Yeni Üyelik
31.
Bölüm

30.BÖLÜM

@ugurluay

“Ömre bedel acılar yürekleri dağlar…”

Bir hafta sonra

Geçmişin ağır yükü küllenmiş acılarla el ele vererek günlerdir kızın canına okumuştu. Geçmişe dönük suç duyuruları, tutuklanmalar, aileler, arama kurtarma ekipleri derken işler içinden çıkılmaz bir hal almıştı. O meşum gecenin ardından Rüzgar Çağla’yı Fulya’ya teslim ederek tüm herkesin gazabından korumayı amaçlamıştı. Fakat kızın kendi meyus ruh halinden korumayı başaramamıştı. Fulya defalarca iletişime geçmeye çalışsa da onunla terapi yapmayı denese de bu konuda asla başarılı olamamıştı. Çağla’nın bakışları boş, ruhu hissiz, dudakları kelimesiz kalmıştı. Ağzından tek bir cümle dökülüyordu.

“Bulundu mu?” Bu cümlenin devamında aldığı olumsuz yanıtlar onu tekrar transa geçmiş gibi bir hale sokuyordu. Ne Fulya, Ne Civan ne de Rüzgar… Hiçbiri onu gerçek anlamda konuşturmayı başaramamıştı. Genç kızın aklında binlerce ihtimal havada uçuşurken Türker’in bedenine hala ulaşılamamıştı.

Günlerdir konuşmadan elinde sımsıkı tuttuğu fotoğraf ile camın kenarındaki koltukta boş bakışlarla öylece dışarıyı seyrediyordu. Türker’in son sözleri genç kızın kalbinin ve ruhunun üzerine kara bir gölge gibi çökmüştü. Yaşadığı tüm her şeyin gerçekliğini kendisine bile itiraf etmekte güçlük çekiyordu. Hayatının her dönüm noktasında karşısına bir karabatak gibi çıkmayı başarmış ve geleceğinin seyrini değiştirip bilinmez yollara onu acımasızca savurmuştu.

Yorgundu, hem de çok… Artık daha iyi biliyordu. Yorgunlukların bile diyar diyar değiştiğini, bazen bir isme bazen bir cisme ev sahipliği ettiğini. Herkes gibi her şey gibi değiştiğini…Günlerdir adeta gözleri açık uyuyordu. Çünkü gözünü kapadığı an onu görmek ,o son anı zehirli bir kabus gibi tekrar tekrar yaşamak istemiyordu. Çağla geçmişini intikam ateşiyle yakıp alevlere vermiş onun aydınlattığı ışıkla geleceğinde yol almak istemişti. Öngöremediği tek şey ise tutuşturduğu ateşin hayatını da ele geçirip onu bir enkaza çevirmesiydi.

Yenik düşmüştü. Söyleyemediği, dilinin ucuna gelip de kelimelere dökemediği tüm gerçeklere Çağla yenik düşmüştü. Kahır damlaya damlaya yüreğinde hüsran okyanusları oluşturmuştu. Istırap her bir zerresini ele geçirip onu güçten düşürmüştü. Kara bir ağıt etrafta yankılanırken pişmanlık bela gibi hayatına dolanmıştı. Gözlerinden akıttığı elem yaptıklarını değiştirmeyecek hiçbir şeyin eskisi gibi olmasına izin vermeyecekti. Sinesine çöreklenmiş sinsi bir yılan gibiydi. Sökün etmişti arapsaçı gibi tüm dertler yüreğine. Şimdi çaresizce gelecek tek bir haberin esiri olmuştu. Özgürlüğüne kavuşması için olumlu bir habere ihtiyacı vardı. Oda kapısı tıklatıldığında cevap vermese de kapının ardındaki gelen kişinin kim olduğunu biliyordu. Ömrünü güzelleştiren belki de hayatındaki temiz kalan tek insanın, Rüzgar’ın kapıya dokunuşuydu bu tını. Biliyordu, sesini duymasa da kendisi sesini günlerdir tek bir cümlenin dışında duyurmasa da onun gelişini adımlarından, kapıya dokunduğunda çıkan tınıdan, etrafa yaydığı efsunlu kokusunda tanıyordu. Ama yüzü yoktu ona bakmaya, onun da hayatını cehennemden farksız bir hale getirmeyi başarmıştı. Dokunduğu her şey gibi Rüzgar’ı da yakıp küle çevirmişti. Ses etmese de Rüzgâr kapıyı aralayarak çekingen bir tavır ile “Girebilir miyim Çağla?” diye sordu. Omuzları çökmüş, gözlerinin altında uykusuzluk ve yorgunluktan mor halkalar oluşmuş, günlerdir sakallarını kesmediği için serkeş dağınık bir görünüme sahipti.

Çağla hiçbir şey söylemeden gözlerini kaçırarak tekrar pencereden dışarıya bakarak bakışlarının boşluğuna sığındı. Rüzgâr yine ondan bir ses gelmeyeceğini anladığında ağır aksak adımlarla içeriye doğru ilerledi. Masanın yanında bulunan sandalyeyi alarak kızın koltuğunun tam karşısına oturdu. Çağla inatla ona bakmıyordu. Rüzgâr ise güç almak istercesine kızın ellerini avuçları içine hapsedip gözlerini kapatarak derince içine kokusunu çekerken parmaklarının üzerine minik bir buse kondurdu.

