Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm: İşsizler Kulübü

@umutkar7

Hayat mottosu: sürekli iş ve ev arasında mekik dokuyanlar iyi bilir, bu monotonluk aslında insanı bir kısır döngüye hapsetmenin en kısa yoludur. Para kazanmak için oradan oraya koşturan, bitmek bilmeyen bir karınca sürüsü gibiyiz. Ah, tabii karıncalara haksızlık etmek istemem, en azından onlar hayatlarına anlam katacak bir şeyler buluyor. Biz mi? Sürekli bir adım ileri, iki adım geri… Yani tam anlamıyla çemberde dönüp duruyoruz.

Ve bir de kurdukları saltanda paşalar gibi yaşayan patronlar var. Patronları da es geçemem olmaz sonuçta! Biricik patronlarım hayatın 'göz bebekleri'. Ömrünü bir güzel sömürürler, üstüne de sana bir dolu ' yapıcı eleştiri ' ile moral bozukluğu paketi sunarlar. Şanslıysan, o gün sadece gözleriyle aşağılama yetinirler, ama genelde birkaç kelimeyle de seni yerle bir etmeyi başarırlar. Yani, tam anlamıyla bir müşteri memnuniyeti garantisi... Tabii onlar asla memnun olmazlar, ama sorun değil, çünkü onların mutsuzluğu bizim sorunumuz.

Ve gün gelir, bir bakmışsın, hayattaki tek ' başarını ' işten atılmak olarak kutluyorsun. Ah, kutlama dedim de, eğlenmek için bile zamanın yok ki! Hayat bir oyun ama ben o sahnede hep figüranım. Eğlenmek mi? Tabii, kim eğlenmez ki tüm ömrünü patronlarının ceplerini doldururken harcarken?

Peki ya burada hata kimde? Kuklacı mı suçlu, yoksa kukla olmayı kabullenende mi? Ömrümü kim çaldı? Patronlar mı, yoksa kendi isteğimle sisteme dahil oluşum mu? Bilmece gibi... Tek bildiğim şu ki, ne kadar koşturursam koşturayım, hep aynı son: beş kuruş uğruna ömür törpüsü. Zengin haklı mı? Fakir mi masum? İşte, hayatın büyük soruları... Tabii kimsenin yanıtlamadığı sorular.

Sonuçta, diller susturulur, kalpler köreltilir. Hayatta ya akıl galip gelir ya da kalp. Tabii ki bu oyunda ikisi de aynı masada yer alır; farkları ne? Biri krallar gibi tahtında, diğeri çöpe atılmaya hazır bir piyon. Ah, ama biz hep şah olmaya çalışırız, değil mi?

Kral her zaman soytarıdan üstündür, öyle diyorlar. Ama bazen de taht el değiştirir. Soytarı kazanır, kral ise yenilir. Ne diyebilirim, döngünün nadiren de olsa değişen tek anıdır bu. Tabii, kendi hayatımda o kadar şanslı değildim...

Mesela ben, elimdeki sihirli değneği yanlış yere salladım. Sonuç? Soytarının sonu hep aynı: işten şutlanmak! Evet, şutlandım. Artık 'işsizler kulübü' üyesiyim, hem de onur listesinde. Ah, onurlu mu? Ne onuru, birikmiş borçlarım ve bir ton tefeciyle ne kadar onur kalır ki? Kısaca: Beş parasızım. Yakında evimden de atılacağım. Eh, tefecilerin listesinde yer almak da pek onurlu değilmiş, öğrenmiş oldum.

Üstüne, erkek arkadaşım da beni aldattı. Bu duruma üzülmeye bile vaktim yok! Borçlarım, işsizlik, bir de bu... Ah, ama ona ne demeli? 'İş planı' yapıyordu herhalde! Nasıl olsa herkes hayatta kalmak için bir plan yapıyor, değil mi? Ama ben mi? Ben avaz avaz bağırmak istiyorum: ' Böyle aşkın ızdırabını sikeyim! ' diye ama enerjim yok ki, kalbim bile pes etmiş durumda.

