Yeni Üyelik
36.
Bölüm

36. Bölüm

@ugurluay

36.BÖLÜM(***Aşkın Talibi Yürek***)

“Gecemi gündüze döndüren, kaderimin bile bana yüz çevirdiği anda bana ellerini uzatan,

Yüreğime talip huzur kokan aşk, söyle bana… Sen gerçek AŞK mısın?

Ciğerimde yanan ateşi aşk selinde, serinliğinle söndürmeye mi geldin?

Beni canımın afetinden kurtarıp hayat suyunu yüreğime damlatmaya mı geldin?

Söylesene bana, sen gerçek Aşk mısın?

Yoksa sende sadece esip gidecek yalancı bir rüzgâr mısın?”

Talihin benden yana yüzü güler mi bilmem ama Cantuğ hayatıma girdiği günden bu yana en azından bahtımın bana tebessüm ettiğini hissediyorum. Ona duyduğum his aşk değil bunun farkındayım. Ben aşkın en kavurucu halini yerlerde sürünerek canım yanarak yaşadım. Nasıl hissettiğimi, aşk denen melanetin bana neler yaptırdığını çok iyi biliyorum. Ama Cantuğ, benim huzur adamım… O çok başka, bambaşka bir adam, ona adını bile koyamadığım farklı şeyler hissediyorum. Hayat yolunda durup konuşmadan dinlenebildiğim tek durak, çıktığım savaşta canım ölesiye sızlarken sığındığım sakin bir liman gibi. Ona adım adım çekiliyorum. Belki hakkım yok, daha iyilerine, onu gerçekten seven gözünün içine aşk ile bakan bir kadını hak ettiğini bildiğim halde ondan kendimi alıkoyamıyorum. Akıp giden zaman içinde ona doğru süzülüyorum, sakinliği, konuşmasam da beni anlaması, sorgusuz sualsiz bana güven duyan bakışları, sığınabildiğim en güvenli limanım.

Cemre ile Toprak’ın tatillerini uzatması sebebi ile birlikte geçirdiğimiz ortak zamanımız daha fazla artmıştı. Ve böylelikle Cemre’nin düğününden sonra aramızdaki muhabbet de yakınlaşmada eskiye nazaran farklı bir boyuta ulaştı. Onun olgunluğu, etrafına yaydığı huzur beni hiçbir şekilde yargılamaması, yüksek ses ile hesap sormaması ve Arda’ya rağmen bana olan yakınlığı ve sergilediği tutum benim ondan kendimi alamama sebep oluyordu. Arda ile aramızda geçmişte bir şeyler yaşandığını tahmin ediyordu. Ama ne o sordu ne de ben açık yüreklilik ve tam bir dürüstlük sergileyerek anlatmamıştım. Dilimden Arda ile bana dair hiçbir şey duymamıştı. Aramızda imzalanmış gizli bir anlaşma gibiydi sanki. Ama biliyordum, hissediyordu. En azından tahmin ediyordu.

Arda’nın bakışları, ona karşı olan düşmanca tavrına rağmen Cantuğ’un her zaman ağırlığını koruyup otoriter davranıyordu. Arda ile aramızda geçen gerilimli konuşmalara ve tartışmalı ortamlara şahit oldukça bir şeylerin yaşanıp ve bittiğini tahmin ettiğini anlamak zor değildi. Ama ne benim onunla bu konuyu konuşmaya cesaretim vardı. Ne de onun bu konuyu konuşup beni üzecek tavrı vardı. O geçmişe değil her zaman önüne bakan bir adamdı. Nedenler ile değil sonuçlarla ilgilenir, başkalarından duyduklarına değil kendi yaşadığı ve öğrendiklerine önem veren bir adamdı. Cantuğ böyle bir adamdı işte, farklı çok farklı bir adamdı. Ne kadar anlatsam da anlatabileceğim, kelimelere sığmayacak düşüncelerin ötesinde bir adamdı o. O tek bir bakışı ile insanın kendini güvende hissetmesini sağlayan bir hissiyat yaşatan bir adamdı. İşte ben tamda böyle bir adama şu anda kendi evimde elcağazcıklarım ile yemekler hazırlıyordum. Yani hazırlamaya çalışıyordum. Hem de kendi evimde. Evet, evet yanlış duymadınız kendi evimde…

