üst olup yerin dibine geçiyoruz. Offf… Vural’ın beni Ankara’ya getirdiği günden bu yana odamdan dışarıya yalnızca verdiğim çilek siparişlerini kapımın eşiğinden almak için adım attım. Sezen abla söylüyor, ben ona eşlik etme babında resmen böğürüyordum. Ah be bu şarkılar resmen duygularıma tercüman oluyordu. Ben boğazlanırcasına “Sende benim kadar gerçekleri görüyorsun, beraber olamayız benim gibi görüyorsun,” şarkının devamın getiremeden odamın kapısı hoyratça açıldı. Açılmak kelimesi maruz kaldığım bu harekete çok nazik kalır. Açılmak ne kelime be, kapı yerinden çıkacak şekilde kırılırcasına resmen sertçe çarpıldı. Ben gözlerimi korku ve endişe ile karışık kırpıştırırken bakışında dehşetin parıltılarını gördüğüm o kişinin bana hiç de masum bakmadığını hissediyordum. Bir yerlerim yusuf yusuf etmeye başlamışken, o üç harfli şeyi yediğimin resmi kanıtlı tablosu gibiydim. Cidden bu defa yemiştim, hem de en halis ve hasından… Tebrikler ve bravolar bana gelsin… *** Gözlerinde dehşeti yakaladığım, öfkenin her bir tonunu ayrı ayrı hissettiğim Cemre’nin pek de normal görünmediğini anlamak için ona şöyle tepeden tırnağa bakmak yeterli oluyordu. Sonuçta anormalliğin havada yarattığı sert esintiyi görmek için medyum olmaya gerek yoktu. Kaşlarımı çatıp elimdeki çiçeği ağzıma tıkıştırırken, “Ne oluyorsun kızım bu ne hiddet bu ne celal?” durumdan hiç hoşnut olmadığımı göstermeye çalışıyordum. Cemre, tepkime ve söylediklerime aldırış etmediğini gösterir gibi ellerini beline dayadı. Hesap sorarcasına kaşlarını kaldırdı, “Şu kapıyı kafanda paralamadığıma dua et, bu ne hal söyler misin?” Üzerime şöyle üstün körü bir baktım. “Ne varmış ki halimde, ben gayet depresyonum ile mutluyum. Bir rahat bıraksana sen beni ya. İçinde kaybolmam gereken bir mutsuzluğum ve terkedilişim var. Ha bir de aldatılışım. Ah, görüyor musun bak yine aklıma geldi. Ben aldatılmıştım değil mi?” dedim ve başladım yine kapanmak bilmeyen gözyaşı çeşmelerimi son raddesine kadar açmaya, elime geçirdiğim kullanılmış peçetelerden biri ile tekrar sesli bir şekilde burnumu sildim. “Mira sen zavallısın.” Ney, ney, ney… Ne demişti o? Bana zavallı mı demişti? Ama bu da insanın yüzüne yüzüne de çemkirir gibi söylenmezdi ki… Of, haksız da sayılmazdı ki şu halime bak. Ama insan en azından alıştırarak söylerdi. Sonuçta ben onun dostuyum yahu… “Cemre, tamam duymak istediğin buysa evet ben tam bir zavallıyım oldu mu? İstediğini duydun. Şimdi izin verirsen depresyonuma kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Çıkarken kapıyı arkandan kapat.” Kollarımdan sıkıcı tutup beni nazikliğin kırıntılarını bile hissettirmeden canımı yakmayı önemsemeden kaldırdı. Dolabın kapağında bulunan boy aynasının önüne beni sürüklercesine götürdü. “Kızım ne yapıyorsun? Canım acıyor, bıraksana, kafayı mı yedin ya?” “Bırakmıyorum. Sen kendine gelene kadar gerekirse şu beyin olmayan kafatasını duvarlara sürteceğim.” “Kızım bana beyinsiz diyorsun ama senin de pek akıllı olduğun söylenemez. Cemre bıraksana, ah…” “Bak,” diye haykırdı. “ Bak şu aynada gördüğün kıza, bu zavallı kızı tanıyor musun? Söyle tanıyor musun?” “….” Ne diyebilirdim ki? Hiçbir şey… Öyle de yaptım. Sustum. Bakmaya cesaret edemedim. Sadece başımı öne eğip sustum. “Niye sustun. Konuşmadan yapamayan çenesi düşük kıza ne oldu? Tamam sen sus ben konuşurum o halde senin yerine… Ben bu düşmüş kızı tanımıyorum. Bir adam yüzünden kendini odaya kapatan, aldatılmanın acısını kendinden çıkaran bu kız benim arkadaşım, can dostum olamaz.” “Cemre, sen, sen neler söylüyorsun?” diyen sesim fısıltı haline dönüşmüştü. Başım önümde eğik vücudum titrer bir halde kafamı yavaşça kaldırdım. Ayna da gördüğüm kızı, Cemre’nin de bahsettiği gibi bende tanımıyordum. Bu, bu kız, tükenmişliğin son hali, insanlıktan çıkmış olan şahıs ben olamazdım. Ne olmuştu bana böyle? Bu kadar mı aciz, bu kadar mı çaresiz kalmıştım? Ben bu güne kadar ne darbeler almıştım da yere yıkılmamış, boyun eğmeyi bırak gözyaşı bile dökmemiştim. Ta ki o ismi lazım değil AZDER evladına kadar… “Ne dediğimi duydun? Şu haline, şu yaptıklarına bak. Geldiğin günden bu yana tek bir kelime etmedim. Ama yeter, bu kadarı da fazla Mira.” “Cemre…” diye inlerken gözlerimden dökülen yaşlara engel olamıyordum. Ben bu güne kadar onu hiç böyle canımı yakan hali ile karşı