Yeni Üyelik
33.
Bölüm

31.Bölüm

@umay_6

 

Keyifli Okumalar.

 

 

 

 

Seven gitmez derler hep. Sevdiğini arkasında bırakıp gitmez derler. Kalan daha çok sevmiştir derler. Peki giden? Onun nasıl yandığını biliyorlar mıydı? Gitmek zorunda kaldığını, neler çektiğini biliyorlar mıydı?

 

Gitme demek istedin bana biliyorum. Sana yaptığıma rağmen gitme demek istedin. Kalamam diyemedim sana.

 

"Gitmek zorunda değilsin." Der biri. "Zorundayım." der diğeri. "Gitmek zorundayım. Eğer gitmezsem felaketim olacaksın. Eğer gitmezsem ben yurt dediğim bu şehirde senin kollarında can vereceğim."

 

Sahi söylesenize? Kalan mı daha çok sevmişti giden mi?

 

Sanırım bu sorunun cevabı her kalp için farklı anlamalar içerecekti. Doğru cevabı hiçbir zaman bulamayacaktım.

 

Ben gittim. Sen kaldın. Seni dört duvar arasında, çakalların içinde bir başına bıraktım.

 

Beni affetme.

 

Beni sakın affetme.

 

Çünkü ben kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim.

 

Ayak tabanlarımın paramparça olmasına sebep olan şey, kırık cam parçalarının süslediği, üzerinde kanımın izini bıraktığı bir asfaltta yürüdüğüm yoldan ötürüydü. O yolda koştuğum zamanlar oldu. Geride bıraktıklarıma ulaşmak için sol yanımı feda ettiğim zamanlar oldu. Ama ihanetin aramıza ördüğü o kalın, yüksek duvarın bir sonu yoktu. Ellerimi de parçalasam, ayak tabanlarım yırtılana kadar o duvarı aşmaya da çalışsam onlara ulaşamayacağımı biliyordum.

 

Ruhum benden çok uzaklardaydı. Eskiden yaşamımı sürdürdüğüm o şehirde, Kara ailesine ait olan o malikanenin içinde haps olmuştu. O saydam halinin yerini zifiri karanlık almıştı.

 

Beyaz bir kere kirlendi mi, siyahın, karanlığına bulandı mı bir daha temize çıkması imkansızdır.

 

Sen elin pisliğine bulandığında, koşa kola banyoya gidip elini yıkadığında, o kir çıktı diye seviniyorsun belki ama görünürde olmayan şey ruhuna kazınmadı mı sanıyorsun?

 

Bak bana? Ölümün kapısında, hala bir şeyleri düzeltmek için çabalıyorum. Ruhumu kirleten şeyden arınmaya çalışıyorum.

 

Ama biliyorum.

Çabam boş.

Bile bile bunları yapmaksa daha çok can yakıyor ama kimse bilmiyor.

 

Kimse anlamıyor.

 

Göz kapaklarım kaplıyken içinde bulunduğu karanlığın bir benzerine aralandığında, kalbimde hissettiğim sancıyla boğuk bir inleme kaçtı dudaklarımın arasından. Kalbimi esir alan korku ruhumu ele geçirdi.

 

Neden bu kadar karanlıktı?

 

Gözlerim bir ışık görme umuduyla o kadar hızlı bir şekilde etrafı taradı. Tek bir ışık bile yoktu. Hiç ışık yoktu.

 

Bulunduğum oda öylesine karanlıktı ki bir penceresi var mıydı onu bile bilmiyordum.

 

"Hayır hayır hayır," dedim ağır ağır yattığım yerden doğrulurken, ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım. Zemine basan ayaklarımın hissettiğim soğuklukla buz kesti. "Kimse yok mu?" Diye seslendim karanlığa doğru.

 

Ses gelmedi.

 

Korku bir zehir gibi damarlarıma işledi.

 

"Her kötülük karanlıkta gizlidir. Senin cezan yirmi üç gün boyunca bu odada kalmak. Her yaptığının bir bedeli olur diye seni uyarmıştım." Dedikten sonra gitti. Beni burada tanımadığım iki adamla bir başıma bıraktı.

 

Karanlık, kötülüğün üzerini örttü ve onu gizledi.

 

Nasıl yandığımı kimse görmedi.

 

Ayaklarımı sürüye sürüye, elimle duvara tutuna tutuna bir kapı aramaya çalıştım. Dokunduğum her yer bir düzlükten ibaretti. "KİMSE YOK MU?" Diye bağırdım avazım çıktığı kadar.

 

Kimse yok mu?

Kimse yok mu?

Kimse yok mu?

 

Sesim, bir yabancı gibi odada defalarca kez yankılandığında aklımı kaçıracak gibi hissettim. Bir kez daha bağırmak istedim. Dudaklarım arlandı ama geri kapandı. Tekrar aynı sesi duymaktan delicesine korktum.

 

"Acı eşiğin yüksek diye duymuştum. Bunlar sana koymaz savcı eskisi."

 

Zihinimde dönüp duran o sesi susturmak için başımı ellerimin arasına aldım ve kulaklarımı koparmak istercesine bir baskı uyguladım.

 

"Hata yaptın!"

 

"Senin suçundu!"

 

Dizlerimin üzerine düştüğümde, acıyla canhıraş bir çığlık koptu boğazımdan. Ses tellerimin gerildiğini ve gözümün önünün karardığını hissettim. Kaç dakika o odada dizlerimin üzerinde çığlık çığlığa bağırdım bilmiyorum.

 

"En azından bir ışık yakın." Diye fısıldadım kısık ve boğuk bir sesle. "Sadece ufacık da olsa bir ışık." Dizlerimi kendime çekerken buz gibi zeminde cenin pozisyonunu aldım. Uzun, lacivert bir ojeyle süslediğim tırnaklarım derimi çekiştirdi.

 

Kirpiklerim titredi. Beni içine çeken karanlık bir kez acıyla haykırma isteğime sebep oldu. Dudaklarım aralandı ama çığlık atamadım. Tahriş olan boğazımdan çıkan kısık inlemeyi ben bile zar zor duydum.

 

Bir başkası asla duymazdı.

 

Kimse gelmedi.

 

Karanlıktan korktuğumu bilen ve her gece beni dizlerinde uyutan babam gelmedi. Babamın yokluğunda beni karanlıkta yalnız bırakmayan ve sabaha kadar, ben uyuyana kadar yanımda bekleyen abim gelmedi. Korktuğumu bildiği için, her elektrik kesildiğinde elinde bir mumla kapımda beliren Egemen gelmedi. Çok sevdiği birinden ona armağan olan, kullanmaya kıyamadığı ama söz konusu ben olduğumda yaktığı o ahşap denizci feneriyle odama dalmadı Simay.

 

Benim gibi karanlıktan korkan ama yine de kucağında ayıcığıyla, elinde tuttuğu küçük izci feneriyle Asya, 'Abla' diye bağırarak yanıma gelmedi.

 

Şebnemin belki de hayatı boyunca, telaşla hızlı hızlı attığı adımlarını duymadım. Yatağından kalkıp beni kontrol etmedi. Karanlıktan korktuğumu bilmesine rağmen koşa koşa yanıma gelen Şebnem gelmedi.

 

Peki ya o?

O mu?

O beni belki de duyduğu halde, korktuğum karanlıkta bir başıma bıraktı.

 

Annemse zaten hiç yoktu.

 

Ağladım.

