Yeni Üyelik
44.
Bölüm

42. Bölüm

@umay_6

Keyfili okumalar dilerim şimdiden.

 

Güneşli günler, üzerini örten kara bulutlarla birlikte beraberinde yası getirir. Bulutların akıttığı göz yaşları, akıtamadığım göz yaşlarımın tecellisiyken karanlık büyük bir uğursuzluk olarak üzerime çökmekle kalmamış, içime işlemişti.

 

Gecenin sadece yıldızlarla aydınlandığı, berrak gökyüzünden eser yoktu bugün. Havanın kasveti içimdeki karanlıkla eş değerdi. İçimi kaplayan huzursuzluk hissi geçmiyordu.

 

Sevdiğim adamın kollarının arasında olmak bile bazı şeyler için yeterli değildi.

 

Birbirimizi sadece kırmamış, paramparça etmiş ruhumuzu yakıp kül etmiştik. Şimdilerde bazı şeylerin telafisi olsa da geçmiş yakama yapışmış bana hiçbir şeyi hak etmediğimi ve her şeyin hesabımı sormam gerektiğini bas bas bağırıyordu.

 

“Yapılacak dava da talep edeceğin ceza, sonunu belirleyecek.”

 

Zihnime dolan ses içimdeki huzursuzluğun artmasına göğüs kafesimin sıkıntıyla kabarmasına sebep oldu.

 

Sağ elimin parmakları sol elimin yüzük parmağıyla oynarken, bir şeylerin tam oturmadığını hissediyordum.

 

Ona sormam gerekenler vardı. Beraber bir yola çıkmıştık. Dönüşü olmayan bir yola ve ben yine pişman olmak istemiyordum. Önce geçmişi konuşmamız gerekiyordu, birbirimize sormamız gereken birbirimizden öğrenmemiz gereken çok fazla şeydi.

 

Düğünü duyurmadan önce onunla bunları konuşsak iyi olacaktı.

 

Bir evdeydik. Bu ev Alacahan Malikanesi değildi. Çiftlik değildi. Bambaşka bir evdi ve bir yuvanın sıcaklığını bana hissettirmiyordu.

 

Üzerimde siyah saten bir gecelik vardı. Bu evde bizim için ayrılan odadaki yatağımızda uzanırken onun varlığı hemen arkamdaydı. Düzenli solukları boynuma dökülüyordu. Kolu belime dolanmış beni sıkı sıkı kendine çekmişti.

 

Uyumuyordu.

 

Bende uyuyamamıştım.

 

“Neden uyumuyorsun?” Diye sordum kuru bir sesle.

 

“Huzursuzsun.” Dedi anında beni bilir gibi.

 

Buruk bir tebessüm ederken ona doğru döndüm ve yüz yüze gelmememizi sağladım. Gözlerim katran karası gözlerine saplandı. “Sebebi bu değil.” Dediğimde gözleri gözlerimi taradı.

 

“Doğru,” dedi gözlerimi gözlerinden ayırmadan. “Sebebi bu değil.”

 

“Ne o zaman?” Diye sordum cılız bir sesle.

 

Baktı. Gözlerimde gezdirdi gözlerini. Yüzümün her bir zerresinde gezindi hareleri. Sanki ezbere bilmiyormuş gibi yeniden kazıdı aklına beni.

 

“Her şey hayal gibi,” dediğinde ona yapma der gibi baktım. “Gözlerimi kapatırsam tekrar bir düş olmandan korkuyorum.”

 

“Keskin-“ işaret parmağı dudaklarımın üzerine yaslandığında susmamı sağladı.

 

“Bunu yaşadım, ne kadar acı verdiğini anlatamam sana,” dedi duraksayarak. Şükür eder gibi baktı gözlerimin içine. “Hastanede ki ilk zamanlar… Bir haber bekliyorum senden. Gözünü açsın da dünya gözüyle bir kez daha göreyim seni diye dua ediyordum. Gözlerimi kapattığım saniyelik an sana beni getirdi. Bir lütuf gibiydin. Sanki gitmeye hazırlanıyor gibiydin ve gittin de.” Dediğinde boğazım düğüm düğüm oldu. “Baktığım her yerdeydin İzgi ama gördüğüm sen değildin. Baktığım her yerde senin hayalin vardı. Ben seni görebilmenin umuduyla yaşadım haftalarca, aylarca ve yıllarca.”

 

“Ya bir şey olursa?”

 

“Başının çaresine bakarsın sen.”

 

Düşünme İzgi. Düşünme.

 

“Sen hiç gelmedin.”

 

“Belki de gitmek icap etmiştir?” Dedim zorlukla yutkunurken. “Bazen öylece gitmek icap eder.”

 

“Senin gidişin mecburiyetten ibareti zaten.” Dediğinde yattığım yerden doğruldum. Sırtımı yatak başlığına yaslarken onun da yattığı yerden doğrulmasını izledim.

 

“Bir mecburiyetin benden neleri aldığını çok iyi biliyorsun.” Dedim imayla. Hatırlamak, kalbimin acıyla kasılmasına sebep oldu. “Ve ben unutmak istiyorum.” Dedim iç geçirerek. “O acıyı, o anı, yaşadığım her şeyi unutmak istiyorum.”

 

“Senin suçun değildi.” Dedi kucağımdaki ellerimi avuçlarının arasına alarak. “Bunun için kendini suçlama artık.”

 

“Suçlamıyorum.”

 

“Suçluyorsun.” Dedi sertçe. Tırnaklarım avuçlarıma battı. “Suçlamasaydın anne olmayı hâlâ istediğin halde doğum kontrol hapı kullanmazdın.” Dediğinde kırgınlığı kör bir bıçak gibi göğüsümü delip geçti. “Suçlamaktan da öte korkuyorsun çünkü.”

 

Doğum kontrol hapları bir çekmece de duruyordu ama henüz kullanmamıştım. Muhtemelen o görünce öyle düşünmüş

olmalıydı.

 

“Bir bebek için çok erken. Önce senin iyileşmen gerek.”

 

“Umrumda değil. Artık hiçbir şeye geç kalmak istemiyorum. Ne ona ne de anneliğe.”

 

“Benden anne olmaz.” Dedim başımı iki yana sallayarak. “Anneler evlatlarını korurlar ben bebeğimizi koruyamadım.” Douglasın çirkin kahkahası zihnimde yankılandı. “Aynı şeyleri tekrar yaşamak istemiyorum.”

 

“Yaşamayacaksın,” dedi anında. “Ben varım İzgi. Ben varken sana kimse dokunamaz.”

 

“O zaman da sen vardın. Sen hayatımdaydın.” Demek istedim. “Sen koruyabildin mi beni?” Demek istedim ama sustum. “Canımı yakanlardan benden canımı alanlardan birisi de senken üstelik?”

 

“Ne hissettin?” Diye sordum tereddütle. “Seni terk ettiğimde, sana ihanet ettiğimde ne hissettin?” Kara gözlerinin içinde derin bir kuyu vardı şimdi. O kuyunun içine düşmüş ve kendi karanlığında boğuluyordu.

 

“Tarifi yok,” dedi sıkıntıyla. “Ama acısı çok derin hala taze.” Dediğinde yutkunamadım. “Evliliği neden kabul ettiğini biliyordum. Başından beri görevin için yanımdaydın ve dikkat çekmemek için her şeyi yapıyordun.” Gözlerimin içine baktı. “Farkında olmadığımı sanıyordun ama aslında her şeyin farkındaydım. Sana bir keresinde eğer gideceksen varlığına alıştırma beni demiştim. Gideceksin, biliyorum demiştim ve anlamanı istemiştim. Vazgeçmeni bu oyunu, yalanı orada bitirmeni istemiştim. Çekip gitmene bile razıydım o gün ama ihanetine değil.” Tırnaklarım avuçlarımda hilal izini bıraktı. “Vazgeçtiğini öğrendim çünkü.” Derken buruk bir tebessüm etti. “Dosyayı bıraktığını öğrendim ve içimde bir gün bırakacağın umudunla yaşarken bunun sen hamileyken bana ulaşması da benim için bir armağandı netice de çünkü bebeği kabullendiğini sandım.”

 

“Kabullenmiştim zaten.” Dedim hızla. “Eğer o gün…” sustum. Derin bir nefes aldım ve içimi sıkıştıran o hissi görmezden geldim. “O gün…” derken konuşamayacağımı hissettim. Ellerimin zangır zangır titremeye başladığını ve zihnimde doğmamış bir bebeğin ağlamalarına onun iğrenç kahkahalarının karıştığını duydum kafamın içinde. “Onu aldırmazdım.” Diyebildim sadece.

 

“Aldırmak için gün aldın.” Derken buna hala kırgın olduğunu gözlerinde görebiliyordum. “Onu doğurmayacağına, anne olmak istemediğine beni öylesine inandırdın ki sen aldırmadan o kendisi vazgeçsin istedim. Bu vebalin altına girme bizi imkansız kılma istedim.”

 

“Ama kıldım.” Dedim yarım bir tebessümle. “Yaşadığımız hiç bir şey kolay değildi. İhanetim bir mecburiyetten ibaret de olsa başından beri amacım buydu. Bunu görmezden gelemem. Sana çok haksızlık ettim, seni kandırdım, seninle oynadım evet. Bunların hepsi birer oyundan ibaretti ama sana olan sevdam buna dahil değildi.” Dedim başımı iki yana sallayarak.