Kısa bir süre önce annem ile aynı evi paylaşmanın ilişkimizi fena halde zedeleyeceğini, itiraf etmek gerekirse onunla biraz daha aynı evi paylaşsaydık aramızda ikimizin de altında kalacağı bir felaket yaşanacak ve biz yaşanan felaket ile oluşan enkazın altında kalıp can verecektik. Farkına vardığım acı gerçekler ile evimi ayırma kararı aldım. Gerçi anneme bu kararı açıklamak için bir sene kadar beklemiş olabilirim, hani alıştıra alıştıra söyleyeyim dedim ama benim bu alıştırma sürecim bildiğiniz koca bir yıla mal oldu. Ne alıştırmaymış arkadaş, fikri söylemem bile bir yılımı aldı. Ben derin bir oh çekip söyleyebildim diye rahatlarken bu rahatlığımın çok erken vücuduma yayıldığını anladım. Kararımı açıklayınca annemin küçük bir çocuk gibi beni kolumdan tuttuğu gibi odama savurup kapımı kilitlemesi hiç hesap etmediğim bir şey oldu. Arkadaş kadının verdiği tepkiye bakar mısınız ya? Odama kilitleyip sokağa çıkma yasağı koydu ya bana… Her neyse cankurtaran yeleğim, biricik kuzenim Umut’un araya girmesi, teyzemlerin evi her gün yol etmeleri sayesinde annemi yumuşatma çalışmaları nihai sonuca ulaşmıştı. Tabi annemin acımasızca önüme bir kâğıt koyarak bu sözleşme imzalandıktan sonra ev tutabilirsin dediğinde yaşadığım panik ve şoku size anlatamam. Kadın resmen eşeğini sağlam kazığa bağlıyor, yani beni… Annemin tartışmaya asla açık olmayan evden ayrılma sözleşmesini kabul edip imzalarken özgürlüğüne kavuşmuş bir insan evladının hissettikleri ile kalbim coşuyor, ruhum naralar atıyordu. Sözleşme şartları mı? Ah tabi benim gözü kapalı imzaladığım sonunu okumaya tenezzül etmediğim o şartlar…

İki elim kanda da olsa hafta sonları bir öğrenci gibi annemin evine geri dönecek ve hafta sonlarını annem ile birlikte geçireceğim. Eğer gelemeyecek ( Yalnızca iş için) olursam bu bilgiyi anneme bir hafta önceden bildireceğim. Asla emrivaki yapmayacağım. Eğer bildirmeden gelmemezlik yaparsam bir ay boyunca annemin evinde dizinin dibinde oturacağım.

Eve düzenli olarak annemin istediği Emine teyze gelip ev işlerini yapacak.( Ki bu annemin baş hafiyesi, dedikoducuların kraliçesi bir hatun oluyor. Dehşete kapılmanız için ismini ya da yüzünü görmeniz yeterli olur.)

Haftanın en az bir günü annemin evinde kalacağım. Haftanın bir günü de annemin benim evimde kalacak. Kalacağı günü annem kendi belirleyecek ve haber vermeden eve gelecek. Evin bir anahtarı annemde duracak.

Eve girerken ve çıkarken anneme telefon edeceğim. Eğer ulaşamazsam mutlaka mesaj atarak bilgilendirme yapacağım.

…….

Annem listesi uzadıkça uzuyordu ben ise sunduğu her şartı tartışmasız kabul ediyordum. Biliyordum ki bu annemin bezdirme taktiğiydi. Normalde olsa annem bu şartların birini bile söylediğinde ben itiraz ederdim ve annem kabul etmediğim için o zaman eve çıkamazsın diyerek konuyu kapatacaktı. Annemin beni tanıdığı kadar da ben annemi tanıyordum. Sırf bu yüzden ne dediyse kabul ettim. Çoğunu da zaten okumamıştım. Annem kabul etmem ile kısa bir an şaşırsa da artık yapacak bir şeyi kalmamıştı. Anlaşma karşılıklı sağlanmıştı.

Evime çıkar çıkmaz kendimi kafesinden kurtulmuş bir kuş gibi hissettim. Özgürlüğüme kanat çırpıyordum. O kadar mutluydum ki… Gerçi bu mutluluğun kursağımda kalması çok uzun sürmedi. Özgürlüğümün sınırlarının çoktan çizildiğini anladığımdaysa artık her şey için çok geçti. Annem oturduğum sitenin önüne beni koruması için bir adam tutmuştu. Kapıcımdan, komşuma, güvenliğimden, korumama kadar etrafım birden annemin ajanları ile dolup taşmıştı. Yağmurdan kaçarken resmen doluya tutulmuştum. Esaretten kurtuluyorum derken kendimi özgürlüğümün zindanlarına hapsetmiştim. Annem çevreme yerleştirdiği insanlar sayesinde benim telefonda verdiğim bilgilerin doğru olup olmadığını kontrol ediyordu. Ben acı gerçeklerin sert tokadını yüzümde hissettiğimde kendimi annemin kapısında hesap sorarken buldum. Annem ise gayet rahat sinsi sinsi gülerken onun bu sakinliğinin pek hayra alamet olmadığını gözümün önünde eliyle sallandırdığı sözleşmeyi burnuma dayadığında anladım. Okumaya tenezzül etmediğim, özgürlüğüm için her şartı kabul ettiğim sözleşmenin sonuna doğru annemin yaptığı her şey en ince ayrıntısına kadar yazılmıştı. Kahretsin! Okumadan imzalarsan böyle olur, diyerek beni azarlayan iç sesimin şirretliğini duymazdan geldim.

