Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28.Bölüm (1.Kitap Finali)

@umay_6

 

SİZİ HEMEN BÖLÜME BIRAKIYORUM AMA BÖLÜM SONUNDAKİ AÇIKLAMAYI OKUMAYI UNUTMAYIN SAKIN!

 

 

 

 

 

 

Bir annenin evladı için endişelenmesi, yalın ayak dolaşması ve acısını saklamadan çekinmeden yaşaması nasıl bir duyguydu hiçbir zaman bilemeyecektim.

 

Bir çocuğun korktuğunda annesine sığınmasını, kaybolduğunda annesini aramasını ve annesinin onu hiçbir zaman bırakmayacağına inanması nasıl bir şeydi hiçbir zaman bilmeyecektim.

 

Baba nasıl bir güvenli dağ demekse, abi üzerime düşen o dağın gölgesiyse anne sarıp sarmalayan, saklayan, sakınan ve koruyandı.

 

İçimde saklı kalmış kız çocuğunun üzüntüsü vardı.

 

Onun yarasını taşıyordum.

Bir çocuğun yarasını taşımak çok acıtıyormuş.

Kırgınlığı nefes aldırmıyormuş.

Bilmiyordum.

 

Ev demek bazen anne demekti ve benim evim yoktu.

 

Hiç olmamıştı.

 

Bir can evim vardı sadece.

 

Katran karası gözlerle, deniz kokusuna sahip olan.

 

Can evim, vardı.

 

Bir bana vardı.

 

Hepte olacaktı.

 

Vakit gelmişti.

 

Vakit artık ne çok uzaktı ne de çok yakındı.

 

Vakit artık gelmişti ve ben bugün can evimden yanacaktım.

 

Nasıl gittim Zeynebin yanına bilmiyorum.

 

O kara haberi nasıl verdim, bir annenin yüreğini nasıl yaktım onu biliyordum işte.

 

Bir kadın vardı hayatımda. Adı Zeynep olan. Bana can dost, yoldaş olan. Bir ihtimal bile olda verdiğim haberde sinir krizi geçiren ve kahvelerindeki parıltının sönmesine sebep olan bir haber verdim ben ona.

 

Yaşarken öldürdüm kardeşimi.

 

Yaşarken yaktım yüreğini.

 

Bir annenin kulağından bir ömür silinmeyecek o haberi verdim ben bugün.

 

Bir adam vardı hayatımda. Adı Sinan olan. Bana abi olan. Bana öz abimden de abim olan. Üniversite yıllarında beni koruyup kollayan. Benim için girdiği her kavgada karakolluk olan. O kavgalarda aldığı yaraları saran bir kardeşi vardı.

 

İki abim vardı. Biri varlığıyla bile yokluğunu hissettiren. Diğeri ise yokluğunda bile var olan.

 

Karısının feryadında can vermişti bugün. Benim haberimde boğulmuştu.

 

Bir çocuk vardı hayatımda. Can almama, can vermeme sebep olacak olan bir çocuktu. Adı Uraz olan. Bana umut olan. Bana evlat olan. Bana doğurmakla anne olunamayacağını öğreten. Bana en güçsüz anlarımda bile varlığıyla ilaç olan. Korktuğunda annesini bulamadığında bana sığınan. Göğüsümde uyuttuğum, hastalandığında başında sabahladığım, düştüğünde kaldırmak için beklediğim o çocuk yoktu şimdi.

 

Bir çocuk girmişti altı sene evvel hayatıma.

 

Şimdi yoktu.

 

Üzerinde kocaman harflerle MORG yazılı olan tabela içimi deşiyordu. Zeynep buz gibi zemine çökmüş gözlerini yere dikmiş içeriye girmeye cesaret edememişti. Sinan, hemen Zeynebin yanındaydı. Ona sığınmıştı çünkü bu hayatta Zeynep ve Urazdan başka kimsesi yoktu.

 

Kaybedince anlaşılıyormuş demekki bazı kalplerde yerin.

 

Kaybedince anlaşılıyormuş demekki bazı insanlardaki yerin.

 

Varlığına alıştığın bir insanın yokluğuyla sınandığın zaman bazı şeyler için çok geç oluyordu.

 

Telafi edilmesi gereken her şey yaşarken edilmelidir.

 

Yoksa gidenin arkasından ağlamakta, af dilemekte boşaydı.

 

Çünkü giden geri gelmiyordu.

 

Olan kalana oluyordu.

 

Anıların acı hatırasıyla yaşıyordu. Gideninse yokluğuna alışılıyordu.

 

Bir zaman sonra artık varlığı aranmıyor, yokluğu eskisi kadar yaralamıyordu.

 

Acıtmıyordu.

Eskisi kadar acıtmıyordu.

 

Hayır.

Eskisinden de daha çok acıtıyordu ama benim bunu kendine itiraf etmeye gücüm yoktu.

 

Bazen bazı şeyleri kabullenmemek daha iyidi.

 

Ne Zeynep cesaret edebilmişti içeriye girmeye ne de Sinan.

 

Acı da, yaşanacak olanda yine bana kalmıştı.

 

İçeride yatan çocuk Uraz olmasa bile örtünün altındaki yüzü hiçbir zaman unutmayacağımı çok iyi biliyordum.

 

Öylece dikilip kalmıştım aralık kapının önünde. Ne bir adım ileri atabiliyordum ne de geri.

 

Yıllar evvel yine bir hastanedeydim. Eksi birinci katta üzerinde MORG yazılı bir kapının önündeydim. Yüreğim ağzımda bekliyordum.

 

Hatırlamak delicesine yaktı canımı.

 

Saat gece yarısını çoktan geçmişti. İçinde bulunduğum hastanenin eksi birinci katında bir kapının önünde öylece dikiliyordum.

 

Neden üzerinde kocaman harflerle MORG yazan kapının önünde durduğumu bile özümseyemiyorum. Saydım sakinleştiricilerle ayakta duruyordum. Hemen arkamda Seval anne vardı ve eli kalbinde bir sandalyenin üzerinde oturuyordu. Oraya girmeye yüreği dayanmazdı.

 

Ruhsuz birisi gibi çekingen adımlarla kapısı yarıya kadar açık olan morgdan içeriye girdim ve buz gibi soğuk dişlerimin gıcırdamasına, ürpermeme sebep olurken kalbim korkuyla kanat çırptı.

 

Kapının girişinde beni üzerinde önlükle bir adam karşıladı.

 

"Devrim Ali Özkan." Dedim içim yana yana. Adamın bakışlarında buz gibi bir ifade varken az önce girdiğim kapıyı kapattı ve çelikten yapılma bölmeye doğru ilerledi. Demir tabutlardan birisini çıkarırken, üzeri beyaz bir örtüyle kaplı heybetli olduğunu vücudunu tamamen örtemeyen örtüden anlamıştım.

 

Hazır olup olmadığımı sormadı bile. Kafasına kadar örtülü olan çarşafı omuzlarına kadar çektiğinde geriye doğru çekildi ve onu gördüm.

 

Sevdiğim adamı.

 

Kirpiklerim anın yoğunluğuyla titrerken sarsak adımlarla ona doğru yaklaştım ve demir tabuta tutunurken titreyen ellerim rengi solmuş, cansız saçlarına tutundu zorlukla.

 

Yavaş yavaş parmaklarımı gezdirdim saçlarında, onun sevdiği gibi.

 

"Ali?" Dedim. Sesim bir fısıltıdan farksızdı. "Alim." Dedim bir kez daha. Gözümden akan birkaç damla yaş onun bembeyaz tenine düştü. Avuçlarım yüzüne sarılırken buz gibi olduğunu fark ettim. Neden bu kadar soğuktu? Niye gözlerini açmıyordu? Neden hiç gülümsemiyordu?

 

"Ne olur..." dedim hıçkırıklarımın arasından feryat figan. "Ne olur, yapma bunu bana. Yapma bunu, Alim." Dedim omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken. "Öldür beni," dedim dudaklarımı saçlarına bastırırken. "Beni öldür ama bana bunu yaşatma."

 

Dudakları mosmor, teni bembeyazdı. "Buz gibi olmuşsun, Alim." Dedim dudaklarımı bütün yüzünde gezdirirken. "Çok soğuk bak burası, hadi evimize gidelim." Kalkması için çekiştirdim ama gücüm yetmedi. Kıpırdamadı bile. "Hadi kalk... Kalk, yapma bunu bana. Sana ihtiyacım var, ne olursun Ali. Ali ne olursun kalk. Kalk, Allah aşkına kalk."

 

Cansız bedeni kıpırdamadı bile. Hiçbir tepki vermedi.

 

Hıçkırıklarım, feryatlara dönüşürken çığlıklarım bütün hastaneyi inletiyordu. Kendimden geçmiş gibi, çok "ALİ!" Diye bağırıyordum avaz avaz. "ALİM!" Dedim boğazım yırtılırcasına. Kimse ayıramadı onu benden.

 

Sesimi duyan Seval Annenin, "OĞLUM!" Diyen yürek yıkan çığlık kapının hemen ardından geldi ama öylesine güçlüydü ki sanki kulağımın dibinde işittim çığlıklarını. "OĞLUM!"diye bağırıyordu Seval anne avaz avaz.

 

"ALİ!" Diye haykırdım. "HAYIR!" Diye bağırdım, beni çekiştiren görevliyi iterken. "SÖZ VERMİŞTİN!" Diye haykırdım boğazım yırtılırcasına.

 

Görevliler zorlukla, vücuduma vurulan sayısız sakinleştiriciyle beni ondan koparırken, "Yapma bunu bize." Demiştim. "Ben dayanamam. Ben yapmam. Ben bu acıyla baş edemem. Yalvarıyorum sana kalk."

 

Kalkmadı.

 

Sen sözünü tutardın Alim. Sen sözlerini tutardın ama bana verdiğin hiçbir sözü tutmadın.

 

Giderken arkanda kırgın bir kadın bıraktın. Yarasını bir kez daha kanattın.

Sarmak için geri döndüğünse ise Alim, her şey için çok geç kalmıştın.

 

En çokta bize.

Bize geç kaldın.

Gerçi neden şaşırıyorum ki?

Sen hep bize geç kalırdın.

 

Sana gitmeler yakışırdı.

 

Sen benden hep giden olurken ben ardında kalan olurdum.

 

Hep sende kalırdım ama bir gün geldi ve sen artık hiç yoktun bende.

 

Çünkü o gün artık sende olmadığımı ve canımı böyle delicesine yakan illetten kurtulduğumu anladığımdı.

 

Sen gittin.

Ben kaldım.

Ve biz bittik.

 

Bir daha hiç başlamamak üzere.

 

"Ölesiye." Diye fısıldadım gözlerimin takılı kaldığı MORG yazısına doğru. "En azından bir zamanlar öyleydi." Dedim kendi kendime.

 

Can.

Can yanığı.

Can yanığı, kalp kırığı.

 

Ali, hala komadaydı. Hastanedeydi, yalnızdı.

Benim gibi yalnızdı. Yaralıydı, kırgın, kızgın ve yarımdı. Hepte öyle kalacaktı çünkü ben ona hiçbir zaman dönmeyecektim.

 

"Yarımın, yarısı." Demişti bir keresinde bana. Hiç unutamamıştım.

 

"İzgi?" Omuzlarıma dokunan tanıdık ellerle beraber sesi ulaştı kulaklarıma. Daldığım yerden çekip çıkarırken beni sesi, irkilmeden edemedim.

 

Benim yarımın yarısının can veren nefesi, şah damarımdaki yanığa çarptı.

 

Ben hala onun yarısıydım belki ama artık o benim yarım değildi.

 

Benim yarımın yarısı hemen arkamdaydı.

 

Adı; Keskin Ardıç Alacahandı.

 

Can evimdi.

 

"İçeride göreceklerini kaldıramayabilirsin." Dedi karanlığı yuvan edinen sesiyle. "Bu senin için bile fazlasıyla ağır bir yük. Bırak bir başkası baksın." Dedi beni ikna etmek ister gibi. İçeriye girmemi en başından beri istemiyordu.

