Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.Bölüm

@umay_6

Yüreği soğuyanın savaşı, biter. Diyor Sezai Karakoç.

 

Benim yüreğim ne zaman soğurdu bu savaş ne zaman biterdi bilmiyordum.

 

Bildiğim tek şey bu savaşta, bir yangın ortasında mahvolcaktım.

 

Hissediyordum.

 

Bundan sonrası hiç iyi değildi.

 

Ruhumdaki kız çocuğu umut dolu gözlerle terasın en köşesindeydi. Korkuluklara tutunarak mermerin üstüne çıktı ve bana arkasını döndü.

 

Bir intihar, içimdeki kanın korkuyla fokurdamasına sebep oldu.

 

"Sana bir soru sordum Keskin?" Kaç dakika geçmişti bilmiyordum ama soruma hala bir cevap alamamıştım.

 

Katran karası gözleri bilinmezliğin içinde yol almışken daldığı yerden sıyrıldı ve tekrar bana baktı.

 

"Kimsenin bildiğinden fazla bir şey bilmiyorum." Dedi buz gibi bir sesle. "Sana anlatılan neyse bize anlatılan da o." Bir hayli rahattı. Karşımda ellerini ceplerine yerleştirmiş, omuzlarını dikleştileştirmiş gözlerini gözlerimin en derinine dikmişti.

 

Sanki ruhundaki karanlık göz bebeklerimden içeriye sızsın ve ruhu ruhuma karışsın ister gibi bakıyordu.

 

O zaman Silvan neden bahsediyordu?

 

"Öyle mi?" Diye sordum.

 

"Öyle." Dedi, tereddüt bile etmeden.

 

"Emin misin?" Diye sordum üsteleyerek. Kız çocuğu intihara doğru bir adım daha attı ve omzunun üzerinden bana doğru baktı.

 

Bekledi.

 

"Eminim." Kendinden emin ve tok çıkan sesi şüpheli bakışlarımın dağılmasına sebep oldu.

 

Ona inanmayı seçtim.

 

Gergin omuzlarım gevşerken, "Sana inanıyorum." Dedim. Bana, Bakakaldı. "Yalan söylemeyeceğini biliyorum Keskin." dedim, gözlerindeki ifadeye güvenerek. "Sen yalandan nefret edersin, bunu biliyorum. Arada kaldığın her an doğruyu seçersin ve bende buna güvenerek sana inanıyorum." Yüzündeki ifadeyi çözmedim. Düz ve katı bir ifadesi vardı.

 

"Umarım sana olan inancım beni hayal kırıklığına uğratmaz." Diye fısıldadım.

 

Kız çocuğu geriye doğru bir adım attı ama mermerden aşağıya inmedi.

 

Bekledi.

 

Bekleyecekti.

 

Ama sonu gecikse bile en başından beri belliydi.

 

Asıl sen benim sana inandığımı düşünerek hareket ettiğinde hayatının hatasını yapacaksın. Yokunu şaşıracaksın ve ben sana doğru yolu bulman için yardım etmeyeceğim.

...

 

Ben bir acının, yarım kalmışlığın, eksikliğin, öksüzlüğüm içine doğmuştum. Yarım kalmışlığı benimsediğim, benimsemek zorunda kaldığım ve ruhumdan bir parça gibi sahiplendiğim bir hayata doğmuştum.

 

Bir kız çocuğunun göz yaşlarının izi, bir kurum lekesi gibi ruhumda izlerini bırakmıştı.

 

O kurum lekesi ne yaparsam yapayım hiç çıkmamıştı.

 

Şimdi üzeri bir ziftle kaplanıyordu ve ben buna engel olamıyordum .

 

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?!" Başsavcının yüzüme savurduğu kağıtlar bedenime çarparak yere düştü. "Biz bunları bilmiyor muyuz sanıyorsun sen?! Bunun gibi nicesi elimizde ama yetmiyor işte!"

 

Öfkesinin sebebi birkaç gün önce babamın kasasından aldığım belgelerin kopyasıydı. Elindekiyle yetinmeyi bilmiyordu. Doyumsuz herifin tekiydi. Başta ki yumuşak tavırları gitmiş, yerine hırsı gözünü karartan bir adam gelmişti.

 

"Bize daha fazlası lazım İz," dedi. "Anlıyor musun beni, daha fazlası. " dedi kelimelerin üzerine basa basa.

 

"Elimden geleni yapıyorum," dedim düz bir sesle. "Nasıl bir şeyin içinde olduğumu biliyorsunuz. İşler sandığınız kadar kolay değil." Dedim sıkıntıyla iç geçirirken.

 

Bir adım attı üzerime doğru. "Senden elinden gelenin fazlasını yapmanı istiyorum İz." Dedi. "Elindekiyle yetinme. Her zaman daha fazlasına ulaşmak için çabala." Aşina olduğum kelimelerini bir kez daha işitmek gözlerimi devirmeme sebep oldu. "Ben sana böyle mi öğrettim?"

 

"Her şey hemen olsun istiyorsunuz," dedim sertçe. Kaşları çatıldı. "Süresiz bir saha görevinde olduğumu ve bu görevi benim yönettiğimin bilincinde olarak hareket etmenizi rica ediyorum. Her şey yavaş yavaş tam tıkırında ilerleyecek. Vakti ne zaman gelirse, ben ne zaman bitti dersem o zaman bitecek."

 

"Saha görevinde olabilirsin ama benim emrim altındasın," diyerek üstünlük tasladı. "Emirlerime uymak zorundasın."

 

"Üstüm olmanız her emrinize uyacağım anlamına gelmiyor Başsavcım." Kaşları alayla havalandı. "Çünkü sizde çok iyi biliyorsunuz ki bu operasyonu da bu operasyondan sorumlu olan herkesi de ben yönetiyorum." Dedim kelimelerin üzerine basa basa. "Sizde dahil."

 

"Pekala bayan şantaj." Dedi alayla. Masasına doğru ilerledi ve koltuğunda yerini aldı. "Anlat bakalım neler oluyor?"

 

"Meclis geçtiğimiz günlerde New York'ta büyük bir toplantı verdi. Tabi ben öncesinde Keskinin iş için yurt dışında olduğunu sanıyordum ama biraz araştırınca Meclis üyelerinin hepsinin aynı tarihlerde ülke de olmadığını öğrendim." Derin bir nefes aldım. "Rusyada Yer altının Kralı olarak bilinen Ivan Samoilov ile yeni bir silah ticareti için anlaştılar. Ayrıca bir hafta içinde birçok ülkede ki Yer altı sahipleriyle yeni bir sözleşme imzaladılar."

 

"Kaç sevkiyat yapıldı bu süreçte?" Diye sordu. "Ya da o evde bulunduğun bu iki haftada kaç sevkiyat gerçekleşti senden habersiz?"

 

"Yirmi Sekiz." Dedim. Kaşları imayla havaya kalktı. "Henüz Türkiye de yapılacak olan sevkiyat yapılmadı. Sınır dışında yapılmış olan hiçbir sevkiyata müdahale edemeyeceğimi biliyorsunuz."

 

"Gerçekten her şeyi çok güzel idare ediyormuşsun," dedi alayla. Tırnaklarım avuçlarıma baskı uyguladı. "Peki bunları kanıtlayacak belgelerin var mı?"

 

"Henüz yok."

 

"Henüz?" Diye sordu, alayla. "Tam iki hafta oldu İz ve bizim elimizde hiçbir şey yok farkında mısın? Başaramayacaksan söyle, dosyayı bir başkasına devredeyim."

 

"Kolay olmayacağını biliyorsunuz," dedim öfkeyle. "Ayrıca bu operasyonu benden başka kimsenin başaramayacağını da." Omuzlarım dikleşti. "Elimizde şu an hiçbir şey olmamaması olmayacağı anlamına gelmiyor, Başsavcım."

 

"Sayın Başsavcı." Diyerek düzeltti. Dişlerimi birbirine bastırdım. Bu adam insanı deli ederdi.

 

"Aileme ihanet edeceğimin farkındasınız değil mi?" Bana güvenmiyordu. "Babama, bana annelik yapan kadına, dostlarıma, abime... Hayatımda benim için bir anlam ifade eden herkese." Dedim kelimelerin üzerine basa basa. "Meclis üyelerinden devlete çalışan hakimler, avukatlar, savcılarda var ama siz beni seçtiniz. Neden?" Dedim alayla. "Çünkü sadıktım. Çünkü söz konusu makamımsa, bana verilen görevse kimseye acımayacağımı çok iyi biliyordunuz. Buna rağmen üzerime geliyorsunuz ve ben artık çok sıkıldım."