“Çok özledim Çağla, senin şimdi eski Çağla olabilmen için neler vermezdim.” Dedi geçmişte yaşadıkları güzel anılar bir bir gözlerinin önünde canlanırken bu cümlenin kızı nasıl acılar içinde kıvrandırdığını bilmiyordu. Tüm bu yaşananları kendi suçu olarak gören genç kız usulca adamın avuçları arasından kendi ellerini çekti. Gözünden akıp giden bir damla yaşı ona göstermemek adına elleriyle yüzünü sıvazladı.

“Bulundu mu?” dedi her gün dilinden dökülen tek cümleyi adama bahşederken onu ne hale soktuğundan habersizdi. Rüzgâr hasret kaldığı sıcaklığın avuçları arasından kayıp gitmesine içerlese de şu an onun ruh halini anlamaya çalışıyordu. Çağla’yı üzmemek adına kendisini toparlayarak ayağa kalktı ve ellerini saçlarının arasından geçirerek ardından yüzünü sıvazladı.

“Hayır, Türker’den hala bir haber yok.” Dedi.

Çağla istediği haberi duyamamış olmanın hüsranı ile kendisini tekrar sessizliğe sürüklerken Rüzgâr daha fazla bu duruma dayanamadı.

“Allah’ını seversen kendini biraz olsun toparla. Günlerdir gelip gidiyorum ama ne sesin ne soluğun çıkmıyor. Türker o uçurumdan kendisini değil de seni atmış, yok etmiş gibi davranıyorsun. Yine onun oyununa geliyoruz, ona istediğini vermeye neden bu kadar heveslisin.” Çağla onun bu sözleri karşısında gözlerindeki öfke bulutlarıyla sert bir şekilde Rüzgar’a baktı.

“Bakma bana öyle Çağla, onun ölmediğini ikimiz de çok iyi biliyoruz. Bir hafta oldu ne ölüsüne ne dirisine ne yaralı haline hiçbir şekilde ulaşılamadı. O uçurumun dibine sen de düştün, seni ne halde çıkardığımı bir ben biliyorum. Orada olmuş olsa çoktan bulunurdu. Ama bulunamadı. Hala arama çalışmaları devam etse de ben onun öldüğüne inanmıyorum. Nasıl yaptı ne yaptı bilmiyorum ama o oradan sapasağlam çıktı. Şimdi ise istediğini elde etmek için zamanı kolluyor. Vicdanının dilini bağlamasına izin verme. Çünkü ortada vicdan yapacak bir durum yok. Bırak artık içine gözyaşı akıtmayı.” Adamın sözleri Çağlanın kalbinin ürpermesine sebep oldu. Bakışlarını adamdan kaçırıp konuşmaya mecali olmayan dudaklarını sımsıkı kapamıştı. Onun hayatını mahvetmiş ama hala kızı korumaya çalışarak zarar görmesin diye delicesine bir çaba sarf ediyordu.

Rüzgâr bugün de ondan istediği yakınlığı göremeyeceğini anladığında omuzları çökmüş kederle bakışlarını kapıya döndürmüştü. Anlatmanın faydasız olduğunu bir kez daha anlamıştı. Eli kapının koluna gittiğinde Çağla’nın dilinden dökülen “Sevme beni Rüzgâr, ben senin sevgini hak etmiyorum.” Oldu. Bu cümleler adamın bir adım daha atmasına engel olmuştu. Bedeni kaskatı kesilmiş eli kapının kolunda asılı kalmıştı. Derin bir nefes alıp verdi. Ardında bıraktığı kıza bakmadan “Yıllar önce yağmurun altında sırıl sıklam olmuş saçlarından yayılan kokun başımı döndürmeye yetmişti. O an gökyüzüm gözlerinin rengine boyandı. Söylesene kim karşılıksız ikram eder aşkla dolu yüreğini… Tabi ki çok seven… Zaten şu dünyada en çok can yakan sevilir. Sen benim sevgimi hak etmediğini söylüyorsun ama ben seni sevmeyi hak ediyorum Çağla. Öylesine benimsiyorum ki adım attığın her toprak parçasını. Benim diyorum, gözünün değdiği, nefes aldığın her bir alanı… Çağla, seninle başlayan ve seninle son bulan bir gün diledim her gece ellerim semaya doğru kalkarken. Ben artık sensizliğin acı gerçeğine uyandığım sabahları istemiyorum. Yokluğunu görmeye tahammülüm kalmadı. Çünkü sen benim asırlardır beklediğim, dile gelmemiş en özel sevdamsın.” Dedi ve genç kızın tek bir söz söylemesine fırsat vermeden ona bakmadan çıkıp gitti.

Çağla ardında Per perişan bir halde yüreği iki büklüm kalmıştı. Gözyaşlarının arasında avuçları içinde sakladığı resmi düzeltti ve fotoğrafı seyretti. Ardından arkasında yazılanları tekrar tekrar okudu. Gözleri az önce kapıdan çıkıp giden Rüzgar’ın kokusunu etrafa cömertçe bıraktığı alanı seyretti. Dudaklarını ısırırken dilinden yeni bir cümle daha ıstırap içinde çıkıp gitti.

“Yapacağım her şey için affet beni Rüzgâr.” Dedi hıçkırıklara boğulmadan önce.

Loading...
0%