Kendimi kontrol edemedim. Göğüsümde korkunç bir ağrıyla, cenin pozisyonunda, küçüldükçe küçüldüm. Kollarımı yüzüme kapatırken karanlığın içinde korkuyla uykuya daldım.

 

Son iki senedir olduğu gibi.

 

Zihnim karanlığın içinde sürüklenirken, boşluğa düşmeden hemen önce kemikli ve büyük elleri hissettim çıplak kollarımda. Sıcacıktı. Bedenime dokunan o sıcacık ellerin altında un ufak olduğumu hissettim.

 

İrkilerek, geriye doğru çekilirken, "Dokunma." Dedim neredeyse çıkmayan sesimle. Bütün vücudum tir tir titriyordu. Dokunuşlarını tanıyan ruhum gevşerken bedenim titriyordu.

 

Bedenime dokunan ama ruhuma ulaşan ellerin duraksadığını hissettim.

 

Zihnim boşluğun içinde savrulurken, çok derinlerden gelen o tanıdık sesi seçebildim zorlukla. "İzgi." Diyordu. Daha bir çok şey söylüyordu ama kulaklarımdaki uğultu buna izin vermiyordu.

 

Uğultulu sesler kulaklarımda silik bir şekilde yankılanıyordu. Yattığım yerde havalandığımı hissederken burnuma dolan tanıdık kokuya iyice sokuldum. Parmaklarım gömleğin yakasını çekiştirirken tanıdık kokunun sahibi olan kişinin kucağında sıcacık bir yerde bulmuştum kendimi ama o kadar uykum vardı ki gözlerimi bir türlü açamamıştım.

 

Karanlığın içinde, sönükte olsa parıldayan ışıklar bir bir söndüğünde, tamamen karanlığın içinde kilitli kaldım.

 

"Benim kızım çok korkar karanlıktan. Ben yokken onu sakın yalnız bırakmayın."

 

Bıraktılar baba.

Sen yoktun beni zifiri karanlıkta bıraktılar.

Çok bağırdım. Çok ağladım. Sesim kısıldı, bağırmaktan vazgeçmedim ama kimse gelmedi.

 

 

 

 

...

 

Hayat hep yarımdır.

Bizim yarım hayatımızı tamlayan şey, sevdiğimiz insanlardır.

 

Bir insana, yarımsın derseniz, hayatınızın geri kalan kısmını tamamlamış olursunuz. Geriye kalan tek şey, sevgiyle, saygıyla, hastalıkta, sağlıkta ve sadakatle birbirin bağlı kalmayı başarabilmektir.

 

Ben başaramadım.

 

Bir gün gelip geçeceğiz. Bir sokağın asfaltında, kaldırım taşlarında kalacak ayak tabanlarımızın izleri, düşen göz yaşlarımız, o gün oradan geçerken ne düşündüğümüz. Sadece sen bileceksin. Çünkü hiç kimse gözüyle görmediğine inanmaz.

 

Yine sana senden başka hiç kimse inanmayacak. Ve sende aptal gibi kendini inandırmak için çabalayacaksın. Karşılaştığın tek şeyse bir gün yüzüne kapatılacak kapılar olacak.

 

Mesela. Benim sana söyleyemediğim çok şey var sevgilim. Ben bunları dile getiremesem, sen nereden bileceksin?

 

Ya da biliyor musun? Her iki yılda, senin doğum gününde bir pasta yapıp dolaba attığımı ama hiç kesmediğimi. Belki canının çekmiştir de yiyememişsindir diye aklıma düştüğünde bir tencere karalahana sarması yaptığımı ama ısıtamadığımı.

 

Sevdiğin saçlarımı kesip boyattığımı. Senden başkası görmesin diye gizlediğim gözlerimi...

 

Sen yokken yarım ve eksik hissettiğimi, biliyor musun?

 

Bilmiyorsun.

Nereden bileceksin ki?

 

Göz kapaklarımın üzerine bindirilmiş tonlarca ağırlık vardı sanki. Kirpiklerimi kıpırdatıyor, gözlerimin ardına sızmayan çalışan yakıcı ışık yüzünden huysuzca kıpırdanıp duruyordum. Bir süre hafifçe aralamaya çalıştım gözlerimi. Işığın ağır ağır gözlerimi yakmasını bekledim ve gözlerimi araladım yavaşça. Beyaz ışık gözlerimi yakarken boğazımdaki dehşet ağrı boğuk bir şekilde inlememe sebep oldu.

 

İçinde bulunduğum odada ağır ağır göz gezdirdim. Lacivert ve siyahın hakim olduğu, oldukça büyük bir odaydı. Zihnimde bir benzerlik canlandı ama anlamlandıramadım. Gözlerim sol tarafa kaydığında uyandığımdan beri varlığını hissettiğim ama kaçtığım gözlerin sahibiyle buluştu gözlerim.

 

Göğüs kafesim, kesik kesik yükseldi. Tekli koltuğa sığmayan heybetli bedeni, görüş açıma girdi. Hiçbir ifadeyi barındırmayan ama çok sevdiğim kara gözleri... Her nefes aldığımda burnuma dolan yakıcı deniz kokusu... Uzayan sakalları... Parmak uçlarımın dokunmak için karıncalandığı uzun olamayan, kirli sakallarına baktım.

 

Ona çok yakışmış, ayrı bir hava katmıştı.

 

Dudaklarım aralandığında, "Neden buradayım?" Diye sordum merakla. Kara gözlerindeki ifade bilinmezliğe doğru yol aldı. Sessiz kaldı. Ne düşünüyordu bilmiyordum. Aklımı kurcalayan şeyler vardı. Yattığım yerde doğrulduğumda, sol kolumdaki uyuşukluk dikkatimi çekti. Destek almak için her iki avucumu da yatağa rastlamam rağmen sanki sadece sağ elimle kuvvet uygulamıştım.

 

Sikeyim! İlaçlarımı almamıştım. Uyuşturucu demek istedin herhalde?

 

İki yıl.

 

Yüzünü kaplayan ifadesizlik bir maskeden mi ibaretti çözemedim.

 

Buz gibiydi.

Bakışları, hareketleri bir robottan farksızdı.

 

"Bir soru sordum?!" Dedim sabırsızca. Kaşları alayla havalandı. Kara gözlerindeki soğukluk üşümeme sebep oldu.

 

"Ne zamandan beri sorduğun soruların cevabını aldın?" Dediğinde yutkunamadım. "Ya da aldığın soruların cevapları gerçek bir cevap mıydı?" Dediğinde îmâsı sessiz kalmama sebep oldu. "Doğru ya," dedi başını iki yana sallayarak. "Sen dinlemezsin. Önüne ne koyulursa, ne söylenirse onu yaparsın değil mi? Sorgulamazsın. Hiç düşünmeden harekete geçersin."

 

"Ben-"

 

"Sen ne?!" Dedi sertçe sözümü keserek. "Yine hangi yalanlarını sıralayacaksın?" Yapma. Lütfen yapma. "Ya da en iyi bildiğin şeyi yapıp kaçacak mısın?" Dediğinde gözlerimi yumdum. "Mutlu musun bari?" Dedi alayla. Gözlerimi açtığımda onun gözleriyle karşılaşmak nefesimi kesti. "Parmaklıkların ardında olmasam da hapis hayatı yaşıyorum."

 

"Sus." Dedim tahammül edemez bir sesle.