 

"Bakın Savcım-"

 

"Sayın Savcı!" Dedim sertçe. Kaşları havalandı. Cesaretimi kendi içinde sorguladı."Lütfen olması gerektiği gibi seslenin. Gereksiz samimiyete hiç gerek yok." Göğüs kafesim sertçe inip kalktı. "Uzun lafın kısası Sayın Başsavcı," dedim imayla. "Ben işimi yapacağım, operasyon ne zaman biterse ben istediğim zaman bitecek ve bunun için size hesap vermeyeceğim." Dedim öfkeyle. Kahvelerine yerleşen hayranlığı gördüm. "Ben işimi yapacağım ve siz bana bir kez daha karışma cüretinde bulunmayacaksınız."

 

Sözlerime kulak asmadı. Çekmecesini açtı ve bir dosyayı masanın üzerine attı. "O halde iki gün sonra yapılacak olan sevkiyatta bizzat bulunmak istersin," bakışlarım kısıldı. "Sonuçta karşına çıkan ailen dahi olsa eminim acımayacaksındır." Yutkunamadım. Sandalyesinde rahatça geriye doğru yaslandı.

 

"Kendine gelmeni istiyorum senden İz." Dedi emreder gibi. Dirseklerini masaya yasladığında öne doğru eğildi ve gözlerimin en içine dikti kahvelerini. "Türkiye'nin en iyi ağır ceza savcısısın sen." Dediğinde gururla dikleşti omuzlarım. "Genç yaşına rağmen başarıların hayranlık uyandırıcı. Zekisin, nerede ne yapacağını iyi bilirsin. Merhametin adaletini gölgelemesin sakın." Kalbim kasıldı. "Benden emir bekleme." Dediğinde yutkunmadan edemedim.

 

Korktuğu şey görevi tamamlayamayacak olmam değildi. Benden emindi. Emin olmadığı şey merhametimin adaletimi gölgelemesi ve ailemi kayırmamdan şüphe duymasıydı.

 

"Ha bu arada?" Dedi bir şey hatırlamış gibi. "Operasyon boyunca güvenliğinden sorumlu olacak birini atayacaklar sana. Henüz kim olduğunu bende bilmiyorum." Kaşlarım çatıldı.

 

"Bir asker mi? Polis mi? İstihbaratçı mı?" Diye sordum merakla. Sıkılmış gibi bana baktı. "Yoksa Mit mi?"

 

"Bir asker," dedi. "Rütbesi de Yüzbaşı oldu mu Sayın Savcı?" Dedi alayla.

 

"Beni bekleme yüzbaşı. Ben senden gideli yıllar oldu. Sana gelmemi umutla bekleme sakın."

 

Zihinimde geçmişten gelen bir ses yankılandığında gözlerimi kırpıştırdım. O olamazdı değil mi?

 

Masanın üzerinde ki dosyayı aldığımda, "İyi mesailer." Dedim ve kendimi odanın dışına atttım.

 

Rahat bir nefes alırken parmaklarımın arasında tuttuğum dosyayı sıkıca kavradım.

 

Bu görev sandığım kadar kolay geçmeyecekti.

 

Her şey iyice boka sarıyordu.

...

 

Bütün gün adliyede uğraşmak zorunda kaldığım karmaşa içten içe boğulmama sebep olmuştu. Günün yorgunluğu üzerimdeyken, maskaram kirpiklerime ağırlık yapıyordu.

 

İçinde bulunduğum araba malikaneden içeriye girdiğinde, bahçede İdil'le konuşan Keskini fark ettim. Onun da bakışları kısa bir süre sonra malikaneye giriş yapan arabamı bulurken korumalar tarafından açılan kapıdan dışarıya attım kendimi.

 

"Hayırdır?" Dedim samimi bir sesle. Adımlarını onlara doğru attığımda Keskinin bakışları eteğimin açıkta bıraktığı bacaklarımda gezindi. Kaşları çatıldı. "Kapılarda mı karşılanıyorum artık?" Dedim gülümseyerek.

 

"Oyununu sağlam oyna İz." Diyen başsavcının sesi yankılandı zihnimde.

 

Yanına vardığımda bir eli belimi bulup beni kendine doğru çekti. Bu hareket affalamama sebep olduysa da belli etmedim. Muhtemelen etrafta korumalar var diye böyle bir şey yapmıştı.

 

"Bunu asılında senin yapman gerekiyor sevgili karıcığım." Dedi alayla. Ne yapıyorsun dercesine baktım ona. "Bir daha ki sefere senden aynı performansı bekliyorum." Dedi ve göz kırptı.

 

"Çok beklersin." Dedim, kelimeleri ağızımın içinde yuvarlayarak. Dengemi bozuyordu.

 

"Sorun değil," parmakları yüzümü örten perçemlerimi geriye doğru çektiğinde kaşlarım çatıldı. Katran karası gözleri gözlerimden ayrılmazken, "Beklerim." Dedi, karanlık bir sesle.

 

İçimi kaplayan huzursuzluk göğüs kafesimde baş gösterirken bakışlarım İdili buldu. Rahatsızlık hissi etrafımı sarıp sarmaladı.

 

"Nasılsın İdil?" Şaşkınlıkla bana baktı. Onunla konuşmamı beklemiyordu.

 

"İyiyim İz hanım," dedi naif sesiyle. "Siz nasılsınız?"

 

"İyi bende, ne olsun? İş güç." Gülümsedim. "Bu arada bana İz de lütfen." Diyerek ricada bulundum.

 

"Ama olmaz öyle." Dedi, tereddütle.

 

"Olur olur." Dedim başımı sallayarak. Bakışları Keskini buldu onay almak istercesine.

 

"Karım ne diyorsa o." Dediğinde kaskatı kesildim. Bana neden bu kadar iyi davranıyordu?

 

"Sevkiyat işi ne oldu?" Diye sordu. İdilin bakışları tereddüt edercesine beni buldu. "Hectorla yapılan anlaşma?" Dedi bu kez. "Karımdan saklayacak hiçbir şeyim yok İdil." Dedi sertçe. "Şimdi o bakışlarını karımın üzerinden çek ve soruma cevap ver."

 

Sözleri yutkunmama sebep olurken kaburgalarımın altında kimi zaman varlığını bile unuttuğum kanadı kırık ölü kelebeklerimin kıpırdandığını hissettim. Nefesim ciğerlerime yetmedi.

 

Pekala. Bu adamın derdi neydi?

 

Ayrıca geldiğimden beri karım mı diyordu o?

 

Ne saçmalıyordu?

 

Bakışlarım gittikçe kısıldı ve şüpheyle ona baktım. Acaba bana oyun mu oynuyordu? Herkesi kendin gibi sanma. Sen kimin tarafındasın!

 

"Hector anlaşmanın şartlarını kabul etmiyor," diyerek söze başladı İdil. "Sevkiyatların hepsi sorunsuz bir şekilde tamamlandı. Geriye sadece tek bir sevkiyat kaldı ama ona da henüz var daha. Sen üzerinde bir kez daha konuşmak istediğini belirtmiştin."

 

Keskin onaylarcasına başını salladı. "Hector sende," dedi. "Yarın son sevkiyat için bir toplantı yapacağım Meclistekilere haber verirsin." Bakışları bana döndüğünde yumuşadı. "İki gün sonraya bir restoranda yer ayırt," dedi, bu seferde. "Karımla biraz vakit geçirmek istiyorum."

 

Kaşlarım havalandı. "Bir ömür iki yabancı gibi kalmayacağımıza göre ve boşanamayacağımıza göre," dedi imayla. "Birbirimizi tanımanın vakti gelmiştir ha? Ne dersin?" Dedi.

 

Mecliste yapılan evliliklerde boşanma olmazdı. Gelin gittiğin evden ancak ölün çıkardı. Meclise üye olan ailelerin çocuklarının arasında yapılan evliliklerde bir gelenek haline gelmişti. Babam zamanında annemle evlilik yaparak bu geleneği bozmuştu ama o yıllarda her ne olduysa Meclis dışı evlilikler kesinlikle yasaklanmıştı.

 

Hepimizin kaderi, hayatı onların elindeydi.

 

"İki gün sonra bir operasyona katılacağım," kaşları çatıldı. "Başka bir güne erteleyelim yemeği." Diyerek geçiştirmeye çalıştım.

 

"Ne operasyonu?" Diye sordu, şüpheyle.

 

"Sana bilgi vermeyeceğimi biliyorsun," dedim. İdilin dudakları alayla kıvrıldı. Gördün mü der gibi baktı. "Bizde gizlilik esastır." Dedim net bir sesle.

 

"Bana da mı?" Dediğinde şaşkınlıkla ona baktım.

 

"Dalga mı geçiyorsun?"

 

"Evet."

 

"Ne?!" Suratına ukala bir gülümseme yerleşti. Öfkeyle ona baktım.

 

Geldiğimden beri benimle dalga geçiyordu ve ben bunu yeni fark ediyordum.

 

"Çatma o kaşlarını kocaya," eliyle kaşlarımı düzeltti. "Çarpılırsın bak."

 

"Dengesiz herif!" Elini sertçe itekledim. "Ukala, kendini beğenmiş, zırtapoz!" Söylene söylene içeriye girerken oda peşimden geliyordu.