Yahu insan bu devirde annesine de mi güvenemeyecekti? Devir çok değişti cancağazım çok? Zamane ihtiyarları çok sağlamcı olmuş üstadım? Eşeğini kazığa değil bildiğin kendine bağlıyor ya, nereye gidersem gideyim kendinden ayrılmasın diye… Ama ben böyle kumpasa gelir miydim? Tabi ki hayır… Özgürlüğüm diye imzaladığım kâğıdın esaretim olduğunu biraz geç kavrasam da olsun, asla tükürdüğümü yalamayacaktım. Yalamadım da… Annemin “Şartları kabul etmez ve sözleşmeye uymazsan tıpış tıpış geri döneceksin eve çünkü itiraz hakkı kesinlikle yoktur,” diyen son maddeye gözüme sokarken beynime de son sözleri çivi gibi çakılmıştı. Allah’ın kulunu kapıma dikse de , peşime sayamadığım kadar adam taksa da kararlıydım, geri dönmeyecektim. Dönmedim de…

Evime giren çıkanı, saat kaçta girdim çıktım, o gün üstümde ne var, ince mi kalın mı, uzun mu kısa mı giyindiğimi, kadın her bir şeyi mi kontrol etmeye başladı. Kadın bildiğiniz ben evden ayrılınca psikopata bağlamıştı. İşi gücü tüm mesaisi ben olmuştum. Bir ara yanına gidip isyan bayraklarını çektiğimde onunla tatlı dille konuşmaya karar vermiştim. Ona onu ne kadar çok sevdiğimi, yanında olmaktan çok mutluluk duyduğumu ama kendi ayaklarım üzerinde durabilmek için ayrı yaşamamızın daha doğru olduğunu anlattım. Onun desteğine bir ömür boyu ihtiyacım olduğunu ama beni bu şekilde denetlemeye devam ederse ne ben büyüyecektim ne de olan saygım kalacaktı.

Aramızdaki mesafeleri kapatıp uçurumları yok etmek adına tüm konuşmaları yaptım. Her zaman onun yanında olacağımı ve asla onu bırakmayacağımı anlattım. Konuşmam bitince annem bana sarılıp küçük çocuklar gibi hıçkırarak öyle bir ağladı ki içim gitti. Biliyordum tüm her şeyi sevgisinden ve kaybetme korkusundan yapıyordu. Onu da anlıyordum. Babam ile ayrılığının ardından ne kadar güçlü durmaya çalışsa da yüreğinde büyük bir yıkım yaşanırken ruhu yaralanmıştı. Yıllarını verdiği ve sevdiği adam tarafından daha genç bir kadın için terk edilmişti. Bu yüzden terk edilme ve kaybetme korkusu büyüktü. Söz konusu ben olunca ise resmen kendini kaybediyordu. Kontrolünü kaybettiği anda ise cidden başıma geleceklerden korkuyordum. Elinde olsa beni burnunun ucuna yapıştırıp öyle gezecekti. Ya da cam bir fanusa kapayacak oradan beni izleyecekti. Ah anam benim ya! Bilsen böyle yaptığın zamanlarda beni kendi yakınlaştırmak yerine uzaklaştırıyorsun ya… Ah bir bilsen! Annem ile konuştuğumuz o günden sonra ilişkimiz daha bir anne kız havasında geçti. Aşırı kontrol eden tutumlarını bir kenara bıraktı. Biliyordum dillendirmese de yine her şeyimden bir şekilde haberdar oluyordu. Sadece artık üzerime gelmiyor ve belli etmiyordu. Ben de bazı şeyleri görmezden geliyordum. Bazen de gördüklerin karşısında ses çıkarmamak gerekiyordu. Sevdiği için yaptığını bilince yapılan tüm eziyetle bazen insana makul geliyordu.

***

Geçmişin zihnimde hüküm süren izlerinden kendimi kurtardığımda akşam yemeği için hazırlıklara tüm sürat kaldığım yerden devam etmeye çalışıyordum. Kapının çalması ile birden yerimde irkildim. Kahretsin! Kendimi o kadar kaptırmışım ki zamanın farkına bile varamadım. Etrafa şöyle hızlıca bir göz gezdirdim. Aman Allah’ım! Bu mutfak ne ara bu hale gelmişti. Daha doğrusu bu mutfağı bu hale getirmeyi ben nasıl başarmıştım. Gerçekten büyük bir alkış tufanı içinde kendimi içten tebrik ediyorum. Hiçbir insan evladı bunu başaramazdı. Tabi benden başka… Bravo bana ya, gerçekten bravo…

Göz ucu ile suyun içinde can çekişen makarna tanelerine korkak gözler ile baktım. Bunlar sanki biraz şey mi olmuş ne? Sanki şey, şey gibi… Of, kızım ya insan bir makarna yapmayı da mı beceremez? Resmen makarna katliamı gerçekleştirdim şuna bak. Ya sos, ya sosa ne demeli? Aman ya Rabbi buna sos demeye bin şahit ister. Ya salataya ne demeli, yeşilliklerin canını çıkardım. Resmen malzemeler tabağın içinde can çekişerek kıvranıyor. Bu nedir arkadaş? İnsan bu kadar mı beceriksiz olur? Yok, yok benden bir halt olmaz, ben kesin evde kaldım. Aslında bende hata söyle Emine teyzeye hazırlasın, ne diye engel oluyorum ki sakın yemek yapma ben yaparım diye. Yapsın Emine teyze yemekleri, koy Cantuğ’un önüne sonra da göğsünü gere gere ben yaptım diye at havanı ama yok dürüstlüğüm tuttu.

