Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm; ESARET

@umutkirintisiniyaz

Bölümü oylayıp bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen.

keyifli okumalar dilerim.

Bu arada bu bölüm ve bundan sonraki bölüm, duran geçen son bölümler. Ve dip not geçeyim; bu kitap çok kalp kırar...

 

 

 

🕊️

 

 

 

"Sözler, kalbe bir ok gibi saplanır. Kalbinde bir sızı yer edinir. İçini yakar, yüreğine kor düşer"

Acıması, merhameti yoktu. Hiçbir güzel duyguyu kalbinde barındırmıyordu. Vicdanının sesini susturmuştu, duymuyordu. Vicdanı artık durması, vazgeçmesi için ona bangır bangır bağırıyordu ama o duymuyordu. Tek birşey vardı, intikamı. Durması imkansızdı, vazgeçmesi de. Yüreğinde bir yangın vardı adı, annesizlik. Altı yaşında annesiz kalmıştı. Daha altı yaşında.

Gözlerinin önünde annesinin ölümünü izlemişti. Annesinin son kez, o ince, narin sesinden acı çekerken dinlemişti, her gece uyumadan önce annesinin ona söylediği niniyi. O geceyi unutması imkansızdı. Aklından neredeyse her gece kabuslarına giren görüntüleri unutması imkansızdı. Kabusları geçmek bilmiyordu. Aklı susmuyordu. Yüreği, acıyla kasıp kavruluyordu.

Kim masum bakmıyordu. O da masumdu. O da en az Soykanın kızı kadar masumdu. Daha küçüktü, çocuktu, aklı ermiyordu. Ama olan olmuştu. Geçmişi değiştiremezdi. Geçmişi değiştiremeyip annesini geri getiremeyeceğine göre tek bir yol vardı. İçinin soğuması için tek bir şey vardı. O da canı yandığı kadar can yakmaktı. Yandığı kadar yakmaktı.

Ortalığı ateşe vermeden durmayacaktı, duramazdı. Annesiz kalmıştı o, annesiz büyümüştü o. Annesiz büyümek ne de zor şeydi. Daha küçücükken, ölüm bile ne demek bilmiyorken annenin ölümüne şahit olmak. Kafayı yerdi ki insan. Seni anlıyorum diyen kimse aslında onu anlamıyordu. Aynı açığını tatmışlardı onunla, onlar annelerinin ölümüne şahit mi olmuştu.

Hayır, onun acısını kimse anlayamazdı. O da anlatamazdı zaten. Yirmi bir yıldır, yakasını bırakmayan en büyük kabusunu kimseye anlatamazdı. Kalbi susmuştu. Susturmuştu karayel kalbini. Bir zamanlar belki de var olan tüm duyguları şuan tükenmiş ve bitmişti. Aklıyla hareket ediyordu. Ve aklı, ona yolundan asla vazgeçmemesi gerektiğini söylüyordu.

Her ne olursa olsun, intikamını alacaktı. Belki masum birinin canı yanacaktı ama gram umrunda değildi. O gece, o düşünülmemişti. O da o kızı düşünmeyecekti. Kurnazdı. Onu hafife almak aptallıktı. Karayel; hayatınızda, asla karşınıza çıkmasını istemeyeceğiniz kadar tehlikeli bir adamdı. Onunla aynı ortamda bulunmak bile tüm vücudunuzun gerilmesine yeterli bir sebepti.

o Karayeldi, annesi öldükten sonra herşeyiyle değişen karayel. O masum, saf, merhametli çocuğun yerini, esaretli, acımasız, duygudan yoksun, taş kalpli bir adam almıştı. Karayel, durmayacaktı. Karayel, Karadeniz'in deli denizi gibiydi. Öfkesini, sinirini, gözü karanlığını da karadenizden almıştı.

Annesinin katilini mahveden kadar durmayacaktı. Ne kızına acıyacaktı, ne de babasına. Herşey, asıl şimdi başlıyordu.

Nefes Soykan;

insan, her halükarda katilinin kapısına mı giderdi? Canını yakanın yanında mı alırdı soluğu? İnsan, korktuğunda katiline mi sığınırdı? Nefes alamadığında, onun kokusunda mı nefes bulurdu. Ben nefestim, kendi nefesinde nefes alamayıp, karayelin kokusunda nefes alan Nefes. Ben Nefestim. Tüm sözleri hükümsüz kılanın kapısına sığınan Nefes. Tüm yeminleri yıkanın kokusuna sığınan Nefes.

Ben, yaşamı katilimde buldum.

🪶

Sakalları çıkmış yanağına dudaklarımı ürkekçe değdirdiğimde, hissiyatsız bir Buse kındurduğumda yanağına gözlerimi yumdum. Bir göz yaşı süzüldü gözümden. Gözlerimi açıp geri çekildiğimde, gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle silip oturduğum yatağın kenarından kalktım. Gideceğim esnada durdum. Kafamı çevirip yaşlı gözlerle uyuyan yüzüne baktım. Dudaklarımda, silik bir tebessüm oluştu. "Kırlangıcın canını yakmaktan vazgeç, kartal. Çünkü... kırlangıcın dayanacak gücü kalmadı." Son bir kez uyurkenki masum ifadesine baktım.

Sesli bir iç çektiğimde geri önüme dönüp odanın kapısına ilerledim. Kapattığım kapıyı sessizce açıp odadan çıktım. Kapıyı yine aynı sessizlikle kapattığımda yönümü karşımdaki Sarenin odasına çevirdim. Odanın aralık kapısına bir iki adım attıktan sonra vardığımda aralık kapıdan içeri giril kapıyı kapattım.