Kısacası, yıkıldım. Yerin dibindeyim. Daha da dibe inmek mümkünse, oradayım. Sürünüyorum. Ama sorun şu ki, tüm bu felaketlerin ortasında hala bir çıkış yolu arıyorum. Neden mi? Belki, belki bu kez sihirli değneği doğru yere sallamayı başarırım. Ama bir şey kesin: Ben, şu an tam anlamıyla ' fakir ' tanımını yaşıyorum ve hayat bana her gün bunu hatırlatmaktan hiç sıkılmıyor.

Biliyorum, ' Ne yapacaksın şimdi? ' diye soruyorsunuzdur. Aslına bakarsanız, ben de soruyorum. Yapacak bir şey kalmadığında geriye ne mi kalıyor? Boş bir hesap defteri ve peşinde tefeciler olan bir insan. Ah, hayatıma bakınca tam bir komedi değil mi? Bu kadar saçmalık bir araya gelince, insan ister istemez bir mizah ustasına dönüşüyor.

Ertesi sabah, başımı yastıktan kaldırmaya çalışırken, beynim bana şu cümleyi fısıldadı: ' Hayatımın yokuş aşağı gidişini izlerken bir kahve içmek, belki de yapabileceğim en lüks şey. ' Tabii kahve almak için cebinde para olması gerek. Bu detayı unuttum. Yani, kahve de yok. Şu anda sadece umutla besleniyorum. Ama umut diyorsun, o bile artık kredi kartı limiti kadar kısıtlı.

Ev sahibiyle aramda geçen son telefon konuşmasını hatırlıyorum. 'Kiranı ödemek için ne planlıyorsun?' diye sorduğunda, ' Belki bir mucize? ' diye cevapladım. İnanır mısınız, ciddiye almadı! Hayret bir şey. Sanki her gün mucizeler oluyormuş gibi... Gerçi belki de haklı, mucizeler genelde benden uzak duruyor.

Sonra erkek arkadaşım, pardon, eski erkek arkadaşım aradı. Aldatma mevzusunu açıklamak istiyormuş. ' Anlat bakalım, ' dedim, ' Özür dilersin, sonra bir şekilde barışırız, değil mi? ' Tabii ki hayır. O sırada, içimden şunu geçirdim: ' Özür dilemeye zahmet etme, kalbimin kullanma kılavuzu kayıp. Ayrıca, senin o romantik laflarını dinlemek için şu an gerçekten zamanım yok. Tefeciler daha acil bir öncelik. '

Ah, tefeciler... Onlar da hayatıma dahil oldular. Öyle bir noktadayım ki, borç ödeyememek bir yana, yüzlerine bakıp ' Bu aralar biraz yoğun geçiyor, belki bir hafta daha ek süre alabilir miyim? ' diyerek kahkaha atmak istiyorum. Ama biliyorsunuz, onlar pek espri kaldıran tiplerden değil.

Hatta geçen gün, biri bana ' Umarım işler yoluna girer, 'dedi. Güldüm. Gerçekten. ' Yoluna girecek tek şey belki de toprağın altına gömülecek bedenim, ' diyecektim ama ayıp olur diye susmayı tercih ettim. Ne kadar komik, değil mi? Hayatta insanlar sürekli ' her şey düzelir ' diye bir umut taşır. Ama bazı durumlar var ki, düzelmekten çok uzak. Hayatımın şu anki hali gibi.

Şimdi ne yapacağım? Planım var mı? Elbette! Planım: Hayatta kalmak. Ne kadar beceririm bilemiyorum ama denemekte zarar yok. Herkesin bir yeteneği vardır, benimki de sanırım kötü günlerin şampiyonu olmak. En azından bu konuda deneyimliyim. Olumsuzlukları mizaha çevirmek de cabası.

Ama gerçekçi olmak gerekirse, şu an bir mucize beklemekten başka yapabileceğim pek bir şey yok. Ve mucizeler benden uzak durdukça, hayatta kalma yeteneklerimi daha da geliştiriyorum.