 

"Zırtapoz mu? o ne demek?" Cevap vermedim.

 

"Nerdeydin bu saate kadar?" Diye sordu hemen ardından.

 

"Cehennemin dibinde!" Diye cırladım.

 

"Ayıp ediyorsun karıcığım," dedi eğlenen sesiyle. "Çağırsaydın, sana eşlik ederdim." Kolumu kavrayan bir el beni kendine doğru çekince neye uğradığımı şaşırdım.

 

Sıcak nefesini dudaklarımın üzerinde hissederken katran karası gözler çehremde geziniyordu.

 

Bilinmezliğe doğru yol alan gözleri, ifadesiz ve düzdü.

 

"Ne yapıyorsun?" Dedim şaşkınlıkla. Parmaklarının tersi aheste aheste yüzümde gezinirken yaşadığım şeyin şokunu üzerimden atamıyordum. "Keskin," dedim uyarırcasına.

 

"Söyle," dediğinde parmakları bu sefer saçlarımı geriye doğru itti ve bakışları saçlarında gezindi. "Sen anlat diniliyorum ben seni." Dediğinde hiçte öyle gözükmüyordu. Bir anda değişen tavrı içimdeki huzursuzluğun artmasına sebep oldu. Bana karşı neden bu kadar iyi davranıyordu?

 

Bugün fazla mutlu gözüküyordu. Bu tavrının sebebine anlam veremesemde gözlerinde sanki burada olduğuma şükür eder gibi bir ifade vardı ve bu bocalamama sebep oluyordu.

 

"Neden öyle bakıyorsun?" Diye sordum merakla. Göğüs kafesim aldığım nefesle yükselip indi.

 

"Nasıl?" Dedi karanlığa takla attıran bir sesle.

 

Bakışları gözlerimi bulduğunda gözlerinde gördüğüm ifadeye anlam vermedim. O da bana bir cevap vermedi zaten. Sessiz kaldı. Neden öyle bakıyordu? "Saçmalıyorsun," kollarının arasından çıkmak istedim ama izin vermedi. "Keskin, bırakır mısın lütfen?"

 

"Yemeği bu akşam yiyelim mi?" Diye sorduğunda ona aklını kaçırmış gibi baktım. "Değişiklik olur. Ne dersin?"

 

Öylece baktığımı fark ettiğinde, "Sessizliğini bir cevap olarak algılıyorum," dedi. Sıcak parmaklarının tersi yanağıma sürtündüğünde bütün vücudum buz kesti sanki. "Akşam sekizde seni alırım. Şimdi şirkete geçemem gerek." Vücudumda ki eller benden uzaklaştığında heybetli cüssesi bana arkasını döndü ve az önce girmiş olduğumuz kapıdan dışarıya çıktı.

 

İçimde çığlık çığlığa bağıran o hisle beni orada öylece bıraktı ve gitti.

 

Parmaklarım yanağımı bulduğunda irkilmeden edemezken bakışlarım birisinin görmüş olma korkusuyla etrafta gezindi ve mutfak kapısının önündeki gölgeler gözüme çarptı.

 

Hayat gerçekten bana sağlı sollu her yerden geliyordu.

 

...

 

"Ömür törpüsüsün yemin ederim Sergen!" Üstüm, un içindeyken mutfakta Sergen'in yalvarmaları sonucu kendimi hamur yoğururken bulmuştum. Beyfendinin canı patatesli poğaça istemişti.

 

Üzerimde midi boy, kalın askılı, etekleri uçuş uçuş olan mavi çiçekli bir elbise vardı. Saçlarımı beyaz kelebek bir tokayla tutturmuştum ama yüzüme gelen perçemlerim önümü görmemi zorlaştırıyordu.

 

"Sanki ne yaptın Allah aşkına," elmasından koca bir ısırık aldığında şapırtarak yemeye başladı. Ona tip tip baktım. "Alt tarafı bir poğaça."

 

"Ya evde o kadar çalışan var!" Dedim. "Niye ben?" Diyerek isyan ettim.

 

Gülümsedi. "Hamarat mısın değil misin görmek istedim." Dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. "Babaannem gelecek birkaç güne, o zaman bütün yemekleri senin yapmanı isteyecektir. Bunu da bir ön hazırlık gibi düşün." Dedi gözlerini devirerek.

 

"Saçımı çek gözümün önünden," dedim tersçe. O yüzüme gelen saçı geri çekerken tezgaha zıpladı ve oturdu.

 

"Düzgün yağur o hamuru, düzgün." Dedi. Kaşlarını çatmış ters ters bana bakıyordu.

 

"La havle, la havle." Dedim sabırla. Sergen'in kafasını ezdiğimi hayal ederek iki elimle tezgahtaki hamura sertçe baskı uyguladım.

 

"Saçın girerse içine yemem ben o poğaçayı." Dedi, kaynanalar gibi. "Uzat bakayım ellerini tırnaklarına bakacağım." Benim uzatmamı beklemeden yoğurduğum hamurun üzerindeki ellerimi çekti ve hiç olmayan tırnaklarıma baktı.

 

"İyi iyi," dedi. Pekte memnun gözükmüyordu. "Tam babaanneme layıksın." Kaşlarım havalandı. "Bir de elinden her iş gelse var ya, öf! Gözde gelini sensin artık!" Bakışlarındaki alayı görmediğimi sanıyorsa yanılıyordu.

 

"Bu zamana kadar neyi yapmadığımı gördün?" Dedim, omuzumun üzerine dökülen saçlarımı omuzlarımı sallayarak geriye doğru savurarak. Hamurların içini doldurmaya ve yuvarlamaya başladığımda tepsiye dizdim.

 

"Henüz pek bir şey göremedik yengeceğim," Öyle bir yengeciğim demişti ki yüzümü buruşturmak zorunda kaldım. "İnşallah o günleri de görürüz."

 

"Allah esirgesin." Derken tepsiyi fırına koydum ve dakikasını ayarladım. Tezgahı toplamak için arkamı dönmüştümki beyaz bir toz dumanı görüşümü engelledi.

 

Gözlerimi sıkıca yummuş beklerken suratıma yediğim unun öfkesi kanımda kaynadı. Bu çocuk neden sürekli benimle uğraşıyordu?! Tek gözümü açıp ona öfkeyle baktım.

 

"Sergen kaç." Dedim dişlerimin arasından. "Kaç yoksa ben senin katilin olacağım!" Diye avaz avaz bağırırken tezgahın üzerinde ki un dolu kaseye elimi daldırmış o daha tezgahtan inemeden avuçlarımın arasındaki unu yüzüne fırlatmıştım. Kumral saçları ve yüzü bembeyaz olmuşken kahveleri şaşkınlıkla açıldı ve bana baktı.

 

"Evli barklı kadınsın, utanmıyor musun böyle hareketler yapmaya?" Yavaşça indi tezgahtan. "Cık cık cık," dedi, kınarcasına. "Koskoca kadın olmuşsun hareketlere bak!" Hayretle baktım bu haline.

 

Kaynananım yapmadığı kaynanalığı yapıyordu saatlerdir bana.

 

"Benden günah gitti." Derken tezgahın üzerindeki merdaneyi kaptığım gibi kaçan adamın peşine düşmüştüm.

 

"Bırak peşimi cani kadın!" Merdaneyi ona doğru fırlatırken gözden kaybolmasıyla yarattığı boşlukta merdane yeri boyladı. "Allah'ım!" Diye yakardı. "Ne günah işledikte bu kadını bize ceza diye gönderdin sen?!"

 

"Aldattığın kadınların ahı tutmuştur!" Diye bağırdım arkasından.

 

"Eskortlar aldatılmaya dahil olmuyor!" Diye cevap verdi. "Üstelik benim sevgilim yok! Eskortla eskortu aldatınca kabahatli mi oluyorum yani? Ne olmuş sürekli gittiğim kadından sıkılıp, arkadaşıyla yattıysam!"

 

"Çok oldun artık sen!" Diye bağırıyordum peşinden koşarken. Ayağımda ki topuklular bana hiç yardımcı olmazken bahçedeki oturma gurubunun arkasına geçen Sergen'e fırlattım ayağımda ki topuklu ayakkabıları çıkarıp ona doğru savurarak. Biri omzuna birisi de saklamaya çalıştığı kafasına isabet ederken acıyla inlemiş ve zaferle sırıtmama sebep olmuştu.

 

"Lan ben anamdan böyle dayak yemedim!" Diye bağırırken kafasını ovalıyordu. Kahveleri beni bulduğunda geriye doğru adımlar atarken yere düşen ayakkabılarımı hızla alırken ben çoktan içeriye kaçmıştım.

 

"Bunun öcünü alacağım!" Diyerek peşimden koştuğunda çığlığım bütün evde yankılandı.

 

...