“İtiraf ediyorum kaşındım, rezil rüsva olmayı kendim istedim,” diye dertli dertli iç çekerken yapmaya çalışıp da beceriksizliğimin nişanesi olan yemeklere yüreğimde oluşan vicdan azabı ile bakıyordum.

Kapının ısrarlı çalışının kulağımda yarattığı rahatsızlıkla bir anda kendime geldim. Kapıda dakikalardır bekleyen ve bu süre zarfında şanslıysam kök salmamış olduğunu umut ettiğim, unuttuğum huzur adımımın varlığını fark ettim. Kapıyı açmadan önce gözümün ucu ile fark ettiğim başka bir gerçek yüzümde munzır bir gülümsemeye sebep oldu. Elime aldığım telefon ile hain planlarımı gerçekleştirmek adına kayıtlı olan numaraya bastım. Başka çarem mi var, diye kendi kendimle konuşurken kendimi ikna etmenin bahanesini çoktan bulmuştum. Ah ya ben resmen akıl küpü, zekânın beden bulmuş haliydim. Kısa bir zaman aralığında işimi halledip koşar adım kapıya yöneldim. Garibim Cantuğ halen kök salmadıysa ve gitmekten vazgeçmediyse hala beklettiğim noktada olmalıydı. Siteye girmeden önce adını vermiş ve bir misafirim geleceğini söylemiştim. Annemi de Cantuğ’un yemeğe geleceği hakkında bilgilendirmiştim. Kadın tuhaf bir şekilde Cantuğ’un etrafımda olmasından hoşnuttu. Arda’ya olan resti karşısında Cantuğ’a olan yakınlığı çoğu zaman kafamı karıştırıyordu ama bunu şu an düşünecek değildim. Malum kapının ardında bir adet huzur adam bulunmaktaydı. Daha fazla kapıda bekletmemek adına soluk soluğa kapıyı açtım. Cantuğ omzunu kapının kenarına doğru yaslamış bakışlarındaki şüpheyi saniyesinde fark ettim. Tüm şirinliğimi suratıma takınarak otuz iki dişimi seyrine sunarken “Şey, ocakta yemek vardı da anca açabildim. Hoş geldin,” demiştim heyecanımı belli etmemeye çalışarak. Ah! Ne yemek ama, şaka gibi hem de en eşeğinden.

“Yemeği ocakta yaptığından emin misin?” diyerek alayla bana gülümsedi. Az önceki bakışı yüzünden silinirken şimdi gayet keyifli dahası eğlenen bir havası vardı. Bir dakika ya o gülüyor muydu? Hem de bu kadar bekletilmenin ardından.

“Ne? Anlayamadım?” Şaşkınca ve bir o kadar da panik bir halde acele ile konuştum. Ne demek istemişti ki şimdi?

“Diyorum ki yemeği ocakta değil de yüzünde yapıyordun galiba, eh insan yüzünde yemek yapmak da zor olsa gerek.”

“Ne?”

“İnanamıyorum sana Mira, şu suratının haline bak?” dedi. Ben hala söylediklerinin beynimde bir bir canlanması için çaba sarf ederken bedenim bir taş misali yaşadığı şok ile yerinden kımıldayamıyordu. Bu adam neden bahsediyordu acaba? Bana bir adım attı? Yanağıma doğru yavaşça eğildi. “Hoş gördüm. Hoş buldum,” dedi fısıltı halinde ve yanağıma tüy gibi onun şefkatini hissettiğim küçük bir öpücük kondurdu. Ben hazırlıksız yakalandığım bu hareket ile ne yapacağımı şaşırmış bir haldeydim ki kulağımda çınlayan sesi , “Tuzu eksik olmuş,” deyince bir adım gerileyerek kaşlarımı çatarak afalladığımı fark ettirmeye çalıştım. Ağzımdan kontrolsüzce “Ne?” çıkmıştı. Benden hoşnut olduğum sıcak yakınlığını çekerken şimdi gözlerime odaklanmıştı.

“Sosun diyorum biraz tuzu eksik olmuş,” dedi ve ben o an karşımda kıs kıs gülen adamın ne demek istediğini dakikalar sonra anladım. Hay aksi! Suratıma makarnanın sosu bulaşmış olmalıydı. Nasıl becermiştim bilmiyorum ama o sostan bir parça yüzüme bulaştırmayı becermiştim. Of ki ne of! Daha gecenin başında adama daha kapının girişinde rezil olmuştum.