İnsan derler, hayatta kalır. Benimki? Hayatta kalmak değil, hayatta takla atmak. İşin komiği şu ki, bu işin içinde o kadar çok takla var ki, kendimi trapez sanatçısı gibi hissediyorum. Ve bilirsiniz, o trapez sanatçıları eninde sonunda düşerler. Ama ben? Belki de yere çakıldığımda, hayatımda ilk kez başarmış hissedeceğim.

*****

Yine başımdaki belalardan nasıl kurtulacağımı kara kara düşündüğüm sıradan bir akşamdı. Hani şu ' Hayatım ne kadar daha kötü olabilir? ' dediğin ve kaderin ' Bir dakika, tut şunu! ' diye yanıt verdiği zamanlardan biri. Böbreğimi satıp borçları kapatmayı düşündüm bir an, ama işin komik kısmı şu ki, hangi borcu ödeyeceğime karar vermek bile ayrı bir sorun. Ev kirasını ödersem evden atılmayı önlerim, ama tefecilere ödemezsem evden canlı değil, ölü çıkmam garanti. Yani böbreğimle borç ödemek, ya evden şutlanmamı ya da tabutla çıkmamı sağlardı. Ne kadar da iç açıcı bir seçenekler listesi, değil mi?

Kafamda bu düşünceler cirit atarken telefonum çalmaya başladı. Allah belanı versin şarkısı, kaderin bana kibarca ' Merhaba! ' deyişiydi adeta. Yattığım kanepeden neredeyse sürünerek gidip telefonu elime aldım.

"Buyrun, ben işsizler kulübünün daimi üyesi Seraphine Foster. Kiminle konuşuyorum?"

Beni arayan kim olursa olsun, büyük ihtimalle benden daha iyi bir gün geçiriyordu. Ama kimin umurunda? Espri yapmak şu an beni hayatta tutan tek şeydi.

“Ben fakir kızın zengin arkadaşı Amelia Rissotta, ve arkadaşımın bir an önce kıçını kaldırıp her zamanki buluştuğumuz yere gelmesini rica ediyorum.”

Tabii ki Amelia. Zengin ve her şeyin kontrolünde olduğu dünyasında, benim gibi birinin kıçını kaldırmaması kabul edilemezdi. Birkaç sıfırlık banka hesabı ve sınırsız özgüven, onun hayata olan yaklaşımını pekiştiriyordu.

“Üzgünüm, aradığınız fakir arkadaş pineklemekle meşgul, dışarı çıkmayı düşünmüyor.”

Bir gün kendimi bu kadar kötü hissedersem, Amelia’nın bana neden kızdığına dair anımsatıcılar yaparım. Çünkü onun için hayat dışarı çıkıp gösteriş yapmak, benim içinse hayatta kalma mücadelesi. Adil mi? Kim bilir.

“Eğer fakir arkadaş o kıçını kaldırıp dışarı çıkmaya tenezzül etmezse, onu gelip saçından sürükleyerek çıkarırım!”

Tabii ki, bu Amelia’nın tarzı. Tatlı dilli tehditler ve son derece ikna edici emirler. Ama aramızda kalsın, bazen onun bu tavrını seviyorum. Beni hayata geri döndürmeye çalıştığını biliyorum. Ama yine de bir gün gerçekten saçımı çekerse, işler değişebilir.

Telefonun yüzüme kapanmasıyla, Amelia’nın bir kez daha patronun kim olduğunu bana hatırlattığını fark ettim. Hayatımda otoriteyi elinde tutan bir tek o kalmıştı, hani, bari ona direnmeyeyim diye düşündüm. Zaten başka kimseyle tartışacak enerjim yoktu. Amelia bir nevi benim küçük çaplı diktatörümdü; emirleri sert, ama bir o kadar da kurtarıcı. Gerçekten saçlarımdan sürükleyerek çıkartır mıydı? Muhtemelen. O yüzden bu sefer tembellik hakkımı bile kullanmayıp, ona boyun eğmeye karar verdim.

Sonuçta, en azından Amelia’yla buluşmak tefecilerle buluşmaktan daha iyiydi.