 

Salonda suçlu çocuklar gibi kollarımızı göğüsümüzde birleştirmiş birbirimize kötü bakışlar atarken Berna hanım ve Aylin güldüklerini gizleme gereği duymadan bize gülüyor. Keskinse gülüp gülmemek arasında kalmış gibi duruyordu.

 

"Niye kavga ettiniz?" Diye sordu merakla. Una bulanmış yüzüme ve kıyafetime baktı. Gözleri saçlarımda oyalanırken saçlarıma da unun bulaştığını fark ettim.

 

"Poğaça istedi poğaça yaptım!" Diye sızlandım. "Fırına tepsiyi koyup tezgahı toplamak için arkamı döndüğümde yüzüme un attı!"

 

"O da bana attı!" Diyerek beni şikayet etti.

 

"Benimle alay eden kimdi!"

 

"Elinde merdaneyle beni kovalayıp, topuklu ayakkabısıyla omzumu delip anlımı yaran kimdi!" Şakağında küçük bir bant vardı ama sanki kafasını delmişim gibi konuşuyordu.

 

"Hak ettin!" Dedim yükselerek.

 

"Yeter!" Diye bağırdı Keskin. "Çocuk musunuz siz? Her evden çıktığımda böyle saç baş birbirinize mi gireceksiniz!" Diyerek bizi azarladı.

 

"Önce o başlattı!" Diyerek ona kızdım. "Her seferinde benimle uğraşıp beni delirten o! Bana niye kızıyorsun?! O bana bulaşmasa ben ona hayatta bulaşmam!"

 

"Sende uyma o zaman ona İzgi," Yüzünde eğlenen bir ifade vardı. "Ben eve gelene kadar sabret. Koskoca kadınsın şu çocukla uğraşmaya değer mi?" Çocuk dediği benden üç yaş küçüktü. Ayrıca o bana mı kızıyordu?

 

"Niye kızıyorsun abi yengeme?" Dedi Sergen. Kaşları çatılmış bembeyaz suratıyla çok komik duruyordu. Acaba bende mi öyle gözüküyordum?

 

"Kızmıyorum." Dedi Keskin, bıkkınlıkla. "Uyarıyorum sadece."

 

"Benim fırında poğaçalarım vardı." Dediğimde oturduğum yerden ayaklandım. Bakışlarım Sergen'i buldu. "Gel sende, pişmiştir şimdi. Sıcak sıcak yersin."

 

Gözleri parlarken oturduğu yerden kalktı ve yanıma geldi. "Olmuş mudur ki?" Diye sordu çocuk gibi.

 

"Olmuştur olmuştur." Dedim onunla birlikte mutfağa doğru ilerlerken.

 

"Az önce birbirinizi yiyordunuz!" Diye cırladı Aylin, arkamızdan.

 

"İster birbirimizi yeriz ister birbirimizi döveriz sanane!" Diye bağırdı Sergen mutfağa girmeden hemen önce.

 

Fırından dikkatlice poğaçaları çıkartırken tepsiyi tezgaha koydum.

 

"Offf," dedi poğaçalara bakarken. "Nar gibi kızarmışlar."

 

"Sen yengeni ne sandın koçum?" Dedim göz kırpıp gülümserken hala sıcak olan poğaçayı üfleye üfleye yedi.

 

"Sen mi yaptın?" Diyen tanıdık sesi duyunca bakışlarım mutfağa yeni giren Keskini buldu. Bu da her yerden fırlıyordu. Bakışları poğaçalardaydı. "Mis gibi kokuyor."

 

Almak için hamle yaptığında tepsiyi geri çektim. "Sana yok." Dedim tersçe.

 

"O niye?" Diye sordu şaşkınlıkla.

 

"Sergen'e yaptım ben bunları," Israrla bana bakmasına rağmen ona bakmadım. "Hepsi onun. Sergen izin verirse yiyebilirsin. Vermezse yiyemezsin." Dedim ters ters ona bakarak.

 

"Bir tane poğaça için bu veletten izin mi alacağım?" Dedi alayla. Tekrar almak için hamle yapmıştı ki tepsi bu sefer Sergen tarafından çekildi.

 

"Benim onlar," dedi. Gururla göğüsü kabardı. Nispet edercesine, "Yengem bana yaptı." Dediğinde nerdeyse kahkaha atacaktım.

 

"Ne demek bana yaptı lan?!" Dedi sinirle. "Karımın yaptığı poğaçayı mı saklıyorsun benden lan it?!"diye gürledi.

 

"Karın bana yaptı, sana değil." Burun kıvırdı. "İste sana da yapsın." Diyerek tepsiyi daha çok çekti kendine.

 

Keskinin bakışları beni buldu. "Yapar mısın?"

Diye sordu.

 

"Yapmam." Dedim küskün bir tavırla. Omuz silktim.

 

"Ne demek yapmam?" Çatık kaşları daha çok çatıldı.

 

"Yapmam işte!" Dedim omuz silerek.

 

"Hem bunlar patatesli abi, yemezsin. Sen peynirli seversin." Dedi Sergen bir tane daha poğaçayı ağzına tıkarken.

 

"Karım yaptıysa tadına bakmamak ayıp olur." Dediğinde varlığını arkamda hissettim.

 

"Tamam o zaman," dedim bana sırnaşmasına izin vermeden. "Bir tanecik ver bari." Dedim acıyarak. Geçen sefer yaptığım yemeği de yiyememişti zaten.

 

"Bir tane veririm ama?" Dedi Sergen.

 

"Pazarlık mı yapıyorsun lan pezevenk?!" Dedi sinirle arkamdan, hiddetle.

 

"Aşk olsun abi," tepsiden bir poğaça alırken Keskine uzattı. "Pezevenk miyim ben? Niye öyle söylüyorsun?"

 

Keskin poğaçadan bir parça alırken merakla tepkisini bekledim. "Şüphen mi vardı koçum?" Dedi.

 

Sırıttı Sergen. "Asla." Yemin ederim bu çocuk gerizekalıydı.

 

"Olmuş mu?" Diye sordum merakla. Yüzündeki ifadeden hiçbir şey anlamamıştım. Heyecanla tepkisini bekledim

 

"Olmuş," son parçayı da ağzına attı. "Ellerine sağlık." Dedi.

 

Gülümsedim. "Afiyet olsun." Dedim. Boğazında kalsın.

 

"Allah razı olsun yenge," dedi Sergen. Tepside kalan son iki poğaçaya baktım. "Sayende bugünde aç kalmadık çok şükür."

 

"Şebeklik yapma lan," enesine bir darbe yedi. "İn lan aşağıya! Çocuk musun sen? Ne işin var tezgahın üstünde?! Yemek yapılıyor orada yemek! Sen kıçını koyup otur diye yapılmadı o tezgah!" Dediğinde yaka paça indirdi Sergen'i tezgahtan.

 

"Yengem bir sen iki abi," dedi. Mutfaktan çıkarken söylenip duruyordu. "Hep şiddet hep şiddet!" Derken mutfaktan çıktı ve bizi yalnız bıraktı.

 

"Yemek iptal o halde?" Yüzümde ki gülümseme yerini korurken katran karası bakışları gülüşüme düştü ve tekrar gözlerime baktı.

 

"Neden iptal olsun?" Diye sordum merakla.

 

"Haline bakılırsa, gelmek istemezsin diye düşündüm." Dedi, sıkıntıyla. "Sergenle uğraşmışsın bir de yorgunsundur şimdi başka zaman erteleyelim istersen?"

 

"İyi düşünmüşsün," gerçekten kendimi yorgun ve halsiz hissediyordum. "Başka sefere sözüm olsun." Dedim, sakince.

 

"Sen nasıl istersen," bir eli belime dolandığında göğüsüm göğüsüne çarptı. Ellerim kollarına tutundu. Parmakları yüzümdeki ve saçlarımda ki unu gelişi güzel temizledi. Bakışları kıyafetime düştü. "Sanırım duş alman gerekecek." Dedi.

 

"Eğer bırakırsan bende tam öyle yapmayı düşünüyordum." Dedim. Hızlanan kalbim, soluğumu tıkadı.

 

"Yardım lazım olursa çağırmaktan çekinme." Dedi arsızca.

 

Bu hareketi nabzımın hızlanmasına sebep oldu.

 

"Hayırdır," dedim. Dudaklarımda tatlı bir tebessüm hakimdi. "Bu cesaretini neye borçluyuz?"

 

Nefesi yüzümü yakarken belimdeki eli aklımı karıştırıyordu. Dudaklarına bakmamak için kendimi dizginlerken o benim aksime gözlerim ve dudaklarım arasında gidip geliyordu.

 

"Bu seni rahatsız mı etti?" Gittikçe yaklaştı. Yutkunma isteğiyle dolup taştım. Katran karası gözlerindeki koyuluk göz bebeklerimden içeriye sızdı. Ruhum karanlığıyla kirlendi.