Sare, yatağında uyuyorken ben onun makyaj masasına doğru döndüm. Masanın sandalyesini çekip oturduğumda, masanın üzerindeki gece lambasını yaktım. Sarenin çekmecesinde geçenlerde bir kaç defter ve kalemlik olduğunu görmüştüm. Çekmeceyi açarak defterlerden birini alıp masanın üzerine bıraktım.

kalem kutusunu da çıkarıp masanın üzerine bıraktığımda çekmeceyi geri kapattım. Defterin kapağını açtığımda boş bir sayfa açış defteri ikiye katladım. Kalem kutusunun fermuarını açıp içindekilere baktım. Kalemliğin içinden bir ma tükenmez kalem aldığımda, loş ışık eşliğinde sayfaya yazmaya başladım.

Güzyarası, bu mektubu sana yazıyorum. Tıpkı, bundan sonraki tüm mektuplarımı sana yazacağım gibi. Dinle güzyarası, bugün öğrendim ki... hastalığım tüm vücuduma yayılmış. Hastalığım, beni tamamiyle ele geçirmiş. Hasta olduğumu zaten biliyordum. Fakat, bu kadar ilerlemiş olduğunu bilmiyordum. Bu mektubu, hastalığımdan bahsetmek için yazmıyorum. Bu mektubu yazıyorum çünkü... çünkü içimdekileri başka türlü nasıl dile getirebilirim bilmiyorum. Güzyarası, garip hissediyorum. İçimde başka bir duygu var. Korku değil, endişe değil, sitede değil. Korkmuyorum hastalığımın sonu kötüye gider diye. Sonunda ölüm varsa da amenna. Kabullendim ben başıma gelen herşeyi. Ben seni kabullendim güzyarası. Bu, sana yazdığım ilk mektubum. Bundan sonra elimden geldikçe ger gün sana mektup yazacağım. Bir gün gittiğimde, yollarımız bir daha asla kesişmemek üzere ayrıldığında, benden sana kalan tek şey bu mektublarım olacak. Bak sana ne anlatacağım. Daha yaşım yedi, ilk okula yeni başlamışım. Okuma yazmayı yeni öğreniyorum. Sıra gelmiş 'baba' ne demeye. Öğretmenimiz soruyor herkese, sizin için baba ne demek diye. Sınıfın çoğunluğu aynı cevabı verdi biliyormusun güzyarası. "Baba ev demek. Baba güvenmek demek. Baba korkmamak demek. Baba, baba demek" dedi hepsi. Sonra, sıra bana geldi. Öğretmen döndü bana, "Nefes, sence baba ne demek?" Diye sordu. Döndüm baktım tüm sınıfa, hepsi merakla ne cevap vereceğimi düşünüyor. Bir yumru oturdu içime. Düğümlendi boğazım. Gözlerimin kızardığını hissettim. Ellerim terlemeye başladı. Ne diyeceğimi bilemeyerek ellerimi tutmaya başladım. Hırkamın kolunun içine çektim ellerimi. Diyemedim güzyarası. Ben o gün diyemedim. Benim için babanın, korku olduğunu. Gözyaşı olduğunu, altına kaçırmak olduğunu, diyemedim. Hiçbir cevap veremedim ben o soruya. Aslında, babanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Hala da bilmiyorum. Sahi, baba ne demekti. Sen biliyormusun güzyarası? Baba ne demek? Ben hep babamdan korkarak büyüdüm. Aynı evin içinde ondan köşe bucak kaçarak büyüdüm. Onu kızdırmamak için nefes bile almadan büyüdüm. Ben babamdan hep çekindim, hep korktum güzyarası. Hangi çocuk babasından korkarki. Babalar kız çocuklarının güvendikleri en güçlü liman, arkalarına saklandığı en sarsılmaz dağları değil mi? Ne için benim babam daha ben doğduğum gün o dağı da limanı da yıktı. Bunları yazıyorum, yazıyorum çünkü... bugün bu haldeyken tek sorumlusu o. O zaman be tedavi ettirmemesinin, hastalığıma göz yummasının, beni kendi için sana satıp o gece beni kaçırmana izin vermesinin sorumlusu o. Ben, o hep benim başımı okşasın istedim. Fakat bu hiç olmadı. Saçımı okşamayı geçtim, gözlerime şevkatle bile bakmadı. Güzyarası, ben sevmeyi bilmiyorum. Güzyarası, ben sevilmeyi bilmiyorum. Güzyarası, ben güvenmeyi bilmiyorum. Güzyarası, ben korunmayı bilmiyorum. Güzyarası, ben... ben bilmiyorum. Bir bataklıktayım. Ve çıkamıyorum. Gücüm yetmiyor, batmaktan kendimi kurtarmaya gücüm yetmiyor. Yardım edermisin? Bataklığa batmadan beni kurtarmaya yardım edermisin?

 

 

 

Deniz kızı'ndan, Güz Yarası'na.

 

 

 

10/03/2024

Sayfayı defterden koparttığımda önce alttan üste doğru katladım ardından tekrar ikiye katladığımda sayfanın üste kalan kısmına, Karayel'e yazdım. Oturduğum sandalyeden kalktığımda üzerimdeki ince hırkanın cebine koyduğum mektupla birlikte odadan çıktım. Merdivenlere yönümü döndüğümde merdivenlerin çok ses çıkartıp kimseyi uyandırmamasını istiyordum. Merdivenleri yavaş ve sessiz bir şekilde indiğimde koridorun kapı tarafına döndüm. Kapının eşiğine geldiğimde ayağımdaki terlikleri bir kenara bıraktım.