 

"Tatmin etmedi mi seni yoksa?" Dediğinde aldığım nefes ciğerlerimi sıkıştırdı.

 

İfadesizlik yüzümde yer alırken dudaklarıma alay dolu bir tebessüm yerleşti. "İstihbaratla iş birliği yapmış, kurtulmuşsun." Dedim. Öylece bana bakıyordu. "Yine sıyrıldın bir şekilde." Parmaklarım yatağın üzerinde belirli bir ritim tuttu. "Siz kötülere gerçekten bir şey olmuyor ha?"

 

"Amacına ulaşmamak seni üzmüş olmalı." Dedi sertçe. İhanetin acısı kara gözlerine mesken edinmişti. "Yaptıklarının boşa gitmiş olması elbet dokunmuştur."

 

"Yaptıklarımın bir hiç uğruna olduğunu öğrendiğim kadar dokunmadı." Dediğimde bilir gibi dudakları kıvrıldı. Samimiyetten uzak, bir yabancıyı küçümser gibi bir gülümseme hakimdi dudaklarında.

 

"Sana güvenmiyorum." Dedi bana zehir olan sözleri ruhuma aktı. Yandım.

 

"Ne tesadüf," dedim alayla. "Bende sana güvenmiyorum." Derin bir nefes aldım. Kara gözleri saçlarımda gidip geliyordu.

Garipsediğini görebiliyordum.

 

Kaldıramadığı ihanetimin arkasına gizlediği hayal kırıklığıyla, acıyla bana bakarken, kelimelerimi toparlamakta zorlandım. Dudaklarım bir parça aralandığında boşver dedim kendi kendime. Anlatsan da anlamayacak.

 

Sessizce karşısında dururken bakışları çehremde gezindi. Dolgun dudaklarıma, elmacık kemiklerime, beyaz tenimdeki benlerime, yeşil gözlerime uzun uzun baktı. Ezbere bildiği yüzümü sanki bir yabancıya bakar gibi, ilk kez görüyormuş gibi inceledi. Bakışları kızıla boyattığım saçlarıma değdiğinde bunu kendime yaptığım için bana kızan gözlerini okudum.

 

Eskiden belime kadar uzanan hafif dalgalı gece saçlarım vardı. Gecenin karanlığıyla bütünleşir sırtımdan aşağıya doğru salınırdı. Yeşil harelerim bir kız çocuğunun haylaz parıltısını bir kadının tutuklu bakışlarını taşırdı.

 

Şimdi cansız, ümitsiz ve boş bakışlara sahiptim. En yakın arkadaşımın da belirttiği gibi; Solmuş bir çiçeğin son çırpınışlarını taşıyan bakışlara sahiptim.

 

Yaşamak için çırpınıyordum ama bir damla su veren, sevgisini esirgemeyen kimsem de yoktu. Ölümün getirdiği can havliyle son çırpınışlarımı sunuyordum ama bakan birinin kurtarmak için zahmete girmek istemeyeceği kadar da ölüydüm aslında.

 

İki yıl.

 

Özlediğim gözlerine bakmayalı tam iki yıl olmuştu ve onu özlemek bile onu sevdiğim kadar yakmıyordu canımı.

 

Bir şey bekledim. İçimde bir yerlerin yerle yeksan olmasını ruhumun açıdan çığlık çığlığa bağırmasını kalbimin un ufak olmasını hissetmeyi bekledim. Hiçbiri olmadı.

 

Ruhumu, kalbimi saran her türlü acıya bağışıklık kazanmış gibiydim. Kendimi buna ve bunun gibi bir çok sahneye hazırlamıştım. Şimdi yanmasa da canım içimde bir yerlerde İzginin sessizce köşesine çekildiğini ve patlayacağı anı beklediğini biliyordum.

 

Ben onun İzgisi, güzeli, bebeği, canı, Canan'ı, yürek yangınıydım.

 

İz ise onun hiçbir şeyiydi.

 

Gün geçmez, gönül unutmazdı. Üzerinden ne kadar geçerse geçsin maziyi hatırlatan bir çift göz darmaduman ederdi seni. Duyduğun bir şarkıda, işittiğin cümlelerde, gözünün önünde birbirine sığınak olan insanlarda geçmişten izler bulurdun.

 

Ben ölürdüm ama ne onu, ne yaşattıklarımı, yaşattıklarını ve yaşadıklarımızı unuturdum. Ben herkesi her şeyi unuturdum belki ama onunla ilgili olan hiçbir şeyi unutmazdım.

 

"Sen benim yazgımsın İzgi," diyen sesi kulaklarımda yankılandı. "İnsan hiç unutur mu yazgısını? Yok sayabilir mi? Bırakabilir mi?" Geçmişin elleri boğazıma sarıldı. "Bırakmaz, bırakmam. Öl de ölürüm. Yaşa de yaşarım senin için. Sen iste. Sen söyle bana herkesi ayaklarının altına sereyim. Önünde ceketini iliklesin herkes, senden çok bana saygı duysunlar. Sen yeter ki iste Sevgilim ben senin için dünyayı ayağa kaldırır canını yakmaya kalkanın, tek damla göz yaşına sebep olanın celladı olurum. Sen yeter ki iste. İtme beni kendinden. Yakıp kül etme beni."

 

Nasıl yapıyordu? Nasıl hala canımı bu denli yakabiliyordu?

 

Unutmak istedim. Bu acıyı, sebep olanı unutmak istedim.

 

Sebebim olmuştu.

 

Bilseydi şu üç yıl içinde yaşadıklarımı elleri sarıp sarmalar mıydı yine beni? Aptal. Dedi içimdeki ses. Hala umut mu ediyorsun. Kalbim acıyla kasıldı.

 

"Neden buradayım?" Diye sordum bir kez daha ısrarla.

 

"FBI, sana yapacağımız iş birliğinden bahsetmiş olmalı." Dediğinde yüzüne yerleşen ciddi ifade kaşlarımın çatılmasına sebep oldu.

 

"İş birliği derken?" Dedim sorgu dolu bir sesle. "Dosyayı kabul etmediğini söylemişlerdi."

 

"Fikrimi değiştirdim," dediğinde soluk boruma bir şeyin tıkandığını hissettim. "Yapılacak olan operasyonlarda bizzat yer alacağım ve sende bunun için bana yardım edeceksin." Dedi emreder gibi.

 

İtiraz etmek için dudaklarımı aralamıştım ki, "Ne düşündüğün umurumda değil." Dedi sertçe sözümü keserek. "Buraya senin için gelmedim. Zamanında kardeşim dediğim o adamdan almam gereken bir intikam var. Ve sen ona giden bu yolda bana yardımcı olmak zorundasın."

 

"Değilim." Dedim kestirip atar gibi. "Bunu bir başkasıyla da yapabilirsin!"

 

"Yapmam!" Dedi hiddetle. "Ben mi seçtim seni! Ben mi istedim! Beni mahkum ettiğin hayatı yaşıyorum, ve verdiğim sözü tutmazsam hiçbir zaman özgürlüğüme kavuşamayacağım!" Öfkesi beni yakıp yıktı. "Neye sebep olduysan hepsini telafi edeceksin!"

 

"Unut bunu," dedim kesin bir dille. "Bu operasyonda yokum."

