@ugurluay
|
“Herkesin dilindeki cevabı, içinde gizli taşıdığı yarada saklıdır.” Gözlerim gecenin karanlığında gökyüzündeki yıldızlara takılı kaldı. İstanbul’dan Muğla’ya giden otobüsün içinde, uzun zamandır ziyaret etmediğim memleketime zoraki bir o kadar emrivaki gittiğim yolda keyfim hiç de yerinde değildi. Yüzüm gülmüyordu. Gerçek anlamda mutsuzdum. Ben Sanem, babasının zoruyla çevre mühendisliğini bitirmiş, bulduğu ilk fırsatta hayallerinin şehri İstanbul’a kaçmış umudunun peşinden sürüklenip bir genç kızım. Herhangi bir yanlış anlaşılma olmasın kaçma derken tamamen ana baba rızasıyla çıktım baba evinden. Gerçi babam benim hayallerimi küçümsese de gönül rızası çok olmasa da radyocu olmak benim en büyük hayalimdi. Okulu bitirir bitirmez diplomamı bile almadan arkadaşımın “İstanbul’a gel taşı toprağı altın, mutlaka buluruz bir iş.” diyerek beni adeta gaza getirip yanına çağırdığında sanki tüm İstanbul hayallerimin doğrultusunda bana iş imkânlarını sunacak sanarak dikildim babamın karşısına tüm heybetimle “Bu benim hayatım, artık kendi kararlarımı kendim alacağım.” Dedim. Nasıl bir cesaretse bendeki yıllarca sus pus otur sonra adamın karşısına cengâver gibi dikil “Ben İstanbul’a gideceğim.” De… Tabi adam durur mu benim bu çıkışım sayesinde öyle bir kükredi ki yer yerinden oynadı. Tabi araya giren kız kardeşim Leyla ve annem sayesinde babam bir güzel yumuşatılma seansına alındı. Babam zorla da olsa sonunda İstanbul’a gitmeme ikan olarak bu durumu kabul etti. Ama tek bir şartı vardı. “Eğer ki bu işinde tutunamazsan geriye dönüp benim arkadaşımın şirketinde mezun olduğun okulun yani asıl mesleğini icra edeceksin.” dedi. Öylesine mutluluktan kaybettim ki kendimi şartı falan düşünmeden “Tamam.” dedim büyük bir sevinçle atladım babamın boynuna. Adama başta iş buldum diye yalan söylemiştim. Arkadaşımın yanına gideyim de elbet bulurum dedim ama nerede arkadaş? İstanbul’un taşı toprağı cidden altınmış ama her yer sahiplenileli çok olmuş. Ayak bastığım yerde, attığım adımda para su gibi akıp gitmeye başladı. İş desen aylarca boşta kaldım. Beni yanına çağıran arkadaşım desen ilk ayda pes edip memleketine çekip gitti. Ben mi? Gider miyim hiç? Gitmezsin dediğinizi duyar gibiyim. Ama arkadaş açlıkta, işsizlikte bir yere kadar ben de bir noktada artık pes ettim. Memlekete geri dönmeye karar verdiğim, umudumun tükendiği o anlarda elime telefonu aldım. Kardeşimi arayacak ve babamdan benim için otobüs biletimi almasını isteyecektim. Malum cepte bırak bilet almayı ekmek alacak para kalmamıştı. Daha kardeşimi arayamadan onun ismini yanıp sönen telefon ekranımda gördüm. Kardeşlik işte böyle bir şeydi. Garibim durumumu hissetmiş olmalıydı. Dile kolay dokuz ay benden sonra anne karnında yerime yerleşmişti. Aynı yollardan geçip geldik bu zamana kadar. Ben daha ağzımı açamadan “Sana çok güzel bir iş buldum.” Dedi. Benim gözlerim ışıldamaya başlamıştı. Kardeşim sayesinde hayat benim için İstanbul’da daha yeni başlıyordu. Gün hayatıma öylesine aydınlık doğdu ki her şey o telefon ile bambaşka bir hal aldı. Leyla bana arkadaşlarının tanıdıkları vasıtasıyla bir radyoda gece programı yapma imkânını sağlamıştı. Ve ben aylar sonra ilk defa gerçekten mutluluktan gülümsemiştim. O günden sonra yaklaşık iki yıldır da radyo da geceleri üç saat boyunca “Sanemsi Ezgiler” adıyla program yapıyordum. Başta radyonun sahibi benden hiç de umutlu değildi. Bir aylık deneme süresi demişti. Ama aldığımız geri dönütler ve patronun cebinin giderek benim sayemde dolmaya başlaması beni orada tutulan biri haline getirdi. İnsan sevdiği işi yapınca, yüreğindekileri karşısındakine samimiyetle paylaşınca sonuçları da güzel oluyordu. Her şey çok güzel gidiyordu. Memlekete bayram da seyranda kısa ziyaretler yapıyordum. Geçmişte yaşadığım aşk acısının üzerine toprak atalı çok olsa da Muğla bana çektiğim acıları hatırlatıyordu. Muğla bana Çınar’ı hatırlatıyordu. Çınar mı? Onun nasıl bir şerefsiz olduğunu yakında size anlatacağım ama şimdi ondan daha önemli bir sorunum var. O da babamın büyük bir emrivaki yapıp beni memlekete geriye çağırmasıydı. Bugüne kadar defalarca görücü haber yollamıştı ama babam hepsini bir şekilde geri çevirmişti. Ama şimdi beni bizzat kendisi arayarak “Geleceksin, istemiyorsan kendin söyleyeceksin.” Dedi. Sırf hayır demek için beni çağırması pek de hayra alamet değildi ya neyse. Kardeşim desen o gün bugündür telefonlarıma çıkmaz oldu. Burnum pek iyi koku almasa da kendimi Muğla’ya giden otobüsün içinde bulmuştum. Patronum böylesine ani bir izine sıcak bakmasa da hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle “En fazla iki gün.” Diyerek beni gönderdi. Kararımı vermiştim. Görücülere “İstemiyorum.” Diyeceğim ve ilk otobüsle işime, nefes aldığım şehre geri dönecektim. Gözlerim gökyüzündeki yıldızlara eşlik ediyordu. Yollar bana kendimi, yaşadıklarımı, geçmişimi sorgulama imkânı veriyordu. Geçmişimi hatırladığımda ise kabuk bağladığını düşündüğüm yaranın kanadığını canım acıyarak hissediyorum. O kabuğun altındaki isim ise Çınar’dı. “Ah Çınar!” Dedi yüreğim, “Mahvettin bizi de geleceğimizi de.” Diye veryansın etti ruhum, “Seni asla affetmeyeceğim.” Dedi aklım. |
0% |