Beyaz spor ayakkabıları ayaklarıma giyindiğimde kapıyı açıp evden çıktım. Kapıyı ardımdan aralık bıraktığımda hırkanın iki yanını kendime sardım. Bahçenin çıkışına doğru yürümeye başladığımda sert esen rüzgar, içimi titretiyordu. Saçlarım esen rüzgarın eşliğinde geriye doğru savrulup uçuşurken, üzerimdekilerin beni ısıtmaya yetmeyeceği aşikardı. Ekim ayına yeni girmiş olmamıza rağmen kış Karadeniz'e bundan bir ay önce kadar gelmiş gibi duruyordu. Daha kışın başlarında olmamıza rağmen hava böyleyse, kışın ortalarında nasıl olurdu bilmiyordum.

karadenizin havasının soğuk olduğunu biliyordum fakat ilk defa Karadeniz'e gelmiş ve ilk defa kendim Karadeniz'in kışıyla karşı karşıyaydım. Karadeniz mi fazla soğuktu, yoksa ben mi çok üşüyordum. Bahçeden çıktığımda, iki tane sokak lambasının aydınlattığı kadarıyla aydınlık olan, incinin top oynadığı yolda tek başıma yürümeye başladım. Tek bir insan dahi dışarda yoktu. Bakışlarım kafamı kaldırıp gökyüzüne değdiğinde, gökyüzünün sayısız yıldızlarla çevrildiğini gördüm.

Ay, yıldız kalabalığının ortasında yerini almış, gecenin zifiri karanlığını ılığıyla aydınlatıyordu. Geceyi seviyordum. Gündüzden ziyade geceye aşık birisiydim. Fakat, o çok sevdiğim aya ışığını verenin güneş olduğunun da farkındaydım. Herkes ayı severdi ama kimse onun arkasına gizlenmiş, ona ışığını veren güneşi görmezdi. Ben, bu hayatta o güneş rolünü üstlenen kişiydim. Sevilmeyen, kabulleneyen, zararlı olan, nefret edilen, dönüp yüzüne bakılmak bile istenmeyendim. Tıpkı güneş gibi.

Güneş gibiydim ama geceye aşıktım.

Aykırıydım. Ben, bu hayatın herkesi kapısından içeri alıp kapının ardında yalnız başına bıraktığıydım. Ben aykırı olandım. Adım Nefes'ti. Nefes, insanların içine çekmese yaşayamayacağıydı. Ben Nefesken, neden yaşayamıyordum. Nefesim, bana harammıydı?

Bir insan, kendine haram olurmuydu?

Gökyüzünün eşsiz güzelliğine bakarken gözümden akan yaşın farkında bile değildim. Ağlamak istiyordum. Kalbim, herşeyiyle ağlamak istiyordu. Gözyaşlarım artık yuvalarından akıp bir ızdırapmış gibi yüzüme düşmek istiyordu fakat ağlayamazdım. Ağlayamazdım. Çünkü ben... ağlamaktan çok sıkılmıştım. Her seferinde canım çıkana kadar ağlamaktan çok sıkılmıştım. Göz yaşlarımın taşmaya hazır bir nehir gibi bir köşede beklemesinden sıkılmıştım. Ağlamak zayıflık demek değildi fakat o kadar çok ağlamıştım ki artık ağlamak benim için zayıflık gibi geliyordu.

Fakat hayat, her seferinde bana ağlamak için yeni nedenler vermekten vazgeçmiyordu. Sanırım, hoşuna gidiyordu. Acı çekmem, ağlamam, canımın yanması, bunlar onun için zevk verici olmalıydı. Başka bir açıklaması var mıydı bunca yaşadığım şeyin. Ben, tanımadığım bir adam tarafından asla haketmemiştim hakaretler duyuyordum. Nefretle bakan gözlerine maruz kalıyordum. Nefretiyle etrafımda fırtınalar estiriyordu. Ve ben... hiçbir şey yapamıyordum. İntikamını aslın. Buram umrumda değil. Yeter ki, beni bıraksın.

Gidecektim. Buralardan gidecektim. Başka bir çarem mi vardı? Gitmekten başka bir çarem mi vardı. Hangi şehir kabul görürdü beni. En iyisi gitmekti. Gitmek, tek kurtuluşta. Ve ben artık sonsuz kurtuluşa ermek istiyordum.

Gidersem belki, ruhumda hiç açmayan çiçekler açar. Kalbimin kurak topraklarına su akar. Belki, yıllardır hayalini kurduğum huzura kavuşurdum. Gitmek, ben gitmek istiyordum.

🪶

Sabahın ilk Işık'larıyla gözlerimi araladığımda yataktan çıkmamıştım fakat uyumak yerine uyanık kalmayı tercih etmiştim. Sare yanımda uyuyordu. Erken kalkmaktan nefret ettiği açıkça ortadaydı. Erken kaldırılmaktan da nefret ediyordu. Telefonunun rahatsız edici sesi çalmaya başladığında o bunu duymuyordu. Telefon çalmaya devam ederken koluna dokunup onu dürttüm. Uyanmasa bile mırıltılar çıkardı.

"Sare, şu telefonunu kapat" dedim. Sare gözlerini arladığında yastığının altına koyduğu telefonuna elini uzattı. "Beni uykumdan uyandıran her kimse onu geberteceğim" diye homurdanarak telefonuna nihayetinde ulaştığında kıstığı gözleriyle ekrana baktı. Birden bir hışımla yatakta doğrulduğunda, yüzüne düşen dağılmış sarı saçlarını eliyle düzeltip geriye itti. Telefonun ekranına büyük bir dehşetle baktığında onu bu kadar telaşa sokacak kişinin kim olduğuna bakmak için yanına az biraz yanaşıp telefonun ekranına baktım. Çınar Abi, yazıyordu ekranda. Onu bu saate arayan Çınardı.