 

"Emin olmamız lazım." Dedim acı bir fısıltıyla. Dilimden dökülen her zehir zemberekti. Sanki ruhum çırılçıplaktı. Üzerine damlatılan sıvının adı kezzaptı ama rengi zift rengiydi. Küçük küçük damlalar halinde üzerime dökülüyor canımı yakıyor, ruhumu kanatıyordu ama öldürmüyordu.

 

Yok etmiyordu.

Bana, ruhuma işkence ediyordu.

 

Ben Keskine can yanığı, kalp kırığıydım. Hiçbir zaman merhem olmamıştım. Olamayacaktım.

 

"Benim bakmam lazım," Mantıklı düşünemiyor ne yaptığımı kestiremiyordum. Tükenmiştim artık. Kimseyi ikna etmek, bir şeyleri anlatmak için çabalamak ve acımı bağıra çağıra yaşamak istemiyordum. Halim kalmamıştı.

 

Bir adamın göz bebeği olan, içinde yaşanmışlıkları hatırları olan bir evdim sanki. Yıkılmaya çok müsait olan, yıkılmasını dört gözle bekleyen hatta yıkıldığında o evden kalan parçaları bile çekip atmak için hazırda bekleyen insanlar vardı. Arkalarında koca koca dozerlerle üzerimden geçmek, beni lime lime etmek ve yıkmak için hazırda bekliyorlardı ama bir adam vardı.

 

Onları benden uzak tutan. Canım yanmasın diye o evin kapısında oturan. Sanki içeri girse, arkasını dönse o dozerlerle birlikte yıkacaklardı beni ve o bunu bilir gibi ben her acımla baş başa kaldığımda yanı başımda beliriveriyordu.

 

Camım çerçevem yoktu. Kırık dökük, birkaç tahta parçasıyla kolonlarla ayakta kalmaya ve yıkılmaya müsait olan o evdim ben. İçim buz gibiydi.

 

Kimseye yuva olmazdı.

 

Tereddüt dolu, sarsak bir adım attım öne doğru. Omuzlarındaki elleri umutsuzlukla düştüğünde varlığı geri çekildi ve boşlukta salındığımı hissettim bu hareketiyle.

 

Adım attıkça buz gibi soğuk çarptı tenime. Üşüdüğümü hissettim. Çok soğuktu. Burası böyleyse kim bilir toprağın altı ne kadar soğuktur?

 

Annemde üşümüş müdür? Diye düşünmeden edemedim. Buz tutmuş mudur bedeni? Elleri, ayakları soğuktan mosmor kesilmiş midir?

 

Kırdılar ya kanadımı annemi benden aldıklarında. Açtılar ya bende kapanmayacak bir yara. Yüreğe şifa olanı yüreğimin yarası yaptılar ya hani.

 

Annem benim, merhemim değilde yaram oldu ya hani.

 

Ben her ölümün acı gerçeğiyle yüzleştiğimde böylesine boğazıma kadar yaşlarla mı dolacaktım?

 

"Yaşanacak çok şeyimiz vardı anne." Dedim demir kapıyı itip sarsak adımlarla içeriye girerken. "Seni bana çok gördüler. Bizi birbirimize çok gördüler." Diye fısıldadım acıyla. İçeri de hemen ortada bir taşın üzerine küçücük bir beden vardı. Üzerine beyaz bir örtü örtmüşlerdi. Örtünün altından gözüken ayakları bembeyaz kesilmişti. "Seninle yaşayamadığım her şey ukde kaldı içimde." Bir adım daha attım. İçerinin soğuğuna rağmen ciğerim alev alev yandı.

 

Örtünün altındaki saçlar çarptı gözüme yaklaştıkça.

 

Allah'ım.

Allah'ım ne olur.

Ne olur Allah'ım.

 

Uraz saçlarının rengini annesinden almıştı. Peki bu örtünün altından gözüken, canlılığını yitirmiş saçlar neden bu kadar çok benziyordu onun saçlarına? Niye örtünün altındaki küçücük bedenin yarattığı enkaz nefesimi kesiyordu?

 

Allah'ım bu acı da neydi? Göğüsümü sıkıştıran, nefesimi kesen bu acı da neydi?

 

Yanmaktan da öteydi bu. Bir okyanusun içinde göz göre göre ölüme terk edildiğimi hissediyordum.

 

Boğuluyordum.

 

Ruhum karanlığa gömülüyordu ama sevdiğim herkes bana sırtını dönüyordu sanki.

 

Kapının dışında öyle bir sessizlik hakimdi ki hepsinin yüreği ağzında beklediğini biliyordum. Dudaklarımın arasından çıkacak olan tek bir feryat canın bedenden çıkmasına sebep olacaktı.

 

"Hazır mısınız?" Yabancı bir ses zihnime sızdığında ıslak gözlerimi farkında olmadığım görevliye diktim. Örtüyü açmak için hazırda bekliyordu.

 

Böyle bir şeye nasıl hazırlanırdı? Buna nasıl hazırlık yapılırdı?

 

Bilmiyordum.

 

Artık hiçbir şey bilmiyordum.

 

Cevabımı beklemedi. Sessizliğimden ve öylece bakmamdan sıkılmış olacak ki beklemediğim bir anda örtüyü kavradı ve ölü bedenin omuzlarına kadar açtığında kalbimin atmayı bıraktığını hissettim.

 

Nefesim boğazıma tıkanırken göğüs kafesimin altında adına kalp dedikleri şeyi hissedemiyordum. Tekmeleri ne korku doluydu, ne heyecan, ne de mutluluk.

 

Hiçlikti. Koca bir hiçlik çünkü atmayı bırakmıştı.

 

Gördüğüm suret zihnime kazınırken genzimden garip, acı dolu bir ses çıktı. "Ah." Dedim acıyla. Dudaklarım aralandı ama sadece boğazımdan yükselen garip, acı dolu sesler çıktı sadece.

 

Hazırda bekleyen yaşlar yanaklarıma akın ettiğinde geriye doğru bir adım attım. Sarsak ve tedirgin adımım ayaklarımın birbirine dolaşmasına ve dizlerimin üzerine küt diye düşmeme sebep olurken avuçlarım buz gibi zemine yaslandı.

 

"Hanımefendi!" Dedi görevli hızla yanıma gelirken, ellerinin baskısını bedenimde hissettim ama tek yaptığım omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamak oldu.

 

O değildi.

 

Uraz değildi.

 

Orada yatan benim yeğenim, oğlum değildi.

 

Çok şükür ki o değildi.

 

"İzgi?!" Onun sesini duydum. Karanlığın içinden beni çekip çıkaran dingin sesini. Dokunuşlarını tenimde hissettim. "Bana bak güzelim." Dedi endişeyle. "Bana bak." Yaşlar öylesine çoktu ki önümü görmekte bile zorlanıyorum.

 

"Değilmiş." Dedim hıçkırıklarımın arasından. "Keskin, Uraz değilmiş." Dedim şükür dolu bir sesle. Yüreğimdeki korku göğüs kafesimden kalktığında dolan gözlerimden boşalan yaşlar yanaklarıma sicim sicim akın etti.

 

Orada yatan benim canım değildi ama bir başka annenin canıydı. Ben Uraz olmadığı için, içimi sıkıştıran acıya ağlarken belki bir başka anne oğlunun yaşadığı umuduna tutunuyordu.

 

"Tamam güzelim," Beni göğüsüne doğru çektiğinde büyük elleri saçlarımı okşadı. Dudaklarının sert baskısını saçlarımda hissettim. "Bitti tamam mı? Sana söz bulacağız Urazı ama yalvarıyorum sana nefes al." Diye yakardı. Genzimi tıkayan acı nefesimi kesmişti. Konuşmakta güçlük çekme sebebim buydu. "Yalvarıyorum nefes al, İzgi." Dedi kolları arasında titreyen bedenimi sıkı sıkı tutarken bir krizin eşiğine gelmemden deli gibi korkuyordu.

 

Göğüsünde titreye tireye soluklarınken, "İşte böyle." Dedi şükreder gibi. "Aferin benim güzel karıma." Dedi beni sarıp sarmalarken kolları bacaklarımın altından dolandı ve ne olduğunu anlamadan titreyen bedenimi kucağına aldığında başım göğüsüne düştü ve dudaklarının arasından titrek bir nefes kaçtı.

 

Morgdan çıktığımızı buz gibi soğuğu artık hissedemediğimde fark ettim. Bedenim yine onun tarafından kapıdaki sandalyelere bırakılırken Zeynebin ve Sinanın korkuyla ve dehşetle bana baktıklarını gördüm.

 

Alacakları haber onları deli gibi korkutuyordu.

 

"Değil," dedim ağlaya ağlaya başımı iki yana sallayarak. Zeynep eli göğüsünde rahat bir nefes alırken yaşlar gözlerinden boşaldı. "Uraz değil." Dediğimde Sinan mutlulukla gülümsedi.

 

Zeyneple birbirlerine öyle bir sarıldılar ki içim acıdı.

 

Keskinin nereden bulduğunu bilmediğim suyun ağzını dudaklarıma yasladığını fark ettiğimde zorlukla birkaç yudum aldım.

 

Zeynep omuzları sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlarken, Sinanda onun omzunda sessiz sessiz ağlıyordu. Birbirlerine sığınacak tek limanlarıymış gibi sıkı sıkı sarılırken bir yandan da için için ağlıyorlardı.

 

Keskinin elleri yüzüme yapışan saçlarımı sıyırdığında ellerinin ıslak olduğunu çok sonra fark edebildim. Kara gözlerinde derin bir endişe hakimken. Gözlerini gözlerimden çekmeden koca avuçlarının arasına aldığı ellerime uzun bir öpücük kondurdu. Kara gözleri ağır bir yavaşlıkla kapanırken göğüs kafesi rahat bir nefesle şişip kalktı.

 

"Çok şükür," dediğini duydum belli belirsiz. "Çok şükür iyisin."

 

"Oğlumu bul yalvarıyorum sana, Sinan." Dedi Zeynep sinanın kolları arasında hıçkıra hıçkıra ağlarken. "Oğlumu getir bana, ne olursun." Dedi içi yana yana.

 

Hayat çok garipti. Kendinizi en mutlu ve güvende hissettiğiniz anda sanki bunu bilir gibi, mutluluğunuzu hisseder gibi her şeyi tepe taklak etmek için uğraşırdı. Kaderin yazgısını koyardı önümüze.

 

Kaderinin çizdiği yoldan şaşarsan, bataklığa saplanırsın demek istiyordu.

 

Sana çizdiğim yola sapmazsan, başka bir sapaktan sapmaya kalkarsan o asfalta gömerim seni diyordu.

 

Sana verdiklerimle yetin diyordu. Yoksa mutluluğun, sevginin, sevilmenin tadını aldığında bırakamazsın. Sen her bu içinle yetinmediğin sürece evini başına yıkacağım diyordu. Kalbini paramparça edeceğim diyordu.

 

Senin ruhunu acılara gebe edeceğim ve kalbini acılarla besleyeceğim diyordu.

 

Sadece görmek istemiyorduk. Anlamak, kabullenmek istemiyorduk çünkü insan oğlu çok aç gözlüydü.

 

Sevgiye, sevilmeye, mutlu olmaya, huzurlu hissetmeye, ondan koparılanları geri almaya açtı.

 

İpin ucunu kaçırdığında ise, beslediği o duygular kör bir bıçak olur kalbinin orta yerine saplanırdı ama ruhunu kanatırdı.

 

"Oğlumu istiyorum," dedi tükenmiş bir halde. Gözlerim Zeynebin elden ayaktan düşen, bi çare haline saplı kalmıştı.

 

Kardeşimin göğüsünü sıkıştıran acı, benim nefesimi kesiyordu.