*****

Pembe ayıcıklı pijamalarımla gecenin bir yarısı sokakta yürürken yanımdan geçenlerin bana bakıp güldüklerini görüyordum. Kim suçlayabilir ki onları? Ben de kendimi görsem gülerdim. Koskoca yetişkin bir kadın, borç batağında boğuluyor ama pijamaları hâlâ tatlı mı tatlı. İroni tam olarak bu işte. Hayatın beni yıkmaya çalıştığı anlarda bile moda anlayışım çizgisini koruyor.

Her adımda pijamalarımın ayıcıkları hafifçe sallanırken, içimden bir ses ' İşte, hayatın zirve anı! ' diye alay ediyordu. Hem dünyam paramparça olmuş, hem de görüntüm bir parodi karakterine dönüşmüş. Gözlerindeki bakışları görmesem bile kahkahalarını zihnimde duyabiliyordum. Belki de haklılar, bende de gülünecek çok şey var. Ama gülmekten başka ne kaldı ki elimde?

Ağlanacak halime gülmekten başka çarem mi vardı sanki? Ne yapacaktım ki? Sokakta pembe ayıcıklarla dolu pijamalarımla, gece yarısı yürürken oturup ağlayacak değilim. Zaten bu halimle ağlasam, insanlara trajikomik bir tiyatro sahnesi sunmuş olurdum. Belki de birileri telefonunu çıkarıp beni kaydeder, ' Modern Zamanların Kayıp Kahramanı ' başlığıyla viral yapardı.

Bir kahkaha patlattım kendi kendime. İşte hayatımın özeti bu: trajedi ile komedi arasındaki ince çizgide yürüyüp, durmadan dengede kalmaya çalışmak. Düşmeye niyetim yok ama düşsem bile gülerim herhalde, çünkü başka seçeneğim de yok.

" Geldi grubun fakir ama gururlu kızı Seraphine Foster! " Diyerek kumsalda yerde oturan arkadaşlarıma kendimi ananons ederken sadece arkadaşlarım değil, kumsaldaki tüm insanlar ' bu kız deli mi? ' bakışı atarak tuhaf tuhaf ayıcıklı pijamama bakmışlardı.

İçimden geçirdiğim düşünceleri anlamış gibi bir gülümseme belirdi yüzümde. Belli ki kahkaha için bir neden daha bulmuşlardı; benim koca bir ayıcık gibi görünmemle, kendi dramamın komedisine dönmesi. Bu gece, sahne benimdi ve ben, bu gösteride başrolü oynuyordum.

Arkadaşlarım bana doğru dönerken, "Seraphine, bu geceki kostüm partisine gitmeyeceksin, değil mi?" diye sordu birisi. Ben de gülerek, "Hayır, bu benim gündelik stilim!" dedim. Bu halime alışkınlardı aslında. Onlarla birlikteyken, pembe ayıcıklar bile kendimi daha az kaybetmiş hissettiriyordu. Hayatın belalarını unutturan bir oyun gibiydi, en azından birazcık.

Arkadaşlarım gülümsemeye başladı, kumsalda yayılmış bir grup halinde, beni izliyorlardı. "Yine her zamanki gibi komiksin, Seraphine!" dedi Amelia, gözleri parlayarak. "Bazen senin gibi bir deli arkadaşım olduğu için kendimi şanslı hissediyorum."

O an, içimde bir sıcaklık belirdi. Hayatın bana attığı tüm taşlara rağmen, bu anı paylaşmak harika. En azından bu kumsalda, pijamalarım ve tüm belalarım arasında beni düşürebilecek hiçbir şey yoktu. Arkadaşlarım, birlikte gülüp eğlenmeyi seçmişti. Bir an için, sorunlarımın uzağında bir dünyada yaşıyor gibiydim.

Tabii ki içimdeki kargaşayı kaybetmemek için mücadele ediyordum ama burada, bu anın tadını çıkarmak da bir nevi hayatta kalma taktiğiydi. Eğlencenin ve gülüşlerin ortasında kaybolmak, belki de en iyi ilaçtı.