"Umarım ona koyabilirsin," dedim, geriye çekilip sırtımı yatak başlığına yaslayıp kollarımı göğsümde bağladığımda. Kafasını çevirip bana baktı. "Kime?" Diye sordu çatık bir sesle. "Seni uykundan uyandırana" dedim, gözlerimle telefonu işaret ettiğimde. Tekrar telefona döndü. "Ha-ha, o mu?" Dedi afallayarak. Telefonu açıp kulağına götürdüğünde boğazını öksürerek temizleyip kendini onunla konuşmaya hazırladı.

"Alo, Çınar abi?" Dediğinde yatakta oturamıyordu. Yerinde kıpır kıpırdı. "Bugün mü?" Diye sordu Sare, şaşkın ve uyku mağruru bir sesle. Ne konuştuklarını merak ediyordum. Çınarın onu bu saate ne için aradığını merak ediyordum. "Tamam. Ben o saatte limana gelirim" kaşlarım çatıldı. Sare telefonu kapattığında elindeki telefonu göğsüne bastırdı. Yüzünde tuhaf bir gülümseme oluştuğunda bende güldüm. "Hayırdır? Aşkı ilan mı ediyor birileri" dedim alayla. "Ne aşkı Allah aşkına Nefes." Dedi, utançla.

"o halde neden aramış, Çınar abin bu saatte seni"

"Görüşmek istiyormuş. O günden sonra aklı bende kalmış." Dedi, daha çok kendi kendime konuşur gibiydi. "Hangi gün?"

"Şeyy," dediğinde hızla yataktan kalktı. "Boşver ya" dediğinde ayağındaki pembe terlikleriyle hızla yatağın diğer tarafına dönerek kapıya ilerledi. Kaçar gibi kapıyı açıp odadan çıktığında arkasından anlamaz gözlerle ve gülerek baka kaldım. Kesinlikle Çınara karşı hisleri vardı. Aptal kız, o adama aşık oluyordu. Ki, Çınarın da ondan pek aşağı kalır yanı yok gibiydi. Aşkını ilk itiraf eden taraf ise belliydi. Çınar.

Bir saat kadar daha odada tektim. Sare bir kere odadan çıkmıştı ve daha da gelmemişti. Daha fazla odada duramayacaktım. Odadan çıkmış merdivenleri inerken aşağıdan gelen bir takım sesler duydum.

"Beyfendinin horlamalarından uyunuyor sanki!"

"Ben? Ben mi horluyorum?"

"Yok, ebem!" Diye bağırıyordu Roza. Ve evet, Roza ve İlyas tartışmasıyla güne merhaba.

"Bir kere ben horlamam kızım. O senin horlama sesindir."

Merdivenleri indiğimde kafamı çevirip salona baktım. Sare, salonun kapısına yakın bir yerde duruyordu. Roza, yattığı yatağı topluyordu ve İlyas da aynı şekildeydi. Sırtları birbirlerine dönüktü.

"Kusura bak ama ayı gibi horladığımı sanmıyorum" dedi Roza, çarşafı ikiye katlarken. Battaniyeyi katlayan elleri durdu İlyasın. Arkasını dönüp Rozaya baktı. "Ayı gibi mi? Sen bana, ayı mı dedin?" Diye sordu homurdanarak ve şaşkınlıkla İlyas.

çarşafı salonun ortasındaki sehpaya bırakırken yüzüne düşen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp doğruldu Roza. "Ayı az gelir. Sanki orangutan horluyordu dibimde. O kadar kötü yani" dedi, Roza abarta abarta İlyas'a bakarken. Bakışlarım ikisi arasında kalmış. Kafasını bir ona bir diğerine çeviren Sare'ye kaydı. Zavallım, iki deli arasında kapana kısılmıştı.

"Bana bak, canımı sıkma yoksa," dediğinde ellerini beline atarak sözünü kesti Roza. "Yoksa?" Dedi, kaşının tekini yukarı doğru çatarak. İlyasın buradan bile büyük bir sabır çektiğini görebiliyordum. "Kaçıksın sen kaçık" diyerek tahmül edemez bir şekilde Rozaya arkasını dönüp salonun kapısına yürüdü. Daha o ne olduğunu bile anlayamadan arkasında koşarak gelip arkadan sırtına atladı Roza. "Kaçık ha! Kaçık! Kaçık senin anandır!" Diyerek kollarını boynuna doladığında onu indirmek için çırpınıyordu İlyas.

"Lan manyak! İn sırtımdan" onu çok da duyuyor gibi durmuyordu Roza. İlyas inmesi için çabalarken Rıza onun sırtını kendine rahat bir yer edinmiş gibi duruyordu. İkisi de birbirlerine söylene söylene İlyas, sırtında Rozayla tepine tepine bahçeye doğru yürüdü. Ağzından bir avuç dolusu küfür savurması da ihmal etmiyordu tabii.

"Onlar gibi olmak istermisin küçük deniz kızı" sıcak nefesini ensemde hissettiğimde irkilerek geri çekildim. Karşımda onu gördüğümde elim ayağım birbirine girdi sanki. Ne zamandır arkamdaydı? Elleri yine cebinde, üzerinde gri bir eşofman takımı ve kahverengi saçları en güzelinden dağınık. Dağınık saçın kendisini ne kadar etkileyici ve yakışıklı kıldığından haberi varmışdı bu adamın? Kahverenginin en güzel tonuna sahip gözleri gezindi yüzümde.

"Dilini mi yuttun Deniz kızı?"

kafamı iki yana salladım. "Bir anda arkamdan çıkınca korktum sadece" dedim kekeleyerek. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı. "Ne zamandır arkamdaydın?" Diye sordum yanağıma değen saçlarımı parmaklarımla kulağımın arkasına sıkıştırdığımda. "Nergis çiçeği kokunu tüm ciğerlerime dolduracak kadar," kaşlarım hayretle çatıldığında dumura uğramış gibi hissettim.