 

"Aksine," Sesim bir fısıltıdan ibaretti. "Oldukça hoşuma gitti." Dedim büyük bir cesaretle.

 

"Hmm," dedi genzinden gelen kalın ve boğuk sesiyle. Denizin mistik kokusu ciğerlerime doldu. "Öyle mi?" Yutkundum.

 

"Öyle." Dediğimde dudaklarımız arasında bir karışlık mesafe vardı. Şu an burada beni öpse ne tepki verirdim bilmiyorum ama dudakları hafifçe dudaklarıma temas ettiğinde bunun ne kadar yanlış olduğunu zihnimdeki ses bana fısıldadı.

 

Yanlış gibi gözüken ama aslında çok doğru hissettirendi.

 

"Nereye Sergen?" Diyen Berna hanımın sesini duydum. Çok şükür ki kaçınılmaz olan gerçekleşmemişti.

 

"Mutfakta son iki tane poğaçam kalmıştı," dediğini duyunca gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi açıldı ve o kadar hızlı bir şekilde Keskini itip buzdolabının kapağını açtım ki Sergen'de aynı zamanda mutfağa girdi. "Onları ala-"

 

Neyle karşılaşmıştı bilmiyorum ama sesinin kesilmesi hayra alamet değildi.

 

"Aaa abi," dedi, şaşkınlıkla. "Sende mi buradaydın? Ben seni gittin sanıyordum."

 

Sert bir soluk verdiğini duydum Keskinin. "Ben bir yere gitmedim de sen gideceksin orası kesin." Sesi öfke doluydu.

 

"Nereye abi?" Diye sordu Sergen saf saf. Dudaklarımı dişledim. Başımı hafifçe buzdolabının köşesinden çıkarırken Keskinin Sergen'in ensesine yapıştığını gördüm. Çıkan sesse sessizce kıkırdamama sebep olmuştu.

 

"Tahtalı köye koçum," dedi tehlikeli bir sakinlikle. "Çok dolanma buralarda. Mazallah bir şey falan olur kim vurduya gidersin sonra." Dedi. "Cehennem zebanileri yolunu gözlüyordur zaten."

 

Yutkundu Sergen. Ne olduğunu anlayamamış kahverengi gözlerini şaşkınca kırpıştırarak abisine bakmıştı. "O zebanilerden birisi de sen oluyorsun sanırım abi." Dediğinde suratında ki ifadeye nerdeyse kahkaha atacaktım.

 

"Al lan poğaçalarını," Keskin, Sergen'i bıraktığında öne doğru savruldu ve tepsiden kaptığı iki poğaçaya sarınarak koşar adımlarla mutfaktan çıktı. "Gerizekalı herif."

 

Bakışları beni bulduğunda gülümsedim. Bakışları yumuşadı.

 

"Sen ne yapıyorsun orada?" Diye sordu merakla.

 

"Ha ben?" Dedim saçma bir şekilde. Yamuk bir gülümseme peydah oldu dudaklarında. "Öyle soğuk bir şeyler var mı diye bakıyordum."

 

"Oturarak mı?" Dedi imayla.

 

"Eğilmek istemedim."

 

"Bulabildin mi bari?" Diye sordu.

 

"Neyi?" Dedim, saf saf.

 

İşaret parmağıyla sus çizgisini kalırken gülümsemesini gizledi.

 

"Soğuk bir şeyler var mı diye bakıyormuşsun ya?" Dedi imayla. "Bulabildin mi?" Dedi sorgu dolu bir sesle.

 

Buzdolabındaki soğuk suyu çıkarırken ayağa kalktım ve dolabı kapattım. Bir bardak alıp buz gibi suyu doldururken merakla hareketlerimi izliyordu.

 

Soğuk suyu önüne bıraktığımda kaşları havalandı. "Hararetini alır, belki." Dedim ve daha fazla oyalanmadan mutfaktan kaçtım. Çıkmadan önce kulağıma melodi gibi gelen gülüşü kalbimin sertçe tekmelemesine sebep oldu.

 

Ruhumun üzerine giydirdiğim görünmez beyaz elbise sonbaharın sönük yapacaklarının üzerine sürtündü. Yol benim için ikiye ayrıldı.

 

Bir mantığa giderken diğeri kalbime doğru gidiyordu.

 

Odaya çıkıp uzun süren bir duşun ardından üzerimde bordo bir gecelikle yatağın üzerinde bağdaş kurarak oturmuş bilgisayarda oyalanıp duruyordum. Davet günü Asyaya verip eve taktırdığım dinleme cihazı maalesef ki fark edilmişti. Yani elde var sıfırdı.

 

Nemli saçlarım sırtıma dökülürken kalçalarımın hemen altında biten yırtmacım sayesinde gayet rahat bir şekilde oturuyordum. Sırtım ağrımaya başlayınca bilgisayarı kucağıma alıp sırtımı yatak başlığına yasladığımda odanın kapısı açıldı.

 

Kendisinden önce kokusu buram buram burnuma dolarken kara gözleri beni buldu. Bakışları baştan aşağıya beni süzdüğünde gözlerinin siyahının gittikçe koyulaştığını fark ettim.

 

Yatakta yavaşça doğruldum.

 

Ağzının içinden bir şeyler homurdanırken, "Bir şey mi söyledin?" Diye sordum merakla.

 

"Hayır." Demekle yetindi. Giyinme odasına girdiğinde bakışlarım tekrar bilgisayar ekranını buldu.

 

İlk kez bu odaya, odamıza gelmiyordu. Ama burada kalmamıştı daha önce hiç. Burada mı kalacaktı acaba? İyi de neden şimdi gelmişti ki? O halde neden daha önce gelmiyordu? Oflayarak bilgisayarı kapattığımda komodinin üzerine bıraktım ve gece lambasını kapattığımda artık sadece diğer tarafta kalan ışık odayı aydınlatıyordu ve onu kapatmaya üşeniyordum.

 

Sırtım felaket ağrıyordu. Kendimi bildim bileli günün sonunda ne zaman yatağa girsem tatlı bir sızı meydan olurdu sırtımda. Çok fazla ayakta kalmazdım mesela. Beklemekten de nefret ederdim. Mümkün olduğunca ayakta kalmamaya çalışıyordum ama bu tempoda pekte mümkün değildi.

 

Üzerinde siyah bir eşofman ve siyah bir tişörtle, dağınık saçlarıyla odaya girdiğinde bakışları elinde tuttuğu telefonundaydı. Giydiği tişörtten dolayı belirgin olan kasları dikkatimi dağıtıyordu. Hele pazıları...İrkildim.

 

Aklımı karıştırıyordu.

 

"Uyuyor musun?" Diyen sesini işittim.

 

"Uyumaya çalışıyorum." Dedim gözlerim kapalı bir şekilde. Yatağın sol tarafının çöktüğünü hissettiğimde kalbim heyecanla çarptı.

 

"Sen neden burada uyuyorsun?" Pes artık İz! Adamı odasından kov birde.

 

Kapalı gözlerine rağmen gülümsediğinde hala ona bakıyordum.

 

"Uyu güzelim, zaten zor bir gün geçiriyorum." Dudaklarım aralandı. "Koltukta yatmaya hiç niyetim yok." Sustum.Bende yatmazdım. Oflayarak gözlerimi kapattığımda ona sırtımı döndüm ve çok geçmeden uykuya daldım.

 

...

 

Uyku yavaş yavaş bedenimi terk etmeye başlamışken burnuma dolan kokunun güzelliği uykuya tekrar dönme isteği yaratıyordu. Yattığım yerde gözlerimi açarken kalkmak için hareketlendim ama belime sarılı kollar buna izin vermedi. Belime sarılı kollar derken İz? Bakışlarım göğüsüm üzerindeki ağırlığı bulunca tıpkı gözleri kadar siyah saçları ile karşı karşıya geldim. Kaşları hep olduğu gibi çatıktı. Gür ve uzun kirpikleri çok güzel gözüküyordu. Düzenli alıp verdiği nefesler göğüs aralığıma dökülüyordu. Dağılmış olan saçları anlına doğru dökülüyordu. Parmak uçlarım saçlarına dokunmak için kaşınıp dursada bu isteğime engel oldum. Kalkmak için hareketlendiğim sıkı sıkıya tuttuğu kolları bırakmamakta ısrarcıydı. Öylesine masum ve derin uyuyordu ki uyandırmaya kıyamadım. Tenime yayılan sıcak nefesi dilimi damağımı kurutuyordu.

 

Tekrar kalkmak için hareketlendiğimde vücudumu tekrar yatağa bastırdı ve kafasını boynuma gömdü.

 

"Rahat dur." Diye uyku mahrumu sesiyle konuştuğunda ise yaptığı şeyden ötürü zaten kalakalmıştım.

 

"Keskin?" Diye seslendiğimde cevap alamamıştım. "Uyansana be adam!" Dedim onu sarsarken.