 

“İzgi-“

 

“Onu nasıl kabul ettiğimi merak ediyorsun değil mi?” Dedim sözünü keserek. “Aldırmak için gittiğim gün, onu hissettim. Kalp atışlarının sesini monitörden duyduğumda yapamadım. Her şeyi geçtim ben yine de o bebeği aldıramazdım. Onu istemesem bile sırf sen çok istiyorsun ve onu dört gözle bekliyorsun diye doğurmak isterdim ama bunun sonucu senin için felaket olurdu.”

 

“Olmazdı.” Dedi anında sözümü keserek. “Annesinin senin olduğu bir çocuk-“

 

“İstemedin!” Dedim öfkeyle yerimden ayaklanırken zihnime dolan kelimelerin beni çıldırtacağını sandım. “Sana sordum,” oturduğu yataktan doğrulduğunda zemine ayaklarını bastı ve karşımda dikildi. “Kendi ağzınla söyledin o gün bana.” Derken gözlerim yaşlarla doldu. “Yetmedi o kadınla evleneceğini söyledin. Benimle kal, dedim kalmadın!” Sol gözümden akan bir damla yaş yanaklarıma doğru süzüldü. “İçimde yer edinen öyle sözlerin var ki hatırlamanın ne kadar can yaktığını bilseydin, o sözlerin zihnimde nasıl yuva edindiğini bilseydin belki de asla söylemezdin.”

 

“Yapma.” Dedi halim karşısında çaresizce.

 

“Sonucu felaket olmazdı diyorsun ya hani bana?” Dedim titreyen sesimle. “O doğumhaneden sağ çıkma ihtimalim yoktu benim!” Dediğimde kaskatı kesildi. “Kontrole gitmedim mi sanıyorsun?! Merak etmedim mi sanıyorsun?! Ben hiç istemedim mi sanıyorsun?!” Diye bağırdım avaz avaz. “Ya ben ölecektim ya da biz.” Dedim bebeği kast ederek. “Sen söylesene bana?” Dedim göğüsüne vurarak sertçe. “Doktorum önüne benim ölüm fermanını imzalaman için bir kağıt koyduğunda imzalayacak mıydın?”

 

Her bir sözüm bilmediği felaketin onu daha çok yıkmasına sebep oldu.

 

“Ne yazıyordu?” Diye sordu endişeyle.

 

Kara gözlerinde yer edinen acının çok daha fazlası göğüs kafesimdeydi. “Eğer doğum sırasında kalbimin iflas etmesi gibi bir durum söz konusu olursa ilk müdahale bebeğe yapılacaktı.” Dediğimde buz kesti. “Söz konusu ne olursa olsun öncelik bebek. Önce bebek sonra anne.” Ne yaşadığımı bilmiyordu. Çoğu zaman nasıl kararlar almam gerektiğini bilmiyordu. “Yazanlar bundan ibaretti ve sonuç ne olursa olsun benim oradan o an ki durumum için sağ çıkma ihtimalim yoktu, hala yok.” Dedim omuz silkerek. Bir yaş daha firar etti gözlerimden. Yeşillerim yine ıslaktı. Hiç kurumamıştı. “Artık zaten bu mümkün de değil.” Dediğimde gözlerini yumdu. Yanına düşen elleri yumruk halini alırken, kendini tuttuğunu gördüm. “Eğer ilerisi için bir bebek hayalin varsa-“

 

“Yok.” Dedi sözümü tamamlama izin vermeden. Gözleri yeniden açıldığında hiçbir duyguya rastlamadım. Kolumdan tutup kendine çekerken diğer kolu belime dolandı. Elim ağzımın üzerine kapanırken yaşlar sicim gibi yanaklarımdan süzüldü. “Bir bebek hayaliyle değil, senin yeniden karım olmanın hayaliyle yaşıyorum iki buçuk yıldır.” Parmakları yaşları sildi.

 

“Yalan söylüyorsun.” Dedim sitemle. “Yine yalan söylüyorsun, o zamanda söyledin. Bebeğimizin ölümü umrunda değilmiş gibi davrandın ama öyle değildi!” Diye yakardım “Çok zor şeyler atlattık,” dedim ağlamaklı sesimle. “Birbirimiz paramparça ettik, yok ettik. Bize dair ne varsa yok ettik. Başta da evliliğimiz-“

 

“Sen hala benim karımsın.” Dedi sertçe sözümü keserek.

 

“Değilim.” Dedim başımı iki yana sallayarak.

 

Tutuğu ellerimi kendisine doğru çektiğinde, arkasında kalan yatağa yeniden oturdu ve bedenimi kucağına aldı. Kolları belime sarılırken, “Kâğıt üzerine öyle olmayabiliriz,” dedi sertçe. Parmakları üzerimdeki geceliğin askısını sıyırdı. “Ama öyle hissettiğimizi inkar edemezsin.” Dedi dudaklarıma doğru.

 

Dudaklarının baskısını, çenemde hissettim. Çenemden uzayarak yanaklarıma doğru oradan da gözlerime doğru çıktı ve anlımda durdu.

 

“Keskin-“

 

“O evlilik olacak.” Dedi ne söyleyeceğimi umursamadan. “Daha fazla bu saygısızlığı ne kendime ne de sana yapacağım. Kimin ne söylediği umurumda değil. Evleneceğiz.”

 

“Helinle yattın mı?” Dedim beklemediği bir anda. Bedeni taş kesildi. Dudakları anlımdan uzaklaşırken gözlerimin içine baktı.

 

“Anlamadım?” Dedi düz bir sesle.

 

“Avukatınla yattın mı?” Diye sordum bir kez daha. “Evet ya da hayır. Duymak istediğim tek cevap bu. Belki şu anda bunu sorduğum için bana kırgınsın, kızgınsın ama sormak zorundayım. O kadının yaptığı imalar, annemin söyledikleri, fotoğraflar, seninle birlikte senin evinde kalması ve-“

 

“Hayır.” Dedi anında sözümü keserek. “Böyle düşünmekte haklısın sana bunun için kızamam.” Dediğinde sessiz kaldım. “Buna sebep olan bendim. Böyle düşünmene sebep olan bendim ve bunun için sana kırılmam da İzgi.” Dediğinde rahat bir nefes aldım.

 

“Neden böyle yapıyoruz?” Diye sordum anlam vermeyerek. “Neden kırıp dökmeden, kaybetmeden sevemiyoruz birbirimizi?” Derken gözlerinin içine baktım bir cevabı vardır umuduyla. “Yeterince parçalanmadık mı? Daha ne kadar sürecek bu böyle? Biz buna birbirimize neden yapıyoruz Keskin?”

 

“Çok sevdiğimizden,” dedi iç geçirerek. “Yemin ederim çok sevdiğimden.” Elleri yanaklarıma sarıldı. Parmak uçları bir tüy gibi okşadı yanaklarımı. “Sevdalığımdan.” Dediğinde yanağımı avucuna sürttüm. “Kara sevdamdan.” Dediğinde gülümsedim. Başımı sağa doğru eğerken omzuna düşürdüm. Ellerimi yükselip kalkan göğüsüne yerleştirirken derin bir iç çekti. Hala omuzlarıma kadar uzanan saçlarımda gezindi elleri.

 

Yadırgıyordu.

 

Eskisi gibi uzun değillerdi artık.

 

Bir süre kucağında öylece kaldım. Sessizliği, dinginliği verdiği huzuru, güveni işledim ruhuma ilmek ilmek. Tıpkı sevdasını kalbime işlediğim gibi onu bir kez daha en derinime, içime, ruhuma, kalbime işledim.

 

“Unutmak istiyor musun gerçekten?” Diye sordu. Tok ve kalın sesi kulaklarımdan sızarak zihnimdeki duvarları alaşağı etti. “Bebeğimizi.”

 

Sıkıntılı bir iç çekerken, “Hatırlamak öldürüyor.” Dedim düz bir sesle. “Unutmak iyileştirir belki?” Dediğimde kolları sıkı sıkı etrafıma sarıldı. İyice sindim göğüsüne, kucağına.

 

“Hatıraların öldürdüğü doğru,” dedi içime işleyen sesiyle. “Ama unutmak iyileştirmez. İçinde bir yerlerde varlığından bir haber olduğun acının eksikliğiyle yaşarsın. Bazen burnunun direğini sızlatan o acıyla yaşamak berbat bir şey ama yine de sen beni unutsaydın, biz biz yapanı acılarımızı, bebeğimizi unutsaydın bu koyardı bana. Ama yine de bana sorarsan, unutan ihanet eder onca hatıraya, anıya.” Dedi iç geçirerek. “Ben unutmak istemezdim seni. İhanet etmek istemezdim hatıramıza.” Dediğinde sessiz kaldım ve sadece sözlerini zihnimde bir yerde durup tekrar düşünmek için rafa kaldırdım. “İzgi.” Dediğinde başımı omzunun üzerinden kaldırıp katran karası gözlerinin içine baktığımda gördüğüm derinlik beni korkuttu. “Hatıram olarak kalma. Bir anı olma, hep yanımda ol. Benimle yaşa.” Dediğinde gülümsedim.

 

Yarım bir tebessümdü bu. Yarım ve eksik, tamamlanmayı bekleyen bir tebessümdü ama o bunu anlamadı.

 

Ben de onu buna söylemedim.