karşıya gelmemiştim. Bu kadar öfkeli, bu denli ortalığı ateşe verecek bir halde görmemiştim. Ben cümlenin devamını getirmek için ağzımı tekrar açtığım sırada, “ Kes sesini Mira…” diye haykıran Cemre ile başımı tekrar öne eğdim. “Sana en başında vazgeç bu adamdan dedim. Bu adamın ne olduğu belliydi. Vazgeç dedim. Vazgeçmedin. Uslanmaz dedim. Gittin sevgili oldun. Adamın tüm söylediklerine kayıtsız şartsız inandın. Yetmedi evlilik planları kurmaya başladın. Neymiş efendim okul bitecekmiş de yılların arsız uslanmaz çapkını Arda beyimiz ile evleneceklermiş. Annesini de el birliği ile ikna edeceklermiş. Hayal dünyasında yaşaya yaşaya gözlerinde toz pembe gözlüklerden gözlerin kör oldu senin. Görmedin, yetmedi inandığın ile beni de inandırmaya kalktın. Peki ne oldu? Söylesene ne oldu? Adam seni aldattı. Ama yok o kadar aptal, o kadar körsün ki beni dinlemedin, gördüğümün ötesi var dedin gıkımı çıkarmadım çekip gitmene sessiz kaldım. Gördün mü? Ötesini berisini gördün de için rahatladı mı?” Cemre dur durak bilmez bir şekilde beni kollarımdan tutarak geriye doğru ittirdi. “İstanbul’dan geriye dönüyorsun bilin bakalım kiminle? Vural’la… Nasıl dönüyor hatun? Adamın kucağında kendini bilmez bir halde geliyorsun. Söylesene bana sen ne yapıyorsun? Ne istiyorsun Mira? Oyun oynadığın senin hayatın farkında mısın? Yaptığın hatalar hayatını kaydıracak görmüyor musun? Yaşayacak bir hayatın kalmayacak. Canın yanıyor anlıyorum ama yeter? Beş para etmez bir adam için çektiğin de çektirdiğin yeter. İllallah ettirdin bana? İflahımı kestin, kuruttun beni. Bana çektirdiğine mi yanayım, çektiğin acı karşısında elimden bir şey gelmemesine ve çaresiz kalmama yanayım bilmiyorum. Neye, nasıl üzüleceğimi şaşırdım.” “Cemre, ben, be…” Sesim kesilmişti. Çünkü söylediği her kelimede sonuna kadar haklıydı. En başından annem gibi bu ilişkiye onay vermemiş, sıcak bakmamıştı. Sırf ben inanıyorum diye inanmış gibi yapmış, mutluyum diye sessiz kalmıştı. O ne kadar uyarı yapmaya çalışsa da ben gerçeklere o denli kulaklarımı tıkamıştım. “Mira sen ne? Sen ne?” dedi ve tabak içinden yerlere saçılmış olan depresyon arkadaşlarım çileklerime yöneldi. “ Bir de şunlar var tabi,” dedi. Bir tabak çileği bir hışım ile yerden alıp döke saça cama yöneldi. Ben ne yapmaya çalıştığını anladığım anda “Yooo…” diye haykırarak ellerimi kaldırıp yapmaması için abuk sabuk hareketler yapmaya, kuşlar gibi yerimde çırpınmaya başlamıştım ki ama neye yarar. Çilekleri alıp camı açarak canım çilekçiklerime hiç acımadan beşinci kattan aşağıya doğru savurdu gitti. “Yapma,” diye bağırıp arkasından ardılsam da artık zavallı çileklerim için her şey için çok geçti. Beni geriye doğru ittirip bu defada yatağın üzerinde olan bilgisayarıma yöneldi hain cadı. Günlerdir aralıksız dinleyerek kulaklara zarar sesim ile böğürerek eşlik ettiğim şarkıların masumca çaldığı bilgisayarıma ışık hızı ile giderek izin bile almadan şak diye kapattı. “Delirdin mi sen? Çileklerimden, bilgisayarımdan ne istiyorsun?” öfke ile bağırdım. Hatuna bak resmen özel alanıma girip izin almaksızın elimdekileri gasp etmişti. “Bana bak Mira,” bir elinde bilgisayarımı koltuğunun altına sıkıştırmış, işaret parmağını gözüme sokar gibi bana doğru sallıyordu. “Bir daha bu evde ne çilek göreceğim ne de gürültü kirliliği yapan sesine duyacağım. Anlaşıldı mı?” “Cemre delirdin mi kızım sen? Ne saçmalıyorsun?” “Evet, sayende delirdim. Akıl sağlığımı yitirmemi sana borçluyum.” Bir yandan çemkiriyor bir yandan üzerime soğukkanlı bir katil gibi yürüyordu üzerime emin adımlar ile gelirken bende korkudan bir yerlerim yusuflayarak geri gidiyordum. Sırtım soğuk duvarın zeminine sertçe çarptığında şükürler olsun ki hatun durmuştu. Adım atmayı bıraktığında derin bir soluk verirken içli bir “Oh,” çekmeyi de ihmal etmemiştim. Yemin ediyorum şu son beş saniye içinde ecel terleri dökmüştüm. Gözlerimin içine baktı, “Değer mi be Mira, tüm bu yaşadığın acılara, ciğeri beş para etmez bir adam için değer mi?” dedi ve odada duvarın dibinde soluğunu vermeyi unutmuş beni bırakarak hızlıca çıkıp gitti. Cemre’nin üzerime yürümesi benim bambaşka bir boyuta geçmemi sağladı. Bir aydınlanmaydı belki de yaşadığım. Ruhumda kararan tüm lambalar bir bir yanmaya başladı. Cemre’nin dediği gibi bu adam benim verdiğim değere değer miydi? |
0% |