 

"Cık, yerim çok rahat şu an uyanamam," dediğinde konuştuğu için dudaklarını boynumda hissetmiştim. Bu kaskatı kesilmeme ve yutkunmama sebep oldu. Kalbim kısa bir an için durdu."Ayrıca susarsan uyumaya devam edeceğim. Yat uyu."

 

"Yahu bari bırak ben kalkayım," dedim. "Açım, aç!" Diye çemkirdim.

 

Kafasını kaldırıp uyku mahrumu gözleriyle bana baktı. "Ne zaman doydun ki?" Diye alay etti. Başı tekrar boynumda yerini buldu. "Hep açsın."

 

"İnsanım ben, insanlar acıkır yemek yer ya hani?" Dedim sinirle.

 

"Seninki artık anormal bir durum olmaya başladı, dakika başı açım diyorsun. Doğruyu söyle babanın evinde aç mı bıraktılar seni?"

 

Koluna gelişi güzel bir tane çaktım. "Alay etme benimle." Dedim. Başı iyice boynuma yerleşirken kaskatı kesildim. Kolları bütün vücudumu sıkı sıkıya sanmışken, nefesi boynuma dökülürken kıpırdamak imkansızdı.

 

"Nefes al İzgi." Dediğinde bile ne ara nefesimi tuttuğumu bilmiyordum.

 

"Fırsattan istifade edip koynuma mı girmeye yeltendin ahlaksız adam!" Diye cırladım.

 

Derin bir nefes aldığında, "Kokun," dedi boğuk bir sesle. "Bir zehir gibi." Karanlığı elimi kolumu bağladı. "Tatlı, hafif bir esintiyle başlıyor. Tanıdık gelen kokuyu anlamak için bir kez daha solduğumda ise tıpkı bir esrar gibi damarlarıma sızıyor ve zihnimi bulandırıyor." Kalbimin orta yerine konan kelebeğin sarılı kanatlarına merhem sürülmüş gibi bir hissiyat peydah oldu içimde. "Çekici, baştan çıkarı ve kışkırtıcı bir kokun var." Kelebeğin sargıları çözüldü. Merhem kanatların yapışmasına ve birbirine tutmasına sebep olduğunda kırıklar birbirine tutunsada izi hala yerli yerindeydi. "Yanındayken kokunu görmezden gelmek ve solumamak imkansız."

 

Dudaklarının iki yana kıvrıldığını hissettim. Boynuma duran varla yok arası dudakları böyle düşünmeme sebep oldu.

 

"Kalkmamız gerek." Dedim son bir umut bırakması için. İyice üzerime abandığında onu hissetmek heyecandan dilimin damağının kurumasına sebep oldu. O da sanırım bunu yapmak istememişti çünkü benim gibi kaskatı kesilmişti. Varlığını kasığımda hissederken nefesimin kesildiğini hissettim.

 

Sert soluğu boynuma dökülürken dudaklarımı dişledim. "Bence de artık kalkmamız gerek." Dediğinde üzerimden kalkmasıyla birlikte kendi tarafına sırt üstü uzandı ve komodinin üzerindeki telefonunu aldı.

 

Titrek bir nefes dudaklarımdan kaçarken bakışlarım yırtmacımdan dolayı sere serpe ortada olan bacağıma, açılan göğüs dekolteme ve sağ omzumdan düşen askıma çevrildi.

 

Yattığım yerden doğrulurken bakışlarını üzerimde hissettim ama ona bakmadım. Kara gözleri ok gibi sırtıma saplı halde kalmıştı. Adımlarım banyoyu bulduğunda kapıyı arkamdan kapattım ve elimi kalbime yaslayarak soluklandım.

 

Kalbimde hissettiğim sızı, ruhumda sızan ve yavaş yavaş damarlarımdaki kor kızıl kanı zift rengine boyayan ve kanser gibi vücuduma yayılan karanlık bir histi.

 

Onun gibiydi.

 

Tehlikeli ama bir o kadar da cazip ve baştan çıkarıcıydı.

 

Büyük bir günahtı.

 

Sanki o günaha yenilirsem, aydınlığım karanlığa bulanacak ve Ademle, Havva'nın günahının bedeli cennetten kovulup yeryüzüne gönderilmek olurken benim günahımın cezası bir ömür o karanlığa mahkum olmak olacaktı.

 

Elimi yüzümü yıkayıp rutin işlerimi hallettikten sonra banyodan çıktım ve giyinme odasına yöneldim. Bu ve bundan sonraki zamanımın çoğunu evde geçirecek olmak canımı sıkıyordu.

 

Krem rengi bol paça bir pantolon ve straplez kahverengi bir üst giydim. Ceket giymeye gerek duymadığım için takımın ceketini yanıma almadım.

 

Tokalarımın olduğu çekmeceden krem kurdeleli bir tokayı çıkardım ve saçlarımın bir kısmını arkada topladım. Saatimi ve küpelerimi kulağıma geçirdikten sonra eklem yüzüklerimi parmaklarıma geçirecektim ki fark ettiğim şeyle hareketlerim duraksadı.

 

Yüzüğüm yoktu. Bana bir yüzük alınmamış veya verilmemişti de. Sol elimde yüzük parmağımda ki boşluk kendini doldurmak istercesine gözüme battı.

 

Sol yanımda garip bir sızı peydah olurken, sağ elim koluma tutundu. Parmak uçlarımın uyuştuğunu ve damarlarımın çekildiğini hissettim.

 

Yüzükleri gelişi güzel aynı yere fırlattığımda nedense bir alyansımın bile olmaması içten içe üzmüştü beni.

 

"Ne yapıyorsun?" Kapı ağzında bana bakan kara gözleriyle karşılaştığımda bocaladım. Ne zamandır oradaydı?

 

"Üzerimi değiştiriyordum." Dedim düz bir sesle. Sol kolumdaki sızı kendisini belli etmek istercesine acıyla sızladı bu sefer. Şah damarımın üzerinden, ense köküme doğru uzanan keskin bir sızı peydah oldu.

 

Bakışları gözlerimden ayrılmazken neden bu kadar uzun süre baktığını anlayamadım.

 

"Kahvaltı bugün bahçede yapılacak." Başımı sallayarak onayladım. "İçeride oyalan biraz beraber inelim."

 

"Tamam." Demekle yetinirken adımlarımı odanın dışına doğru attım. Kapı ağzında dikilip kaşlarını çatarak bana bakmasıyla huzursuzlandım.

 

"Neyin var?" Diye sordu şüpheyle. İçeriye girmeden önce neden suratımın asıldığını merak ediyordu.

 

"Kendimi biraz halsiz hissediyorum sadece." Yalan değildi. Gerçekten kendimi halsiz ve yorgun hissediyordum.

 

"Ateşin mi var?" Belimden kavrayıp beni kendine çekince sıcak elinin tersinin baskısını anlımda hissettim. Bu aralar beklenmedik hareketleri dengemi sarsıyordu. Bunu çok fazla yapar olmuştu. Hazırlıksız yakalandığım için her seferinde afallıyordum. "Ateşin de yok ama... Hasta mı olacaksın acaba? Ağrıyan bir yerin var mı?" Diye sordu.

 

Gülümsedim. "Yok," dedim. İkna olamamış gibi duruyordu. "Gerçekten sadece biraz halsiz hissediyorum o kadar."

 

"Öyle olsun." Dedi. Belimdeki elin varlığı çekildi ve geçmem için kapının önünden çekilirken giyinme odasına bu sefer o girdi.

 

Kendimi tekrar yatak odasında bulduğumda biraz olsun nefes almak için balkona çıktım ve ahşap sandalyeye kuruldum.

 

"Sevkiyat için gerekli hazırlıklar yapıldı mı?" Duyduğum sesle, oturduğum yerde dikleştim hızla. "Douglasla ben haber veririm. Bugün ki toplantı da bahsedeceğim zaten operasyona birlikte katılacağız." Ne? "Hayır başka bir tarihe çekeceğim. İstihbarat Sevkiyatı yapacağımızı öğrenmiş. Onlar sevkiyatın yarın yapıldığını sanarken sevkiyat ondan sonraki gece Kilyos'ta ki ormanda gerçekleşecek." Siktir. Siktir.

 

"Hakan gerekli hazırlıkları yapsın," dedi, otoriter bir sesle. "Siz yine de tedbiri elden bırakmayın. Ne olacağı belli olmaz."

 

Sesi kesildiğinde yaklaşan adım seslerini işittim.

 

"Üşüyeceksin," diyen sesi kulaklarıma sızdığında daldığım izlenimini vermek açısından irkildim.

 

"İnelim mi kahvaltıya artık?" Dedim oturduğum yerden ayaklanırken.

 

"İnelim," dedi yanımda yer alırken. "Biraz daha aç kalırsan bu evi başımıza yıkacaksın çünkü." Dedi alayla.