 

 

🥀

 

Beklenmedik anlar öyle ansızın çıkıp gelir ki size bazen mutlu eder, bazen hayatınız mahveder. O anlar ansızın çıkıp geldiği gibi ansızın da giderler.

 

Çoğu kötü olur. Mutluğu çok görür hayat insanoğluna. Bir tebessüm bin felaketi getirir. Oysa ki bin felaket bir tebessümü getirmez.

 

Mutluluğun diyeti çok ağırdır ama mutsuzluğa da bir ödül biçmediler henüz.

 

Belki de haklılar.

 

Mutlu olmadığın, güvende hissetmediğin yerden bazen ansızın çekip gitmek gerekir.

 

Kapıyı pencereyi kapatmak, ardında hiçbir şey bırakmadan çekip gitmek gibi.

 

Şimdi ayaklarım yine sağlan basıyorsa yere, önünde durduğum kapının üzerinde benim adım asılıysa, beni gören, tanıyan herkes sargıyla karşılıyorsa bu da bir şeylerin mükâfatıdır.

 

CUMHURİYET SAVCISI

İZGİ KARA

 

Artık hak etmediğim bir mükafatı istemiyordum ama yapmam gereken son bir şey kalmıştı.

 

Keskinin mahkemesi görülecekti ve bitecekti her şey.

 

“Savcım?” Diyen tanıdık ses kulaklarıma sızdığında kaskatı kesildim. Sahi o kadar uzun zaman olmuş muydu bana böyle seslenilmeyeli? O kadar mı özlemiştim de burnumun direği yüreğim gibi sızım sızım sızlıyordu?

 

Bu meslek öylesine mi işlemişti içime? Eğer öyleyse, bırakınca nasıl yapacaktım?

 

Bakışlarım yanımda bana inanamayarak bakan Hasanı bulduğunda gülümsedim. “Sizsiniz?” Dedi şaşkınlıkla gülümseyerek. “Savcım, vallahi sizsiniz.” Derken kendini tutamadı. Kollarını bir anda bana sarmasıyla affalarken sarılışına da karşılık vermeden edemedim.

 

O ne yaptığının farkına varıp anında geri çekilirken ben tebessüm etmeden edemedim. Üzerindeki takım elbisesini düzeltirken, “Kusura bakmayın.” Dedi heyecanla. “Bir an

haddimi aştım.”

 

“Sorun değil Hasan.” Dedim yumuşacık bir sesle. “Seni yadırgamam.” Dediğimde utanmış olacak ki başını öne eğdi.

 

“Odamın anahtarları sende mi?” Diye sordum sessiz kalmasına karşılık.

 

“Bende.” Dedi anında elini ceketinin cebine atarak.

 

“Yanında mı taşıyorsun?” Diye sormadan edemedim hayretle.

 

O anahtarı ceketinin cebinden çıkartırken, “Bir gün geri döneceğinizin umuduyla, Savcım.” Dediğinde içim ısındı. “Ben değil, sizi bilen, tanıyan herkes yolunuzu gözlüyor. Burası sizsiz eksikti.” Dediğinde anahtarı kapının deliğine soktu ve kilidi açtı. “Siz geri döndünüz, biz de tamamlandık.” Dediğinde gülümsedim. Odanın kapısını benim için açarken geri çekildi. “Dilerim bir daha da hiç gitmezsiniz.”

 

“Umarım.” Dedim öne doğru bir adım atarken burnuma dolan manidar koku ve dolu oda içimi sızlattı. Eşyalarıma dokunulmamıştı. Oda ise tertemizdi. Asklıkta cübbem asılıydı ve üzerinde tek bir toz tanesi bile yoktu.

 

Gözlerim Hasan’a dönerken, “Zeynep hanım istemişti.” Dediğinde yüzümdeki gülümseme dondu. Onun gözlerinde beliren keder kalbimde yeniden belirdi. “Odanın boşaltılmaması ve cübbenize dokunulmaması için çok uğraşmıştı.” Dediğinde yutkunamadım. “Kendisi temizler, kimseyi de sokmazdı buraya. O vefat edince de ben devr aldım tabii.” Genzime dolan yaşları unuttum. “Masanızın çekmecesinde sizin için bıraktığı bir mektup var. Zamanında bana söylemişti, hissetmiş gibi. ‘Odanın ilk çekmecesinde bir mektup var. Dünya hali, ne olacağı belli değil, belki göremezsem tekrar sen söyle ona Hasan. Bu odaya da kimseyi sokma.’ Demişti bana.” Dediğinde başımı salladım.

 

“Beni biraz yalnız bırakır mısın?” Dediğimde ikiletmedi. Geri geri çıktı ve kapıyı arkasından kapattı.

 

İçinde bulunduğum o da ilk kez bana huzur vermedi. Çünkü burada olmayı artık hak etmiyordum.

 

“Adaleti asla yanıltmam!”

 

Yanıltmamıştım da ama yapmam gerekeni de yapamamıştım. Bu yüzden şimdi burada olmayı hak etmiyordum. Cübbeme dokunmadadım mesela. Tekrar elime alıp üzerime geçiremedim. Deli gibi özlediğim bir histi ama buna hakkım yokmuş gibi hissediyordum.

 

Sisteme girmedim. Masanın üzerindeki dosyalara bakmadım. Evrakları karıştırmadım. Tek yaptığım masama doğru ilerlemek ve ilk çekmeceyi açmaktı.

 

Beyaz bir zarf vardı. Sarmış, eskimeye yüz tutmuştu.

 

“Kardeşime, İz’e.” Yazıyordu üstünde, zarif bir el yazısıyla. Zeynebin el yazısıydı. Kalbim göğüs kafesimi parçalayacak gibi çarparken, titreyen ellerim zarfı kavradığında tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

 

“İz?! Nerede kaldın?! Kaç kez ısıttım yemeği, haberin var mı?”

 

“Geliyorum!”

 

Buruk bir tebessüm ettim.

 

“Ya bir gün ayrılmak zorunda kalırsanız? O zaman ne yapacaksınız?”

 

“Vallahi Sinancığım birinden ayrılacağım doğru ama bu kişinin İz olmayacağı da kesin.” Demişti Zeynep imayla.

 

Gülümsemem büyüdü. Birkaç yaş avuçlarımın arasındaki zarfa düştü.

 

“İz, sen benim hiç olmayan kız kardeşim gibisin. Bu yüzden ne pahasına olursa olsun seni kaybetmek istemiyorum.”

 

Ben seni kaybettim ama Zeynep. Ben seni kaybettim güzel kardeşim.

 

Yokluğu o kadar ağrıma gidiyordu ki çöküp ağlamak istiyordum bulunduğum yere.

 

Burnumu çekerken, sol gözümden akan bir damla yaşı sildim ve zarfı kolumdaki çantamın içine koyarken odanın kapısı destursuz bir şekilde açıldı. Gözlerim içeriye giren simaya sağlandığında içim buz tuttu.

 

Ruhu da varlığı gibi silikti içimde artık.

 

Keşke hep ölü kalsaydın da ben sana böyle buz tutmasaydım anne.

 

Şimdi kül ettin kendini de beni de.

 

“Ne işin var senin burada?” Dedim buz gibi bir sesle. Üzerinde siyah bir pantolon, siyah bir kazak ve siyah bir deri ceket vardı. Siyah saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmış gözlerini üzerime sabitlemişti. Sol bacağına sardığı korsesindeki emanetleri kaşlarımın havalanmasına sebep olurken, “Hem de bu halde?” Dedim merakla.

 

“Türk istihbaratıyla birlikte geldim.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. “Birazdan başmüfettiş de burada olacak, konuşacakları varmış.” Dediğinde sessiz kaldım.

 

Çantamı masama bırakırken, koltuğumu çektim ve oturdum. Bacak bacak üzerine atarken omuzlarım da başım gibi dikti.

 

İfadesiz bakan yeşilleri üzerimdeyken, “Benimle gelmeyince onun yanına da tekrar dönmezsin sanmıştım.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. “Sahiden evlenecek misin onunla?” Diye sorarken bu sorunun cevabını merak ettiğini gördüm.

 

“Evet.” Dedim tereddüt bile etmeden.

 

Gülümsedi. “Onca şeye rağmen?” Dedi alayla. “Hayatını mahvetmesine rağmen-“

 

“Yeter!” Dedim öfkeyle. “Kes sesini.” Dedim sertçe. Kaşları çatılırken duruşu dikleşti. Gardını aldı. “Hayatımı mahveden birisi varsa o da sensin. Başkalarının yaptıklarına kılıf uydurup kendini gizlemeye çalışma.” Dediğimde öyle mi dercesine baktı.

 

“Sana güvenerek hayatımın hatasını yapmışım desene?” Dedi alayla. “Sende abin de nankörsünüz.” Dediğinde alayla güldüm.

 

“Biz mi nankörüz?” Dedim iğneleyici bir şekilde. “Ben miyim nankör? Elinde olsa sırf sana karşı geldiğimiz için harcarsın beni de abimi de.” Dedim öfkeyle.

 

“Doğru.” Dedi dürüstçe. “Bu uğurda sevdiğim adamı harcadım sonuçta.”

 

“Senden nefret ediyorum.” Dedim tiksinircesine. “Keşke o gün ölmüş olsaydın da ben seni böyle bilmeseydim.” Dediğimde sessiz kaldı. Açık kapının girişinde beliren başmüfettiş ve arkasında belirenlerle birlikte maskemi kuşandım. Oturduğum yerden ayaklanırken, “Hoş geldiniz.” Dedik ikimiz de aynı anda.