 

Sıcak, tanıdık ve büyük eller saçlarımı okşadı. Heybetli ve koca bedeni yanımda yer aldığında artık yaslanacak bir omuzum vardı.

 

Yine, can evimdeydim.

Canımdaydım.

Canıma yaslıydım.

 

"Bulacağız." Dedi tok ve kalın sesi. Çocuk avutur gibi beni avutuyordu. "Ne istersen söyle, senin için yapacağım." Dedi gür ve kalın sesiyle.

 

Ciğerimi sıkıştıran bir nefes daha çektim içime. Aldığım her nefes gözlerimin dolmasına sebep oldu.

 

Bir gün kan ağlayacaktım ve o gün çok ama çok yakındı.

 

Can kırığı.

Ben nasıl yapacağım sensiz?

Ben nasıl yapacağım?

 

"Uraz," dedim titreyen sesime karışan acıyla. Adını böyle zikretmek canımın acısını katladı."Bana, oğlumu getir Keskin." Diye fısıldadım boşluğa doğru. "Senden oğlumu istiyorum."

 

Kalbimin orta yerine batan ve ince ince eleye eleye göğüsümü delen şey bir kıymık gibiydi. Oraya batmıştı. Canımı çok fazla yakıyordu ama çıkardığımda daha çok açılacağını biliyordum.

 

Uraz için döktüğüm göz yaşından birini bile onun bebeği için dökmemiş, böyle elden ayaktan düşmemiş ve seferber olmamıştım.

 

Acısına yarenlik etmemiştim.

 

Şimdi Uraz için döktüğüm her göz yaşı, onun için yaşadığım her acı onun kalbine bir kıymık gibi batıyordu biliyorum.

 

Canı, canı gönülden yanıyordu biliyordum.

Canından can gitmişti. Yarısı, bebeği gitmişti.

Nasıl yanmasındı?

 

Evladını kaybeden her baba gibi, onun da göğüs kafesi yanmıştı. Kalbi kan revan içindeydi.

 

Tedavisi hiç fayda etmezdi.

 

Canı gönülden yanmıştı bir kere. Hevesi kursağında kalmıştı. Nasıl acımasındı?

 

🥀

 

 

 

"Bir küçücük aslancık varmış," Zeynebin naif sesi içinde bulunduğum odada yankılandı. Kucağında Urazın oyuncağına sıkı sıkı sarılmış, her gece oğlunu uyutmadan önce söylediği şarkıyı mırıldanıyordu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ama biz bir arpa boyu yol kat edememiştik.

 

Zeynep delirmemin eşiğine gelmişti artık. Ne yapacağımı, onu nasıl teselli edeceğimi bilmiyordum. Tek yaptığım yanında olmaktı.

 

"Kırlarda ko- ko- koşar oynarmış." Sesi yüreğimi ayaklarının altına aldı. Acının emaresi gözlerine yuva edindiği gibi sesine de yuva edinmişti kendini. "Babası onu pek çok severmiş," dedi bir kez daha. Canlılığını yitiren yeşillerim bilgisayar ekranındayken ona bakmaya korkuyordum. "Babası onu pek çok severmiş." Diye tekrar ettiğinde sesinde asılı kalan boşluğu fark ettim.

 

Boydan boya cam olan duvarın arkasındaysa gözüme bir adam çarptı.

 

Onu gördüm.

 

Douglas Vanceyi.

 

Hayatımın dönüm noktasına sebep olan o günü hatırladım sonra.

 

Önümde iki yol ayrımı vardı.

 

Aklımla, kalbim arasında sıkışıp kaldığım, gecenin karanlığıyla bütünleştiğim, ışığımın yavaş yavaş söndüğü bir andaydım.

 

Bir mumun titreştiği gibi henüz sönmemek için direniyordum.

 

Direnmek zorundaydım.

 

İçimdeki kız çocuğu bir piyanonun sessiz çığlığında can buluyordu belki de. Henüz hiçbir şeyin farkında olmasamda aslında her şeyin farkındaydım.

 

Ne söyleyeceğinizi bilemediğiniz bazı anlar olurdu. Kelimeler karmakarışık bir hale bürünür cümleyi kurmayı bırak konuşmayı beceremediğiniz anlar olurdu.

 

Yine o anlardan birindeydim.

 

Nikahıma üç gün vardı ve ben yararlandığım bir boşlukta biraz hava almak için dışarı çıkmıştım.

 

Keşke çıkmasaymışım ama bu karşılaşma elbet bir gün gerçekleşecekti.

 

Douglas Vance' nin saatler önce yaptığı teklif zihnimi bulandırmış, Kafamın içinde büyük bir karmaşa yaşanmasına sebep olmuştu.

 

Kendimi bildim bileli zihnimde susmak bilmeyen o ses şimdi zihnimin karanlık köşesine çekilmiş öylece beni izliyordu. Sanki o bile ne söyleyeceğini bilmiyor gibiydi.

 

"Saatlerdir buradayım," dedi tok bir sesle aramızda süren sessizliği bozarken. "Teklifime hala bir cevap vermedin? Daha ne kadar bekleyeceğim?" Sabırsızdı. Sabırsız insanları sevmezdim.

 

"Hemen karar vermemi bekleme benden," dedim sıkıntılı bir sesle. Bulunduğumuz odada tek bir ışık bile yoktu. Karanlık üzerimize kara bir çarşaf gibi örtülmüştü. "Benden istediğin kolay bir şey değil." Dedim kurmuş dudaklarımı ıslatırken. "Aileme ihanet etmekten bahsediyorsun." Dilimden dökülen her bir kelimde zihnimde büyük bir kargaşaya sebep oluyordu.

 

Düşünmem lazımdı.

 

Yalnız kalmam lazımdı.

 

"İki gün," dedi sert ve katı sesiyle. Daha fazla beklemeye sabrı kalmamış gibi oturduğu koltuktan hareketlendiğini gördüm. "İki gün sonra bana cevabını bildir. " Bana arkasını dönmüş gitmek için hareketlenmişti ki onu durdurdum.

 

"Aklımda soru işaretleri var," dedim buz gibi bir sesle. "Nasıl olacak? Her şey anlattığın kadar basit olmayacaktır. Bile bile ölüme yürüyoruz. Varlığım anlaşılırsa yer yerinden oynar." Karanlığın içinde bakışlarımı zar zor seçebildiğim silüetine sabitlemiş vereceği cevabı tedirginlikle bekliyordum.

 

"Onlar gibi davranacaksın," dedi bana dönemden hemen önce. Bir kaç adımda dibimde bittiğinde kemikli çehresini seçebiliyordum.

 

"Ne?" Dedim yalın bir sesle.

 

"Mesleğini kullanacaksın. Sanki bu mesleğe babanın işlerini daha rahat yürütebilmesi için girmiş gibi yapacaksın." Dedi katı bir sesle. Güldüm. Alay dolu, ukala bir gülümsemeydi bu."Keskinle evlendikten sonra yaptığı her şeye göz yumacaksın. Vakti geldiğinde seni Meclise sokacağım. Yararlandığımız bir boşlukta seni yer altına indireceğim." Dedi sertçe. "Meclisin kalbine gireceksin." Dediğinde kalbim heyecanla göğüs kafesime çarptı.

 

"Bu imkansız!" Dedim tiz bir sesle. "Kimse buna inanmaz. Beni tanıyan herkes durup dururken onların tarafında olmamı sorgulayacaktır. O insanları aptal mı sanıyorsun sen?" Çehremde öfke dolu bir ifade belirdiğini emindim. "Yıllarca her Meclisle karşı karşıya geldiğimde müsahma gösterdim mi hiç birine? Karşıma çıktıklarında onlara acıdım mı? Bana sunduklarını kabul ettim mi?" İçimi sıkıştıran derin bir nefes aldım. "Bana Meclis için çalışmamı teklif ettiklerinde kabul ettim mi Vance?!" Diye bağırdım. "Sen değil miydin o teklif bana sunulurken, o masada oturan?! Meclis! Babam! Abim! Etrafımdaki herkes yıllarca Meclise çalışmam için peşimde pervane gibi dönüp durmadınız mı?! Şimdi durup dururken onların tarafına geçmem bütün şüpheleri üzerime çekmez mi?!" Dedim öfke dolu sözlerle.

 

"İmkansız değil, artık bir Alacahan olduğunun farkına var." Kaçtığım gerçeği yüzüme tokat gibi çarptığında ona bakakaldım. "Her ne kadar istemediğin bir evliliğe zorlanmış olsan da bunu fırsata çevirmekte senin elinde."

 

"Benden devirmemi istediğin adam benim kocam olacak o adam Vance," Harelerim mavilerine kenetlendi. "Benim gibi oda bu evliliğe ailesi yüzünden zorlandı."

 

Ona inanmıyordum.

 

Başsavcıyla anlaşmış olabilirdi. Onun güvenini kazanmış olabilirdi ama bu yolda yanımda bile yürüse ona güvenemezdim.

 

Meclis belki de aldığım görevin farkındaydı ve bunu ortaya çıkarmak için yem atıyordu.

 

Kimseye güvenemezdim.

 

Hiç kimseye.

 

"Ayrıca," dedim ona doğru bir adım atarken uzun boyundan dolayı başımı hafifçe kaldırmak zorunda kalmıştım. "Seni en yakın dostuna ihanet etmene sebep olan nedeni merak ediyorum." Çehresine katı bir ifade düştü. Gözleri ifadesiz ve boş bakıyordu. Yüzünde ve mimiklerinde hiçbir şey yakalayamadım.

 

"Bana o nedeni vermek zorundasın." Dedim kelimelerin üzerine basa basa.

 

"Sebep?" Diye atıldı bir anda, sertçe.

 

"Sana öylece güveneceğimi mi sanıyorsun?" Diye alayla sordum. Burnundan sert bir nefes verdi. "Sende Meclisten değil misin? Yıllarca sadakatle bağlı olduğun dostuna neden ihanet etmek isteyesin? Senin bu işten ne çıkarın olabilir Douglas?!" Dedim sorgu dolu bir sesle.

 

Başını hafifçe geriye doğru çekti ve dilini damağına vurduğu için boğazından tok ve boğuk bir ses çıktı. "Yıllarca Meclisin için çalıştım. Meclis Uluslarası bir örgüt. Bu örgütün başında yer almak için neleri feda ettim haberin var mı senin?!" Gözlerindeki kıskançlık şaşkınlıkla ona bakmama sebep oldu. "Lider koltuğuna oturmak için gün sayarken bir Alacahan ailesi geleneği yüzünden kardeşim dediğim o adam oturduğu koltuğa!" Dedi öfkeyle. "Sırf varis olduğu için!" Diye isyan etti.

 

"Bütün bunlar Meclisin başına geçmek istediğin için mi?!" Dedim hayretle. "Sırf Lider olmak istediğin için mi?"

 

"Sen hala anlayamadın galiba?" Dedi alayla. "Mesele hiçbir zaman Mecliste Lider olmak değildi." Bana doğru bir adım attığında geri çekildim. "Asıl Mesele bütün dünyanın Kralı olmaktı. Meclise Lider olmak demek, bütün dünyayı avuçlarının arasında tutmak demek." Dedi dilinden zehir akıtırcasına. "Senin kocanın bir tacı eksik başında ama o taç gözükmese bile varlığını koruduğu bir gerçek."

 

İçimi kaplayan huzursuzluk dalga dalga bedenime yayıldı. Gözlerime yerleşen şüpheyi dikkatle inceledi.

 

"Madem bana inanmıyorsun, bende sana bir şey hatırlatayım öyleyse." Dediğinde kaşlarım çatıldı.

 

Bir kaç adım ötemizdeki masanın üzerinden siyah kapaklı bir dosya aldı. Adımlarını tekrar bana doğru yönlendirirken karşımda durdu ve dosyayı bana uzattı. Parmaklarım dosyayı kavradığında bakışlarım kapağına indi ve dudaklarım aralandı.