"Nergis çiçeği?" Kokumun ne olduğunu ben bile bilmezken o bunu nereden anlamıştı. Merdivenin son basamağını da indiğinde bana doğru bir adım atarak aramızdaki mesafeyi kapattı. Omuzlarıma düşmüş saçlarımdan bir tutam alıp burnuna doğru götürdü. Tutuğu saçımı gözlerini yumduğunda, içine derin bir nefes çekti. Saçımı burnundan uzaklaştırıp parmaklarını o tutamdan geçirdi. "O da ne?" Diye sordum hareketlerini dikkat kesilmiş izlerken.

"kokun" dedi, bakışlarını gözlerime çevirdiğinde. Gözlerinin ardında gizledikleri nelerdi? Benim gözlerim herşeyi meydana döküyormuydu? Tutuğu saçımı tutup parmaklarından kurtardım.

"Nergis falan kokmuyorum ben"

Ben, ölüm kokuyorum karayel.

Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldığında yine neye güldüğüne bir anlam verememiştim. "Neye sırıtıyorsun öyle" eğdiği kafasını iki yana ağır ağır sallayıp tekrar kaldırıp gözlerime baktı. "Hiç" dedi yalnızca. Daha sonra yönünü evin kapısına döndüğünde evden çıkacağını anladım. "Bu saatte nereye?" Diye sordum ardından seslenerek. Durdu, hala elleri cebindeyken bana döndü. Yüzündeki aptal ifadeyle kafasını yana eğdiğinde, "Karım bana hesap mı soruyor?" Dedi, alaycı ve eğlenen bir sesle. Sertçe yutkunduğumda elimi nereye koyacağımı bilmiyordum.

"Hayır" diye bildim zorlukla. Söylediğimi duymamış gibi, "Bu hoşuma gitti," dedi kafasını tekrar dik tutuğunda. Şaşkınlıkla, "Ne?" Diye sorabildim.

"karımın beni merak ediyor olması." yanaklarım ateş alır cinsten yanmaya başladığında boğazımda bir düğüm oluştu. Cevap veremedim. Baka kaldım öylece yüzündeki sırıtşa aptal gibi. Oysa arkasını dönüp tüm endamıyla ayakkabılarını giyinip evden çıktı. Avuç içlerimin terlediğini hissediyordum. Bir tülü yutkunamıyordum.

Karayel, neden bana imkansız bir hayal gibi geliyorsun. Söylesene, çok mu imkansız senle ilgili hayaller kurmak. Çok mu uzakta yüreğin bana.

"Hele bak bakayum baa gelun hanum" diyen Asiye hanımın sesiyle takıldığım yerden kendimi alarak arkamı döndüm. İki elini de karnında birleştirmiş, başına siyah bir yazma takmış, altında bir şalvar ve üstünde siyah bir badi vardı üzerinde. "Efendim" dedim, sesim aptalmışım gibi çıktı.

"Kaç haftaluk gelunsun, elinden bir kahvaltı edemedik ha" bana gelin diye hitap etmesi garip hissettirmişti. "Ne bakaysin baa aval aval. Torunum saa karum demuş. Benum gelun demem mu garup geldu."

Torunun bana karım diyor değil mi?

İç sesim ve aptallıkları.

"Hazırlarım tabii." Dedim altal bir sevinçle. "Ee hadu bakayum" diyerek göğsünü gere gere yanmadan geçti Asiye hanım. Bulutlar kadar hafif, huzurlu ve bir olacak da neşeli hissediyordum kendimi. Bu sabah farklıydı. Bu sabahı diğerlerinden farklı kılan bir şey vardı. Sebebi açıkça ortada olan bir şey. İçimdeki çocuksu neşeyle mutfağa doğru dönüp ilerledim. Mutfaktan içeri girdiğimde kahvaltı için kızartmalık patatesleri sepetten alıp elimdeki kovaya bir kaç tane aldım. Tezgahın karşısına geçince çekmeceden aldığım patates soyacağıyla patateslerin tek tek kabuğunu soymaya başladım.

"Karayellerin gelinine bak sen!" Diyerek şen şakrak sesiyle mutfaktan içeri girdi Sare. Tavadaki krebi diğerlerinin üzerine eklemek için tavadan alıp tabağa bıraktığımda kafamı çevirip gülümseyerek ona baktım. Üzerinde beyaz boğazlı bir kazak, altında mavi kot bir pantolon, saçlarını ise özenle at kuyruğu yapmıştı, ayaklarına uzun bir deri bot giyinmişti. Bir yere gitmek için hazırlandığı aşikardı.

"Nereye böyle hazırlanmışsın?" Diye sordum kepçedeki krep hamurunu tavaya döküp tavanın her bir yanına yaydığım esnada. "Ben sizin kocanız değilim Nefes hanım. Ama yine de çok merak ediyorsan söyleyeyim," diyerek yanıma yanaştığında önce mutfağın kapısına baktı. Daha sonra bana döndüğünde yüzündeki kocaman gülümsemeyle, "Çınar abinin yanına gidiyorum." Gözlerimi kısarak ona baktım.

"Ha sen o yüzden böyle süslendin" dedim sondaki 'n' harfini uzatarak. Kafasını eğip kendine baktı. "Ne süslenmesi canım. Bu benim her zaman ki halim" inanmış gibi yapıp kafamı sallayarak onu onayladım. "Geçikme, hastaneye gitmemiz gerekiyor," dedim krepin diğer tarafını pişmesi için ters çevirirken. "Dün doktor aradı. Sonuçlar çıkmış." Yüzündeki gülüş anında soldu. "Abim, ona söylememekte kararlımısın?"

kafamı onaylamaz şekilde iki yana salladım. "Abinin bilmesini istemiyorum. Ne de olsa, onu alakadar eden bir durum yok." Dedim krepi tavadan aldığımda. Bu son kalan krep hamuruydu. "Yine de sen bilirsin ama bence bilmeyi hak ediyor" Bilse ne değişecekti. Hastalığımı öğrenmesi, onda ne değiştirecekti ki. Umrundamıydım. Değildim. O halde...