“Beni içeriye davet etmeyi düşünmüyorsun galiba,” diyerek yol göstermeme izin bile vermeden teklifçe beni es geçerek içeriye geçmişti.

“Ah tabi lütfen sen geç keyfine bak,” diyerek avcumun içini kafama vurdum. Bu hareketim kendime bir nebze gelmemi sağladı. İki dakika da daha ne olduğumu anlayamadan darma duman oldum. Bu adam benim aklımı başımdan alıyordu. Dilim bile iflas etti. Bu nedir arkadaş? Kapıyı kapatıp Cantuğ’un peşinden sarsak adımlar ile gittim. O kadar dalgındım ki elinde tuttuğu kır çiçeklerini ve hediye paketini almayı unutmuştum. Salonun ortasında kanepemin önünde ayakta elleri dolu duran arkadaşımın ayaklı karizma diye adlandırdığım ağabeyine bakıyordum.

“Bunlar senin için,” diyerek çiçekleri gösterdiğinde aklım yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Yaptığım kabalığı fark edip, “Ah lütfen kusura bakma kafam yerinde değil. Yemek yapmak sandığımdan daha karışıkmış. Galiba mutfak işi bana göre değilmiş,” diye gülerken elinde tuttuğu çiçekleri ondan aldım.

“Teşekkür ederim. Çok zarifsin, bunlar çok güzeller.” O bana sıcacık gülümsemesini gönderirken ben elimi ayağımı bir türlü nereye koyacağımı bilemiyordum. Kahretsin! Neler oluyordu böyle?

***

Cantuğ’un getirdiği çiçekleri vazoya koyarken mis gibi etrafa yaydığı kokuyu kendimden geçercesine içime çektim. Seviyordum çiçek kokularını bir de değer verdiğim insanlardan gelince bir başka oluyordu. Hediyeyi yemekten sonra açmam için bana rica etti. Her ne kadar deli gibi merak etsem de onun bu küçük ricasını kabul etmemenin kabalık olacağına kanaat getirip isteğini yerine getirdim. Of ama ya çok merak ediyordum ben… Evimin bulunduğu kat çatı katındaydı. Ah benim içinde huzuru dirhem dirhem tattığım çatı katım. Evimin en büyük avantajı olan terası akşam yemeği için hazırladım. Havanın ılık bir esinti ile tenimizi şefkatle okşuyor olması ise en büyük şansımdı.

Terasta oturmuş havadan sudan sohbet ederken bu güzel ortamın tadını çıkarıyorduk. Zır zır çalan bir adet kapı ise muhabbetimizin içine limon sıkarken minik bir tebessüm ile konuşmamızı yarıda kestim. Her ne kadar bozulmuş gibi yapsam da çalan kapı benim imdadıma yetişmişti ve ben bu sayede derin bir nefes almayı başardım.

“Birini mi bekliyordun?” Cantuğ kaşlarını çatarak bana sorgulayıcı bakışlarını göndermesi işimi hiç de kolaylaştırmıyordu. Heh şimdi ne diyecektim acaba ben?

“Şey, aslında evet, yani hayır,” derken bocalayıp kendimi batırdığımın farkına vardım. Küçük suçlu bir çocuk gibi başımı nazlıca önüme eğdim. Ellerim ile elbisemin eteklerini tutmuş oynarken, sıkıntıdan dudağımın kenarını çoktan dişlemeye başlamıştım. Cantuğ benim bu sıkıntılı halimden yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu fark etmişti. Eli ile çenemden tutarak hafifçe yukarıya doğru kaldırdı. Hareketi o kadar nazikti ki bakışlarının gözlerim ile buluştuğu an gülen gözlerinde gördüğüm tek şey anlayıştı.

“Evet mi? Hayır mı?” Sesinin tonu cevap bekler gibi çıktı.

Tamam kızım Mira, an itibari ile yolun sonuna gelmiş bulunmaktasın. Her şey buraya kadarmış. Şimdi acı da olsa gerçeklerle yüzleşme zamanı. Bu ziller itiraf zamanımın geldiğini anlatıyor. Derin bir of çektim. Artık kaçış yoktu. Ellerimi havaya kaldırıp ayağa kalktım. “Tamam teslim oluyorum ve daha fazla vakit kaybetmeden itiraf ediyorum.”

“İçimden bir ses çok güleceğimi söylüyor. Yanılıyor muyum yoksa?”

“Cantuğ…” Tamam haklı olabilirdi ama bu sesimin kızgın çıkmasına engel değildi.

“Hadi ama Mira kızma lütfen, şimdi söyle bakalım kapının zilini alacaklı gibi ısrarla çalan kişi kim?”

“Of, alacaklı da ondan.” Sesim bıkkınca çıkarken gözlerimi devirmiştim.

“Nasıl yani?” Tek kaşını havaya kaldırıp ortada dönen dolabı anlamaya çalışıyordu.