 

"Ne istesediğin umurumda değil İzgi," dedi nefretle. "Ailem için buradayım. Bana inanan insanlar için, dostlarım, sevdiklerim için buradayım. Bir iş birliği içerisindeyim ve sende bana yardım etmek zorundasın." Koltuğun kolçağına yasladığı elleri yumruk halini almıştı. "Operasyonu kabul etmemen, iş birliğini geri çevirmen demek, ben de dahil olmak üzere sevdiğin bütün insanların ağırlaştırılmış müebbete mahkum edilmesi demektir." Dediğinde sözleri donup kalmama sebep oldu. "Asya da artık, kimsesi olmadığından ötürü yetimhaneye verilir herhalde ama bana soracak olursan dünyanın önemli isimlerinden olan ve birçok düşmanı bulunan bir adamın kızını yaşatacaklarını sanmam." Dudaklarım aralandı. Böyle bir şey olamazdı değil mi? "Çünkü onu koruyacak bir abisi, ablası ve babası yok artık." Dedi damarıma basmak ister gibi.

 

"Beni suçluyorsun," dedim dalgın dalgın. "Yaşanan her şey için beni suçluyorsun ama mecbur olduğumu bir türlü görmüyorsun." Dediğimde alayla güldü. "Başka şansım yoktu."

 

"Mecburiyetini sikeyim senin." Öylesine sakindi ki bağırsaydı daha iyiydi. Sakinliği ürkmeme sebep oluyordu. "Ney mecburdun lan sen?! Neye mecbur bırakıldın?!"

 

"Beni görevimi yaptım diye suçlayamazsın sen?!" Diye bağırdım. O kadar kısıktı ki sesim, haykırışlarıma kulak asmayanlar fısıltılarımı mı duyacaktı? "Bir kere beni anlamak için çaba göster ya?! Mecburdum diyorum! Neyini anlamıyorsun?! Sen, Meclis bizim için evlilik kararı verdiğinde karşı çalabildin mi?! Bizim evliliğimiz de bir amaç için değil miydi zaten?! Ben devletimin bana verdiği görevi yaptım diye sen beni suçlayamazsın tamam mı?! Ben sana zamanında ayrılayım dedim. Bir gün elimde kelepçeyle kapına dayanamayacağımın garantisini sana vermem dedim! Mesleğimle senin aranda kalamam dedim! Ona rağmen sen bana kal dedin! Ben razıyım dedin!" Dedim öfkeyle içimdekileri kusarak.

 

"Başlatma lan görevine!" Diye gürledi öfkeyle. Aramızda kalan küçük sehpayı eliyle devirdiğinde oturduğu yerden hışımla ayağa kalktı. Ani hareketiyle irkilmeden edemedim ama gözlerimi de ayırmadım gözlerinden. "Ben görevini yaptın diye suçlamıyorum seni! Yine yapsaydın! Yine gitseydin! Yine ihanet etseydin! Ama yüreği seninle atanı, adını alın yazısı sayan adamı seviyormuş gibi yapmasaydın!" Dediğinde kırgınlığı içime battı. "Beni seni sevdim sadece. Duvarlarımı indirdim senin için. Başıma gelecekleri bile bile sevdim. Bana gelip dosyayı bırakmış dediklerinde bir umut doğdu içime. Eğer sen bana bırak deseydin, çek elini bu pis işlerden deseydin ben bırakırdım. Yemin ederim sırf sen istedin diye yapardım bunu. Yanmışsın zaten bir de ben yakmayayım isterdim. Mutlu ol isterdim. Ama sen bir gün olsun, bir kez bile yapma demedin bana. Bırak demedin!" Kara gözlerine mesken edilen acı göğüs kafesimi sarıp sarmaladı.

 

Çok güzel bir adam sevmiştim.

Harabeye dönüştürmüştüm onu.

Ruhu yaralar içindeydi.

 

Oturduğum yerden ayağa kalktığımda topuklu ayakkabılarımın altında ezilen cam parçalarına değdi kara gözleri. Ona doğru bir adım attığımda bir hamle de bulunmadı. Dudaklarım konuşmak için aralandı ama izin vermedi.

 

"Seni sevmenin bedelinin bu kadar ağır olacağını bilseydim yemin ederim sevmezdim." Dediğinde susmak zorunda kaldım. Harelerim, hareketlerim gibi donup kaldı. Bir kıymık battı göğüs kafesime. Bir bıçağın açtığı kesikten çok daha küçük ama daha can yakıcı bir acı bıraktı kalbimde. Bana nefretle bakan gözlerinden başka bir şey göremedim.

 

"Hiç mi affedemezsin?" Diye sordum bir umut.

 

Lütfen.

Lütfen sevgilim.

 

"İzgi," Adını ağzından yeniden duymak nefesimin kesilmesine kalbimde öldüğünü sandığım duyguların hareketlenmesine ve yaşam belirtisi göstermesine sebep oldu.

 

Onun İzgisi.

 

"Ben ölsem affetmem seni." Yapma der gibi baktım gözlerine. Görmezden geldi. "Ben ölürüm affetmem seni. Asla, affetmem." Öylesine kesin konuştu ki ağlamak istedim.

 

Hiç umut yok muydu?

 

"Ya ben ölsem?" Kelimler ağzımdan çıktığında katran karası gözlerinde ufacık da olsa bir hareketlenme fark ettim. "Ya ben ölsem Keskin? Yine de affetmez misin?"

 

Belki kıyamazdı.

Bir zamanlar yaşatmak istediği kadını canlı canlı gömmezdi.

 

"Affetmem." Karanlığı yuva edinen sesi ruhumu kirletti. Hasta kalbimdeki acı yutkunmamı engelledi.

 

Sol tarafımı artık hissetmiyordum.

 

Yine de umut ettim. Belki ben ölünce affederdi. Belki ölsem bana acır beni affederdi. Beni bu vicdan azabıyla toprağın altında koymazdı değil mi? "Keskin hiç mi yok olurumuz?" Diye yakardım. "Bir yolu yok mu Allah aşkına?"

 

Bir an bile tereddüt etmeden, "Yok." Dedi buz gibi bir sesle.

 

Yandım.

Bir kez daha.

 

Ruhuma çakmak çakan eller tanıdıktı.

Bu yüzden yanmak korkutmadı.

 

Arkasını dönüp gittiğinde bir adım atmak istedim öne doğru ama durduramadım. Zemine basan, tok, sert ve aynı hizada ilerleyen adımları kapıya ulaştığında öfkeyle açtığı kapıyı sertçe kapattı.

 

Çıkardığı gürültü kalbimden nükseden kırıkların sesini bastıramadı.

 

Gittiği yer evim değildi.

Benden, bizden, kalbimden gitmişti.

Keşke beni kovsaydı. Yok saysaydı ama kalbini bana kapatmasaydı.

 

Farkında olmak delicesine yaktı canımı.

 

İçimdeki acıdan nefes alamadım.

Acı öyle bir hal aldı ki, kendimi ölümün ucunda hissettim.

 

Ağlamak istedim. Genzimi yakan acı gözlerimi doldurdu ama öyle bir haldeydim ki, göz pınarlarım kurmuş gibiydi. Tek damla yaş düşmedi gözlerimden.

 

Ağlayamadım.

 

Boğazım düğüm düğüm oldu yutkunamadım.

 

"Bir adam İz her şeyle başa çıkabilir. Her şeyi affedebilir. Yalanları, sırları ama ihaneti asla." Dediğinde boğazıma oturan yumru yutkunmamı engelledi. Bakışlarımı kaçırdım. Kaçtığım gerçek bir kez daha suratıma tokat gibi çarpıldığında kalbim yaptığım şeyin acısı ile kasıldı.