Sessizliğimi koruduğumda içli bir nefes çekti Sare. "Bir iki saatte kalmaz gelirim. Beni beklemeden gitme" diyerek yanağıma küçük bir öpücük bıraktı. Sare mutfaktan çıktığında dolaptan aldığım tepsiye kahvaltılıkları koydum ve tepsiyi alıp mutfaktan çıkıp salona doğru ilerledim. Salondan içeri girdiğimde camın önündeki yemek masasına ilerledim. Tepsiyi masaya bıraktığımda, tepsinin üzerindekileri alıp masanın üzerine dizdim. Boş tepsiyi alıp salonun kapısına ilerledim.

&

Taksi limanın önünde durduğunda, çantasındaki taksi ücretini çıkartıp elini uzatarak taksi şöförüne uzattı Sare. Adam ücreti aldığında taksinin kapısını açıp taksiden indi. Üzerindeki siyah kabanın kemerini bağladı. Küçük siyah çantasını elinde tutarak limana doğru yürüdü. Ilık rüzgar, at kuyruğu yaptığı saçlarını uçuşturuyordu. İçinde çok garip bir heyecan vardı. Yersiz veya yerli. Tuhaf ama iyi.

Limana yaklaştığında gözleri etrafta birini arıyordu. Ama aradığını bir tülü göremiyordu. İşte bu, içindeki heyecanı söndürüyordu. Limandaki gemilerin yanına yaklaştığında üzerindeki sarı yağmurluğu olan genç çocuğum yanına ilerledi. "Bir bakarmısın" diyerek çocuğa seslendi. Elindeki ağı açmaya çalışan çocuk kendisine seslenildiğini farkedince kafasını çevirip Sare'ye baktı.

"Buyur abla" dedi, çocuk. İki eliyle çantasının kolunu tutuyordu Sare. "Çınar abin nerede?" Diye sorduğunda ilerideki tahta kulübeden üzerindeki, siyah kazak ve siyah pantolon, sarı çizmeleriyle çıkan Çınarı gördüğünde titrek bir nefes verdi Sare. Kafasını çevirdiğinde az ilerideki Sareyi gördü Çınar. Onu görmesiyle dudaklarında belirsiz bir gülümseme oluştu. Hızlı adımlar eşliğinde ilerideki kıza doğru yürümeye başladı. Çınarın kendisine doğru geldiğini farkettiğinde içinde garip bir his belirdi Sarenin.

sıkıca kavradı çantanın kolunu. Çınar ona yaklaşıp karşısında durduğunda utangaç gözlerle ona bakıyordu Sare. "Çınar abi," dedi Sare içine kaçmış sesiyle. "Sare" dedi Çınar, sanki dünyadaki en özel, en kıymetli şey dudaklarının arasından dökülür gibi. "Nasılsın?" Diye sordu Sare gözlerine kaçamak bakışlar atarak. Gözünden kaçmadı Çınarın bu halleri.

"İyiyim. Sen nasılsın?" Diye sordu Çınar nereye koyacağını bilemediği ellerini pantolonunu cebine attığında.

"Bende iyiyim" dedi Sare. Yanakları soğuktan mı yoksa başka birşeyden mi bu kadar kızarıyordu anlam veremedi Çınar. İkisinin de dilleri birbirlerinin karşısında tutulur gibi oluyordu. Normalde bülbül gibi şakan Sare şimdi ne diyeceğini bilmiyordu.

"Beni neden çağırdın?" Diye sordu zorlukla. "Seni görmek için" deyiverdi bir anda Çınar. Kaşları şaşkınlıkla çatıldı Sarenin. "B-beni görmek için mi?" Diye sorarken eliyle şaşkınlıkla kendini gösterirken. Gözleri irice açılmış bir şekilde Çınara bakıyordu. Hay dilime tüküreyim. Diye içinden içinden kendine sövdü Çınar. Ne diyecekti şimdi kıza. Zaten dememesi gerekeni söylemişti. Şimdi nasıl toparlayacaktı bu işi.

"Yani," elini yüzüne götürüp çenesini sıvazladı. "Yani seni merak ettim. O gün, çok kötü görünüyordun." Aklım sende kaldı, diyemedi. O günden beri sadece seni düşünüyorum, diyemedi. Seni düşünmekten geceleri uyuyamıyorum, diyemedi. Mavi gözlerin bir türlü gözümün önünden gitmiyor, diyemedi. Her an aklımdasın, diyemedi. Seni unutamıyorum, diyemedi. Yalan söyledi. Gerçeği demeye cesaret edemedi. "Ben iyiyim. Toparladım. Hem zaten, senin de dediğin gibi abim Nefese zarar vermemiş" dedi Sare, gülümseyerek.

"Kardeşimi benden iyi tanımadığınızı biliyorum. Yaman her ne olursa olsun o kıza zarar vermez." Dediğinde Çınar da güldü. "Sözümden şüphe etmeyeceksiniz, küçük hanım" dediğinde iki parmağıyla Sarenin yanağından bir makas aldı. Eli Çınarın az önce makas aldığı yanağına götürdü Sare. Yanakları daha çok kızarırken gözlerinin içi parladı. Yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. Parmakları yanağında gezindi. "Ee, ben kahvaltı etmeden çıktım evden. Buraya kadar geldim. Bir çayını alırım" dedi, elini yanağından çektiğinde.