Yüzüme takınmaya çalıştığım şirinlik ile “Kapıdaki kişi bize akşam yemeğimizi getiren pizzacı. Sen kapıdayken sipariş vermek zorunda kaldım,” ne kadar samimi görünmeye çakışsam da yapmacıklıktan kaçışım olmadı.

“Pizzacı mı?” der demez o heybeti ile yeri göğü sarsan, karizması ile mekânı yerle bir eden adam bir de utanmadan karnını tuta tuta bastı kahkahayı… Onun şu anki hali sinirlerimi o kadar bozdu ki, anlatamam.

“Cantuğ lütfen gülmeyi keser misin? Tamam yemek yapamadım. Yani teorikte yaptım da pratik de pek yenecek durumda değil. Kısacası yaptım ama yapamadım. Of ya ne saçma bir konuşma oldu bu ya… En azından güzel tarafından bakmak lazım.”

“Güzel tarafı derken?”

“En azından denedim. Denemem başarısız olsa da bu şahane bir pizza yiyeceğimiz gerçeğini değiştirmez.”

“Sen de bir âlemsin Mira.”

“Of ya itiraf edende kabahat,” diyerek hırçınlaşıp koşar adım kapıyı açmak için hareket ettim. “Patladın mı be kardeşim geldik,” dediğim an ben daha fazla uzaklaşamadan bir elin bileğimi nazikçe tutarken vücuduma yayılan sıcaklığı hissettim. Tutuşu ile kalbim hızla atmaya başladı. Nefesimi düzenleyip geriye dönerek baktığımda Cantuğ’un şefkat dolu bakışlarını üzerimde hissettim. Ne olduğunu bile anlayamadan beni yavaşça kendine çekip kolları arasına aldı. Sırtımı okşarken ben hala nerden nereye nasıl geldiğimi anlamaya çalışıyordum. O ise dudaklarının arasından benim aklımı sarsacak kelimeleri bir bir dilinden döküyordu.

“Kızma bana Mira, gülüyorum çünkü hoşuma gitti. Benim için bir şeyler yapman ya da en azından yapmaya çalışman, denemiş olman gerçekten hoşuma gitti. Seninle uzun zamandır konuşmak istiyorum ama bir türlü yalnız kalamadık. Sürekli önümüze bir engel çıkıyor, olmuyordu. Şimdi şu kapıdaki pizzacı engelini de aşalım ve lezzetli yemeğimizi yiyelim. Sonra da gecikmiş konuşmamızı tamamlayalım,” dedi ve saçlarıma tutkunun esamesi okunmayan minik bir öpücük kondurdu. Bastığım yeri bilmez bir halde “Eee, ben, şey, pizzacı, kapı…” diyerek onun kolları arasından kurtuldum. Yanaklarımdaki sıcaklık ve yüzümü esareti altına alan kırmızılığı es geçip terasın kapısından yavaşça çıkmaya çalışıyordum. Omuzlarımdan tutup beni yerimde sabitlerken gözleriyle resmen ruhumu okuyordu. Ben endişeli bir halde ona bakarken o çapkınca bir göz kırpması ile kapıyı açmak için terasın çıkışana doğru yöneldi. Ben namı diyar huzur adamın ağzından dökülen sözlerin etkisinde kalırken gözlerimin önünden kaybolan adama bakıyordum. Gözden kaybolduğu anda birden nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Gerilmiş olan omuzlarımı kendi haline bırakırken vücudumun rahatladığını hissettim. Sanki yanımda biri varmış da onunla konuşuyormuş gibi kapıya doğru işaret parmağımı uzatarak, “O, o, o az önce ne dedi öyle?” diye zorlukla titreyerek çıkan sesime eşlik eden cümlem zihnimi rahatsız edip yüreğimi daraltmaya yetmişti.

***

Cantuğ’un yapmış olduğu konuşma ile vücudum tef gibi gerilmişti. Dilim suskunlaşmış ama yüreğim ona inat kanat takıp uçuyordu. Yerimde sürekli huzursuzca kıpırdanıyordum. Ne önümdeki pizza ne de tadını damağımda hissettiğim şarap hiçbir şey umurumda değildi. Korku yüreğimi ele geçirmiş aklımı esir alma yoluna girmişti. Tamam Cantuğ’a karşı içimde adını koyamadığım hisler vardı ama bu kesinlikle aşk değildi. Yüreğimdeki aşkı atamadan gerçekte onunla ilgili hiçbir şey düşünemezdim. Bu ona da kendime de büyüklük haksızlık olurdu. Cantuğ tüm dikkatini önündeki yemeğe vermişti. Benim ise keyfim hiç yerinde değil dahası ruhum giderek bulunduğu ortamda huzursuzlanıyordu. Kalbimin heyecandan ve korkudan atan ritmini kulaklarımda hissediyordum. İçimden etmediğim dua kalmamıştı. Cantuğ içinde bulunduğum sıkıntının sonunda farkına varmıştı. Ben bir şey olsun, bir haber gelsin de Cantuğ konuşamasın diye dua ederken o sandalyemin yanına gelip, elimden tutarak beni ayağa kaldırdı. Terasta beni korkulukların kenarına yaklaştırıp kendisi masadaki kadehleri alarak yeniden yanıma geldi. Kadehin birini bana uzatırken ben gözlerimi kaçırmaya çalışırken o gülen gözler ile bana bakmayı ihmal etmiyordu.

