@ugurluay
|
46.BÖLÜM “Ey âşık! Hani özlem çekiyorsun ya sevgiliye. Bil ki sevgilidendir özlemin özü. Odur asıl sana özlem duyan. Çünkü o tutuşturmayınca alevi, kimse de olmaz ateş… Ve aşk ateşi önce sevilene, ondan sonra sevene düşer.” -Mevlana- Unutmadı. İnsan onu bu dünyaya getiren ve bin bir emekle büyüten canının diğer yarılarının yattığı, ebedi yolculuğa uğurladığı yeri nasıl unuturdu? Unutmadı, bir an olsun onları unutmadı. Sadece yokluklarını hatırlamak canını yakıyordu. Sanki düşünmezse, konuşmazsa onlar hep orada uzağında var olacaklar gibiydi ama şimdi yoklukları, gitmişlikleri şu an ile birlikte bir kez daha acımasızca yüreğinde tescillenecekti. Şimdi korkuyordu. Onların karşısına bu halde çıkmak gücüne gidiyordu. Ruhu çekiliyor gibi adımlarla ailesinin yanına vardığında daha fazla kendini tutamadı. İlk defa yoklukları kızın bu kadar ciğerini yaktı. İlk defa kimsesizliği jilet gibi yüreğini kesip attı. Ağlıyordu. İkisinin mezarının tam da ortasında bir eli babasında bir eli annesindeydi. Kalkıp onu kucaklamalarına, sarılıp geçecek kuzum diye teselli vermelerine o kadar çok ihtiyacı vardı ki… O kadar zordu ki onların toprağın altında olmaları, o kadar zordu ki nefeslerinin sıcaklığını hissedememek, seslerini duyamamak, gözlerindeki ışığı görememek, o kadar zordu ki yıllar önce yaşadıkları o güzel günlere ait anıların giderek silikleşmeye başladığı zihnini canlı tutmak… Ağlıyordu, ciğeri parçalanırcasına ağlıyor, onlara edeceği itiraflar için kendine güç topluyordu. “Babam,” dedi hıçkırıkları arasında nefes almakta güçlük çekiyordu. Başı önüne düşmüş bir halde mezar taşına bile bakamıyordu. Sanki baksa ona kırgın gözler ile karşılaşacaktı. “Neden vazgeçtin kızım?” diyecekti adam. “Affet babam, affet, yapamadım, ben başaramadım. Daha fazla direnemedim. Senin ümidin olup annemin hayallerini gerçekleştiremedim. Çok yalnız kaldım. Çok tükendim babam. Saçlarımı okşamanı, beni sarıp sarmalarken yüreğime verdiğin güveni çok özledim. Biliyor musun? Seni kaybettikten sonra kimseye kolay kolay karşı gelemedim ben. Sırtımı dayadığım o yüce dağın yokluğu birden sesimi kesti. Beni koruyacak olan kimsem kalmadığında sesim kesildi babam. Affet kızın başaramadı. Gücüm tükendi affet babam.” Elini ağzına kapayıp ağlarken hıçkırıklarından çıkan sesinin etrafta duyulmaması için çabalıyordu. Gözleri yerden kalkarken annesinin mezarına yöneldi. “Annem, o okulu kazandığım zaman ne kadar da güzel anlatmıştın bana kendi hayallerini… Beni kucağına yatırıp, saçlarımı okşarken, şefkatini yüreğime işlerken, çok güzel bir hayatımın olacağına dair bana masallar anlatmıştın ya hani… Ah be annem, sen beni bir masala inandırmıştın. Oysaki ben koskocaman bir kâbusun içine düştüm. Sizin yokluğunuz ile başlayıp, abimin beni bırakmasıyla devam eden kötü bir kâbus… Bitmedi be annem, dört yıldır bitmedi kâbusum, yalanlar, dolanlar, iftiralar, kötü ithamlar… Masal diye adım attığım hayatım bir cehenneme dönüştüğünde ben yapayalnız kaldım. Önce sessizleştim boynum büküldü, sonra da kimsesiz, sahipsiz, öksüz, yetim kaldım. Sahipsiz kalmak çok zormuş biliyor musun anne? Hastalandığında sana bakacak kimsenin olmaması, hakaretlere rağmen sırf yurt parası için insanların ağız kokusunu