Gözlerine baktı, kızaran yanaklarına ve hala gülen dudaklarına. Derin bir iç çekti, Sarenin güzelliği karşısında içi giderken. Şeytan dediki çek kendine, öp, sıkı sıkı sarıl. Yasla göğsüne ve asla oradan gitmesine izin verme. Ama yapamadı. Onun yerine, "Hay hay" diyerek elini Sarenin geçmesi için uzattı. Kafasını hafif eğerek tatlı ve sessiz bir teşekkürde bulundu Sare.

Onlar, Yaman ve Nefes gibi değillerdi. Korkmuyorlardı aşık olmaktan. Birbirlerine aşık olmaktan korkmuyorlardı ki zaten, birbirlerine aşık oluyorlardı. İkisi de, birbirlerini yıllar sonra, tekrar gördüklerinde aşkın güçlü tohumu ekildi kalplerine. Ve o aşk tohumu her geçen gün birbirleri için biraz biraz yeşeriyordu. Ve o tohum, gam anlamıyla yeşerip bir çiçek açtığında, aşklarını birirlerinden veya birbirlerinden saklamak için hiçbir neden kalmayacaktı.

Sadece biraz zaman. Biraz sabır...

Nefes Soykan;

Kahvaltıyı etmiştik. Ben bulaşıkları mutfağa götürdüğümde Roza'nın yardımıyla birlikte mutfağı toparlamıştım. Şimdi ise, Sarenin odasındaydım ve onun dolabından aldığım bir kaç parça kıyafeti üzerime giyinmiş, saçlarımı tarıyordum. Sareyi aradığımda on beş dakikaya burada olacağını söylemişti. Şimdi aynanın karşısındaydım ve saçlarımı özenle tarıyordum.

üzerimde mavi bir boğazlı bluz, altımda siyah kot bir pantolon vardı. Üzerime giyinmek için sitenin beyaz pamuklu polarını almış ve yatağın üzerine bırakmıştım. Siyah saçlarımın her bir tutamını taradıktan sonra, tarağı makyaj masasının üzerine bırakıp sandalyeyi geriye iterek oturduğum yerden kalktım. Yatağa ilerlediğimde, beyaz pamuklu poları alıp koluma attım.

Telefonumu da alıp odadan çıktığımda merdivenleri inmeye koyulduğumda onun odasının açıldığına dair bir ses duydum. Kafamı çevirip baktığımda, hazırlanmış bir şekilde onu odasından çıkarken gördüm. Odasının kapısını kapatıp döndüğünde beni gördü. Baştan aşağı beni süzdüğünde kaşları çatıldı."Hayırdır," dedi kafasını sallayarak. "Nereye?" Dediğinde, "Sareyle alışverişe çıkacağız" dedim, gözlerine bakarken. Kafasını sallayarak beni onaylamakla yetindi. Geri önüme döndüğümde merdivenleri indim.

🦅

"Evet Nefes hanım," diyerek söze girdi doktor. Sare, gergin bir şekilde doktorun ne diyeceğini merakla ve endişeyle bekliyordu. "Hastalığınız, dünya üzerinde çok nadir görülen, çok az vakaya sahip bir hastalık, bu hastalık anne karnında ortaya çıkar." Boş gözlerle doktoru dinliyordum.

"Genellikle, annenin hamileyken kullandığı ilaçların yan etkisi olarak meydana gelir. Bebek doğduktan sonra bazı ters giden durumlar meydana gelir. Hastalık teşhis edildiğinde dört yaş ve ergenlik çağına kadar bir tedavisi var. Tedavi o yaş aralıklarında uygulanırsa çocuk hastalıktan kurtulur,"

"ve ben tedavi edilmedim" diyerek araya girdim. Doktor dudaklarını maalesef der gibi birbirine bastırdı. "Maalesef, tedavi ettirilmemişsiniz. Ayrıca hastalığın ilaçlarını da kullanmamışsınız. Ve vücudunuz hastalığı kabullenmiş," derin bir iç çektikten sonra masanın üzerindeki dosyayı eline alıp gözlerini kağıtta gezdirdi. Sarenin bakışlarını üzerimde hissediyordum.

"Hastalık, tüm vücudunuza yayılmış. Ve hatta virüs, bir zehir gibi tüm organlarınızı sarmış" titrek bir nefes çektim içime. Zehir, tüm vücudumda, her bir zerremdeydi. Beni öldürmek için. İzin vermişti. Hastalığın beni ele geçirmesine. Beni yerle bir etmesine. Beni yok etmesine izin vermişti. Bile isteye, göz göre göre. Hastalığın belli bir yaştan sonra tedavisi olmadığını biliyordu.

Beni zehirleyen hastalık değildi, babamdı.

"Yani?" Diye sordum titreyen sesimle. "Yani Nefes hanım, hastalığınızın artık bir tedavisi yok" aynı cümle yankılandı beynimin boşluğunda. Aynı cümle çınladı kulaklarımda. Aynı sözler, aynı kelimeler sardı beynimi. Can yakan, insanı rahatsız eden bir Çan gibi defalarca çınladı. Ezberledim. O cümleyi ben ezberledim. Damarlarındaki kanın çekildiğini hissettim.

"Hastalık ilerlemiş. Ve çok çok üzülerek söylüyorum ki... hastalığınız ölümcül bir boyuta ulaşmak üzere" içim titredi. Titrek bir nefes içime çektiğimde ayağımın altındaki zeminin ayaklarımın altından kayar gibi oldu. Kalbimde bir sızı yer edindi. Yeni bir sızı. Daha açmadan solacakmıydı benim çiçeğim. Daha açmadan, kuruyup kopacakmıydı yapraklarım. Daha nefes almadan, nefesim mi kesilecekti.