Birden, kumsalda yürüyen bir grup çocuk dikkatimi çekti. Kumsalda koşup oynayan çocuklar, neşeyle çığlık atıyorlardı. İçimden, ' Neyse ki, hayatta hala masumiyet ve neşe var, ' diye geçirdim. Çocukların gülüşleri, içimdeki karamsarlığı bir nebze de olsa aydınlattı. Onları izlerken düşündüm: ' Bir gün ben de yeniden bu kadar neşeli olabilecek miyim? '

Amelia'nın sesi düşüncelerimi yarıda kesti. "Hadi gel, hep birlikte o çocuklarla oynayalım!" dedi. Yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. "Neden olmasın? Hadi bakalım, işte benim ikinci şansım!"

Arkadaşlarımla birlikte, ayıcıklarımın sallandığı pijamalarımla çocukların yanına doğru koşmaya başladım. Ellerimi havaya kaldırarak, "Benimle gelen var mı?" diye bağırdım.

Çocuklar, beni görünce gülmeye başladılar. "Bakın, ayıcık kıyafetli kadın geliyor!" diye bağırdılar. Bir anda kendimi sahnenin ortasında buldum, tüm gözler üzerimde. Bir an için, dünyadaki tüm yüklerimi unuttum. Sadece eğlenmek, gülmek ve bir şeyleri unutmaktan başka bir şey düşünmüyordum.

Kumsalda oynarken, içimdeki sıkıntılar biraz olsun dağılmaya başladı. Belki de hayatımda bir dönüm noktasına ulaşmıştım; sorunları bir kenara bırakıp, anın tadını çıkarmak. O an, ben de bir çocuk gibi hissediyordum; yalnızca eğlenmek için var olduğumu unuttum. Ve en önemlisi, gülmekten başka bir çarem olmadığını hatırlamak...

*****

Evden çıkmadan önce eziyet gibi görünen bu arkadaş buluşması, şimdi tam anlamıyla bir curcunaya dönüşmüştü. Gecenin zifiri karanlığında sarhoşluğun dibini sıyırmıştık. Her şey kontrolden çıkmıştı. Kristen ve Brandon’ın gözümüzün önünde sergiledikleri ateşli dakikalar, bu gecenin tam anlamıyla bok yoluna gittiğinin kanıtıydı.

Derin bir iç çekip, şişe çevirmece oyununda bana verilen laneti düşündüm. "Senden bir erkeği öpmeni istiyorum." Sanki başka bir şey isteselerdi şaşıracaktım! Harley mi, Boris mi? Hangisini seçsem, sonuçları mahvedici olacaktı. Arkadaşlarımdan biriyle öpüşmek... Yıllardır benimsediğim 'arkadaşlarla öpüşülmez' kuralını çiğnemek... İçimdeki o küçük ama güçlü ses ' Kurallar yıkılmak içindir, ' diye bağırsa da, ben bunu bir felaketin habercisi olarak görüyordum.

"Hangimizi öpeceksin? Ben mi, Boris mi?" Harley’in pişkinliği beni daha da sinirlendiriyordu. O an kesin bir karara vardım: Bu geceyi kazasız belasız atlatırsam, Harley Davidson’u hayatımdan kesinlikle silecektim. Tabi önce bu geceden sağ çıkarsam.

Tanrı sesimi duymuş olmalı ki, uzaktaki ağacın gölgesinde bir adam belirdi. Sanki bu lanetli geceden kurtulmam için bana sunulmuş bir şanstı bu. Sarhoşluğun verdiği cesaretle, ayakta zor durarak o tarafa yürümeye başladım. Arkama bakmadan, Harley ve Boris’in dalga geçmesini duymuyordum bile. Onlara gösterecektim. Bu geceyi onların yüzündeki o anlamsız sırıtışları silerek bitirecektim.

Ağaca yaklaştıkça, karanlıkta silueti daha net görünüyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu bir adamdı. Kim olduğunu bilmiyordum ama bu umurumda bile değildi. Tek ihtiyacım olan, şu aptalca oyundan sıyrılmak için bir kahramandı.