 

Neden?

Neden ben?

Neden beni seçtiniz?

Neden?

 

Bu sorunun cevabını hiçbir zaman alamamıştım.

 

"Annenin yarım bıraktığı işi sen tamamlayacaksın. Bunu bir vasiyet gibi düşün."

 

Ah anne.

Ah anne.

 

Şimdi kim bilir Zemon neredeydi? Neyle uğraşıyordu? Adeline? Theo? Umarım hepsi iyileridir.

 

Tek dileğim bu.

 

Dakikalar önce kapanan odanın kapısı, İdil tarafından açıldı. Elinde tuttuğu katlı kıyafetlerle içeriye girdiğinde buz mavisi gözlerinde soğukluk hakimdi.

 

Üzerinde siyah, yüksek bel bir pantolon ve üst vücudunu saran bir badi vardı ve oda siyahtı. Bacağına sardığı bir korseli vardı ve bıçakları yerleştiriliydi. Belindeki kemerde iki adet silahı ve susturucuları vardı.

 

K.A.A.

 

Silahının üzerindeki altın işlemeli harfler bundan ibaretti.

 

Keskin Ardıç Alacahan.

 

Can evim.

 

"Bunları giyeceksin," dedi düz bir sesle. "Üzerini değiştirdikten sonra haber ver, FBI aşağıda. Herkes seni bekliyor." Bir şey sormama izin vermeden elindeki kıyafetleri yatağın üzerine fırlattı ve arkasını dönüp hızlı adımlarla odadan çıktı.

 

Gözlerimi yumdum sakince. Kendime biraz zaman tanıdım. Zihnimi boşalttım ve içimde bir yerlerde saklı kalan o İzginin sesini susturdum.

 

Gözlerimi yeniden araladığımdaysa görecekleri kadın bambaşka bir kadındı artık. Zayıflık göstermeyecektim. Ne olursa olsun, herkes haddini bilecekti. Bilmeyen yerini de haddini de bildirecektim. Kimsenin beni küçük düşürmesine izin vermeyecektim.

 

Madem bir oyun istiyorlardı. O halde o oyunu ben kurardım. O oyun benim kurlarıma göre oynanırdı. Başka türlüsüne müsaadem yoktu.

 

İdilin benim için getirdiği, siyah kumaş, mini eteği pantolonumu üzerimden sıyırdıktan sonra hızla üzerime geçirdim. Saten, siyah gömleğimi de üzerime geçirirken, kazağımı çıkarır çıkarmaz bir ürperti vücudumu esir aldı. Bozulan at kuyruğumu düzelttim. Saçlarımı elimle dağıttıktan sonra salık bıraktım ve bordo topukluları da ayağıma geçirdim.

 

Katherine bu kıyafetleri asla giymezdi. Ama benim aşağıda İzginin zekasına ve sivri diline ihtiyacım vardı. Ve onlarda bunu bilir gibi benim için bu kıyafetleri seçmişlerdi.

 

Omuzlarımı dikleştirdim. Bakışlarımdaki o acıyı, özlemi sildim. Maskemi kuşandım ve o odadan başım dik çıktım. Koridora çıkar çıkmaz korumların yüzünü kaplayan tedirginliği okudum. Hepsi temkinli duruyorlardı. Adımlarım uzun koridor boyunca ilerledi. Topuklu ayakkabılarım boş koridorun zemininde yankılandı. Kendinden bir iz bıraktı.

 

Buradaydım.

Ve sen bunu bu sefer biliyorsun.

Buraya uğradığımı biliyorsun.

 

Merdivenlerden inerken ayakkabılarımdan çıkan tok ses evin için doldurdu. Etrafımı saran koruma ordusu ve İdilin varlığı artık güven vermiyordu.

 

Son basamağı indiğimde, FBI'ın birçok tanıdık yüzüyle karşı karşıya geldim. Hepsi beni sapasağlam görmesiyle rahat bir nefes aldı. Fark ettiğim bir diğer şeyse, hiçbirinin üzerinde silah olmamasıydı. İçeriye silahsız nasıl girmişlerdi?

 

Alexsendar, yanıma yaklaşmak için bir hamlede bulunduğunda bana doğru atacağı bir diğer adımın hava da asılı kalmasına sebep olan şey İdilin karşısında belirmesiyle eş zamanlı oldu.

 

"Geri bas," dedi İngilizce konuşarak.

 

"Onunla konuşacağım." Dedi düz bir sesle. Altın sarısı saçları loş ışığın altında parlıyor, ela gözlerini ortaya şımarıyordu. Kemikli çehresindeki yara izi onu ürkütücü kılıyordu.

 

"Yasak." Dedi İdil, ikaz edercesine.

 

"Senden izin almıyorum." Dedi Alex, bir şeyi hatırlatır gibi. "Onunla konuşacağım ve sen buna engel olamayacaksın." Dedi sertçe.

 

"Onunla yapacağın tek konuşma son veda konuşman olur," İdil rahatça kollarını göğüsünde bağladığında ona uyarırcasına baktı. Alex onu umursamadan bana doğru gelmek için yeltenmişti ki, "Bir adım." Dedi İdil sertçe. Gözlerinde ki vahşilik sesine yansıdı. "Tek bir adım daha atacak olursan, kalbinin hedefinde olan bıçağım göğüsünü deler."

 

Alexsin bakışları, İdilin sol tarafında, göğüs kafesine yasladığı bıçağa kaydığında dudakları belli belirsiz kıvrıldı. Sadist ve psikopatça bir gülümsemeydi. Sanki İdilin tavrından zevk almış gibiydi.

 

Hasta adamın tekiydi.

 

İdilin kaşları çatılırken, bıçağı geri çekti. Yüzünde buz gibi bir ifade hakimken, "Yalnış bir harekette bulunacak olursa," Alexsin kaşları havalandığında ne söyleceğini merakla bekledi. "Kalbini söküp bana getirin." Dehşetle ona bakarken, onun yüzünde mimik oynamadı. "Ya da vazgeçtim," dedi alayla. "Koleksiyonumu böyle kirli bir kalple mahvetmek istemem."

 

İşte. Belki de iki yıldır tanıdığım Alexsin ve buradaki bir çok ajanın affallamasına sebep olan sözleri beni güldürdü.

 

Yüzündeki alay dolu ifade hızla silindiğinde, arkasını dönmeden hemen önce, "Kimseyi yaklaştırmayın." Dedi katı bir sesle. Yanımda yer aldığında gözlerini bana değdirmeden dümdüz karşıya baktı. "Gerekirse öldürün."

 

Alexsandır, alayla güldüğünde, dilini ağzının içinde yuvarladı ve damağını şıklattı.

 

Salonun içiresine doğru ilerlediğimizde oldukça geniş olan odanın ortasındaki masanın etrafındaki sandalyelere dizilen, Meclisin önemli üyelerine ve FBI'ın kıdemli ajanlarına ve yetkililerine baktım.

 

Masada, Adeline, Theo ve Zemonda vardı. En baldaysa o oturuyordu.

 

Lider.

 

Keskin Ardıç Alacahan.

 

Üzerimde dikkatle dolanan bakışlara aldırmadım. Benim için ayrılan köşeye oturmak için bir hamlede bulunmadım.

 

"Buyrun." Dedi İdil eliyle Zemonun yanındaki yerimi işaret ederken. "Siz oturduktan sonra herkes başlayacak."