 

Aramıza ördüğüm o kalın duvarda tek bir çatlak bile yoktu.

 

Başmüfettiş hiçbir şey söyleme gereği duymadan yanımdan geçerken koltuğuma oturma gibi bir girişimde bulunmadı. Masamın önündeki deri koltuklara kurulurken, “Hoş bulduk Sayın Savcım.” Dedi bana hitaben. “Sizi yeniden gördüğüm için kendimi şanslı mı saymalıyım bilemedim?” Dediğinde tebessüm ettim. “Aramıza tekrar hoş geldiniz.” Dediğinde başımı sallayarak ona cevap verdim.

 

“Sayın Savcım?” Dediğini duydum hemen arkamda başmüfettişle birlikte içeriye giren ve iki adamın yanında dikilen kadının. Omzumun üzerinden gözlerim ona döndüğünde mavilerine tutundu. “Sonunda sizinle tanışabildiğime sevindim.” Dediğinde kaşlarım çatıldı.

 

Kızıl saçları sırtına doğru dökülürken mavileri benim üzerimdeydi. Üzerinde tıpkı annemin giydiği kıyafetlere benzeyen kıyafetler vardı. Hemen arkasında onun gibi siyahlara bürünmüş ellerini arkasında birleştirmiş dümdüz karşıya, bana bakan ve heybetiyle göz dolduran bir adam vardı. Yanındaysa çoğu gözün sürekli olarak üzerine uğramamasına sebep olan üzerinde asker üniforması olan bir asker vardı. Gözlerim müfettişe döndüğünde sorgularcasına ona baktım.

 

“Binbaşı Kandemir.” Dedi geldiğinden beri sessizliğini koruyan adamı göstermek. Bana başıyla hafif bir selam verdiğinde aynı şekilde karşılık verdim. “İstihbarattan Hazan Köse Amirova ve Akın Yaman Korkmaz. Size bir süre kendileri eşlik edecek, sayın savcım.”

 

“Sebep?” Dedim anında sorgu dolu bir sesle. “Ne için?” Diye üsteledim.

 

“Güvenliğinizden emin olmamız gerek.” Dediğinde kaşlarım çatıldı.

 

“İstihbaratla iş birliği yapmam.” Dedim itiraz ederek. “Onlara güvenmiyorum.” Dedim dürüstçe. Yamanın gözleri Hazana düştü ve ikisinin bakışları arasında sessiz bir şeyler geçti.

 

“Buna siz karar veremezsiniz.” Dedi annem müfettişin yanında saygısını koruyarak.

 

“Buna bir tek ben karar verebilirim Aliye hanım.” Dedim sertçe. “Dosyadan sorumlu savcı benim! Yakında mahkemesi görülecek davanın savcısı benim! Bu dosyayı kabul etmeden önce kabul ettiğim tek şey güvenliğimden emin olacak bir yüzbaşıydı!” Dedim Aliyi öne sürerek. “Kendisi dosyadan alındı ve yerine benim için bir binbaşı atandı zaten.” Dediğimde gözlerinde parlayan öfkeyi gördüm.

 

Alacahan ailesinin dosyası kapanana kadar bu kavga böyle sürecekti.

 

“Madem bir yola çıktık o zaman bizim emirlerimize göre hareket edeceksiniz.” Dedi annem sertçe.

 

Kaşlarım havalanırken öne doğru ağır bir adım attım. Ellerimi pantolonumun cebine yerleştirirken, “Kim olarak?” Dedim alayla.

 

Kaşları çatılırken, “FBI-“

 

“Burası Türkiye.” Dedim sertçe sözünü keserek. Omuzlarım da başım gibi dik, tavrım kendinden emindi. “İstanbul Adliyesindesin. Benim makamındasın, Aliye hanım.” Gözlerim gözlerinin en içine diktim. “Ben bir Cumhuriyet Savcısı olarak buradayım, peki ya sen kim olarak buradasın? Kim olarak bana emir vereceğini sanıyorsun?”

 

“Kendine gel!” Dedi öfkeyle. “İzgi-“

 

“Ben gayet kendimdeyim ama sen kendinde değil gibisin. Haddini aşıyorsun.” Dediğimde öfkesi katlanarak arttı. Sözünü sürekli bölmemden nefret ediyordu. “Burası Fransa değil, bana karşı hiçbir şekilde üstünlük taslayamazsın! Bu operasyondan sorumlu Savcı benim! Dosya benim! Dava benim! Emirleri de kararları da ben veririm! Bana emir vermekse senin haddine değil!”

 

“Sayın Savcım.” Dedi müfettiş oturduğu yerden ayaklanırken bana karşı fazla iyiydi. Zamanında başsavcıyla yaşadığımız sorunda da aynı şekilde davranmıştı yine öyle davranıyordu.

 

“Sayın müfettiş,” dedim ben de ısrarla. “İstihbarat olmaz.” Dedim üzerine basa basa. “Olmaz.” Dedim tekrar ısrarla.

 

“Eşinizin istihbaratla yapmış olduğu anlaşma elimi kolumu bağlıyor,” dedi sıcak bir sesle. Ne yaşadığımı biliyordu. İstihbaratın zamanında beni gözden çıkardığını biliyordu. “Lakin bu sefer yalnız değilsiniz.” Nasırlı elleri omzuma dokundu. “Size yapılan en ufak bir hata da bu operasyonda görevli olan herkesin görevine son verilecek.”

 

Dudaklarım konuşmak için aralanmıştı ki, “Sizi temin ederim,” dedi konuşmama izin vermeyerek. “Aynı şeyleri tekrar yaşamayacaksınız.” Dediğinde bana neyin güvencesini veriyordu, anlamıyordum.

 

Sessiz kalırken kabul etmekten başka çaremin olmadığının farkına vardım. Keskinin istihbaratla yaptığı anlaşma elimi kolumu bağlamıştı.

 

Müfettişin elleri omzumdan sıyrılırken, “Görüşmek üzere.” Dedi gözlerini oradakilerde gezdirerek. Gözlerimi kapatıp açarken, yanımdan geçip kapalı kapıyı açtı ve odanın içindeki varlığı saniyeler için de yok oldu.

 

Arkamı dönerken, beni bekleyen üç kişi de gezdirdim gözlerimi. Türkiye’ye dönerek belki de hayatımın hatasını yapmıştım.

 

“Isabelle Allister,” dediğimde merakla bana baktılar. “Onu bulun, kendisiyle görüşmek istediğimi iletin. Sizi daha sonra Alacahan malikanesinde bekliyor olacağım.” Masanın üzerine bıraktığım eşyalarımı alırken, “Sen benimle geliyorsun Binbaşı.” Dedim annemi es geçip odadan çıkmadan hemen önce.

 

Binbaşı hemen arkamdan gelirken adliye koridorlarında adımların yeniden kendinden bir iz bıraktı. Çalan telefonumun sesiyle birlikte çantamdan telefonumu çıkarırken Keskinden gelen aramayı yanıtladım.

 

“Efendim sevgilim?” Dedim gülümseyerek.

 

“Yavrum, neredesin?” Kalın ve tok sesi kulaklarıma ulaşırken asansörü beklemek yerine merdivenleri inemeye başladım.

 

“Şimdi çıkıyorum adliyeden, neden?” Diye sordum merakla.

 

“Nasıl geçti günün?” Dediğinde duraksamadan edemedim. Onunla hiç böyle telefonda konuşmadığımız anımsadım.

 

Garip ama güzel hissettirdi.

 

“İyi geçti,” derken adımımı dışarıya attım. “Eve geçeceğim şimdi. Sen ne yapıyorsun?” Diye sordum merakla.

 

“Şirketteyim bende, malum iki yıldır yana yakıla seni aradığım için şirket batmak üzere. Gelip bir el atayım dedim.” Dediğinde gülümsemem dudaklarımdan taştı.

 

“Sayın savcım?” Hemen arkamdan gelen binbaşıya doğru döndüm. “Dilersiniz ben bir eve uğrayıp üzerimi değiştireyim, daha sonra sizin yanınıza uğrarım.”

 

“Olur tabii,” dedim hızla. “Nasıl istersen öyle yap. Acele etmene gerek yok, yarın da gelebilirsin.”

 

“Kim o?” Dediğini duydum telefonun ucundan onun merakla.

 

“İyi günler.” Dediğinde başımı salladım.

 

“İzgi?” Dedi bir kez daha ısrarla. Hayvanım kafesinden çıkmış olmalıydı. Yoksa mağara belirtisi göstermesinin başka bir açıklaması olamazdı.

 

“Bana atanan binbaşı.” Dedim korumaların benim için açtığı kapıdan içeriye süzülürken arabanın arka koltuğunda yer aldım.

 

“Yüzbaşıya ne oldu?” Diye sordu merakla.

 

“Dosyadan aldım,” dediğimde bundan keyif aldığına adım kadar emindim. “Onun yerine başkasını atadılar kısa bir süreliğine. İstihbarattan da iki kişiyi atamışlar zaten, sinirlerim bozuk.”

 

“Gel yanıma, Yavrum.” Dediğinde gülümsedim. “Sakinleştiririm ben seni.”

 

“Yok, istemez.” Dedim burun kıvırarak.

 

“O niyeymiş?” Diye sordu merakla.