Yanına vardığımda, kendimi toparlayarak gözlerinin içine baktım. Karanlıkta parıldayan gözlerinde bir şey vardı, belki de beni çözmeye çalışan bir merak. "Senden bir şey isteyebilir miyim?" dedim, sesimdeki ciddiyeti koruyarak.

Adam kaşlarını kaldırdı, alaycı bir gülümsemeyle konuştu. "Seni yatağa atacak değilim küçük kız. Başka birini bul kendine."

O cümle yüzüme tokat gibi çarptı. Utanmıştım. Bir an duraksadım, ne diyeceğimi bilemedim. Ama içimdeki inatçı tarafım hemen devreye girdi. Gülümsememi toparladım ve biraz daha dik durmaya çalıştım.

"Yatağa atılmak için gelmedim," dedim, gülümsemeyi zorlayarak. "Ama iyi denemeydi." Sesim titremedi, bu da bir başarıydı. İçimden ne kadar kızgın olsam da, dışarıya güçlü görünmek zorundaydım.

Adam alaycı bir şekilde başını eğip bana baktı. "Öyle mi? Peki, küçük kız. Neymiş bu isteğin?"

Derin bir nefes aldım. "Harley ve Boris var ya, o iki salak... Onları şok etmek istiyorum. Seninle küçük bir oyun oynasak, bana yardım eder misin?"

Adam kısa bir sessizliğin ardından gülümsedi. "Yani beni sadece bir kaçış planı için kullanıyorsun?" dedi alaycı bir tonla. "İlginç bir teklif."

"Kesinlikle," dedim, göz kırparak. "Bir kahramana ihtiyacım vardı, ve seni buldum."

Adam gözlerini kısıp düşünceli bir bakış attı. "Peki, ne istiyorsun benden?"

"Sadece bir öpücük," dedim sonunda. "O iki salağa ders vermek için."

Adam gülümsemeye devam etti. "Sadece bir öpücük, ha? Beni sadece o iki salağı şaşırtmak için kullanıyorsun. Peki, küçük kız, her şeyin bir bedeli vardır. Bunu biliyor musun?"

Bu sözleri beni tedirgin etti ama geri adım atacak değildim. "Bunu göze alıyorum," dedim kendimden emin bir şekilde. İçimde bir dalga kabarmıştı. Harley’in yüzündeki o pişkin ifadenin silinmesini görmek için her şeye değecekti.

Adam biraz daha yaklaştı, yüzünü bana doğru eğdi. "Hazır mısın?" diye fısıldadı, dudakları neredeyse benimkine değiyordu. Dünya sanki bir an için durdu. İçimdeki adrenalin patlaması, sarhoşluğumla birleşerek her şeyin önüne geçmişti.

"Tabii ki hazırım," dedim. Artık geri dönüş yoktu. Ne kadar sarhoş olursam olayım, bu oyunu kazanacaktım.

Adam başını biraz daha eğdi, dudakları benimkine yaklaştığında, Harley’in panikle karışık sesi arkamızdan yankılandı. "Ne yapıyorsun Seraphine?!"

Harley’in şaşkınlığı, Boris’in suratındaki aptalca ifade, her şey mükemmeldi. İçimden bir kahkaha patladı. Adam hafifçe beni öptü ve sonra geri çekildi. Öpücüğümüz o kadar kısa, o kadar basitti ki, ama etkisi büyüktü. Harley ve Boris'in yüzlerindeki şaşkınlık paha biçilemezdi.

Adam hafifçe geri çekildi, yüzünde o tanıdık alaycı gülümsemeyle. "İşte istediğini aldın. Ama unutma, her şeyin bir bedeli vardır, küçük kız. Şimdi bedeli ödemeye hazır mısın?"

Bu sözler içimde bir titreme yarattı ama ne demek istediğini sormaya fırsatım bile olmadan, Harley ve Boris'in şaşkın yüzlerine bakarak zaferin tadını çıkarmaya başladım. Bu gece, zafer benimdi.

 

Loading...
0%