 

ALACAHAN AİLESİ OPERASYON DOSYASI

 

Başsavcının nikahtan bir hafta önce bana vermiş olduğu dosyaydı. Avuçlarımın arasında tuttuğum dosya beni yakıp kül edecekti. Almış olduğum görev bana çok fazla şeye sebep olacaktı.

 

Saatler önce buraya gelmiştim. Gelmek zorunda kalmıştım.

 

Meclise sızarken bana yardımcı olabilecek tek adam karşımda duruyordu.

 

Şakınlığım hala yerini korurken maskemin arkasında gizli bıraktım ifademi.

 

"Sana içeriden yardım edecek olan o adam," Büyük bir şaşkınlıkla ona baktığımda bundan keyif aldığını gördüm. "Benim."

 

Vücudumu saran buz gibi his ürpermeme sebep oldu. Sözleri zihnimde derin bir karmaşa yaratırken gözlerimin önünde anılar gidip geldi.

 

"İçeriden sana yardım edecek birisi olacak. Her şeyi tek başına yapmanı istemiyorum." Başsavcının sözleriyle kaşlarım çatıldı. Zihnimde berrak bir merak peydah oldu.

 

"Kim?" Dedim sorgu dolu bir sesle.

 

Derin bir nefes aldığında, "Vakti gelince öğreneceksin. O seni bulur. Ama İz o seni bulduğunda bu şansı geri tepme ve onu sorgulama. Eğer bu işi olabildiğince sorunsuz ve hızlı bitirmek istiyorsan ona göre hareket." Dedi itiraz kabul etmeyen bir sesle.

 

Bakışlarımı daldığım yerden çektiğimde karşımda suratında oldukça ukala bir gülümseme ile dikilen Douglası buldu.

 

Yapbozun parçaları birer birer yuvasına yerleştiğinde resmin tamamını görmek için sabırsızlanıyordum.

 

Ve bunun için işimi kolaylaştırabilecek tek adam karşımda dikiliyordu.

 

Gözlerimde asılı kalan boşluğa astım hayallerimi. Yaşadıklarımı ve yaşanmışlıklarımı. Bir daha da asla var olamayacaktım.

 

Ellerim çakallarıma baskı yaparken sıkıntıyla iç geçirdim. Ruhumu saran kasvet kalbimi üşütüyordu.

 

Bu sefer üzerimi örten kimse yoktu.

Bir daha asla olmayacaktı da.

 

Fark ettiğim acı bir gerçekle yüzleşmiştim haftalar önce bir hastane odasında. Keskin yanımda yoktu. O boşluktan yararlanan bir yabancının sözleriyse beni yerle bir etmişti.

 

Douglas Vance, kapattığı kapının hemen ardından içeriye doğru adımladı. Yattığım yerde doğrulurken, karşımda yer aldı. Ellerini ceplerine yerleştirirken dudaklarım konuşmak için aralandı ki bir gürültü koptu.

 

Odanın penceresinden içeriye giren yabancı bir adam dengesini toparlayamayıp tekli koltuğun üzerine oradan da yere kapaklandığında, "Sikeyim!" Diye inledi çarptığı başını ovalarken. Altın sarısı hareler beni bulduğunda şaşkın halime karşılık, "Daha havalı bir giriş yapıp en başından seni etkilemeyi düşünüyordum ama elimizde olan şartlardan dolayı verebildiğimiz hizmet bu kadar matmazel." Dedi alayla.

 

Babamla aynı yaşlarda olmalıydı. Sarı saçları anlına doğru dökülürken birkaç tutamı terden dolayı anlına yapışmıştı. Sert ve katı çehresinde yaşının getirdiği kırışıklıklar hakimdi.

 

Babama nazaran daha dinç ve sportif bir vücudu vardı. Sert ve katı ifadesine rağmen bakışları bana değdikçe altın harelerinin arasına saklanan buz kırıkları çatırdıyor bakışları yumuşuyordu.

 

"Sen de kimsin?" Diye sordum dehşet içinde. Gözlerim Douglasa döndüğünde, "Yine ne işler çeviriyorsun Vance?!" Dedim öfkeyle.

 

"Zemon," dedi Douglas bıkkınlıkla. "Yaş aldı başını gidiyor ama hala akıllanmadın." Dedi umutsuzca başını iki yana doğru sallayarak.

 

Zemon denilen adamın kaşları çatıldığında altın harelerine kızgın bir ifade yerleşti. "Sen kes sesini geveze herif." Dedi sertçe. Gözleri yeniden bana döndüğünde o kızgınlık dağıldı. "Buraya kızım için geldim." Dediğinde şaşkınlıktan neredeyse ağzım yere değecekti. Kızım mı? "Seninle sonra görüşeceğim." Dedikten hemen sonra bana doğru bir adım attı ve nezaketle elini uzattı. "Merhaba Katherine." Dediğinde anlamsızca ona baktım. "Sonunda tanışabildik, kızım."

 

Şaşkınlığı iliklerime kadar hissederken, "Anlamıyorum." Dedim sorgu dolu bir sesle. "Burada neler oluyor anlatacak mısın artık Vance?!" Zihnimde beliren sorular gittikçe kızışmama sebep oluyordu.

 

Douglas sıkıntılı bir nefes aldığında, "Sana bu şekilde öğrenmemesi gerektiğini söylemiştim." Dedi beni izleyen adama kızgınlıkla. Uzattığı elini kapatırken avucu yumruk halini aldı ve eli yanına düştü.

 

"Yeter!" Dedim sertçe. İkisinin de bakışları bana döndü. "Ya şimdi her ne bok çeviriyorsanız bana anlatırsınız ya da çığlığımla kapıdaki bütün adamları içeriye toplarım." Öfkem yeşillerime yansıdı. Kanımda kaynadı. "Damdan düşer gibi hayatıma düştünüz zaten! Bir de sizin saçmalıklarınızla mı uğraşacağım?!"

 

Zemonun gözlerinde bir dalgalanma yaşandı. Sanki bir şey hatırlamış gibi gözleri geçmişin sancılı yollarına süzüldü. "Aynı annene benziyorsun." Dediğinde vurgun yemiş gibi ona bakakaldım. "Söylentiler doğruymuş." Diye fısıldadı. Sanki bana bakmak onun canını yakıyormuş gibi gözlerini üzerimden çekti.

 

"Zemon Amon." Dedi Douglas bir anda araya girerek. "Vaftiz baban." Dediğinde ona kafasında antenleri varmış gibi baktım. Ne saçmalıyordu bu herif. "İngiltere kayıtlarına göre, asıl adın Katherine Amon."

 

"Sen ne saçmalıyorsun ya?!" Dedim alayla. "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?!" Dedim öfkeyle. "Ne babası? Ayrıca benim adım Katherine değil İzgi?!"

 

"Önce dinle," dedi Douglas. Zemon gözlerini sıkıca yumduğunda bana bakmaktan çekiniyor gibiydi.

 

Zemon, "Annen," diye söz başladığında söyleyeceklerimi yutmak zorunda kaldım. "Benim silah arkadaşımdı." Dediğinde kaşlarım çatıldı. Söyleyeceklerini dikkatle dinledim. "Aliyeyle bize verilen ortak bir görevde bir araya geldik. Kendisi istihbaratın ona verdiği görev yüzünden Fransa'ya gelmek zorunda kaldı. Uzun yıllar FBI için çalıştı. Ona verilen her görevi layığıyla yerine getirdi." Derin bir nefes aldığında konuşmasına devam etti. "Ben onun için bir silah arkadaşı olsamda o benim için bir silah arkadaşından daha fazlasıydı." Dediğinde her cümlesi daha çok şaşırmama sebep oldu. "Ve annen bunun farkındaydı. Meclisi bitirmek için aldığı görevde ise tam iki sene babanın güvenini kazanmak için çabaladı. Onun sevgisine, aşkına sahip olduğunu sanıyordu ama babanın annene karşı duyduğu ilgi bir takıntıdan ibaretti çünkü annen hiçbir zaman babana boyun eğmedi." Hatırladıklarıyla dişlerini birbirine bastırdı. "Yavaş yavaş, acele etmeden sızdı Meclise. Toplayabildiği bütün belgeleri delileri, istihbarata sundu ama Meclis bunun farkına vardığında istihbarat yaptıkları teklif yüzünden annen bu görevde harcananlardan oldu." Yeşil gözlerindeki asılı kalan kız çocuğu ruhumu yavaş yavaş terk etti. "Yani aslında İstihbarat, zamanında Meclisle iş birliği yapıp anneni gözden çıkarmasaydı, Meclis diye bir şey ortada kalmayacaktı." Güldü. Alay dolu gülümsemesi içimin cayır cayır yanmasına sebep oldu. "Baban öğrendiğinde neden annene acımadı biliyor musun İzgi?" Dediğinde alacağım cevaptan ölesiye korktum. "Çünkü babanın annene karşı beslediği her duygu hastalıklı bir zihnin sevgisinden ibaretti." Boğazımı düğüm düğüm eden acı kalbime sıçradı. "İstihbarat anneni gözden çıkardığında annen sana henüz iki aylık hamileydi ve baban bir avcı gibi altı buçuk ay boyunca sessizce izledi anneni. Doğumunu dört gözle bekledi." Kulaklarımı kapatmak sağır olmak istedim. Her şey yalan olsun içinde bulunduğum bu kabustan uyanayım istedim. "Gerçi sen ondan sonra olanları gayet iyi biliyorsun. Bu yüzden daha fazla anlatıp yaranı deşmek istemiyorum."

 

Daha çok kanattın Amon.

Kabuk bile bağlamamıştı yaram, sen o yarayı lime lime ettin.

 

"Neden?" Diye sordum sesimde asılı kalan cansızlıkla. "Yıllar sonra neden buradasın?"

 

"Tarih tekerrürden ibarettir diye boşuna dememişler." Dediğinde göğüsümü kamçılayan korku ruhumu ele geçirdi. "İstihbarat yıllar evvel annene yaptığı gibi, senide gözden çıkaralı aylar oldu." Korku dehşetle birleştiğinde lal kesildim. Soluğum gencime tıkandı. Nefes alamadım. Gözlerimde her ne gördüyse, "Liderle evliliğinin ilk ayında gözden çıkarıldın. Sana verilen dosya bizzat 22 Kasımda Lidere teslim edildi. Dosyada ne kadar ilerleme kaydettiysen, hangi delilleri sunduysan hepsi bizzat takip edildi." Görünmez bir elin boğazımı sıktığını hissettim.

 

Sakin olmalıydım.

 

Şimdi sırası değildi.

 

Sakin olmalıydım.

 

"Annen zeki bir kadındı." Dediğinde gözlerimi sıkı sıkı yumdum. "Olacakları önceden tahmin etti. Seni korumak için her şeyi yaptı ama kendini onlardan koruyamadı." Dişlerimi dudaklarıma geçirdiğimde kapalı gözlerimin arasından bir damla yaş süzüldü. "FBI ile bir anlaşma yaptı. Olası bir durumda onların koruması altına girecektin bu yüzden sen daha doğmadan senin için yeni bir kimlik çıkartıldı. İngiltere kayıtlarında benim kızım olarak geçiyorsun." Dedi alev alev bir sesle. "Sen bana annenin emanetisin Katherine." Dediğinde bir yaş daha firar etti gözlerimin arasından. "Sen benim varlığımdan bir haber olsanda gölgem yıllardır üzerinde. FBI, annene verdiği sözü tutuyor, benim gibi." Dedi zehir zemberek bir sesle. "Meclis senin farkına vardığında ve İstihbarat seni gözden çıkardığında FBI senin ülkeden kaçışın için hazırlıklara başladı."

 

Bir anda nasıl bu kadar dibe gömüldüğümü anlayamadım. Bir bataklığın dibine doğru çekilirken boğazıma sarılan görünmez eller zehirli bir sarmaşıktan ibaretti.