 

“Keskin bey-“

 

“Karımla konuşuyorum.” Dedi ona seslenen kişiye. “Sonra gel.” Dediğinde dudaklarım iki yana doğru kıvrıldı.

 

“Şahsen katil olmak istemiyorum,” dediğimde kahkahasını işittim. “Ne avukatına ne de meclisi bahane ederek sana yanaşan o iki şırfıntıya hiç tahammülüm yok.” Korumaların bıyık altından güldüğünü gördüm.

 

“Avukatı yolladım.” Dediğinde şaşırmadan edemedim. “Helin avukatım değil artık.” Dediğinde utanmasam kahkaha atacaktım.

 

“Darısı diğerlerine o zaman.” Dedim alttan almayarak.

 

“Hepsini gönderdim, İzgi.” Dedi içimi rahatlatmak istercesine. “Bir daha onları göremeyeceksin.” Dediğine gülümsemem büyüdü. “Şimdi, söyle korumalara şirkete gelsinler.”

 

“Olmaz,” dedim anında karşı çıkarak. “Gelemem, işim var benim.”

 

“Ne işin var?” Derken huzursuzlandığını hissettim.

 

“Düğüne iki hafta kalmadı mı? Gelinlik bakacağım. İhtiyacım olan birkaç şey var onları alacağım daha, bütün gün Aylinle olacağım yani.” Dedim hızlıca.

 

“Yanında başka kimseyi istemiyor musun?” Derken neyi kast ettiğini anladım.

 

“Eğer yapabilirsen, Simayı ve Asyayı yanıma gönderebiliri misin?” Diye rica da bulundum. “Başka hiç kimseyi istemiyorum, Keskin. Tek istediğim kardeşlerimin yanımda olması.”

 

“Oldu bil sevgilim.”

 

“Seni seviyorum.” Diye fısıldadım içimde dolup taşan o hisle birlikte.

 

“Ben seni daha çok seviyorum.” Dediğinde huzur içime doldu. “Biliyorsun değil mi? En başından beri.”

 

“Biliyorum.” Dedim gülümsemeden edemezken. “Sahi kaç sene oldu?” Diye sordum merakla. “Kaç senedir sendeyim?”

 

“On.” Dedi şükür eder gibi. “On sene oldu. On senedir bendesin. İyi ki de öylesin. Hepte öyle kalacaksın.”

 

“Tamam hadi,” dedim ne söyleyeceğimi bilemeyerek. “Kapatıyorum.”

 

Telefonu suratına kapatmadan önce gülümsemesini işitmiştim.

 

Araba korumalara önceden söylediğim gibi gelinlikçinin önünde durduğunda kapıda, Aylinin arabasını gördüm.

 

Oturduğum tarafın kapısı açıldığında adımımı dışarıya attım ve arabadan indim. Kapıda beni Sergen karşılarken, “Naber yenge?” Dedi göz kırparak. Adımlarımı ona doğru atarken yanına varmamla kolunu omzuma attı ve birlikte gelinlikçiden içeriye girdik. “Keyfin yerinde gibi?”

 

“Neden olmasın?” Dedim omuz silkerek. “Yeniden bir Alacahan oluyorum.” Dediğimde güldü.

 

“Ailemizin başına gelen en güzel şey olabilirsin.” Dediğinde gülümsemem büyüdü. “Yalnız baştan söyleyim, o imzayı attıktan sonra geri dönüşü yok.” Dedi ikaz eder gibi.

 

“Sergen,” dedim duraksarken gülen kahvelerinin içine diktim gözlerimi. “Teşekkür ederim.” Ne pahasına olursa olsun hiçbir zaman üzerime gelmemiş, beni asla üzmemişti. Hep yanında olmuştu. Gözleri sıcacık bakarken, “Her şey için.” Dediğimde gözlerini kapatıp açtı. “Hediyen için de.” Dediğimde elleriyle saçlarını karıştırdı. “Kolyeyi şu an takamasam da düğünde takacağım, söz.”

 

“Biliyorum,” dedi tok sesiyle. “Onu kabul etmen bile benim için çok değerli.”

 

“Senin de düşünmen.” Dediğimde sessiz kaldı. Beyazların içinde içeriye doğru adımımızı atarken Aylini prova odasında gelinlikleri incelerken gördüm.

 

“Buna ne dersiniz Aylin hanım?” Diye soran çalışanın elindeki gelinliğe bakıyordu.

 

“İğrenç.” Dedi yüzünü buruşturarak. Kaşlarım havalanırken açık sözlülüğü karşısında çalışan dumura uğradı. “Lafım sana değil canım ama İz’e hiç layık değil. Hem bu ne böyle?” Dedi gelinliğe tip tip bakarak ve sanırım haklıydı da.

 

“Bırakta İzgi seçsin Aylin.” Dedi Sergen yanımdan ayrılıp prova odasındaki kanepeye bedenini bırakırken, Aylinin de gözleri bize döndü.

 

Beni görmesiyle rahat bir nefes alırken, “Bir an için kaçtığını düşünmeye başlamıştım.” Dedi nihayet der gibi.

 

Çantamı Sergen’in kucağına bırakırken, üzerimdeki blazer ceketi de sıyırıp yine onun suratına fırlattım. “O zaman başlayalım.” Dediğimde gözlerim gelinliklerde gezinmeye başlamıştı.

 

İçimde uyanan o garip, cıvıl cıvıl heyecansa fazlasıyla iyi hissettiriyordu.

 

“Senin için birkaç tane ayırdım,” dedi yanıma gelip koluma giren Aylin. “İstersen önce bir onlara göz gezdir aralarından beğendiklerini dene.”

 

Gözlerim Aylinin ayırdığı gelinliklere kayarken, “Biraz fazla kabarık değiller mi sence de?” Diye sorarken gözlerim artık bıkkınlığı yüzünden bile anlaşılan çalışana döndü ama umutsuzca başını iki yana salladı.

 

“Gayet ideal bence ama yine de sen bilirsin.” Dediğinde ona minnetle baktım. Beyaz gelinliklerin arasına girerken, hepsini tek tek inceliyor beğenmediklerimi hemen geçip beğendiklerimi de ayırtıp kabine yolluyordum.

 

Yaklaşık yarım saati bu şekilde devirirken en sonunda içeridekileri denmeye karar vermiş ve kabine geçmiştim. Üzerindeki saten siyah gömleği çıkarırken, eteğimi de sıyırmış kabindeki koltuğun üzerine bırakmıştım.

 

Sadece iç çamaşırlarımla kalırken, sağdan başlayarak elime gelinliği almış ve bacaklarımdan geçirmiştim.

 

“Müsaitseniz, geliyorum?” Dediğini duydum çalışanın.

 

“Buyrun.” Derken kabinin perdesi hafifçe aralandı ve çalışan hemen arkamda yer aldı. Gelinliğin iplerini bağlarken üzerime tam oturması için sıkı sıkı bağlıyordu.

 

Gelinliği üzerime tam oturacak şekilde ayarlarken, kabinin perdesini araladı. Yönümü Aylin ve Sergen’e dönerken ikisinin de gözlerindeki beğeniyi gördüm.

 

Gelinliğin eteklerini kavrarken bu sefer de yönümü ayanaya doğru döndüm ve yansımamla karşı karşıya geldim. Belden tam oturan eteği yere kadar uzanan saten, straplez bir gelinlikti. İki göğüsümün arasında bir boşluk vardı ve her iki göğüsümü dik bir şekilde tamamlayan bir kısım hakimdi.

 

Gelinlik gerçekten çok güzeldi ama benlik değildi. Göğüs kısmındaki o dikliği ve tır tır olan yerleri sevememiştim.

 

“Beyaz yakışmış.” Dediğini duydum Sergen’in hemen arkamdan.

 

“Teşekkür ederim,” derken Aylin, “Beğenmedi.” Dedi anında yüz ifademden anlayarak. “Başkasını dene istersen?” Dediğinde onu onayladım.

 

İkinci gelinlikte yine straplezdi. Tamamen düz ve kalem bir şekildeydi. Gelinlik çok güzel pırlanta işlemelerle işlenmiş, sağ bacağındaysa derin bir yırtmacı vardı. Aslında çok güzel, sadece ve zarifti. Ben çok beğenmiştim ama düğün için değil. Nikah için. İki gelinlik giymeyi düşünüyordum ve eğer oynayacaksam nikahtan sonra giyeceğim gelinlikle rahat oynamak istiyordum ve bu gelinlik ayırdığım gelinliklerin arasındaydı.

 

Üçüncü gelinlikte yine straplezdi ve bu şekilde bütün seçimlerimin genellikle straplez ağırlıklı olduğunu fark etmiştim. Tamamen düz kesim, göğüsümü ve belimi saran üzeri yine zarif göze batmayan işlemelerle süslü olan eteği belden sonra hafif bollaşan ve yere doğru uzanan bir gelinlikti. Omuzlarımdan geçirerek göğüs kısmımın üzerine bir tül sarılmış ve bu da gelinliğin bir parçasıydı.

 

Üçüncü gelinliği de ayırıp dördüncü gelinliğe geçerken bunun diğerlerinin aksine ince askılı, göğüs kısmı kalp şeklinde olan, eteği tül bir şekilde uzanan bir gelinlikti ve gerçekten çok güzeldi. Hepsi çok güzeldi ve bir türlü karar verememek strese girmeme sebep oluyordu.