çekmek, kışın bir palto almak için yarı aç yarı tok yatmak, sırf annem babam başımda değil diye kötü bir insan olarak lanse edilmem zormuş. Hayatımdaki erkeklerin çokluğunu dile getirip farklı imalarla karşılaşmak, tatillerde herkes evlerine coşku ile giderken benim sessiz karanlık merdiven boşluklarında gözyaşı dökmem, daha niceleri be annem… Ben sizinle birlikte evimi de kaybettim. Ailesiz, evsiz, yurtsuz bir yaralı kuş oldum. Her gelen bir yara açtı yüreğimde, iyileştireceğim diyenler daha büyük yaralar açtı ruhumda annem. Çok zordu kimsesiz şu hayatta mücadele etmek. Çok zordu annem. Masal bitti, siz gittiğinizde her şey gibi bana kurduğun masal da bitti… Dün gece ise kâbusum bitti. Uyandım artık. Hayatımdaki tüm insanlar ile hesabım kapandı. Abim, Yiğit ve Erdem… Tüm hesaplar kapandığında bir tek Cihan kaldı geriye… Cihan, benim can abim, sizden sonra bana sahip çıkan tek insan. Beni düşünen, her zaman yanımda olan, beni koruyup kollayan tek insan,” dediğinde Cihan aklına gelince içini derin bir huzur ve güven kapladı. Annesine ve babasına abisinin tüm yaptıklarını anlattı, Ece’yi torunları Burak’ı, Yiğit’e neden evet dediğini, Erdem’i nasıl deli gibi sevdiğini ama bir türlü hissettiremediğini, korktuğunu, kaçtığını, yorulduğunu, tükendiğini her şeyi anlattı. Şimdi ise artık gitme vaktiydi. “Vedalaşmaya geldim annem. Affet, hayallerini gerçekleştiremedim ama inan çok savaştım. Artık tükendim annem, gücüm kalmadı babam. Gitmem lazım bu şehirden, bu ülkeden gitmem lazım. Bir gün dönersem eğer bambaşka bir insan olarak karşınıza çıkacağım. Ama şayet dönemezsem, bir daha gelemezsem affedin beni… Babam, hep babasının kızı derlerdi ya benim için, senin kızın asla başını öne eğmedi, eğmeyecek de bilesin… Sizi çok seviyorum, çok özlüyorum. Gidişime gönül koymayın sakın, artık iyi olmam lazım. Artık ağlamak istemiyorum annem, babam, hoşça kalın,” dedi tam iki mezarın ortasındaki boşlukta kalkmak için mezar taşlarından güç alıyordu ki ardından gelen sesler nefesinin kesilmesine, canının yanmasına, hareket kabiliyetini yitirmesine sebep oldu. “Artık ağlama güzelim, artık ağlama…” demişti. Onun son kelimesi gözlerinden yanağına doğru irice bir damlanın süzülüp gitmesine, annesinin ve babasının yattığı yerin tam ortasına, onların tam yüreklerinin orta yerine düşmüştü. Ama bu sözleri duymak için çok geçti. Hem de çok geç… *** Kulağında çınlaya ses ellerindeki gücü sonuna kadar tüketti. Kalkmak için doğrulduğu yere sertçe kendini geri bıraktı. “Ağlama artık, sen kimsesiz değilsin güzelim. Ben varım,” dedi tekrar kararlılıkla. Neden şimdi? Neden yıllar sonra burada onların huzurunda? Dün gece bitirmemiş miydi? Kapatmamış mıydı tüm hesaplarını? Neden yine karşısına çıkmıştı? Neden? “Sen kimsin? Ben seni tanımıyorum,” dedi arkasına dönmeden, yüzüne bile bakma gereği duymadan tüm gücünü toparlayarak. “Ben sen abinim, her zaman da öyleydim,” dedi kırgın bir tonda… “Öyle mi?” dedi gözlerinden akan yaşlara inat histerik bir kahkaha atarak. “Bak baba senin yetiştirdiğin oğlun geldi. Karakterini de seninle birlikte toprak altına gömen oğlun. Sen tanıyabildin mi oğlunu? Ben tanıyamadım.” “Yaren, yapma güzelim. Ne desen haklısın ama lütfen anlatmama izin