 

"Kayıtlarda dosyayı bırakmış olarak gözüksen de aslında dosyayı bırakmadığını, bunun olası bir durumda tehlikeden kaçınmak için yaptığını biliyorum." Dedi üstü kapalı gerçekleri önüme sunarken.

 

Doğruydu.

 

Dosyayı bıraktığım falan yoktu.

 

Görünürde her ne kadar dosyayı bırakmış olarak gözüksemde aslında bu operasyon için yaptığım bir hamleydi.

 

Hiçbir şey aslında göründüğü gibi değildi.

 

Meclisin bizim için verdiği evlilik kararından da haberim vardı. O gün, o davete bile bile gitmiştim. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmıştım ama aslında her şeyin farkındaydım.

 

Babamı, şebnemi, abimi, kardeşlerimi, hayatımdaki herkesi kandırmıştım.

 

Sadece oyunu kurallarına göre oynamamam gerekmişti.

 

Devrim Ali'yle olan geçmişimin öğrenilmesine sebep olanda yine bendim. Bunu Keskinin öğrenmesini ve çıldırmasını sağlayanda.

 

Hastanede onu dosyadan aldığımı söylemem de yine yalandı.

 

Ali, aslında hiç gitmemişti. Sadece onu göz önünden çekmek ve perdenin arkasında dönen işleri görmek istemiştim.

 

Hepsi oyundu.

 

Başarısız olduğum ilk operasyonda yine bir oyundan ibaretti. Bilerek kaybetmiştim. Kendimi acındırmam ve sevgiye aç bir kadın gibi davranmam gerekiyordu.

 

Zavallı birisi gibi.

 

"FBI." Dedim sorgu dolu bir sesle. "Anneme neden yardım etti?" Diye sordum merakla.

 

Zemon içimi sıkıştıran derin bir nefes alırken, "Çünkü annen onlara, Meclisin yirmi yıldır üzerine çalıştığı bir nükleer bomba silahınının formülünü ve bu silahın nasıl etkisiz hale getirileceğine dair belgeleri teslim etti." Dedi. Sesinde seçilir bir tını vardı. Gurur dolu bir tını. "Kızını korumak için Meclisten bir kopyası olmayan çoğu şeyi FBI teslim etti."

 

Dudakları tekrar konuşmak için aralanmıştı ki sözünü kestim. "Beni korumak için." Diye fısıldadım acıyla. "Beni canından çok sevdiğini söylemişti o videoda."

 

Zemonun dudaklarında buruk bir tebessüm yer aldığında, "Seni de abini de canından çok seviyordu çünkü." Dedi. "Ama abin annene yapılanları bilmesine rağmen babandan taraf olmayı seçti. Bu yüzden FBI' den hiç haberi olmadı. Annenin ona olan sevgisini hiçbir zaman hak etmedi."

 

İçimde bir yerlerde karanlıktan korkan kız çocuğunun abisine sığındığını ve babasına sırtını yasladığını hissettim.

 

Bu... güvende hissettiriyordu.

Yani bir zamanlar.

 

O anlar yaşandı.

O kız çocuğunun sığındığı tek liman abisi ve babasıydı.

Bir deprem yaşanmıştı ve o limandaki tekne batmıştı.

Kız çocuğu tutsunlar diye her iki elini de abisi ve babasına uzatmıştı ama ikisi de kız çocuğunu düştüğü sulardan kurtarmak için bir hamlede bulunmadı.

 

Annesiyse, ona ölümün kollarında kucak açtı.

 

Belki de artık vakti gelmişti.

Çünkü artık yaşamanın bir manası yoktu.

 

"Dosyadan çekildiğini öğrendiğinde kara gözlerinde senin sebep olduğun parıltılar hakimdi." Douglasın sesi daldığım yerden çekip çıkardı zihnimi. "O gün seni affedeceğine ve sana bir şans vereceğine emin olmuştum."

 

Artık öyle bir şansım yoktu.

 

"Ne yapacağız?" Diye sordum buz gibi bir sesle. Yeşillerim, Zemonun altın hareleriyle buluştu.

 

"Görevi, annenin yarım bıraktığı işi tamamlayacağız. İstihbaratın seni ele geçirmesine ve Meclise teslim etmesine engel olacağız." Dedi otoriter bir sesle. "Ve annene verdiğim sözü tutup sana güvenli, huzurlu ve mutlu bir hayat sunacağım."

 

Kirpiklerim titrediğinde sol gözümden bir damla yaş firar etti.

 

"Buradan çok uzaklara gideceğiz." Altın harelerinde bir yangın başladı. "Kimsenin bizi bulamayacağı bir yere."

 

Annemin başlattığı savaşı tamamlamak bana farzdı.

 

Bu yoldan dönüşüm yoktu.

 

İstihbarat yaptıklarının bedelini ağır ödeyecekti. Beni gözden çıkarmak neymiş hepsi görecekti.

 

Ben İzgi Kara Alacahan.

 

Bir devrin sonunu getirecektim.

 

Aliye Aşan Kara, nasıl bir devrin başlangıcı olduysa bende sonu olacaktım.

 

Kıyamet artık hepsi için çok yakındı.

 

Zemona kolay kolay güvenmemiştim. Eğer yanında annemle olan fotoğraflarını, FBI ile yaptığı anlaşmanın belgelerinin kopyasını ve annemin her şeyi anlattığına dair bir video kaydı getirmememiş olsaydı bugün bir felaket yaşanmayacaktı.

 

Omzumda hissettiğim bir elle irkilmeden edemezken zihnim haps olduğu anılardan kurtuldu ve katilimin gözleriyle karşı karşıya geldim.

 

Katran karası gözlere daha dikkatli baktığımda, ihanetin kanlı ve paslı bıçağının onun kalbine doğrultulduğunu görebiliyordum.

 

Bakmasını bilene gözler açık bir kitap gibidir.

 

Gözlerimin önüne çektiğim kara perdeyi kaldırdığımda artık her şey ortadaydı.

 

Kaşları çatıldığında katran karası gözlerine çözemediğim ama huzursuz olmama sebep olan bir ifade yayıldı. "Neden öyle bakıyorsun?" Diye sordu karanlık bir sesle.

 

"Nasıl?" Dedim onun aksine buz gibi ama bir o kadar da yalın ve aydınlık bir sesle.

 

Karanlık her zaman aydınlığı yutardı.

Önemli olan ışığınla o karanlığı yatıp geçebilmek ve o karanlığı hayatından yok etmekti.

 

Farkında değildim ama ışığım sönüyordu.

 

"Veda eder gibi." Dedi huzursuz olduğunu belirten bir sesle.

 

"Çünkü veda ediyorum." Dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Kalbimi saran o pamuk ipliğinin yavaş yavaş çözüldüğünü hissettim.

 

Artık ısıtmıyordu.

Buz tutmuştum.

 

Kaşları mümkünmüş gibi daha çok çatıldı. İki kaşının ortasında bir oyuk belirdi. "Işığımı söndüren her şeye, herkese veda ediyorum." Dedim dilimden zehir akıtırcasına.

 

Ve sana sevgilim.

Sana veda ediyorum.

 

"Ne oldu?" Diye sordu bu kez. Bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydı.

 

"Hiç." Dedim boş gözlerle ona bakarken.

 

"Hiç?" Dediğinde kaşları havalandı. Kemikli, sert çehresi katı bir hale büründü. Heybetli cüsesinin gölgesi üzerime devrildi.

 

"Hiç." Dedim başımı sallayarak.

 

Artık koca bir hiçlikten ibaretsin benim için.

Bir daha asla var olmayacaksın.

Ruhumda can bulmayacaksın.

Canıma can katmayacaksın.

 

"Bir haber var mı?" Diye sordu bu kez. Söylediklerimi görmezden gelmeyi seçti ama altında yatan anlamları bilseydi beni şimdi öldürürdü.

 

Babamın anneme yaptığını o da bana yapar mıydı?

 

Sahi annemin kaderi benim çeyizim mi olmuştu?

 

Belki de.

 

"Yok," dedim düz bir sesle. Gözlerimi ondan çektim ve sisteme girdiğim bilgisayar ekranına çevirdim. "Gözden kaçırdığım bir şey var ama ne? Bir türlü bulamıyorum." Dedim ekrana kilitlenirken.

 

"Devrim," dedi bir anda. Klavyenin üzerine uğrayan parmaklarım duraksadı. "Durumu iyi gidiyormuş. Aklın kalmasın." Dediğinde bunu söylemenin onun için ne kadar zor olduğunu fark ettim.

 

Saat başı hastaneyi arıyor durumu hakkında bilgi ediniyordum ama değişen bir şey yoktu.

 

Hala komadaydı.

 

Seval teyzenin aramalarını, şimdilik geçiştirsem de artık ona da haber vermem gerektiğini düşünüyordum.

 

"Urazı bulalım," dedim onun yüreğini yakan bir sesle. "Yanına gideceğim." Sözlerimin onun içinde bir yıkıma sebep olduğuna adım gibi emindim.

 

Yaşanan her şeye rağmen geçmişini geride bırakmayan bir kadınla evliydi. Aynı durumda ben olsaydım onun kadar anlayış gösterir miydim bilmiyordum.

 

Gözlerimi ona çevirmedim. Bakarsam, göreceklerimden korktum.

 

"Eve gelmeyecek misin?" Diye sordu. Bu sorusu bir çocuğun masumluğunu taşırken onu kırmak istemedim.

 

Ama dudaklarımın arasından çıkan her kelime yüreğine bir kurşun gibi saplandı.

 

"Hayır," dedim dürüstçe. Artık kandırılmaya ihtiyacı yoktu. Bir an önce kollarımda uyuyan oğlan çocuğunu uyandırsa iyi olurdu. Yoksa daha çok kırılacak ve canı yanacaktı. "Ali'nin yanına gideceğim." Zorlukla yutkundum. Göğüs kafesimin üzerinde tonlarca ağırlık vardı sanki. Kaburgalarımda kırılmak ister gibi bir his peydah oldu. Nefes alamadım. "Orada tek başına kaldı. Onu daha fazla yalnız bırakamam."

 

Sessizliği kırgınlığına cevap oldu. Oturduğum sandalyenin arkasında yer alırken bir kolu etrafımdan dolandı ve masaya baskı uygulandığında nefesini saçlarımın arasında hissettim.

 

Göğüsümü kamçılayan kalbim, varlığını hissettikçe ruhum kıpır kıpır oldu.

 

Derin bir nefes alırken omuzlarımı dikleştirdim. O hemen arkamda, bana bir o kadar yakın dururken odaklanmak çok zordu.

 

Göz ucuyla baktığımda Batur'un, Zeynep'e su içirdiğini gördüm. Sinan neredeydi?

 

"Neyin var bilmiyorum ama öğreneceğim." Dedi tok ve erkeksi sesi. Yutkundum. "Umarım ben öğrenmeden sen anlatmak için bana gelirsin."

 

"Senden tamamen gideceğim," dedim içimden. "Seni terk edeceğim ve bir daha asla geri dönmeyeceğim. Seni kendimden mahrum bırakacağım." Dedim kendi kendime. "Ama en çok seni kendimden sakınacağım. Yoksa yanarım ve sevgilim ben artık yanmak istemiyorum."

 

Yüreğim artık senden razı değil.

 

"Uzat ellerini sevgilim," diye fısıldadı saçlarımın arasından kulağıma doğru. "Bana küskün kalan avuçlarından öpeyim." Tırnaklarımı avuçlarıma bastırdığımda kucağımdaki ellerim yumruk halini aldı. "Kanatma artık kendini." Diye yakardı bu sefer. "Yeterince kanamamış gibi, kanatma artık kendini."

 

Uzatmadım. Onu geri çevirmekten öteye gidemedim.

 

O hep bende kaldı.

Bense giden oldum.

Yar değil yara oldum.

 

Ona ah ettiren oldum.

Mutlu ettiren değil.