 

Sergen için hepsi zaten çok güzeldi. Ona göre hepsini almalı, saat başı gelinlik değiştirmeliydim. Aylin zaten bambaşka bir dünya da yaşıyordu. Gösterdiği gelinlikler benim için fazla kabarık ve boğucu gelinliklerdi.

 

Beşinci gelinliğe geçerken bunun da göğüs kısmının kalp şeklinde olduğunu fark ettim. Göğüslerim haddinden fazla büyük oldukları için ufacık bir dekolte bile patlamalarına sebep olurken şimdi tamamen ortadaydılar. Üst kısmı çiçeklerle işlemiş, kolları omuzlarıma doğru düşmüş, eteğinde gizli bir yırtmacı bulunan bir gelinlikti bu da. Aynadaki aksime bakarken o kadar kararsızdım ki hangisini alacağımı bilmiyordum.

 

Keskinden yardım istemeye kalksam onun da Sergen’den bir farkı olmayacağı geliyordu aklıma.

 

“Ağlayacak mısın?” Diye sordu beni dikkatle izleyen Sergen merakla. Gözlerim ayandan onunla buluşurken, “Hadi lan!” Dedi alayla.

 

“Karar veremiyorum!” Dedim isyanla. Aylinle birbirlerine bakarlarken, “Hepsi çok güzel ama birini seçmem gerek! Düğüne hiçbir şey kalmadı ortada gelinlik yok!” Dedim sitemle.

 

“Başka yere bakarız yenge,” dedi Aylin. “Dert etme sen, bak bulacağız kesin.”

 

Sıkıntıyla iç geçirirken dudaklarım konuşmak için aralanmıştı ki, zihnimde varlığı uzun yıllardır eskimiş ses kulaklarıma sızdığında kaskatı kesildim.

 

“Abla?”

 

Göğüs kafesimi sıkıştıran, aklımı durduran ve içimde özlemle yanıp tutuşan o his dolup taştığında nefesimin kesildiğini hissettim.

 

“Asya.” Dedim hızla arkamı dönerken onunla karşı karşıya gelmek atacağım adımın bıçak gibi kesilmesine sebep oldu.

 

Şebnemden aldığı sarı saçları sırtına uzanıyordu artık. Yeşil gözlerinde bir çocuğun parıltısı yoktu. Boyu uzamış, güzelliğine güzellik katmıştı. Şimdi on yaşındaydı. Bensiz büyümüştü ve belki de bana en çok ihtiyacı olan anda ben onun yanında yoktum.

 

Yine de bana nefretle bakmıyordu. Öfkeyle veya kırgın bir şekilde bakmıyordu. Sanki neden gittiğimi bilir gibi, kimse beni anlamazken Asya beni anlıyordu. Görüyordu ve biliyordu.

 

“Abla.” Dedi bir kez daha sanki buna çok ihtiyacı varmış gibi. Bulunduğum yere hafifçe çökerken kollarımı ona doğru açtım. Geri kaçmadı. Aksine koşa koşa kollarımın arasına girerken çiçek kokusu doldu burnum. Başını boynuma gömerken, “Abla.” Dedi bir kez daha be ağlamaya başladı. “Gitmeyeceğim demiştin.” Dedi kırık bir sesle. “İnandım ben sana.”

 

“Özür dilerim.” Dedim onu sıkı sıkı sararken. “Çok özür dilerim.” Kollarını boynumdan ayırdığında yaşlarla ıslanmış gözleriyle karşı karşıya gelmek içimin yanmasına sebep oldu.

 

“Sana bir daha gitme demeyeceğim.” Başımı omzuma doğru eğerken ellerinden tuttum. “Gidecek misin diye sormayacağım da.” Kirpiklerime tutundu yaşlar. “Çünkü hep gidiyorsun,” Kirpiklerime tutunan yaşlar bir bir düştü. “Biliyorum abla,” dedi umutsuzca. “Sen yine gideceksin.”

 

“Söz v-“

 

“Verme,” dedi konuşmama fırsat vermeden. “Tutamayacağın sözler verme.” Dediğinde sözleri içime oturdu. “Sadece… sadece ne kadar kalabiliyorsan o kadar kal abla. Gitmemeye çalış. En azından bu sefer abla gitmememeye çalış çünkü benim senin varlığına her şeyden çok ihtiyacım var.”

 

“Özür dilerim.” Diye fısıldadım acıyla. Avuçlarımın arasındaki ellerini ovaladım. “Asya, çok özür dilerim.”

 

Sessiz kaldı. Hiçbir şey söylemedi özrüme karşılık. Tek yaptığı baştan aşağıya beni süzmek oldu. Sanki yüzüne bir maske geçirdi ama yine de gözlerinin ardındaki kederi gizleyemedi.

 

“Çok güzel olmuşsun,” dedi hayranlıkla. Gülümsedim. “Melek gibi olmuşsun, abla.”

 

“Beğendin mi gerçekten?” Diye sordum heyecanla. “Başkaları da var, bak.” Dedim kabindeki gelinlikleri işaret ederek. “Deneyeyim mi? Sende bak. Ben karar veremedim bir türlü belki sen yardımcı olursun bana.” Kalbim bir kuş gibi heyecanla çarptı. Umutla bekledim vereceği cevabı.

 

“Olur.” Dediğindeyse gülümsemem yüzümde açtı. “Ben oturayım o zaman.” Dediğinde elleri ellerimin arasından sıyrıldı. Sergen’in oturduğu koltuğa otururken ondan uzak durdu ama Sergen bunu yadırgamadı.

 

Asya eskisi gibi değildi.

Neşeli, cıvıl cıvıl değildi.

Büyümüş gibiydi.

On yaşında büyümek zorunda kalmış gibiydi ve bunu fark etmek can yakıyordu çünkü buna ben sebep olmuştum.

 

Boğazıma oturan yumru yutkunmamı güçleştirirken, çömeldiğim yerden ayaklandım. Gözlerim Asya ile birlikte gelen ve geldiğinden beri sesini çıkarmayan Simayı buldu.

 

Kucağında bir bebek vardı. Kaç aylıktı bilmiyordum ama cinsiyeti kızdı. Kahve saçlarının üzerine beyaz bir bandaj sarılmış, üzerine mavi bir elbise giydirilmişti. Bembeyaz, ay gibi bir teni vardı ve koyu kahve gözlerini kırpmadan bana bakıyordu.

 

Sorgu dolu gözlerim Simaya döndüğünde, “Ayliz,” dedi gülümseyerek ve bana doğru bir adım attı. “Mert’in kızı.” Dediğinde kaskatı kesildim. Göz bebeklerim yaşadığım şaşkınlıkla birlikte büyüdü. “Esra’nın haberi var. Bizzat o yolladı benimle hatta.”

 

“Simay-“

 

“Alsana kucağına,” dedi birkaç adımda karşımda bitip Aylizi bana uzatırken elim ayağım birbirine dolaştı. Ne yapacağımı bilemedim. “Halasıyla tanışmanın vakti geldi de geçiyor.”

 

“Simay lütfen-“ demiştim ki beni dinlemeden bir anda Aylizi kucağıma bırakınca panikleyerek sıkı sıkı tuttum ve göğüsüme yasladım küçücük bedenini.

 

Kalbim patlayacakmış gibi atarken hareket bile edemedim. Öylece kalakaldım. İçimde uyanan o garip dürtü göğüsümü sızlattı. Burnuma dolan bebek kokusuysa biraz olsun sakinleşmeme sebep oldu.

 

Aylizin ağzından anlamadığım bir dilde garip homurtular çıkarken dikkat ederek onu kendime çevirdim ve onunla yüz yüzü gelmemi sağladım.

 

Kaşları çatık bir şekilde kızgın bakıyordu. Benden hoşlanmadığı kesindi.

 

“Merhaba,” diye fısıldadım yumuşacık bir sesle. Sesimi işitmesiyle yüzünde bir gülümseme açarken istemsizce benim de gülümsememe sebep oldu. Küçük elleri çıplak boynuma yaslandığında küçük dudaklarının arasından neşeli bir ses çıktı.

 

Dudaklarım aralandı ama ona ne söyleyeceğimi bilemedim. Ne ben onu anlardım ne de o beni anlardı. Nasıl iletişim kuracaktık biz böyle?

 

Tutuşumu düzeltirken rahat olmaya çalıştım. Bana yaslanmasını sağlarken dudaklarıyla yüzümü ısırmaya çalışması gülümsememin büyümesine sebep oldu. Başını iki yana sallıyor sürekli ağzını açıyor ve yanaklarımı ısırmaya çalışıyordu ama dişleri olmadığı için başarılı olamıyordu.

 

“Dişleri kaşınıyor,” dedi Simay gülümseyerek bize bakarken. “Hep böyle yapar.”

 

Küçük ellerini yanaklarıma koyduğunda hafifçe vurdu. Parmakları yüzümde kendince farklı noktaları keşfederken aşırı ciddi gözüküyordu.

 

“Hey,” dedim tatlı bir sesle. “Yüzüme öylece dokunmazsın. Benden izin aldın mı bunun için?” O da sanki saçmalama der gibi parmaklarını saçlarımın arasından geçirdi ve o hissi sevmemiş gibi yüzünü ekşitti ve bu hepimizin sesli bir şekilde gülümsemesine sebep oldu.