ver. Lütfen,” dedi yalvarırcasına ve son bir umut dalına tutunurcasına. “Tamam, son kez onların yanında anlat. Eminim onlar da benim kadar merak ediyordur. Hesap ver Yağız Aksoy, yıllardır yaşadığım kimsesizliğimin hesabını ver. Acımasızca bana zulüm olarak geçirttiğin yılların hesabını ver,” dedi hiddetle bağırarak. Bakmıyordu yüzüne, artık bakmak içinden gelmiyordu. Sesini bile duymak istemezken yüzüne bakmak istemiyordu. “Yaren, kardeşim o kadar çok özledim ki seni, o kadar çok acı çektim ki geçen yıllar içinde... Ben senin bu şehirden gitmeni hiç istemedim. Ne ailemin varlığında ne de yokluğunda… Onları kaybettiğimizde gitmezsin, beni sensiz bırakmazsın sandım ama sen vazgeçmedin. Sen benim gözümün nuru yüzümün bitmeyen neşesiydin. Sana nasıl kıyabilirdim? Ben, bilmiyordum. Tüm bunları onlar için yaptığını bilmiyordum. Bilseydim…” “Bilseydin ne değişecekti? Ne değişecekti söylesene bana? Ben sana söyleyeyim hiçbir şey… Bencilsin Yağız Aksoy, sadece kendini düşünen kocaman bencil herifin tekisin.” “Evet bencilim, bencilliğimin cezasını yıllardır sensizlikle ödedim. Kaç defa okuluna geldim, kaç defa karşına çıkmaya çalıştım. Ama…” “Ama o kahrolası gururun izin vermedi öyle değil mi? Senin o kahrolası gururunun bizi ne hale soktuğunu görüyor musun?” “Affet güzelim, affet kardeşim, artık sensizlikle cezalandırma beni, annemin babamın huzurunda senden özür diliyorum, affet beni, yalvarırım affet ve beni bırakma. İstersen ayaklarına kapanayım ama bir daha gitme, beni ardında bırakma, benim ailem, kardeşim, her şeyimsin sen. Gitme, sen beni affet ki kendimi affedebilmek için bir umut olsun yüreğimde… Yıllardır seni yalnız bıraktığım için affedemedim ben kendimi, büyüklük göster, hemen affetmesen bile yanımda kal be güzelim. Belki zamanla…” “Çok geç Yağız Aksoy, çok geç… Keşke o gururunu bir kenara bırakıp da canından kanından olduğumu hatırlasaydın, yıllarca kimsesizliği yaşatacağına bana abilik yapsaydın. Biliyor musun zaman, kimi zaman kaybettirir, çoğu zaman kazandırmaya meyillidir. Sana söylemem gereken bir şey var. Zaman sana beni kaybettirdi. Sen kardeşini, kanından, canından olanı kaybettin. Yaptıklarınla değil ama yapmadıklarınla beni kaybettin,” dedi ve yavaşça oturduğu yerden kalktı. Arkasını döndüğünde kafasını kaldırdı. Görmemesi gereken bir çift gözü abisinin hüsrana uğramış bakışlarının yanında buldu. Erdem… Onun burada olabilme ihtimalini hiç düşünmemişti. Onunla bir kez daha gözlerini buluşturmaya gücü var mıydı? Gözlerinde gördüğü pişmanlık, içinde büyük bir gücün oluşmasını sağladı. Arkasında yer alan annesinin ve babasının mezarı ile kendini daha iyi hissediyordu. Erdem ona doğru tam bir adım atmıştı ki elini onu durdurmak adına havaya kaldırıp “Sakın!” diye haykırdı “Sakın bir adım daha gelme!” Erdem’in ona yaklaşması demek kızın tüm direncinin kırılması demekti. Ve Yaren bu kadar şeyden sonra ona EVET demeye hazır değildi. “Yaren…” dedi içli içli ve bir o kadar kırgınca. “Biz kırıldık Erdem, her bir kırığımız paramparça oldu. Birleşmemiz artık imkânsız, bir araya gelip eskiye dönmemiz imkânsız. Bu nasıl geçer bilmiyorum, ama seninle geçmeyeceğini çok iyi biliyorum. Ben seni çok sevdim, korktum, kaçtım, saçmaladım, çıkamadım işin içinden