 

"Biliyor musun?" Dedim başımı kaldırıp kara gözlerinin içine bakarak. "Bir kelebek eğer bir başkasının üzerine konarsa, kalan ömründeki saatlerini feda edermiş o kişiye." Gözleri bilinmezliğin içine doğru yol aldığında söyleceğim şeyi bekledi. "Bunu bana abim söylemişti." Dedim acıyla. "Doğru mu değil mi bilmiyorum. Bir zamanlar inandığım tek kişi abimdi çünkü. Sorgulamadan, altında bir şey aramadan söylediği her şeye inanırdım. Sonra abim gitti, inandığım her şey üzerine yıkıldı." İç çektim acıyla, ah eder gibi. "Yine de söylemek istedim." Gözleri gözlerimi taradı uzunca.

 

İzlesin. Son kez izlesin beni uzun uzun.

Bir daha asla izleyemeyeceğini bilmeden içi gider gibi son kez izlesin.

 

"Bu dünyada ne kadar kelebek varsa hepsi sana uğrasın." Dediğimde sözlerim vurgun yemiş gibi kalakalmasına sebep oldu. "Hepsi senim üzerine uğrasın, ömrüne ömür katsın."

 

Çünkü ben senden birkaç ayını alacağım. Onlar sana bir ömür feda etsin.

 

Karanlığı yuva edinmiş gözlerine inat gülümsedim. Onun sevdiği gibi. Gülümsemem kocaman bir hal aldığında gülen gözlerimin kenarlarında beliren gamzelere değdi gözleri.

 

Karanlığı onlara da uğradı.

 

Kemikli ve sert çehresini. Gür, uzun simsiyah kirpiklerini, hafif yanık teniyle uyumlu olan katran karası saçlarını, üzerime düşen güven veren gölgesini, heybetli bedenini ve sevdiğim, aşık olduğum gözlerini izledim.

 

O gözlerde hala yansımam vardı.

 

Karaları hala benden ayrılmamıştı. Yeşillerime, tutkun, tutsak ve mahkumdu.

 

Hissetti.

 

Bir şeyler olduğunu ve bunların iyi şeylere sebebiyet vermeyeceğini hissetti. Bunu gözlerinde gördüm.

 

Dudakları konuşmak için aralanmıştı ki, "İz." Dedi Zeynep bağırmaktan çatallaşmış sesiyle. "Hala yok mu bir şey?" Diye sorduğunda gözlerimi ondan çektim ve Zeynebin canlılığını yitirmiş, kestane kahvesi gözlerine diktim.

 

Beyaz teni, solmuştu. Gülümseyince çiçek gibi açan kardeşimin üzerine karlar yağmış, çamurlara bulanmıştı.

 

Buz tutmuştu.

Benim gibi.

 

"Yok." Dedim hüzünle. Oturduğum yerden ayaklandığımda, masanın etrafında dolandım ve deri koltuklarda oturan Zeynebin yanına vardım kısa sürede. Batur yanından çekilip karşı koltukta yer alırken koltuğun başına oturdum ve güçsüz düşen bedenini bedenime yasladığımda kollarımı yan tarafından geçirerek ona sardım.

 

Başı karnımın olduğu kısıma yaslandı.

 

"Ama bulacağız." Dedim omuzunu sıvazlarken. "Bulacağım, güzelim." Dedim teselli dolu bir sesle.

 

Her ne kadar Keskin ve Batur'da etrafa haber salmış olsada, aramalara onlarda katılmış olsada onlarda bir arpa boyu yol kat edememişlerdi.

 

"Seni çok özlemişti," dediğinde burnumun direği sızladı. "Teyzem ne zaman gelecek diye sorup duruyordu." Dedi ağlamaklı sesiyle.

 

"Bir telefon uzağındayım Zeynep." Sesim içimde kalan burukluğun emaresini taşıyordu. "Arasaydın gelirdim." Son dönemlerde yaşadıklarım o kadar ağırdı ki zihnimi bir türlü toparlayamamıştım.

 

Her şey darmadağındı.

 

Toparlayamamıştım.

 

"Küsmüştü sana." Dedi ağlamalarının arasından güldüğünde bende güldüm. Bir yaş firar etti yanaklarıma doğru. "Unuttu teyzem beni, o beni hatırlamadan kimse onu aramayacak diye kızmıştı bize." Dediğinde kalbimin kasıldığını hissettim.

 

"Ben bir bulayım onu çekeceğim onun kulağını." Dedim kızgın bir sesle. Dişlerimi dudaklarıma geçirdiğimde akan yaşları elimin tersiyle sildim. Akan burnumu çektim çocuk gibi. "Ne demek unuttu beni? Ben hiç unut muyum onu?"

 

"Kızamazki o sana İz," dedi Zeynep iç geçirerek. "Küs kalamaz ki. Her şeyisin sen onun. Uraz bensiz bile yapar belki ama sensiz yapamaz." Dedi gülümseyerek. "Hatırlıyor musun? Henüz bir yaşındaydı. Senin Anayasa hukuku dersin vardı o gün. Ben boşta olduğum için Urazı ben almıştım ama durmamıştı yanımda. Arkandan çığlık kıyamet ağlamıştı. Susturamamıştım da bir türlü. Ders arasında sana vermek zorunda kalmıştım bu yüzden." Dediğinde hatırladıklarımla gülümsedim.

 

"Ahmet hoca canımı okumuştu ama," dedim gözlerimden akan yaşlarla gülerek. "Derse Urazla girdim diye, ağlarsa, dersimi sabote ederse atarım seni dersten demişti." Zeynep'te hatıladıklarıyla gülmeden edemedi. Batur'un ve Keskinin bizi sessizce dinlediklerini fark ettim. İkisinin de yüzünde manidar bir ifade vardı. "Uraz ses çıkarmasın diye bütün ders onunla ilgilendim ama onun yüzünden dersi de dinleyemedim. Sürekli kaçırdım."

 

"İlk sınavdan da kaldın." Dedi kıkırdayarak. Yüzümü buruşturdum. "Küçücük çocuğa kızmıştın o yaşta."

 

Urazsa, kaşlarımı çatıp ona homurdanma kızmama rağmen korkmamış, ürkmemişti benden. Onu kucağıma almadıkça ağlamış. Kaçtıkça emekleye emekleye peşimden gelmişti.

 

Bütün anılarımızın videosu, Devrim Alideydi. Sinanla birlikte bir kamera almışlardı ve çoğu anımızı o kamerayla çekmişlerdi.

 

Şimdi o kamera neredeydi bilmiyorum ama onun sakladığına adım kadar emindim.

 

İçinde benim olduğum, anılarının olduğu ve kendini mutlu hissettiği hiçbir hatırayı çöpe atmazdı.

 

İçimdeki çocuğun, cenaze namazı kalkmıştı. Selası okunalı ise yıllar olmuştu.

 

Odanın kapısının açıldığının sesini duyduğumda oturduğum yerde doğruldum. "Sayın savcım?" Arkamdan yükselen memurun sesiyle birlikte oturduğum yerden nasıl fırladım bilemedim. Koşuşturan be hazırlık yapan memurları gördüm.

 

Polis memurunun yüzünde aydınlık bir gülümseme hakimken, "Bulduk." Dediğinde Zeynep öyle bir nefes aldı ki bunca saat boğulduğunu anladım. Sanki yaşamasına yeniden kavuşmuş gibiydi. "Künyesindeki sinyal kesik kesikti biliyorsunuz." Dediğinde dikkatle dinledim söylediklerini. "Çok kısa bir süre sinyal sisteme yeniden düştü ve nerede olduklarını tespit edebildik."

 

"Neredeymiş?" Diye sorum hızla. Zeynepin içinin içine sığmadığını gördüm. Yerine duramıyordu.

 

"Gözünüz aydın olsun Zeynep hanım." Dediğini duydum Baturun arkamdan. "Gözünüzün yaşı umarım artık diner."

 

Zeynebin gülümsediğini fark ettim. "Sizi ne zaman görsem hep ağlıyorsunuz." Diye devam etti Batur.

 

"Bir kez daha çıkın karşıma," dedi Zeynep. Eli ayağını koyacak yer bulamıyordu. Urazın bulunduğunu duyduğunda yüzüne can gelmişti. "Bu sefer gülümsüyor olacağım."

 

O an Batur'un gözlerinde çakan şimşekleri gördüm. Harelerine yayılan koyuluk afallamama sebep oldu. Gözleri Zeynebin üzerinde daldı gitti. İçi içine sığmayan ve yüzünde ona çok yakışan bir gülümsemeyle heyecandan yerinde duramayan güzeller güzeli arkadaşımda takılı kaldı gözleri.

 

Bir daha üzerinden ayrılır mıydı? İşte orası muammaydı.

 

Sinan gözüktü hemen sonrasında. Kahve gözlerindeki umut ışığı kalbimde yer edindi. "İz, hadi." Dedi aceleyle. Siyah, boğazlı kazağının üzerine bir çelik yelek giymişti. Belindeki silahına çarptı gözüm istemsizce. "Çıkmamız gerek artık. Ekipler hazır." Dedi nefes nefese.

 

"Bende geleceğim," diye atıldı Zeynep. Sinan itiraz etmek için dudaklarını aralamıştı ki, "Bana engel olamayacağını gayet iyi biliyorsun." Dedi öfkeyle. "O yüzden sus." Dedi ikaz edercesine.

 

Sinan istemeye istemeye onayladı. "Gel o zaman." Dedi kapının önünden çekilirken. "Çelik yelek olmadan çıkamazsın." Zeynep Sinanın peşine takılıp giderken derin bir nefes aldım.

 

"Bana da bir tane çelik yelek getirir misin?" Dedim hala dikilen polis memuruna karşılık.

 

"Hemen Savcım." Dediğinde kısa sürede gözden kayboldu.

 

"Sen nereye?" Sert sesi kulaklarıma sızdığında, heybetli bedeni karşımda yer aldı. Kaşları çatılmış, kara gözlerine kızgın bir ifade yerleşmişti.

 

"Burada oturup onları bekleyeceğimi düşünmüyorsun herhalde?" Dedim düz bir sesle.

 

"Aynen öyle düşünüyorum." Dedi sertçe. "Daha ayaklanalı ne kadar oldu da operasyona gidiyorsun sen?!"

 

"Keskin, saçmalıyorsun." Dedim öfkeyle. "Elbette gideceğim. Nasıl oturup beklememi istersin?!" Dedim hayretle.

 

"Şu vurdum duymaz umursamaz hallerin varya kafayı yedirtecek bana." Dedi öfkeyle. Kaşlarım çatıldı. "Ne kadar ciddi bir operasyon geçirdiğinin farkında mısın sen?!" Diye kızdı bana. "Ölümün ucundan aldım ben seni! Bir de kalkmış şimdi operasyona mı gideceğim diyorsun sen?! Olası bir durumda neler olabileceğinin farkında değil misin?!" Dedi hiddetle. Yükselen sesi yüzünden birkaç kişinin bakışlarını üzerimizde hissettim.

 

"O sesini alçalt!" Dedim bende onun gibi hiddetle.

 

"Başlatma lan sesine!" Dedi öfkeyle. "Bir kez olsun sevdiklerini, etrafındaki insanları düşündüğün kadar kendini de düşün?!" Dediğinde ona bakakaldım. "Yoksa canına daha çok yanar kız çocuğu."

 

"Senin ne düşündüğün umurumda değil!" Dedim sinirle. "O operasyona gidiyorum o kadar! Senden de bunun için izin almıyorum!"

 

Kırgın bir gülümseme yer edindi dudaklarında. "Doğru," dedi başını iki yana sallayarak. "Söylediklerimi biraz olsun umursasaydın belki de bu kadar yanmazdın." Dediğinde hayretle ona baktım. "Bu kadar yara almazdın. Ve belki de o zaman beni görürdün." Dedi hayal kırıklığı içinde.

 

Yine ne saçmalıyordu?! Niye açık açık konuşmak yerine lafı dolandırıp duruyordu?!