“Manzara şahane,” dedi. Suskun ve huzursuz geçen bir yemeğin ardından ben böyle bir girişi beklemesem de o an için sessizliğimi biraz daha korudum. Zihnimde binlerce cümle uçuşuyor ama hiçbir söz bir cümle ile vücut bulup sesli halde dilimden dökülmüyordu. Tek kelime ile tutulmuştum. Veremediğim cevap ve ortama yaydığım sessizlik ile endişeli bir şekilde bana bakan adam, “Mira, iyi misin?” dediğinde istemsizce gözlerimi açıp kapatırken derin bir nefes alıp verdim. Elimde tuttuğum kadehten bir yudum daha aldım ve boğazımdan akıp giden sıvının beynimi uyuşturması için umut etmekten başka bir şansım kalmamıştı. Baktım şans benden yana değil gözlerimi gökyüzüne kaldırdım yıldızların bize sunduğu gecenin seyrine daldım. Kaçacak hiçbir yerim yoktu. Bu gece eteğimizdeki tüm taşları dökecektik. Kararımı sonunda vermiştim. Artık bende susmayacak konuşacaktım. Ve ne olursa sonunda olacaktı.

“İyiyim merak etme,” derken yüzüme samimi minik bir tebessüm yerleştirdim. “Ve evet haklısın manzara şahane, çatı katımı seviyorum, terasıma ise tek kelime ile bayılıyorum. Her gece bu manzarayı izlemek beni mutlu ediyor, benim umut etmemi sağlıyor.”

“Hım.”

“Öyle, baksana yıldızlara ışıl ışıl , yüzlercesi binlercesi oradan tepeden bize bakıyorlar. Bu muhteşem. Ne kadar yukarıya çıksak da ulaşılmazlar, dokunulmazlar. Ancak bulunduğumuz yerden izleyebiliyoruz. Bende onların bana sunduğu bu manzaranın keyfini sonuna kadar çıkarıyorum.” Mutluluğum yüzüme yansırken gözlerim açık bir kitap gibiydi. Okumak isteyen mutluğumu oradan okuyabilirdi.

“Onlar da tıpkı senin gibi ulaşılmazlar.” Cantuğ’un sözlerini idrak ettiğim de kaşlarım çatılarak ona doğru döndüm.

“Şaka yapıyor olmalısın, ben ve ulaşılmaz olmak. Ciddi olamazsın.”

“Ulaşılmazsın Mira, tıpkı yıldızlar gibisin. Görüyorum ama gerçekten sana ulaşamıyorum.” Bu neydi ki şimdi?

“Abartma istersen Cantuğ.”

“Miraaa… Seni yaklaşık üç yıldır tanıyorum. Sana dürüst olacağım. Ben aşka inanan bir adam değilim. Benim için önemli olan saygı ve huzur. Senin yanındayken kendimi çok huzurlu hissediyorum. Belki de benim sana çekilmemin asıl sebebi seni koruma kollama içgüdüsü, bilmiyorum. Senin yanındayken adlandıramadığım bazı duygularla dolup taşıyorum.” Allah’ım bu konuşma nereye gidiyor böyle? Benim şaşkınlığıma aldırış etmeyen adam derin bir nefes aldı ve konuşmasına kaldığı yerden devam etmeye başladı. “Bak Mira Arda’nın sana olan bakışlarını görüyorum. O sana baktıkça senin ondan kaçısın, kaçamadığın yerde gözünü bile kırpmadan meydan okuman. Miraaa… Ben senin üzülmeni, canının acımasını istemiyorum. Bu yüzden sana bir şey sormak istiyorum. Arda’ya âşık olduğunu biliyorum. Ama benim bilmek istediğim yüreğin onunla bir gelecek kurmaya hazır mı, böyle bir şeye cesaretin var mı?”

“Cantuğ, ben…” Duyduklarım karşısında afallamıştım ve ne diyeceğimi, ne cevap vereceğimiz bilemez bir haldeydim. Ben daha cümlemin devamını getiremeden Cantuğ imdadıma yetişip benim konuşmama izin vermeden konuşmasına devam etti.

“Mira senden öncesi hakkında herhangi bir açıklama beklemiyorum. Sadece sorduğum sorunun cevabını istiyorum.” Kendinden o kadar emin bir duruşu ve ses tonu vardı ki ona karşı dürsüt olmaya karar verdim.