 

Saatlerimi mağazalarda gelinlik deneyerek harcarken, Asya’yla sohbet etmiş ve Aylizle de bol bol oynamıştım. Başta onu garipsesem de sonra hiç bırakasım gelmemişti açıkçası. Elimde olsa kendimle birlikte eve götürürdüm ama mümkün değildi.

 

Bu yüzden gelinlikçiden çıkar çıkmaz Esra’ya mesaj atmıştım.

 

“Esra, merhaba. İzgi ben. Eğer yarın müsaitsen Aylizi bana getirebilir misin?” Demiştim.

 

“Tabii İz.” Demişti anında cevap vererek. “Erken gelirim hatta daha çok vakit geçirirsiniz beraber.”

 

“Çok iyi olur.” Demiş ve mesajı sonlandırmıştım.

 

İçinde bulunduğum araç, Alacahan malikanesinin bahçesine giriş yaptığında gözlerim anında bahçede İdil’le konulan Keskini buldu ve maziyi anımsamama sebep oldu.

 

İkisinin de gözleri aracı bulurken, korumalar tarafından açılan kapıyla beşikte araçtan indim.

 

Ayak bastığım zemin bile içimin burkulmasına sebep olurken, kim bilir içeri girsem neler hissederdim.

 

“Yavrum,” dedi Keskin bana doğru büyük adımlarla gelirken. “Geciktin?” Dedi sorgu dolu bir sesle. Kollarını etrafıma sararken yüzünü saçlarımın arasına gömdü. Ellerim anında sırtını bulurken, çenemi omzuna yasladım. Genzime dolan kokusu içimdeki huzura huzur kattı.

 

“Çok yorgunum,” dedim bitkin bir şekilde. “Hemen uyumak istiyorum.”

 

“Hay hay güzelim.” Dediğinde yüzümde ufak bir gülümseme belirdi.

 

Geri çekildiğinde, “Sen neden geciktin bu kadar?” Diye sordu tekrar. “İşiniz uzun mu sürdü?”

 

Elini omzuma atarken bedenimi bedenine yasladı ve beraber malikaneden içeriye girdik. “Asya’yla beraberdim. Hemen bırakmak istemedim açıkçası bir de Aylizi gördüm.” Dedim heyecanla ona dönerek. Kapıyı arkasından kapatırken adımlarını benimle birlikte salona doğru attı. “O kadar güzeldi ki hiç bırakasım gelmedi. Huzursuz falan da olmadı ya doyamadım bende onunla olmaya, elimden geldiğince vakit geçirdim onunla. Sevdi herhalde o da beni? Bırakmak istemedi çünkü giderken, çok ağladı. Benimle gelsin çok isterdim ama annesine gitmesi gerekiyordu artık. Hem kalmazdı da zaten bizimle burada ama ben söyledim Esra’ya. Yarın gelecekler ikisi birlikte bize. Benimle bir planın varsa başka zamana ertele. Asya ve Aylizle olacağım tüm gün. Asya zaten yeterince eksikliğimi hissediyor Şebnem yüzünden onu da ihmal etmek is-“ derken duraksadım. Ben heyecanlı heyecanlı yüzümde bir tebessümle olanları ona anlatırken sesini bile çıkarmadan beni dinliyordu.

 

Dudakları hafifçe kıvrılmış sanki mutlu olmama en çok o mutlu olmuş gibi.

 

“Ne?” Dedim. “Niye öyle bakıyorsun?”

 

“Çok mu sevdin Ayliz’i?” Diye sordu merakla.

 

Gözlerim parlakken, “Çok.” Dedim anında. “Ya bal gibiydi resmen. Isırınca yalandan çığlık atıyor bir de deli. Halbuki ısırmıyorum da. Çok öpünce bunalıyor mesela. Etrafında çok fazla insanı da sevmiyor. Kalabalığı sevmiyor yani. Gelemiyor boğucu şeylere hemen huysuzlanıyor, hemen!” Derken güldü.

 

“Halasına çekmiş.” Dedi imayla ama zerre umurumda olmadı.

 

“Görsen bayılırsın. Zaten kimsenin onu sevmeyeceğini düşünmüyorum asla. O kadar tatlı ki, ne kadar seversem seveyim yetmeyecekmiş gibi geliyor. Sevdikçe sevesi geliyor insanın. Ben mesela, saatlerce onunla olsaydım asla sıkılmazdım. Aylin mesela? Nefret ediyor bebeklerden varya görmen lazım, yok böyle bir şey! Ağlayınca ya da huysuzlanınca kriz geçiyor resmen, evlenince ne yapacak çok merak ediyorum. Sahi? Var mı onun hayatında birleri? Benim haberim yok. Sen abisisin biliyorsundur. Hem Sergen niye hala bekar? Niye evlenmedi? Neye evlenmesin zaten ya. Tek ve yegane gelinleri olarak ben kalayım istiyorum ailenin. Şimdi gider kim bilir kiminle evlenir o. Kesin gıcık birisini bulur getirir, hiç uğraşamam yani. Hem evlenip ne yapacak zaten ya? Boşverin, ben bakarım ona yengesi-“

 

Sözümün kesilmesine ve cümlemin tamamlanmasına engel olan şey, Keskinin bir kolunu belime doyarak beni kendine doğru çekmesi ve beklemediğim bir anda dudaklarıma yapışması olmuştu.

 

Dudaklarım onun için aralanırken, dili dilime dolandı. Sakin, dingin ama aklımı başımdan bir öpücüğü dudaklarıma bırakırken bununla yetinmedi. Kısa kısa öpücükleri dudaklarıma bırakırken çenemden kavradı ve dudaklarını sertçe yanağıma bastırdı.

 

“Ne oluyor be?” Dedim gülerek kaçmaya çalışırken parmakları karnımda hareket etmeye başlayınca, “Hayır!” Dedim. “Bak küserim, sana! Yapma sakın!” Derken kahkaham bütün evde yankılanıyordu. Gömleğimin altından çıplak tenime sızan elleri rahat durmazken dudakları da dudaklarımdan asla kopmuyordu.

 

“Özlemişsin.” Dedim hafif bir tebessümle.

 

“Sen özlenmez misin hiç?” Dedi bana kızar gibi. “Nasıl özlemeyeyim seni? Geberiyorum senin özleminden.” Dediğinde kahkahama yeniden salonda yankılandı. Saçlarım sırtımda süzüldü.

 

Hiçbir şeyi, hiç kimseyi düşünmek istemedim. Sadece biz kalalım istedim.

 

“Saçmalama,” dedim ellerini tutarken. “Burada olmaz! Birileri falan görür. Hem açım ben, hadi yemek yiyelim.” Dedim ona sırnaşırken.

 

“Asıl sen saçmalama,” derken elleri gömleğimin düğmelerine uzandı. Üzerimdeki ceketi sıyırıp atarken, “Biz hatunun hasretinden gebermişiz. Gidip içeride tıkanacağımı mı düşündün sen gerçekten?” Dediğinde dudaklarımdan çıkan küçük gülüşler salonun her yerine siniyordu.

 

“Açım ben canım aç!” Dedim isyanla. “Önce beni doyur, sonra senin isteklerini gözden geçiririz.” Dediğimde kaşları havalandı.

 

“Bak sen,” dedi alayla. “Üç kağıtçı mı oldun şimdi başıma?”

 

“Şikayetin mi vardı?”

 

“Haşa!” Dediğinde gülümsemem dudaklarımdan taştı. Dudakları dudaklarıma yeniden kapanırken, gece gündüze biz birbirimize karıştık. Saatler bu şekilde ilerlerken, ertesi günün akşamı duş almış, doğum kontrol haplarını çöpe atmış kullanmadan üzerime Keskinin beyaz bir gömleğini geçirmiş çıplak ayaklarla merdivenlerden inmeye başlamıştım.

 

Burnuma yemek kokuları gelirken adımlarım mutfağı buldu. Keskini ocakta üzerinde hiçbir şey olmadan altında sadece eşofmanla yemek yaparken bulurken içimdeki cıvıl cıvıl olan neşeyi saklamadım. Hızlı adımlarla ona yaklaşırken kollarımı arkadan ona sardım ve çenemi omzuna yaslayıp başımı sol eğdim. “Günaydın.” Dedim yüzümde geniş bir gülümsemeyle ona bakarken yeşillerim, katran karası gözleriyle bir oldu.

 

Başını bana doğru uzatırken dudaklarını dudaklarımın üzerine bastırdı ve geri çekildi. “Günaydın güzelim.” Derken yüzünde bir tebessüm yer açtı.

 

“Ne pişiriyorsun?” Diye sordum merakla. Gözlerim ocağa dönerken ne yaptığını anlayamadım.

 

“Levrek yapacağım.” Dediğinde kaşlarım havalandı. “Sen tarhana çorbası seviyorsun diye de onu yaptım yanında. Birkaç kızartmalık da atacağım yanına. Sonra yemeğe geçeriz.”

 

“Ooo şefim, bize hiçbir şey bırakmamışsınız?” Dedim neşeyle.

 

“Yorgunsun zaten, git dinlen sen. Yemek hazır olunca çağırırım ben seni zaten.” Derken düşüncesi içimi ısıttı.

 

“Yok, iyiyim ben. Dinlendim iyice, zaten sıkıldım yatmaktan. Yapacak başka bir şey varsa söyle yardım edeyim?” Dedim merakla.

 

Tek kolunu belime dolarken ayaklarım yerden kesildi ve kendimi bir anda tezgahta otururken buldum.