ama en sonunda sana teslim oldum. Abimden sonra benim en büyük hayal kırıklığım sensin Erdem…” “İzin ver iyileştireyim seni, tüm hatalarımı bir bir affettireyim,” dedi bir adım daha atarak. “Bunu bana daha önce de söylemiştin. Tutamayacağın sözleri havaya sarf etme Erdem, yüreğim de gözlerim de kanmıyor artık bu yalanlara. Ben dillendiremedim bazı şeyleri ama gözlerimdeki hüznü anla, ben konuşmadan beni anla istedim. Ne beklediğimi, neye ihtiyaç duyduğumu bil istedim, ama olmadı Erdem. Demek ki sen benim için doğru insan değilsin.” “Yalvarırım böyle konuşma. Tamam, çok kırdım, çok canını yaktım ama ben seni seviyorum, seni istiyorum, senden asla vazgeçmem bunu anla. Görmüyor musun? Sensizliğin beni nasıl yaktığını, ne hale getirdiğini görmüyor musun?” “Yanmak… Aşk yanmaktı Erdem, ben senden yanmamak için kaçarken sana, aşkına teslim oldum. Sana güvendim. Ben aşkınla yanmaktan kaçarken korkularımın cehennem ateşine korkusuzca kendimi attım. Sırf senin için be adam, sırf senin için ben aşka yelken açtım. Yanacağımı bile bile ben sana geldim. Ben seni sevdim ama sen hak etmedin. Sen ise ön yargılarını savururken hiç acımadın, hiç beni düşünmedin belki de en büyük gücü kimsesizliğimden aldın Erdem…” dedi son nefesini verir gibi ve ekledi: “Biz bittik,” dedi gözlerini yere dikerek. Bitmiştik. Her şey gibi, herkes gibi… Sona gelmişlerdi ve kızın burada onların yanında aldığı son nefesiydi bu. Yavaş adımlarla ilerlerken önce abisinin yanından geçti. Başı önünde omzunun yavaşça sarsılırken ne halde olduğunu biliyordu ama eli omzuna gitmedi. Gelmiyordu içinden teselli etmek, yıllardır o kadar gözyaşı dökmüştü ki artık duygusuzlaşmıştı. Hissizleşmişti. Diğer tarafına baktığında ise Erdem hâlâ bir umutla ona bakıyordu. Ama bilmiyordu ki artık umut etmek yetmiyordu. Kalmak için sevmek de yetmiyordu. Bazen gitmek lazımdı. Giderken geriye dönüp bakmamak, onlarla birlikte canındaki kırıkları da her bir adımda yüreğinden yere, mezarlığın toprağına silkeliyordu. Durduramazlardı artık ikisi de biliyordu. Yapacakları ya da söyleyecekleri hiçbir şey onu durdurmayacaktı. Durduramadı da… Yalnızca Erdem’in haykırışı, “Bekleyeceğim, nereye gidersen git, dönüşün ne kadar zaman alırsa alsın umurumda bile değil, ben seni hep bekleyeceğim. Yolun hep bana dönecek, döndüğün yer sadece benim yüreğim olacak. Duydun mu beni Yaren, sen benim ömrüme satır satır yazılmışken nereye gidersen git benden kaçamazsın. Gözlerine gölgem düşmüş, kalbine imzam atılmış bir kere, sen de benden vazgeçemeyeceksin. Dönüşün yüreğime, ait olduğun yere olacak,” diye haykırdı. Ah be adam bazen gitmek, gitmek değildir ki, yüreğim de aklım da sendeyken ülkeyi değiştirsem ne olacak? Ama iyi değilim, kalbimde sen varsın bunu zaten biliyorum ama sensiz iyileşmem lazım, kırgınlığımı yok etmem lazım… Belki döneceğim, belki dönmeyeceğim ama bu yürek hep sana ait, bu nefes hep sen kokacak, bu gözler her yerde seni arayacak… Ama şimdi gitme zamanı… Aşktan kaçarken kendini korkularının cehennemine atan Yaren… Her şeye rağmen sonsuza kadar bekleyeceğim diyen Erdem… Geçmişe duyduğu pişmanlık ile boğulan Yağız… Aşktan kaçmak mı? Aşkta kalmak mı? Zaman kimi kime kaybettirecek, kimi kime kazandıracak? Her şeyi