 

Ona tip tip baktım. Merdivenlerden inerken topuklu ayakkabılarımdan çıkan tok ses hoşuma gidiyordu. Keskin elindeki telefondan başını kaldırmazken bahçede bizi bekleyen ev ahalisi bizi fark etti.

 

"Herkese günaydın." Dedim, Keskinin benim için çektiği sandalyeye otururken.

 

"Günaydın yengelerin en güzeli," dedi Sergen sululuk yaparak. "Kahverengi yakışmış." Dedi gülümseyerek.

 

"Teşekkür ederim," dudaklarıma içten bir tebessüm yerleşti. "Ayrıca senin benden başka yengen mi var Sergen?" Diye sordum şüpheyle.

 

"Var tabi," dedi çayından bir yudum alırken tabağıma kahvaltılıklardan koymaya başladım. "Benim tek yengem sen değilsin ki? Hazal var Sema var Saliha var. Varda, var yani." Dedi.

 

"Yaa," dedim sinirle. "Öyle mi?"

 

"Öyle." Dedi hunharca tıkınırken.

 

"O zaman bundan sonra git onlardan iste poğaçalarını." Dedim öfkeyle. Ağzında ki ekmeğiyle bana bakakaldı. "Hani bir sürü yengen varmış ya? Onlar uğraşsın seninle. Sonuçta senin tek yengen ben değilim." Dedim imayla.

 

"Lan ben ne dedim şimdi?" Dedi hayretle. Kızarmış ekmeklerden birine bal kaymak sürerken yaptığım ekmeği Keskinin tabağına bıraktım. Normalde de kahvaltı da yediğini görmüştüm ama bu sefer ben yapmak istemiştim.

 

"Bence daha fazla batırmadan sus." Dedi Aylin.

 

Keskinin bakışlarını üzerimde hissettim kısa bir an için. Gözlerinin üzerimde bıraktığı his içimin karıncalanmasına sebep oldu. Sosise uzanacaktım ki Berna hanım izin vermedi. "Onda fesleğen var güzel kızım," dediğinde çatalımı hızla geri çektim. "Şebnem alerjin olduğunu söylemişti. Sana ayrı yaptırdım." Önünde duran sosis tabağını bana uzattığında teşekkür ederek aldım.

 

Şebnemin beni düşünüp Berna hanımla konuşması içimi sıcacık ederken onları ne kadar özlediğimi fark ettim. Yanlarına uğrasam iyi olacaktı.

 

"Bugün babamlara gideceğim," dedim ona doğru eğilerek sadece onun duyacağı bir şekilde konuştum. Bakışları bana döndü.

 

"Benden izin mi istiyorsun?" Diye sordu şaşkınlıkla.

 

"Hayrı tabii ki," dedim. "Sadece haber veriyorum. Bütün gün Asya'yla olacağım gecikebilirim."

 

"Ne zaman ararsam arayayım o telefonun hep açık olacak." Dediğinde başımı onaylayarak salladım. "Çocuklar sana eşlik edecek." Dedi hatırlatmak istercesine. Gözlerimi devirdim.

 

"Her seferinde hatırlatmana gerek yok," suyumdan bir yudum aldım.

 

"Ben işimi sağlama alayım da, ne olur ne olmaz." Dedi.

 

Kaşlarım çatıldı. "O da ne demek?"

 

"Sağın solun belli olmuyor," dedi alayla. "Onca işim gücüm arasında bir de seni merak etmekle uğraştırma beni." Dedi ona yaptığım ekmekten büyük bir ısırık alırken.

 

"Aman, tamam be!" Dedim. "Ne dedik sanki?"

 

Kahvaltının geri kalanı sessizlik içinde geçerken malikaneden ayrıldım ve evin yolunu tuttum. En son buraya babamın kasasından ve çalışma odasından bir şeyler bulmak için gelmiştim.

 

Umutla geldiğim bu yolda hüsrana uğramıştım.

 

Bahçedeki salıncakta kendi kendine sallanan kız kardeşimi gördüğümde gülümsedim. Korumalara bir baş selamı verirken onlarda beni gördüklerine mutlu olmuş gibi gözüküyorlardı.

 

"Aman da aman," dedim. Asya'nın gözleri hızla beni bulduğunda parıl parıl parladı. "Kimler varmış burada kimler?"

 

Salıncaktan hızla atlarken koşarak bana doğru gelmiş, "Abla!" Diye çığlık çığlığa bağırarak boynuma atlamasıyla kahkaham bahçede yankılanmıştı.

 

"Oh!" Dedim onu öpücüklere boğarken kokusunu doya doya içime çektim. "Mis kokulum benim." Bir kez daha öptüm ipek saçlarından.

 

Kollarını sıkı sıkıya boynuma dolamışken hiç bırakmak istemiyor gibiydi.

 

"Abla çok özledim," dedi naif sesiyle. "Çok özledim! Çok özledim!" Dedi heyecanla.

 

Geri çekildiğimde küçük yüzünü avuçlarım arasına aldım ve her iki yanağından da öptüm. "Bende bebeğim." Dedim. Tekrar tekrar yanaklarından öperken, "Bal mı var bu yanaklarda? Hı? Bal mı var?" Diyordum. O ise kıkırdayarak kaçmaya çalışıyordu ama nafileydi.

 

"İz!" Şebnemin sesi kulaklarıma sızdığında mutfak kapısından çıkan bedeni görüş açıma girdi. Gök mavisi gözleri Işıl Işıl parlıyordu. Ayağa kalktığımda Asya bacağıma yapıştı.

 

Şebnem hızlı ve aceleci adımlarla bana doğru gelirken açtığı kollarının arasına girdim. Sıkı sıkı sarılışı içimi titretirken özlediğim kokusu burnuma doldu. Anne şefkatini buram buram hissederken parmakları saçlarımda geziniyordu.

 

"O kadar özledim ki," dedi hasretle. "O kadar özledim ki." Diyerek tekrar etti kendini.

 

"Bende çok özlemişim." Dedim yumuşacık bir sesle. "Hepinizi."

 

Geri çekildi. "Niye haber vermedin geleceğini?" Diye sordu. "Hazırlık yapardık."

 

"Yabancı mıyım sanki?" Dedim. Gülümsedim.

 

"Hadi içeri geçelim," dedi. "Hava esiyor, üzerine de bir şey almamışsın zaten. Üşütüp hasta olma." Dediğinde Asyayı kucağıma aldım ve birlikte mutfak kapısından eve girdik.

 

Şebnemin üzerime titremesi, beni kendi öz evladı gibi sarıp sarmalaması içimi sıcacık etti. Kalbim huzurla dolarken sabahtan beri çalışanlara sevdiğim her şeyden yaptırıp duruyor sürekli benimle ilgileniyordu.

 

"Otur artık," dedim sürekli gidip gelmesine karşılık. "Geldiğimden beri oturmadın. Bırak kızlar halletsin. Onlar bilirler neyi sevip sevmediğimi. Ben sizi görmeye geldim."

 

Yanımda yer alırken içi içine sığmıyor gibiydi. "Gelmezsin sanmıştım," dedi hüzünle. "Asyaya da söz verip gelmeyince bir daha gelmezsin sanmıştım."

 

Bakışlarım bana sıkı sıkı sarılan kardeşime düştü. Bakışları televizyon ekranındaydı. "Düzeni oturtmadan gelmek istemedim." Diyerek yalan söyledim.

 

"Nasıllar peki sana karşı?" Diye sordu. "Berna'dan yana şüphem yok. Kızından ayırmaz seni ama yine de İz, ne olur ne olmaz. Sana kötü davranıyorlar mı?" Tedirgin ve endişeliydi.

 

"Hayır," dedim. "Hepsi bana karşı çok iyiler. Şimdilik bir sorun yok."

 

Gülümsedi ama içinin rahat etmediğini biliyordum. "Keskin peki?" Diye sordu çekinerek. "O nasıl sana karşı?" Dedi, yerinde rahatsızlar kıpırdanarak.

 

"İyi," Tırnaklarıyla işkence ettiği ellerini avuçlarımın arasına aldım. "O da. O evde ki herkeste bana karşı çok iyi Şebnem." Dedim. Rahat bir nefes aldı. "Hem sana yalan söylemeyeceğimi biliyorsun." Gülümsedi. "Senden bir şey saklamayacağım da."

 

"Saklayamazsın zaten," dedi gülerek. "Anlarım ki ben."

 

"Anlarsın," dedim yumuşacık bir sesle. "Annemsin sen benim. Anneler anlamaz mı? En çok sen anlarsın." Mavileri yaşlarla dolarken ona anne dediğim nadir anlardandı. Bu sebeptendi gözlerine dolan yaşlar.

 

"Anlarım tabi," dedi dolan gözleriyle. Elinin tersiyle yaşları silerken dolan gözlerini geri itti. "Eee?" Dedi gülümserken. "Anlat bakalım ne var ne yok?"