 

“Sen burada otur, gerisini kocana bırak.” Dedi ve bana göz kırptı.

 

“Henüz kocam değilsin yalnız?” Dedim alayla.

 

Büyük eli sol elimi kavradığında, yüzüğümü gözüme gözüme soktu. “Hep bir Alacahandın. Bu hiç değişmedi. Sadece biz işi resmiyete dökeceğiz, o kadar.” Tezgahın üstündeki çilek kasesini kucağıma bıraktığında, dudaklarıma bir öpücük kondurdu ve tekrar ocaktaki çorbasına döndü.

 

Kaseden büyük bir çilek alırken, gözlerimi de ondan ayırmıyordum. O bütün odağını yemeğe vermişken, ara da benimle de uğraşıyordu.

 

Bekledikçe açıkmış, açıktıkça sinirlenmiş ve sıkılmıştım. Oyalanmak için salatayı yapmış sofrayı kurmuştum.

 

Şimdi Keskinin hemen arkasında dikilirken o nereye giderse arkasından gidiyor peşinden asla ayrılmıyordum.

 

Dolaba doğru yönelmişti ki ben tekrar arkasından hareket edince, duraksadı. Omzunun üzerinden bana baktığında, “Balıklar ne zaman pişecek?” Diye sordum masum masum.

 

“Beşinci kez aynı şeyi soruyorsun.”

 

“Dünden beri aç olan benim!” Diye cırladım. “Beni dinleseydin şimdi böyle olmayacaktı! Önceliğin benim ihtiyaçlarım olmalıydı! Resmen aklımı çeldin!” Dedim öfkeyle. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken, “Gülme.” Dedim sinirle. Midem iyice kazınınca, “Açım ama ya!” Dedim ağladı ağlayacak bir sesle. “Niye pişmiyor hala bu balıklar?!” Dedim ona hesap sorarak. Gözlerim fırındaki balıklara döndüğünde, “Lütfen çabuk pişer misiniz?! Ben açım da?! Hayır, neyin intikamını alıyorlar onu da anlamadım yani?! Biz mi tuttuk sanki sizi?! Yakalanmasaydınız! Kanmasaydınız iki yeme şimdi bize yem olmayacaktınız!”

 

“Yavrum?” Dedi Keskin gür kahkahasının ardından. Adımlarını bana doğru attığında elleri yanaklarıma sarıldı. “İyi misin sen bebeğim?”

 

“Değilim!” Dedim sinirle. “Açım ben aç aç!” Dedim isyanla. “Açım ya!”

 

“Onu anladım zaten.” Derken dudaklarını anlıma bastırdı. “İstersen bir tabak daha çorba için balıklar pişene kadar.”

 

“Üç tabak içtim üç!” Dediğimde sus çizgisini kaşıdı gülmemek için. “Çorbayla karın mı doyuyor sanıyorsun sen?!” Derken bir hayli sinirliydim. Gözlerimi fırından ayırmazken, “Pişmiştir herhalde artık ya?” Dedim. Bana hayretle baktı. “Pişmiş olsun lütfen. Baksan bir pişmiş mi?” Diye sorduğumda güldü pislik.

 

O fırını açarken, “Hayır ben sana dün akşam da söyledim zaten önce yemek yiyelim diye. Bütün gün yorulmuşum zaten. Hem adliyeye gittim, o kadar gelinlik denedim baktım. Eve gelince de hiçbir şey yemedim zaten. Sende rahat durmadın bir türlü. Ayliz’i de görmedim zaten. Açta kaldım. Çok sinirliyim sana. Balıklar pişti diyene kadar da geçmeyecek sinirim.” Derken homurdanıp duruyordum.

 

“Pişmiş.”

 

“YA KAÇ SAAT OLDU?!” Diye bağırdım avazım çıktığı kadar. “HALA NASIL PİŞMEMİŞ OLABİLİR ANLAMIYORUM?! NERENİN BALIĞI BU?! KARADENİZDEN Mİ GİDİP ALDIN?! BU NE İNAT YA?! HAYIR SEN BALIKSIN BİR KERE! YEMEKSİN! BİR KURBANSIN ARTIK! HALA FIRINDA OLMAMASI GEREKİYOR ONUN! NEDEN HALA FIRINDA?! NİYE?!” Diye bağırdım bir kez deha. Derin bir nefes alırken tezgaha yaslanmış, bu halimden keyif aldığı her halden belli olan kocamla göz göze geldim.

 

“İyi misin?” Diye sordu gülmemek için zor dururken.

 

“Lütfen pişti de.” Diye yalvardım.

 

Gözlerini kapatıp sabır dilerken yüzünü sıvazladı, “Pişti, gel.” Dedi elimden yakalayarak ve beni ada tezgahındaki sandalyeye oturturken yanağıma da bir öpücük kondurmuştu.

 

“Bir an pişmeyeceksin sandım biliyor musun?” Ellerini tezgaha yaslamış gülerek bana bakarken, “Ödüm koptu.” Dedim bende gülümseyerek. Başını öne eğerken omuzları sarsıla sarsıla gülmeye başladı ama nedensizce onu garipsemedim.

 

Tek odağım aç karnımı doyurmaktı.

 

Yaslandığı yerden doğrulurken, yanıma geldi. “Ne?” Dedim merakla ona bakarken eli çenemi kavradı ve dudaklarını sertçe yanağıma bastırdı. Aynısını diğer yanağıma da yaparken, “Bununla karın doymuyor yalnız.” Dedim. Dudaklarının kıvrıldığını yanağımda hissederken dişlerinin baskısını da hissetmemle,” Ya!” Diye cırladım onu iterek.

 

O istemeye istemeye geri çekilirken tepsideki balığı servis tabağına koymak yerine direk ortaya koydu ve karşıma oturdu.

 

Bütün açlık krizlerinin ardından vuslata ererken, hiçbir medenilik göstermeden kıtlıktan çıkmış gibi yemeye başladım. Bazen yemek boğazımda kalsa da durmadan yemeye devam ettim. Karnımı doyurduktan sonra da mutfağı öylece bıraktım. Yemek için sevgili kocama bir teşekkür öpücüğü verirken mutfaktan sıvışmış odama çıkmış ve üzerime siyah deri bir takım giymiştim.

 

Deri bir pantolon ve deri bir korse giymiş, ayağıma yine her zamanki gibi topuklularımı geçirmiş, uzayan siyah saçlarımı serbest bırakmış, dişlerimi fırçalamış elimi yüzümü yıkamış sade bir makyajı kırmızı rujla palatmıştım ve sanırım biraz fazla güzel olmuştum.

 

Odadan çıktıktan sonra bahçeye geçmiş, müştemilat kısmımın arka tarafında ve daha ormanlık bir alanda kalan yere spor salonuna Hazan ve Yamanın, yanına geçmiştim ki kapının ağzında adımlarım bıçak kesilmişti.

 

Spor salonunun ortasında bir ring vardı ve ringin ortasında Hazan ve Yaman bulunuyordu.

 

Gözlerim, hazanın yamanı boğmak istercesine bacaklarının arasına sıkıştırıp sıkı sıkıya tutunmasıyla kısılırken, Yaman hiç beklemediğim bir hamle de bulundu. Büyük elleri Hazanın kaçlarını kavrarken bir kolu kalçasının altında geçip Hazanın yaslandığı zeminden kalkmasını sağladı. Hazanın yere değen kızıl saçları ani hareketiyle yükselince yüzüne doğru dağıldı. Yaman zemine otururken sıkı sıkıya kavradığı hazanın kalçasını kendine doğru çekip kucağında yükselmesini sağlarken bir anda dudaklarına yapıştı.

 

Dudaklarımda bir gülümseme peydah olurken bu anlarını bölmek istemedim ve geriye doğru sessiz adımlar atarak oradan uzaklaştım. Yeniden bahçeye geçerken bana selam veren korumaların selamını başımı sallayarak aldım.

 

Topuklu ayakkabılarım yüzünden çimlere basmakta zorluk yaşarken, salonun bahçeye açılan kapısından içeriye girdim. Keskin ortalıklarda görülmezken çalan kapıya doğru gittim.

 

Ellerim kapının kulbunu kavradığında gözlerimde merak ve yüzümde yarım bir tebessümle kapıyı açtığımda burada olmasını asla beklemediğim kişi buz kesmeme sebep oldu.

 

Abim, kucağında Aylizle kapıda dikiliyordu. Ayliz beni görmesiyle neşeyle ellerini çırparken gülüyordu da.

 

“Senin burada ne işin var?” Diye sordum hayretle.

 

Abim kahveleri içimi yakarken, “Senden saklanan ne varsa bugün hepsini öğreneceksin.” Dediğinde anlamayarak ona baktım. “Bu oyunlardan sıkıldım. Ne bilmen gerekiyorsa bileceksin.”

 

Zihnimdeki çarklar bir bir döndü. Zaman aleyhime işlerken abimin kahveleri bana hiç güven vermiyordu.

 

Korkuyordum çünkü.

Yirmi sekiz senelik ömrümde belki de abimden ilk kez korkuyordum.

 

Sebebi aramızdaki kardeşlik bağının tamamen yok olmasıydı.

 

Peki ya benden saklananların sebebi neydi?

 

Nasıl buldunuz?

oy ve yorumlarınızı bekliyorum.

 

Yeni bölümde görüşmek üzere kendinize çok iyi bakın.❤️

Loading...
0%