sırası geldiğinde gösterecek… *** Hava alanının dış hatlar kısmının giriş kapısından içeriye adım attığında ağır aksak gidiyordu ayakları. Bastığı yeri bilmeden ilerliyordu. Her şey akıp gidiyordu etrafından, gözleri her bir yanda geleceğim diyerek söz verdiği kişiyi arıyordu. Huzursuz muydu? Rahatlamış mıydı? Mutlu olacak mıydı? Karmakarışık bir zihin, paramparça olmuş bir yürek, acı veren bir geçmiş, kayıplar, kayıplar ve dahası… Zaman herkesten olduğu gibi ondan da bir şeyler alıp götürdü. Sertleşti, hissizleşti. Tek bildiği bu girdiği yolda iyi olmayı umut etmesiydi. Zordu ardında bırakmak, kırılarak yola koyulmak, parçalanarak dökülmek. Adım adım gidiyordu geleceğe doğru. Gözleri aradığını bulduğunda onun bakışlarından kızı beklediğini anladı. Öyle bir bakıyordu ki sanki “Geçti, merak etme, ben yanındayım,” der gibiydi gözleri. Yüzünde buruk bir tebessüm, yüreğinde tarifi imkânsız bir huzursuzluk… Cihan, oturduğu yerden ayağa kalktı ve ellerini iki yanına doğru açarak ona göğsünde yer gösterdi. Ait olduğu yere kuş olup uçarak konmasını ve yeniden huzuru, güveni tatmasını istiyordu. Onu bekliyordu, kızı huzura götürecek, belki de iyi edecek insan karşısında kollarını açmış hiçbir karşılık beklemeden, sırf daha fazla üzülmemesi için kızın ona sığınmasını bekliyordu. Can abisini ona kucak açmış gördüğünde daha fazla dayanamadı. Sertliği, hissizliği, duygusuzluğu, gücü buraya kadardı. Onun karşısında korunmaya muhtaç küçük bir çocuk, kanadı kırık, yüreği yaralı bir yavru kuş, onun kaybettiği kız kardeşi Melek, vicdanının cancağızıydı. Gözlerinden akan yaşlara inat masum küçük bir çocuk gibi koşarak onun kollarına atıldı. Hiç tereddütsüz kızı kollarına alan Cihan’ın dilinden dökülen tek cümle “Şükürler olsun geldin,” oldu. Sarılışında hissettiği tedirginlik Yaren’in yanlış karar alarak gelmeme ihtimalinden sebepti. Ondan bir an uzaklaşıp gözlerinin içine özlemle baktı. “Geldim,” dedi tek nefeste. “Bekleyen sen olursan ben hep gelirim can abim.” Elleri ile gözlerimden yanaklarına doğru süzülüp giden, inci tanesi gibi akan yaşları silerken “Artık bitti. Ağlamak yok. Her şeyi ve herkesi geride bırakmanın vakti geldi. Bizi üzen her şey şu kapının gerisinde kaldı. Geleceğinden başka hiçbir şeyi düşünme, geçmişin kara yazısını sil at kaldır mühürlü sandıklara, açmamacasına…” dedi tüm anlayışı ve şefkati ile yüzünü okşarken… Tekrar elleri beline dolandığında “Bir tek sana inanıyorum can abim, bir tek sana güveniyorum şu hayatta,” dedi boğazına takılı kalan bir hıçkırıkla. “İyi ki varsın Cihan, iyi ki varsın.” “Asıl sen iyi ki varsın cancağızım, meleğim,” diye karşılık verdi adam ve her zamanki gibi başına masumane bir öpücük kondurdu. Elini omzuna attı ve gidecekleri yer için ilk adımı birlikte attılar. Cihan’ın eli omzunda, yüreğinde geçmişin izi, hüznün acısı kirli yüzünü akıtırken, geriye artık tek bir sözü vardı kendine söylediği, “İyi olacağım. Herkese, her şeye ve tüm kötü yaşanmışlıklara, anılara rağmen çok iyi olacağım.” Her gidiş yeni bir başlangıç ise onun başlangıcı, ikinci hayatının miladı bugündü. Yaren Aksoy annesinin anlattığı masalların içindeki Anka kuşu gibi bugün küllerinden yeniden doğuyordu. Yeni hayatının ilk günüydü bugün. |
0% |