 

Gözlerim masadaki her üyede tek tek gezindi ama ona uğramadı. Uğrayamadı. Abimi gördüm. Hemen yanında oturan Egemeni, Simayı ve Şebnemi gördüm.

 

Ailem.

Hepsi ailemdi.

 

Birbirlerinin aileleriydiler ama benim ailem değildiler.

 

"Şebnem, annene de bana da, hizmet ettiği vatanına da ihanet etti İzgi."

 

Boğazım düğümlendi. Saatlerdir almadığım maddenin etkisi titreyen ellerimde kendini belli ettiğinde ellerim hızla yumruk halini aldı. İçime çektiğim nefes, Şebnemin üzerine uğrayan gözlerimle beraber kanımdaki öfkenin kaynamasına sebep oldu.

 

Onu öldürecektim.

 

Bugün değil ama bir gün. Yemin ederim onu öldürecektim.

 

Sevgisiz büyüyen her kız çocuğu eksik ve yarımdır. Bakın bana. Yirmi sekiz yaşındaydım, hala eksik ve yarım hissediyorum.

 

Çünkü içimdeki acının göğüs kafesimde açtığı boşluk bir türlü dolmuyor da ondan.

 

Kurmuş dudaklarımı dilimle ıslatırken, "Böyle iyi." Dedim buz gibi bir sesle. Meclis üyelerinin alay ve küstah dolu bakışlarını üzerimde hissettim. FBI yetkilerinin oturmamı istercesine bakan uyarı dolu bakışlarına ise aldırmadım.

 

"Evet," dedim derin bir nefes alarak. "Sizi dinliyorum." Merakın yuva edindiği yeşillerim hepsinin üzerinde dolaştı.

 

Attığım her adımda bir sonraki adımımı hesaplıyor on adım ötesinin planını yapıyordum.

 

Her olasılığı düşünmüş her şeyi hesaba katmıştım ama varlığından bir haber olduğum kalbim ona tutulduğunda hiç olmamam gereken birine aşık olmuştum.

 

Yürüdüğüm yolda, yaptığım planlarımda, operasyonlarımda her daim kendimden emin ve kararlı duruşumu sergilemiştim. Ama günün birinde hesap edemediğim o şey gelip kapımı çaldığında yapacağım şeyin acısı göğüsümde çoktan yerini bulmuştu.

 

"Neden burada olduğumuzu çok iyi biliyorsun, Katherine." FBI' kıdemli üstlerinden olan, Benjamin Faruald'ın sesiyle gözlerim onu buldu.

 

Annemi seçen adamdı.

 

Yaşının getirdiği kırışıklıklar, çehresinde yavaş yavaş kendini belli etmeye başlamıştı. Ama her şeye rağmen saçında tek bir beyaz tel bile yoktu çünkü her zaman boyardı. Yaşlılığın, otoritesini sarstığını ve ciddiyetsiz gözüktüğünü söylerdi.

 

Halbuki bilmediği şey çok korktuğu o makamın bir gün elinden alınacağıydı.

 

"Türk istihbaratıyla yaptığımız iş birliğinde, operasyon için seçilen önemli ajanlardansın." Diyerek söze başladı. Bizim için bir piyonsun. Sözlerinin altında yatan ima bundan ibaretti.

 

'Ben sizin ajanınız değilim' demek istedim ama Zemonun gözleriyle karşı karşıya gelince susmak zorunda kaldım.

 

"Douglas Vancenin bütün dünya için oluşturduğu tehdit bariz," dediğinde onay almak ister gibi masadaki üyelerde göz gezdirdi. "Meclise yaptığı ihanet de cabası." Sözleri zaten üzerimde olan gözlerin daha çok üzerime mıhlanmasına sebep oldu. "Bu masada olma sebebime gelecek olursak eğer, ülkeler arasında çıkacak iç savaşı başlamadan bitirmek. Elimizde olan bilgileri incelediğimizde, seneler evvel Aliye Aşan Karanın da biz teslim etmiş olduğu nükleer silahlardan çok daha fazlasının elinde olduğu. Eşi benzeri olmayan patlayıcılar, formülü olan ama imhası imkansız olan nükleer bomba gazları ve ülkeleri savaşa sürükleyecek şantaj belgeleri..." diye sıraladı. Herkes pür dikkat onu dinliyordu.

 

"Neden ben?" Dedim sorgu dolu bir sesle. "Neden bir istihbarat ajanınız değilde, saha ajanınızı seçtiğiniz bay Benjamin?" Dediğimde öfkelendiğini görebiliyordum.

 

Onun sözü bana işlemezdi.

 

"Keskin Ardıç Alacahan ile tekrar bir evlilik gerçekleştireceksin," dedi söylediklerimi duymazdan gelerek konuya girdi. Güldüm, alay dolu uzun bir gülümsemeydi bu. Ve buradaki herkesin sinir dolu bakışlarını üzerime toplamam sebep olmuştu. "Yapacağımız operasyonlarda onu koruyacak ve ona yardımcı olmak için yanında olacaksın. Meclisteki yerine tekrar kavuştu ama düşmanları çok. Amerika Birleşik devletlerine bağlı CIA bizimle birlikte çalışacak ve size operasyonda eşlik edecek.Douglas Vancenin elinde bulunan zehirli kimyasal gazlar on iki ülkede belirli kişilere korumaları için ve zamanı geldiğinde oluşturulacak olan nükleer silah için verildi. Her ülke üzerine düşenden fazlasını yapacak."

 

"Bay Benjamin," dedim dilimi damağıma vurarak. "Sorduğum soru bu değildi." Dediğimde kahvelerine yerleşen öfke yerini kızgınlığa bıraktı. "Beni bunlarla sindiremezsiniz. Sorduğum soruyu görmezden gelmek yerine bana doğru dürüst bir cevap verin!" Suratımda ki ciddi ve katı ifade sertleşti. Gözlerime ördüğüm duvar, karşımdaki kişinin beni okumasını imkansız kıldı.

 

"Meclisin içinden geliyorsun," Benjaminin üzerinden ayrılan gözlerim Zemonu buldu. Bana bir yabancıya bakar gibi bakıyordu. Kaşlarım çatıldı. Resmiyetin sırası mıydı? "Baban tarafından yıllarca bunun için yetiştirildin. Bir varis gibi," dediğinde çoğu üyenin bilmedikleri yüzünden uğradığı şaşkınlığı fark ettim. "Adaletten yana olan, defalarca kez Meclisi karşına almana rağmen ve sana gelen teklifleri reddetmene rağmen Meclis hakkında her daim bir şeyler öğrendin" dedi imayla. "Yapılacak olan operasyonlarda sana ihtiyaç duyuyorlar Katherine çünkü Meclisin içindeydin, her şeyi sen yaptın her şey senin gözetimin altındaydı ve o dünyayı biliyorsun çünkü o dünyanın içinden geldin. Bir başkası bunu yapmaz, uyum sağlayamaz. Bu yükü sırtlayamaz. "

 

Alay dolu bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. "Makam için operasyonlarımı sabote eden adamlar için kılımı kıpırdatmam ben." Masanın köşesinde böbürlenerek oturan bir zamanlar başsavcı şimdi ise başmüfettiş olan adamın gözleri öfkeyle parladı. "Güldürmeyin beni" dedim alayla. Sözlerimin hedefi Kerim Akmandı. "Operasyonum başarısız olduysa bunun sebebi sizsiniz."