 

"Operasyona mı gidiyorsun?" Dedi buz gibi bir sesle. "İyi," dedi. "Git o zaman." Geriye doğru bir adım attığında kalbimi artık avuçlarının arasında tutuyordu. "Ama bil ki bende seninle geliyorum." Dedikten hemen sonra bana arkasını döndü.

 

Gelme.

Gelme, ne olursun.

Beni mecbur bırakma.

 

Gitmeden önce söylediği son şey ise kalbimin orta yerine kör bir bıçak gibi saplandı.

 

"Seni yalnız bırakmayacağım." Demişti kendinden emin ve net bir sesle.

 

Zaten o her zaman her şeyden emin olmuştu. O hep kendindeydi. Emindi ve bendeydi.

 

O bana sığınırdı, ben yalanlara.

O bana yaslanırdı, ben ihanetime.

O bana sarılırdı bense adaletimi kucaklardım.

 

Acıya kucak açtım.

 

Bundan sonra başıma gelecek her şeyi hak ediyordum.

 

Revaydı belki de.

Bazı acılar bana revaydı.

 

Zihnime sızan karanlık duygular ruhumu ele geçirdi. Polis memuru elinde siyah bir çelik yelek ve kulaklıklara girdiğinde omuzlarım dikleşti. Katı ifadem yüzüme yerleşti ve gözlerime yerleşen kararlılık ciğerimi parçaladı.

 

Kendimi yitirmiştim. İzgiyi de İzi de yitirmiştim. Benden geriye hiçbir şey kalmamıştı.

 

Çelik yeleği giyerken kulaklık polis memuru tarafından kulağıma takıldı.

 

"Sana çık dediğimde o binayı terk edeceksin," dedi Zemonun tok sesi. Kulaklığı takarken çaktırmadan kulağıma fısıldıyordu. Eğer dikkatli bakmasaydım dudaklarının kıpırdadığından bile şüphe ederdim. "İstihbarat gelmeden oradan çıkacaksın." Bir polis kılığındaydı. Beni korumak için günlerdir etrafımda dolanıp duruyordu.

 

Hastanede bizimle alay eden o doktorda yine oydu. Arabanın frenlerini patlatıp suçu babaannemin üzerine yıkıp, Keskini endişelendiren ve kafasının karışmasına sebep olan yine oydu.

 

Çünkü Douglasın, Meclisin kalbinden, mahzenden alması gereken belgeler vardı. Bana getireceği belgeler. Bir imparatorluğun, onun, babamın, abimin, ailemin ve sevdiklerimin sonu olacak olan belgelerdi.

 

Şimdi hepsi, yetkililerdeydi.

 

Bu operasyonun planlaması yapılalı haftalar olmuştu. Hastanede yalnız kaldığım süre boyunca, Zemon kontrol bahanesiyle odama uğramış Keksin de Douglası her türlü tedbire karşılık yanımda bırakmıştı ama asıl hatayı burada yapmıştı.

 

Dost dediğimiz kim varsa elbet bir gün vurur bizi. Gerçek dostluk diye bir şey yoktu. Çıkarların doğrultusunda hareket edersen, ilk darbeyi en yakınlarından alırsın.

 

Sessiz kaldım. Cevap vermek gibi bir niyetim yoktu zira her şeyi gayet net bir şekilde anlamıştım.

 

Gözlerim camın arkasındaki adama kaydığında Sinan tarafından ona verilen çelik yeleği üzerine geçirdiğini gördüm.

 

Kaşları çatık, ifadesi sertti. Çelik yeleği giyerken bakışları dalgındı. Bir şeyleri düşündüğü belliydi. Seni düşünüyor İz.

 

Ciğerlerimi dolduran oksijen göğüsümü sıkıştırdı. Çatlamış kaburgalarım sızım sızım sızladı. Zift rengine bulanan kanım çatlakların arasından sızdı.

 

İçim kan ağlıyordu.

Yine kimse görmüyordu.

 

Keşke ölseydim.

 

"Binanın terasında helikopterle seni bekliyor olacağız," dedi bu sefer. Cevap vermedikçe huzursuzluğu arttı. "Katherine!" Dedi sert ama sessizce. Gözlerim ondan ayrıldığında altın harelerle karşı karşıya geldi. "Sana yakışanı yap." Dedi ikaz edercesine. Hata yapma diyordu. Duygularına yenik düşme diyordu. Çünkü kurtulmak için son şansımdı karşımdaki adam. "Aliyenin İzgisi gibi davran." Dediğinde kelimeleri birer kurşun görevini görüyor zihnimi bıçak gibi ortadan iki ayırıyordu. Kirpiklerim hitabıyla titredi. "Annenin senin için göze aldıklarını umarım görmezden gelmezsin." Geriye doğru çekildiğinde bana baktı. "O senin için ölmeyi göze aldı, sen de onun için yarım bıraktığı işi tamamlayacaksın." Acı yeniden göğüs kafesimde yer edindi.

 

Kelebeklerim bir daha canlanmamak üzere hayata veda etti. Göğüs kafesi oluğumdaki ateş böcekleri can verdi içimde. Bir bir söndüler.

 

Karanlıkta kaldım.

 

Beni aydınlığa çıkaracak olan o adamsa artık yoktu.

 

Yeleğinin içinden hasır renginde olan bir zarf çıkardığında zarfı aceleyle buruşturup avucumun içine sıkıştırdı. "Aliden," dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. "Bunu bana çok önceden vermişti. Bir daha geri dönmeyeceğini anladığım bir zamanda ona vermek istiyorum ama olur ya hayat bu, belki göremem o günü sende dursun, mutlaka ulaştır demişti." Dediğinde kirpiklerim acıyla titreşti. Avucumun içindeki zarfı sıkı sıkıya tutarken, sağ gözümden akan bir damla yaş çeneme doğru yol çizdi.

 

Zemonun gözleri o göz yaşını takip etti. Acıyla titreşen kirpiklerimi ve dolan gözlerime baktı. "Annene yakışmadığı gibi ağlamak sana da hiç yakışmıyor kız çocuğu." Dediğinde sesinde bir babanın şefkati vardı. Genzime dolan hıçkırıklar boğazımı tırmaladı.

 

Ağlamak istedim.

 

"Yeşillerinin böyle ıslak bakamasına sebep olan herkesi göz yaşlarında boğ." Dedi öfkeyle. Bir yaş daha firar etti gözlerimden. Sıkı sıkıya kapattığım avucumun üzerine düşen sıcak yaşı hissettim elimin üzerinde. "Çünkü annen bunu yapardı. Sana da bu yakışır."

 

Geriye doğru bir adım daha attığında tamamen önümden çekildi. Avucumun arasındaki zarfı aceleyle kotumun cebine sıkıştırırken dolan gözlerim ona uğradı.

 

Karşısında ona bir şeyler anlatan Batur'u sakince dinliyordu ama huzursuz olduğunu biliyordum.

 

Benim göğüsümü ağrıtan acı, onun nefesini keser, huzursuz olmasına sebep olurdu.

 

Hele ki bu acının sebebinden bir haberse.

 

Sana yakışanı yap.

 

Defalarca kez işittiğim bu üç kelimde zihnimde yankılandı. Nasıl başladıysa öyle bitecekti.

 

Adalet elimde tuttuğum kör bir bıçaktan ibaretti. O bıçak kimin boynuna yaslanırsa yaslansın kestiği, kanattığı sevdikleriydi.

 

Mahkumiyetin en ağırını hayattayken vermiştim.

 

Cansız adımlarla odadan ayrıldım. Üzerime geçirdiğim çelik yelek göğüs kafesime ağırlık yapıyordu.

 

Sinanların çıktıklarını fark ettim. Batur'da bizi yalnız bırakmak istemiş olacak ki o da peşlerinden ayrılmıştı.

 

Yaslandığı yerden doğrulduğunda heybetli bedeni buz gibi bakan katran karası gözleri gözlerime değdiğine yumuşadı.

 

"İyi misin sen?" Diye sordu kaşlarını çatarak. Değilim. İyi değilim sevgilim. "Bembeyaz kesilmişsin. Ağrın falan mı var? Bir şey mi oldu?" Dedi merakla.

 

"Hayır," dedim kuru bir sesle zorlukla. "Gideceğimiz yerde karşılaşacaklarım korkutuyor sadece. Urazı nasıl bulacağımızı bilmiyoruz."

 

Bir yalan daha.

 

"Emin misin?" Bana doğru bir adım attığında bir kolu belime dolandı. Tenim dokunuşuyla alev alev yandı. Bu hissi özleyecektim. "Eğer kendini iyi hissetmiyors-"

 

"İyiyim." Dedim yalın bir sesle. Yüzüme buruk bir tebessüm yerleşti. "Sadece bir an önce bu kabus bitsin istiyorum." Katran karası gözleri tereddüt içindeydi. Gözlerime o kadar uzun süre baktı ki göreceklerinden delicesine korktum. "Çıkalım mı artık?" Dedim boğazımı temizleyerek.

 

"Gidelim." Dedi benim aksime daha net bir sesle. Belimdeki eli hala varlığını koruyorken, birlikte karakolun çıkışına ilerledik.

 

İkimizde belki de yan yana olduğumuz bu zaman diliminde hiç olmadığımız kadar sessizdik.

 

Şubat ayının buz gibi soğuğu tenime çarptığında içimdeki yangına bir fayda etmedi. Üzerimde ince saten bir gömlek ve kot İspanyol bir pantolon vardı sadece. Buna rağmen montuna sarılan insanların aksine ateş gibi yanıyordum.

 

Özel harekatın da içinde bulunduğu minibüse bindiğimizde cam kenarında yine yerimi alırken o da hemen yanımda yer aldı. Araç bizim binmemizle birlikte hareket ederken, kucağımda birleştirdiğim ellerim yumruk halini aldı. Sol elimden, koluma doğru uzanan yanık çarptı gözüme.

 

Açılan her yaranın İzi kalırdı.

Lakin bazı yaralar vardı.

Pansuman fayda etmez.

Dikiş tutmaz.

Kabuk tutmaz.

Kanar.

Sadece kanar.

Her geçen gün, ilk günün acısı katlanarak artar.

Acı, tenine de kalbine de kendini gebe edinirdi artık.

Zamanla acı benimsenir.

Sana aklını kaybettirecek raddeye getirir ama alışılır.

Sonra unutulur.

Ve unutmak iyileştirir.

Çünkü can yakan, eskiye özlem duyulan mutlu hatıralar zihninde silikleşir, yok olur.

Benliğini kaybeder ve yeni bir benliğe kavuşursun.

 

Belki başka bir hayatta olmasa bile sevgilim, başka bir benliğimde yine seni diliyorum.

Umarım bu sefer beni çok bekletmezsin.

Yoksa bu acı beni öldürür.

Ya da intihara sürükler.

 

Yumruk yaptığım avuçlarım onun tarafından kavrandı. Gür, uzun ve kalın parmaklarını sol elimin parmaklarının içinden geçirdi. Kalbim sesini duyurmak ister gibi göğüsümü tekmeledi.

 

Sanki farkındaydı. Götür bir şeyler olduğunun farkındaydı ve vazgeç diyordu.

 

Bildiğim yere gittikçe yaklaşan araçla birlikte, nefesimi tuttum. Yaklaşık iki yüz metre ileride yıkım dökük bir köşk vardı.

 

Kara ailesin ait olan eski bir köşktü. Annemin yaşadığı, abimi büyüttüğü ve bana anılar biriktiği o yıkık dökük köşktü.

 

Burası özellikle seçilmişti.

 

Birkaç dakika sonra içinde bulunduğum araç durdu. Kayarak açılan kapıyla birlikte özel harekat bizden önce davrandı ve araçtan indiklerinde biz de el ele araçtan indik.

 

Gecenin karanlığına rağmen dikkatli baktığımda çatıdaki helikopteri görebiliyordum. Çalıştırmamışlardı. Eğer çalıştırsalardı varlıkları fark edilirdi.