“Asla, onunla asla bir geleceğim olamaz, olmayacakta. Bizim geçmişte yaşadıklarımız kolay şeyler değildi. Ve o kadar acının üzerine asla biz diye bir şey olamaz.” Sesim o kadar soğukkanlı çıkmıştı ki ben bile bu kadar rahat konuşmuş olmama şaşırdım.

“Benim için bu yeterli bir cevap oldu. Peki Mira benim seninle bir geleceğim olabilir mi?” Ney, ney, ney? Bu adam ağzından çıkanların farkında mı? Kesin şarap çarpmıştı. Duyduklarım ile dehşete kapılmış gibi gözlerimi açmıştım ama zihnim verecek bir cevap bulamıyor, dilim sükuta doğru yol alıyordu. Başka yapılabilecek bir şey varmış gibi…

“….” Sinirleri bozan bir sessizlik etrafa yayılmıştı.

“Biliyorum bu çok ani bir soru oldu. Bak Mira senden beklentim asla aşk değil, ben sadece saygı ve huzur istiyorum. Gözlerine baktığımda yüreğinde oluşan büyük bir güven enkazını görüyorum. Kaçıyorsun, korkuyorsun o yüzden geleceğe doğru gerçek bir adım atamıyorsun. Mira bak gözlerime, bana güvenebilirsin.” Dedi ve ellerini yanaklarımdan tuttu ve avuç içleri ile yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Sıcak nefesini yüzümde o kadar iyi hissediyordum ki… “ Güven bana Mira, inan bana… Ben sana huzur getirmeye , geçmişte açılan ve hala kanamaya devam eden yaralarını kapatmaya geldim. Ben sana aşkı vadetmiyorum senden de aşkı istemiyorum. Ben asla aşka inanan bir adam olmadım. Sevginin varlığını kabul ederim. Beni sevdiğini biliyorum. Belki arkadaş, belki de dost ama bildiğim tek bir şey var sen bana huzuru verirken verdiğim değer ile ben de seni mutlu edeceğim. Mira sana yeniden güvenmeyi öğretmeme izin ver. Huzuru tattırmama, yaşamayı, yeniden nefes almayı hatırlatmama izin ver. Geleceğinde bana yer ver. Miraaaa, benimle evlenir misin? Gelecekte biz olma şansını bana EVET diyerek verir misin?”

“….”

“Mira…”

“Cantuğ ben…” Gözlerim duyduklarım ile ışıldamaya başlarken beklemediğim teklif karşısında vermem gereken tepkinin ne olduğunu bilmiyordum.

“Şiyt, şimdi bir cevap istemiyorum. Hazır olduğunda cevabını vereceğine inanıyorum. En doğru kararı vereceksin,” dedi ve beni kolları arasına alıp saçlarıma şefkatli bir öpücük kondurdu. O an dilim tutuldu. Ağzımdan tek bir kelime dahi düşmedi. Ne diyebilirdim ki ?Bu teklifin ardından söylenecek bir söz mü kalmıştı? “Şimdi benim gitmem lazım,” dedi. Beni terasta öylece bırakarak hiçbir şey demeden çıktı gitti.

Evet, karar vermiştim konuşacaktım ama buna bu kadarına asla hazır değildim. Nasıl hazır olabilirdim ki? Ben sevgili olalım demesinden korkarken adam tuttu bana evlenme teklif etti ya… Oğğğ! Aman ya Rabbi! “Ben acaba şimdi ne halt edeceğim,” diye iç geçirirken bir elim belime bir elim başıma gitti. Acaba rüyada olabilme ihtimalim yüzde kaçtır. Bir an derin bir nefes alıp verdim. O an gözüme bir hediye paketi takıldı. Tabi ya Cantuğ’un yemekten sora açmam için rica ettiği hediyeydi. Yaşadığım anın sarsıcılığını bir kenara bırakıp merakıma yenilerek acele ile soluğumu paketin yanında aldım. Hiç de nazik olmayan bir biçimde hediyeyi açarken, gerçi buna halk dilinde açmak değil de parçalamak denirdi ya neyse… Paketin kabını yere atıp karşıma çıkan kutunun kapağını nefesimi tutarak yavaşça açmaya başladım. Ağır çekimde açtığım o kapak içinde gördüğüm şey hadi ama bu kadarı da fazla ama… Kutunun içinden Cemre’nin düğününde Cantuğ ile dans ettiğimiz sırada birbirimize gülümserken çekilen bir fotoğraf gümüş bir çerçeve içinde bana bakıyordu. Üzerinde de küçük bir not : Tanışmamız ile başlayan hikayemizin mutlu sona ulaşma vakti gelmedi mi? Bana EVET diyerek BİZ olma şansını bana verecek misin?

Gel de hayır de… Of ki ne of…

Ah be zalim felek, kader diye biçtiğin elbise boğazımı daraltmaya başladı. Acaba terzi olaraktan sen bunun farkında mısın? Canımı almaya mı niyetlisin? Biraz el insaf be azıcık bana acı, yazdığın yazgının başrolündeki etten kemikten yaratılmış kanlı canlı bir insan evladı be…

Loading...
0%