 

Sözlerim zorunda gitmiş olacak ki bir anda, "Kes!" Diye bağırdığında oturduğu yerden ayaklandı. "Kendi beceriksizliğinin suçunu benim üzerime atma." Dediğinde gülümsemem büyüdü. "Sana verilen görevi yerine getirmedin. Başarısız oldun ve bedelini ödedin. Şimdi herkes hak ettiği yerde."

 

"Beni aptal mı sanıyorsun sen?" Dedim alayla. "Ben sen değilim, boş atıp dolu tutturmak gibi hedeflerim yoktur. Ağzımdan çıkan her bir kelime yemin değerindedir. Hepsinin bir delili, sebebi vardır." Hareleri korkuyla genişledi. "Hadi ama," dedim kalçamı arkamdaki tekli koltuğa yaslarken kollarımı göğüsümde birleştirdim. "Operasyonumu batırdın. Keskin Alacahan ile ilgili onu müebbete mahkum edecek onca delili sana verdim ama sen sırf rütbe için beni yok saydın. Bir katili, suçluyu serbest bıraktın."

 

"Suçlu dediğin adama aşık olan sen mi söylüyorsun bunu?" Dedi alayla.

 

"Yine de," dedim öfkeyle yerimde doğrulurken. "Ne o ne de bir başkası bana verilen görevi yerine getirmeme engel olamadı. Ne pahasına olursa olsun onu istediğiniz her şey size teslim ettim. Ailemi, sevdiğim adamı, dostlarımı kandırdım. Onlara ihanet ettim ama siz!" Dedim işaret parmağımla onu göstererek. "Delileri yetersiz buldunuz. Operasyonu başarısız bir şekilde sonuçlandırdığınız ve bunu ailem ve bir suçluya aşık olmamı öne sürerek bana iftira attınız. Sizin yüzünüzden mesleğimden oldum! Şimdi bir bahane uydurarak zorla buraya gelmeme sebep oldunuz çünkü bana ihtiyacınız var!" Dedim gerçekleri bir bir yüzüne vururken. "Her ne yapacaksanız ben olmadan başaramayacağınızı biliyorsunuz. Bu yüzden çağırıldım çünkü benden istediğiniz her ne ise buraya kendi rızamla gelmeyeceğimi biliyorsunuz." Dedim. "Ama hayır, bu sefer sizinle aynı yolda yürümeyeceğim." Dedim kendimden emin bir sesle.

 

Yeşillerim geldiğimden beri üzerimden ayrılmayan ama benim bakmaktan kaçındığım kara gözlere tutundu. "Bu operasyonda yokum." Dedi sertçe. "Bana sunduğunuz şartlar ne olursa olsun hiçbirini kabul etmiyorum!"

 

Benjamin,"Keskin bey," diye adaya girdi. Kaşlarım çatıldı. "Keskin Alacahan ile bir anlaşma yaptık. Kendisi artık bizimle birlikte aynı amaç doğrultusunda çalışıyor." Kesin ve net tavrım tedirgin olmasına sebep olmuştu. "Anlaşmayı kabul etmemen ve iş birliğini bozman demek, sana verdiğimiz sözden dönmek demektir." Diyerek son kozunu oynadı.

 

"Hiç bir zaman sizinle aynı fikirde olmaz." Dedim kendimden emin bir sesle. Söylediklerimi umursamadı.

 

"Douglas Vance, bay Alacahanın, baş düşmanı ayrıca bizimde." Dedi rahatça sandalyesine yaslanarak. "Douglas Vancenin, İsviçre'de kendine paravan olarak kurmuş olduğu uyuşturucu ve örgüt çeteleri, silah kaçakçılığı ve savaşa sebep olabilecek belgeler ve daha nicesi... CIA size sürdüreceğiniz operasyonlarda yardımcı olacak. Kendileri ile ortak çıkarlarımız var." Dedi.

 

"Ne gibi?" Diye sordum.

 

"Bunu bilmenize gerek yok." Dedi.

 

"O halde hakkında hiçbir şey bilmediğim bir operasyonda bir hiç için yer almama da gerek yok." Dedim sertçe. "Bunu neden yapayım? Size neden yardım edeyim?"

 

"Karşılığında vatandaşlığını ve makamını geri alabileceksin. Bu operasyondan, sonra hiçbir şekilde Türk istihbaratı tarafından rahatız edilmeyeceksin. Düşmanlarına karşılık bizzat korunacak ve hayatına özgür bir şekilde devam edeceksin. Hakkında ki bütün suçlamalar düşücek." Bunları zaten Zemondan duyduğum için burdaydım. İtibarımı kurtarmak için her şeyi yapardım.

 

"Benden ne yapmamı istiyorsunuz?" Diye sordum.

 

"Keskin Alacahan ile birlikte çalışacaksın, onunla tıpkı yıllar önce yaptığın gibi sahte gözüken ama aslında bir o kadar da gerçek olan bir evliliğe devam edeceksin. " dedi.

 

"Beni tekrar kullanacaksınız yani?" Dedim alayla. Yine yine ve yine. Ne bekliyordum ki? Söz konusu o olduğunda her daim harcanırdım.

 

"Şafağa giden yolda bize yardımcı olacaksın sadece." Dediğinde alayla güldüm. "Karşılığını istediğin şekilde alacaksın."

 

Gözlerim onu bulduğunda, "Kendisi böyle bir şeyi asla kabul etmez." Dedim kendimden emin bir sesle.

 

"Yanılıyorsunuz bayan Katherine çünkü kendisi çoktan kabul etti." Dediğinde işlerin benim için hiçte iyi gideceğini sanmıyordum.

 

O evde geçirdiğim o beş ayda her günümü gözlerinin içine bakarak geçirdiğim ve bana baktığında koca bir yalan gördüğünü yüzüme vuran o adamın dudaklarının arasından çıkan alay dolu kelimeler yüzüme tokat gibi çarptı..

 

"Bana Vance ile yeniden bir iş birliğinde olmayacağının garantisini verebilir misin?" Sessiz kaldım."Bir ihanetle daha mı karşı karşıya kalacağım yoksa?" Dediğinde, içimde saklı kalan yaraya tuz bastı.

 

"Bile bile kabul eden sensin." Dedim buz gibi bir sesle.

 

"Doğru," dedi kalın ve tok bir sesle. "O zamanda bile, her şeyi bilmeme rağmen seni kabul etmiştim şimdi de ediyorum."

 

"Bana her ne yaparsan yap geri döndüğünde hiç bir zaman sana merhamet eden, seni anlamaya çalışan seni seven o adamı bulamayacaksın." Demişti. "O yüzden gitme, kal."

 

Geride bıraktığım iki yıl geçti gözümün önünden. Göğüs kafesimde yarım kalmışlığın, yaşanamayan ama yaşanması gereken şeylerin acısı kendine yer buldu.

 

Hak etmemiştik.

 

"Yapılacak olan davetlerde Douglas Vance ile bir araya geleceksiniz, kendisi henüz tam olarak aranmadığın için geziyor, eğleniyor ama peşinde olduğumuzun da gayet farkında." Dedi.

 

Öfkeyle, Türk istihbarat ajanlarından adını bilmediğim adama döndüğümde,"Zamanında beni dinleseydiniz şimdi hiç birimiz buna mecbur olmazdık." Dedim Sertçe. Haklılığım karşısında sessiz kaldı. Onları uyarmıştım. Defalarca kez.