 

Derin bir nefes alırken Alacahan malikanesinde geçirdiğim iki haftayı uzun uzun anlattım ona. Kah gülerek kah gideceğim için üzülerek sohbetime eşlik ederken Asya'nın ısrarları sonucunda ona masal okumuş uyutmuş ve babamlar gelemden evden ayrılmıştım.

 

İkizleri görmediğim için üzülsem de daha fazla orada kalamazdım.

 

İçinde bulunduğum araba Levent'in yollarında ilerlerken çalan telefonumun sesi arabanın içine düştü. Çantamdan telefonumu çıkarırken ekranda gördüğüm isim duraksamama sebep oldu.

 

Babam arıyor...

 

"Alo?" Dedim çağrıyı yanıtlarken şöför koltuğunda oturan ve sonunda adını öğrendiğim, Ferhatın bakışları kısa bir süre dikiz aynasından beni buldu.

 

"İz," dedi babam içli sesiyle. "Kızım." Kızım deyişi boğazımı düğümlerken sessiz kaldım. "Eve gelmişsin."

 

"Evet geldim." Dedim.

 

"Niye haber vermedin geleceğini? İşe gitmez seni görürdüm en azından hem erkende çıkmışsın. Niye kalmadın bu gece?" Diye sordu. Daha çok sitem etti.

 

"Akşam yemeği için evde beni bekliyorlardı." Dedim. "Beni görmek için evine gelememi mi bekliyorsun baba?" Diye sordum. "Gelip kendinde görebilirdin. Kapıdan mı kovacaktım sanki seni."

 

"Haklısın." Dedi. Uzun bir süre sessiz kalırken onunla böyle yabancı gibi telefonda konuşmak canımı acıttı. Alacahan malikanesinin sokağına giriş yaptığımızı fark ettim.

 

"İz," dedi. "Memleket gözlüm." Sol gözümden akan bir damla yaş çeneme doğru yok çizdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Seni çok özledim." Bir başka yaş diğerini takip etti. "Ve seni çok sevdiğimi hiçbir zaman aklından çıkarma olur mu kızım?" Ağlamak istemiyordum.

 

"Çıkarmam," dedim zar zor çıkan sesimle. Bekledi. Bir süre bekledi. Araba malikanenin içinde durdu. "Bende baba." Dediğimde aldığı nefesi işittim. "Bende."

 

"Dikkat et kendine," dedi. "Allah'a emanetsin."

 

"Sende dikkat et." Dedim. Tırnaklarım avuçlarımı kanattı ve telefon kapattı. Ruhumdaki kız çocuğunun paramparça olmuş dizlerini babasının iyileştirmesi gerektiğini biliyordum.

 

Bazen kör bir kuyudaydı.

 

Bazen bir uçurumun dibinde.

 

Bazen intiharın eşiğinde.

 

Bazen boynuna geçirdiği hayali urganın ucunda salınıp duruyordu.

 

Acıları ruhuma ilmek ilmek işliyordu. Nefes almama, izin vermiyordu.

 

Beni yakmakla kalmıyor, yavaş yavaş öldürüyordu.

 

Tuttuğum yaşlar dur durak bilmeden akarken dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtı. İçim çıkacakmış gibi ağlarken bana seslenen korumaya bakmadım. Sağ elimle yüzümü kapatırken babamın sesini duymak bile beni alt üst etmişken kim bilir görsem nasıl olurdum. Onu çok özlemiştim.

 

Görünen her yara sarılırdı.

 

Peki ya görünmeyenlerse daha çok canımı yakan? İçimi acıtan, beni un ufak eden yara ruhumdaki yaraysa ya?

 

Arabada tek başıma oturmuş ağlarken oturduğum tarafın kapısının açıldığını ve onun sesini duydum.

 

Bir babanı şefkati yoktu belki üzerimde ama karanlığı yuva edinmiş bir adamın, güvenli hissettiren elleri vardı ruhumdaki kız çocuğunun üzerinde.

 

"İzgi," Şaşkın çıkan sesini işittim. Kokusu genzime dolarken daha çok ağlamaya başladım. "Ne oldu?" Diye sordu endişeyle. "Bak bana güzelim." Israrla kaçtım ondan. Yüzümü kapattığım ellerimi indirirken bir eliyle ellerimi sıkıca tuttu ve diğer eliyle yanağımı avuçladığında yaşlarla dolan gözlerime ve ıslanan çehreme baktı. Bakışları dalgalandı. "Biri seni üzecek bir şey mi söyledi?" Diye sordu. Ağlamam bocalamasına sebep oluyordu. "Biri sana bir şey mi yaptı?" Hayır anlamında başımı salladım. "O zaman niye ağlıyorsun? Nedir seni böyle ağlatan söyle yok edeyim onu." Ne yapacağını bilemiyormuş gibiydi. Eli ayağı birbirine girmişti. "Tamam ağlama," dedi. "Ağlama." Daha çok ağladım. "Konuş benimle yavrum?" Diye istekte bulundu. "Konuşta sesini duyayım."

 

Doğduğum gün bir mezar kazılmıştı.

 

O mezarın içinde annem vardı.

 

Üzerine toprağı atan ise babamdı.

 

Dedem bazen bana ondan cananını aldığımı söylerdi. Yüreğinin yarısını, gülüşünü, şefkatini, merhametini çaldığımı söylerdi.

 

Kızımı benden almanın cezası senin için kimsesizlik, derdi. Yüzüme tokat gibi çarpan sözleri olurdu ama yine de her kavgamızda nasırlı ellerimin yanağımda bıraktığı keskin sızıyı hissettirmekten de vazgeçmezdi.

 

Beni yok sayar, hiç sevmezdi.

 

Zaten beni, babamdan, abimden, kardeşlerimden ve şebnemden başka kimse sevmemişti.

 

Bir de Sinan'la, Zeynep. Bir de onlar.

 

Başka kimsem yoktu.

 

Kalabalığın içinde yetersiz yurtsuz, kimsesiz kalmıştım ve kimse beni görmezken karanlık bana kucak açıyor, kapılarını aralıyor ve bana ev oluyordu.

 

Ağlamam şiddetlenince ağzının içinde gevelediği birkaç küfürü duydum. "Gel, içeri geçelim." Beni arabadan yavaşça indirirken yüzümü meraklı bakışlardan gizledim. "Buz gibi olmuşsun zaten yine. Hata olacaksın bu gidişle."

 

Birlikte malikaneye girerken merdivenlere doğru adımladık.

 

"Keskin?" Diyen Rıza Alacahanın sesini duydum. "Gelinim neden ağlıyor?"

 

"Abi?" Dedi Sergen. "Ne oldu?" Diye sordu endişeyle.

 

"Sonra," dedi Keskin hepsini görmezden gelerek beni ilerletti. "Önce karımla ilgilenmem gerek." Onları geride bırakırken birlikte odamıza girdik.

 

"Şşşt," dedi. Beni yatağa oturturken önümde çömeldi. "Ağlama artık. Niye ağlıyorsun bu kadar?" Diye sitem etti. Sıcak parmakları dur durak bilmeden akan yaşları sildi. "Ağlama." Dedi bir kez daha.

 

"Bana sarılır mısın?" Diye sordum küçük bir kız çocuğu gibi. Affaladı. "Lütfen, buna çok ihtiyacım var. Bana sarılır mısın Keskin?"

 

Karanlığın kolları ruhuma uzandı ve yaralı kız çocuğunu çekip çıkardı. Uçsuz bucaksız bir uçurumu andıran kara gözlerindeki çatlaklara kız çocuğunun yaralı ruhunu yerleştirdi.

 

Beni gözlerindeki mezara gömdü.

 

En azından artık, bir yerde gerçek bir yerim vardı.

 

Bir kez daha sormama izin vermedi. Beni güçlü kollarının arasına çekerken yüzümü boynuna gömdüm ve birine sarılmanın verdiği o güzel histe onun hiç olmadığı kadar güvenli hissettirdiği kollarında huzur buldum.

 

"Tamam," elleri saçlarımı şefkatle okşadı. "Geçti. Buradasın, evindesin, yanımdasın." Dudaklarını saçlarımda hissettim. "Geçti." Dedi sakinleştirmek istercesine. "Ağlama artık. Gözünde yaş kalmadı." Dedi.

 

Dakikalarca kollarının arasında beni sakinleştirmek için uğraşırken nasıl olduğunu anlamadan belki de ağlamanın etkisiyle kollarının arasında uykuya daldım.

 

Gecenin karanlığına gözlerimi açarken kendimi yatakta onun göğüsünün üzerinde yatıyor halde buldum. Düzenli aldığı solukları uykuda olduğunun işaretiyken kolları sıkı sıkıya beni sarmıştı.

 

Keskin Ardıç Alacahan, dengemi bozuyordu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum.

 

Bu adamın kollarının arasında olmak garip hissettiyordu.

 

Garip ama güzel hissettiriyordu ve ben bu histen kaçmak istemiyordum.

 

Bölüm sonu.

Loading...
0%