 

Beni almadan buradan gitmeyeceklerdi.

Anneme verdikleri bir sözleri vardı.

 

"İki yana dağılacağız," dedim dağılan ekibe bakarken. Gözlerim onlardan ayrıldı ve bana bakan adama döndü. "Ben Sinanlarla giderim. Siz Batur'la birlikte sol taraftan gidin."

 

"Seni gözümün önünden ayırmayacağım." Dedi sertçe. Tuttuğu elimi daha sıkı kavradığında gözlerime kararlı bir ifadeyle baktı.

 

"İkiye ayrılmamız daha doğru olur. En azından Uraz tanıdık birilerini görürse korkmaz." Dedim sıkıntıyla. Ellerimi göğüsüne yerleştirdiğimde ikna olmamış gibi bana bakıyordu. "Keskin," dedim adını canı gönülden zikrederek. Gözleri kısıldı. "Burada kimse bana zarar vermez. Eğer için rahat etmeyecekse sende gel bizimle." Dedim şüphe çekmemek için. "Urazı ne halde bulacağımızı bilmiyoruz, en azından bulduğumuzda tanıdık birisiyle karşılaşırsa kendini güvende hissedecektir." Dedim gözlerinin içine bakarak.

 

Derin bir nefes aldığında aldığı nefesin içini sıkıştırdığını, acıyla kısılan gözlerinden anladım. Göğüs kafesinde bir oyuk meydana gelmişti. Kalbine batan kıymık onda büyük bir yara açıyordu.

 

İz bırakan bir yara.

 

Kolunu belime sarıp beni kendine çektiğinde dudaklarının baskısını önce saçlarımda sonra anlımda hissettim. Gözlerimi yumdum huzurla. İçime çektim genzimi yakan deniz kokusunu.

 

Bir süre sonra anlımda dinlenen sıcak dudaklarının baskısı geri çekildiğinde büyük elleri yanaklarımı kavradı. "Dikkatli ol." Dedi gözlerimin içine bakarak.

 

Bana beni görüyormuş gibi bakma lütfen.

 

"Sen de." Diye fısıldadım cansız bir sesle. Sol gözümden akan bir damla yaş saçlarımın arasına karıştı. Kara gözleri uzun bir süre o yaşta oyalandığında canımı yakan bir nefeste ben aldım.

 

İçime denizin kokusu doldu.

 

Gülümsedim. Dişlerimi çıkararak hemde. Kocaman gülümsedim. Onun sevdiği gibi az önce yaşlar akan gözlerimin gamzeleri serildiğinde kara gözlerinin huzuruna rahat bir nefes aldı. Bakışlarındaki tereddüt silindi.

 

Geri çekildiğimde o da geri çekildi. Sol tarafta bekleyen özel harekata doğru adımlarını attı ve bana sırtını döndü.

 

Gözlerim acıyla dolduğunda bende ona arkamı döndüm ve sağ tarafa doğru ilerledim. Onlar ön kapıdan girecekken biz arka kapıdan girecektik. Başım ve omuzlarım dik bir şekilde attım adımlarımı köşkün bahçesine. Kurumuş dallar ayaklarımın altında çıtırdadı. Karanlık bu sefer beni gizledi. Belimdeki silahımı çıkarırken birinin bizi fark etme ihtimali yoktu.

 

Çünkü burada bizden başka hiç kimse yoktu.

 

"Her şey hazır." Geçmişimden gelen tanıdık sesin sahibi yanımda yer aldığında ilk geldiği güne nazaran koyu kahve saçları uzamış ve birkaç tutamı anlına dökülmüştü. Üzerinde siyah kamuflaj kıyafeti varken tanıdık kahve gözler yeşillerimle buluştu.

 

Ali buradaydı.

 

Elinde bir kar maskesi tutarken diğer elinde sıkı sıkıya silahını kavramış arka tarafına kapısında bizi bekliyordu.

 

Aslında hiç vurulmamıştı. Hiç komaya girmemişti çünkü karakol saldırısı bizzat benim tarafımdan gerçekleştirilmişti.

 

Amacım dikkatleri dağıtmak ve ortadan kaybolduğum izlenimini vermekti. Rahat bir nefes aldıkları ilk anda tepelerine çökecektim çünkü ve başarılı da olmuştum.

 

Karakolda, bodrum katında Aliye bir çelik yelek giydirilmiş ve sırtına kan torbaları yapıştırılmış, nabzının yavaşlamasına sebep olan bir ilaç verilmişti.

 

Gelen ambulans ve ambulanstaki doktorlar da sahteydi. Hepsi ayarlanmıştı.

 

Komaya girdiği haberi de yalandı çünkü hiç vurulmamıştı. Bana o haberi veren doktorlarda bizim ayarladığımız doktorlardı.

 

Komada olduğu için sanki işler benim için daha zor gibi gözükecekti ama aslında o yoğun bakım odasında yaptığımız planlardan bir haberlerdi.

 

Diğer ekipler ise eminim çoktan Meclis üyelerinin evlerine varmışlardır. Çünkü Douglas Vancenin bana verdiği deliller ve benim yetkililere teslim ettiğim deliller hepsini müebbete mahkum ederdi.

 

Arka bahçe kapısına ulaştığımda, Ali hemen yanımdaydı. Köşkün paslı demir kapısı gıcırdayarak açıldı. Urazın bulunduğu odaya açılan kapıyla birlikte karşılaştığım manzara benim duraksamama sebep olsada diğerleri için aynı şey geçerli değildi.

 

"Katherine beş dakika içinde çatıda olmalısın!" Kulağımdaki kulaklıktan yükselen cızırtılı sesi umursamadım. "İstihbarat yapacağın operasyondan haberdar! Senin için yola çıktılar! Elini çabuk tut."

 

Sandalyeye bağlı olan Urazı çözen Keskinin sırtı bana dönüktü. Silahını yere bırakmıştı. Herkes karanlığın içinde etrafında bir çember oluştururken silahlarının namlusu ona dönüktü. Öne doğru bir adım attığımda cılız ışığın içinde odaya gölgem devrildi ve Urazın gözleri beni bulduğunda parladı.

 

Heyecanla gülümsediğinde sandalyeden atladı ve bana doğru koştu. "Teyze!" Dedi neşeyle bacaklarıma yapışırken kafasını kaldırıp bana baktı. "Bitti mi oyun?" Diye sordu merakla.

 

Keskinin yere çömelen heybetli bedeni ayaklandığında ağır hareketlerle bana doğru döndü ve ona doğrulttuğum silahımın namlusuyla karşı karşıya geldiğinde hareketleri durdu.

 

Kalbimi saran pamuk ipliği çözüldü. Ruhuma karışan karanlığının emaresi kalmadı içimde.

 

Kara gözlerinde bir yıkım meydana geldi.

 

"Bitti." Dedim titremememesi için üstün bir çaba sarf ettiğim buz gibi sesimle. Kara gözlerindeki ifade hayattayken cehennemi yaşamama sebep oldu.

 

Urazın kaçırıldığı falan yoktu. Onu yakalamak ve ihanetimle yüzleştirmek için oynadığım bir piyondan ibaretti sadece. Zeynebi ve Sinanı ikna etmekte en kolayıydı çünkü onlar en başından beri yanımda olan tek kişilerdi. Bana sorgusuz sualsiz eşlik eden ve dosya da isimleri geçmese de bu operasyona benim zorumla dahil edilen görevli kişilerdi.

 

Onun, kara gözlerinde artık yansımam yoktu.

 

Bu öylesine acıttı ki canımı, ölmek istedim. Sonsuzluğa uğurlanmak ve asla geri dönmemek istedim.

 

Sanki bilir gibi acı bir gülümseme yer edindi dudaklarında. Bekliyordu. İhanetim onun için beklenmedik bir şey değildi. Beklemediği şey bu şekilde olmasıydı.

 

"Katherine, yeter!" Diye bağırıyordu Zemon. "Derhal çık oradan! Gerisini, senin için Sinan halledecek. Şimdi çık oradan!" Yaklaşan siren seslerinin yarattığı gürültüyü işittim.

 

Geriye doğru bir adım attığımda, karanlık aydınlığımın üzerine örtüldü. Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakarken, ikimizin de yüzündeki ifade tanıdık iki yabancının birbirine olan son bakışları gibiydi.

 

Beni asla affetmeyecekti.

 

Kara gözlerinde bizim için kuruduğu hayallerin domino taşları gibi çocukluğunun üzerine devrildiğini ve o çocuğun o taşların altında kaldığını gördüm.

 

Yıkım.

 

Gözlerindeki ifade bundan ibaretti.

 

"İzgi," dedi dur dercesine. Silahımı daha sıkı kavradım ve geriye doğru bir adım attım. "Sevgimin tadını aldın." dedi zehir gibi bir sesle. Kara gözlerinde yer edinen nefret parçalara ayrılmama sebep oldu. "Nefretimi ise hiç tatmamayı, gazabımla yüzleşmemiş olmayı dileyeceksin." Dedi yemin eder gibi. "İhanetin, bir sebebi, nedeni olmaz." Yanına düşen ellerini yumruk yaptığını gördüm. Kendini tutuyordu. "Benden bunun affı yoktur biliyorsun değil mi?"

 

Bana nefretle bakan kara gözleri avuçları arasında tuttuğu kalbimin atışlarının durmasına sebep oldu.

 

Onun avuçlarında can verdim. Lakin ondan da canını aldım.

 

Bu sefer geriye doğru bir adım atmama gerek kalmadı çünkü karanlığın içinde bir el bileğime dolandığında beni açık kapıdan dışarıya çekti.

 

Maskenin görünen yüzündeki altın hareler gözlerimle buluştuğunda, sırtım sert bir yere yaslandı. "Artık bitti." Dedi vurgun yapar gibi.

 

Bende bittim. Ben bizi bitirdim. Kendimi ondan bitirdim.

 

Can evimi kendi başıma yıktım.

 

Bir daha da toparlayamadım parçalarını.

Bir araya getiremedim çünkü artık o kırıklara çare olan da, yaraya merhem olan da ben değildim biliyordum.

 

Adaletim için ellerimin arasında tuttuğum kör bıçakta kor kızıl bir kan vardı.

 

Kesiği ben açmıştım ama kanayan yine bendim.

 

Oysa ellerimde tuttuğum kör bıçak onun sırtına yaslıydı. O bıçağın saplandığı yer sırtı olurken kalbini delip geçmiş, o küçük kıymığın ve oyuğun yerini derin bir kesik ve boşluk almıştı.

 

Ona açtığım yara da ben kanamıştım.

 

İçinde bulunduğum ceset torbasına, onu yükledim.

 

Onun İzgisini.

 

Can bedenden çıkmıştı.

 

Anne, ben geliyorum.

Sarıp sarmalar mısın beni, yoksa sırtını mı dönersin?

 

Herkesin yaptığını mı yaparsın yoksa bana sende?

 

Ben gitmiştim.

 

Olan, yine ona olmuştu.

 

Artık bir pusulası yoktu.

 

Zira bozuk ve kırık bir pusula ona ancak yolunu şaşırtırdı.

 

 

Öncelikle bölümü nasıl buldunuz onu söyleyin bakalım?

 

Neler düşünüyorsunuz? Uzun bir süre görünemeyeceğiz bu yüzden ne yazmak istiyorsanız yazın. Instagram hesabından bir soru cevapta başlatacağım oraya da bakmayı unutmayın duyurusunu yapacağım.

 

Bu arada bütün bölümler düzenlenecek ve sahne eklemeleri yapılacak. Mantık hataları, yazım dilindeki kusurularda geçerli.

 

Bu arada eğer bir bölümde bir olay meydana geldiyse ve birkaç bölümde de açıklanmıyorsa sabretmenizi istiyorum sizden. Her şeyin bir vakti vardır.

 

Sizleri çok öpüyorum ve çok seviyorum kendinize iyi bakın görüşmek üzere 💚🪽

Loading...
0%