 

"Katherine," dedi Zemon. Gözlerim onu bulduğunda, "Hala görevi kabul etmeme konusunda kararlı mısın?" Diye sordu.

 

Bir an bile düşünmeden, "Evet." Dedim. Kara gözlerinde hiçbir ifade yoktu. Yüzünde mimik bile oynamadı. "Bu yolda sizinle beraber yürümeyeceğim." Dedikten hemen sonra daha fazla orada duracak cesareti bulamadım kendimde.

 

Yaslandığım yerden doğruldum, arkamı onlara döndüm ve dik omuzlarla, zemine sağlam basan adımlarımla ayrıldım yanlarından.

 

Derin derin nefesler almaya çalıştım. Olmadı. Titreyen ellerimi dizginlemeye çalıştım. Yine olmadı. Zihnimde birbirine fısıldayan sesleri susturmaya çalıştım. Yine başaramadım.

 

Bana eşlik eden FBI ajanlarından birisiyle birlikte kendimi beni boğan evin kasvetinden dışarıya attığımda genzime dolan ılık hava ciğerlerimin açılmasına sebep oldu.

 

Karanlığın içinde seçtiğim silüet tanıdıktı. Mavi jeepine yaslanmıştı Drew. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı zehirli dumandan bir nefes daha çektiğinde, yarım bıraktığı sigarasını beni fark etmesiyle ayaklarının altında ezdi ve adımlarını bana doğru attı. Etraf Onun adamlarıyla çevrelenmişti ama FBI' dan da bir dolu koruma ordusu buradaydı.

 

Bende adımlarımı ona doğru atarken, yanıma ulaşan Drew beklemediğim bir harekette bulundu. Bir elini aniden belime dolarken, bedenimi kendine doğru çekti ve yüzünü kulağıma doğru yaklaştırdığında anlamsız hareketi kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. "Ne yapıyorsun?!" Dedim sinirle.

 

Gözlerim hemen karşımda kalan jeepin camına takıldığında, camın yansımasına düşen ve hemen arkamda dikilen, karanlık gözlere sahip adamın yansımasını buldu.

 

Peşimden mi gelmişti?

 

Kara gözleri kısıldığında, başını sağa doğru eğdi. Kötülüğü yuva edinmiş bakışları belime sarılan ele düştüğünde çenesinin kasıldığını gördüm. Anlının ortasında belirginleşen damarlar kendini belli etti.

 

Burnundan verdiği soluk öfke doluydu. Gözleri ağır ağır Drewin üzerine uğradığında, katran karası gözlerindeki zift ifade gazap doluydu.

 

Yansımadan, gözlerindeki gazap dolu ifadenin hedefinin Drew olduğunu seçebildim.

 

"Saçmalıyorsun." Dedim sadece onun duyabileceği şekilde.

 

Geri çekildiğinde göz kırptı. "Sadece yardımcı oluyorum." Dediğine kaşlarım çatıldı.

 

Geriye doğru bir adım attığında geçmem için yolu açtı ve avuçlarındaki anahtarı bana uzattı. "Sen eve geç. Ben bir saate yanında olacağım." Sorgulamadan arabanın anahtarını çekip aldığımda, arkamdaki adamın varlığını umursamadan jeepin kapısını açtım ve sürücü koltuğuna bindim. Anahtarı kilide takarken, arabayı çalıştırdım.

 

İçinde bulunduğum bahçeden ayrılmadan önce dikiş aynasından seçebildiğim tek bir şey vardı.

 

Keskinin, yumruğu, Drew ona her ne söylediyse suratında patladığında, bu sefer gözlerindeki o gazaptan farklı olan bir şey vardı. Çehresindeki vahşilik, ruhundaki karanlıktan bile korkutucuydu.

 

...

 

 

Saçlarımın arasına sızan rüzgar yüzümü yalıyor saçlarımın havalanmasına ve bir kaç tutmanın önümü görmesini zorlaştırıyordu. Ayaklarıma ıslak kuma gömülmüş, dalgalar halinde bedenime vuran su bedenimin yarısını ıslatmıştı. Bakışlarım uçsuz bucaksız denizdeydi. Zihnimde büyük bir kargaşa hakimdi. Düşüncelerimi toparlayamıyor bir türlü kendime gelemiyordum.

 

"Amacın soğuktan yataklara düşüp havale geçirip geberip gitmektedir doğru yoldasın." Vance çıplak omuzlarıma ceketini bıraktığında bunun ne kadar saçma bir hareket olduğunu düşündüm.

 

Bedenimin yarısı sırılsıklamken, kalbim buz gibi bir soğukluktayken omuzlarıma öttüğü ceketi ne bedenimi, ne de kalbimi ısıtırdı.

 

Tepemde dikilen adamın tanıdık mavi gözlerine baktım. Ona bakmamla birlikte bana gülümserken, "Seni özledim." Dedi içimi ısıtan sesiyle. Dudaklarım titredi. Gözlerime dolan yaşları bu sefer geri itmedim.

 

"Beni nasıl buldun?" Diye sordum.

 

"Ben seni hep bulurum," dedi. "Abiler kardeşlerini nerede olursa olsun bulurlar. Korurlar kollarlar." Diye devam etti.

 

"İki yıl boyunca neredeydin o zaman?" Sesimde kimsesiz kalan bir kadının acısı vardı. "Haksız yere suçlanırken, mesleğim elimden alınırken, herkes bana sırtını dönerken neredeydin?"

 

"Bunları sonra konuşuruz." Diye kaçacak bir cevap verdi.

 

"Buraya neden geldiğini biliyorum," dedim. "Eğer benimle konuşmayacaksan bende seni dinlemeyeceğim."

 

"Keskine karşı birlik olalım. Yeniden."

 

Her şey bitti.

 

Her şey geride kaldı.

 

Her şeyimse bir daha bana hiç uğramadı.

 

Kıyametin habercisi olan çanlar zihnimde çalarken bir bir yıktığım o domino taşları yeniden dizildi önüme.

 

Zihnimde sessiz sedasız bekleyen tilkilerin kulakları dikleşti.

 

Başla diyorlardı.

Yine beni oyna ve eskisinden daha çok dağıt diyordu.

 

Yak ve yık.

Çünkü sana bu yakışır.

 

Sen yıkımsın.

Acılara gebe olansın.

 

Sana gülümsemek yakışmaz.

 

"Zemona haber ver," avuçlarımın arasında döndürdüğüm şarap kadehini izledi gözlerim. Drewin meraklı gözlerini üzerimde hissettim. "Operasyonu ve evliliği kabul ettiğimi bildir." Drew uzandığı koltuktan doğrulurken, doğru duyduğunu tartmak ister gibi bana baktı.

 

Sırtımı cama yasladığımda, şarabımdan keyif dolu bir yudum aldım ve bu yüzümde tehlikeli bir tebessüme sebep oldu.

 

Douglas Vance madem bir oyun istiyordu o halde o oyunu benim kurallarıma göre oynamak zorundaydı.

 

Bilmediği şeyse, bana güvenerek hayatının hatasını yapmıştı.

 

Bölüm sonu.

 

 

Nasılı buldunuz? Beğendiniz mi?

 

Oy ve yorum yapmayı unutmayın canlarım. Bugün oy sınırının dolmasını beklemedim ve normalden daha erken attım. Moral olur umarım bir nebze.🫶🏻🤍

Loading...
0%