ölmeyi bu kadar çok isterken, ölevekmiydim sahiden...

"Siz ne diyorsunuz doktor hanım! Ne demek hastalık ölümcül bir boyuta ulaşmak üzere! Ne demek!" Diye bağıran Sarenin sesi doldu kulaklarıma. "Bakın ölüyor demiyorum. Ama gerçek bu. Hastalığı çok ilerlemiş." Oturduğu yerden bir hışımla kalktı Sare.

"sen bir doktorsun doktor! Hastana bunu nasıl söylüyorsun!" Başım mı dönüyordu yoksa etraf mı dönüyordu kestiremiyordum. Ayağa kalktığımda dengemi kaybederek geri sarsılıp tekrar yerime çöktüm. "Nefes" diyerek endişeyle yanıma geldi Sare. Karşımda diz çöküp kucağıma düşmüş ellerimi tutu. "Nefes, iyi misin?" Gözlerimi kaldırıp ona baktım.

"Sare, o... o beni mahvetti. Sare, o beni, bile bile ölüme terk etti..." dediğimde gözlerimin dolduğunu hissettim. "Nefes," dedi Sare, dolmuş gözleriyle çaresizce. Elleriyle yüzümü avuçladı, "Ağla Nefes, ağla" dediğinde hızla kafamı iki yana sallayarak ağlamayı reddettim. Kafamı ellerinden geri çektiğimde dolmuş gözlerimi elimin tersiyle sildim.

"Yok. Ağlayamam. Ağlayıpta benden nefret edenlere zafer sevincini yaşatamam" yüzüme düşmüş saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdığımda derin bir nefes aldım. Bakışlarım kafamı çevirdiğimde doktora döndü. "Şimdi, hiçbir yolu yok değil mi bu hastalığın" dedim sesimi güçlü çıkarmaya özen göstererek. "Maalesef yok Nefes. Sadece ağrılarını mide bulantı ve kusmalarını azaltabilecek ilaçlar verebilirim sana" kafamı salladım. "O zaman ilaçları alayım ben" dedim, gülümsemeye çalışarak. Doktor, küçük bir kağıda ilaçların adını yazdığında kağıdı bana uzattı.

Uzattığı kağıdı aldığımda oturduğum koltuktan kalktım. Sare'de benimle birlikte çöktüğü yerden kalktı. "Nefes hanım, her ay iki üç kere kontrole gelmelisiniz. Durumunuzu kontrol altında tutmalıyız." Kafamı sallayarak doktorun dediklerini onayladım. Odanın kapısına döndüğümde Sare de çantasını alıp koşarak yanımda yer aldı. Odanın kapısını açıp odadan çıktığımızda göz yaşlarımı tutmakta zorlanıyordum.

İçimde büyük bir fırtına kopuyordu. Her yeri ve her şeyi yıkıp geçecek bir fırtına. Çığlık çığlığaydı içim. Çığlıklar, kulaklarımı en acılısından tırmalıyordu. Bir deprem vardı kalbimde en şiddetlisinden. Herşeyi kırıp dökecek bir depreme. Bir sel sardı dört bir yanımı. Ve yalnızca o selde ben boğuldum. Bir uçurumun eşiğindeyim ve o uçurum atlamam için avuçlarıma bir sürü geçerli sebep bırakmış. Bir kan gölünün içindeyim. Bana ait olan kan gölünün içinde. Bakıyorum ellerime, kan damlaları. Korkak bakışlarım göğsüme kayıyor. Oluk oluk kan akıyor göğsümden. İçimdeki tüm zehri kusuyorum. Bu yolun sonunda, harcanan ben oluyorum. İki tarafın da kendileri için harcadığı ben.

Ölmeye hazır mısın küçük?

"Nefes, başka bir yolu olmalı. Böylece kabullenip bir köşede ölmeyi bekleyemezsin." Diyerek yanımdan yürüyordu. Hastaneden çıktığımızda esen rüzgar suratıma çarptığında içim en büyüğünden titredi. "Nefes birşey söyle."

"Bu kadar güçsüz ve zayıfmısın sahiden sen?" Diyerek kolumdan tutup beni kendine çevirdi. Boş gözlerle ona bakıyordum. "Sen Nefes Soykan değilsin. Nefes Karayel de değilsin. Sen sadece Nefes'sin. Sadece Nefes."

"Gerçekten bir köşede ölmeyi mi bekleyeceksin. Savaşmayacaksın. O şerefsiz babana, abime, herkese ve herşeye rağmen yaşamayı seçmelisin Nefes. Yaşamayı dile Nefes, ölmeyi değil" yalvarır gibi bakıyordu gözlerime. Varlığını hissettirmek ister gibi sıvazlıyordu tutuğu kollarımı. "O lanet hastalık seni değil, sen onu yen"

"Ben... daha önce hiç yaşamadım ki Sare. Ben yaşamak ne demek bilmiyorum." Üzüntü çöktü gözlerine. Acıdı belki de halime. "Ben zaten doğduğum gün öldüm. Şimdi sadece toprağın altına gireceğim. Çok da birşey değişmeyecek yani." Omuzlarım çöktü. Kara bulutlar üzerime örtüldü. "Yaşamak için bir sebep tanınmadı bana. Sadece ölmek. Sade ölmek Sare" bıkkın bir nefes verdi.

"Hayat sana yaşamak için bir sebep vermediyse o sebebi sen yarat Nefes. Sen yaşamayı seç. Ölüme sırt çevir"

Yapabilirmiydim. Yaşamak için bir sebep bulabilirmiydim. Ölüme sırt çevirip, kendimi yaşama kabul ettirebilirmiydim. Hayır, ölmeyi seçen bendim. Bir umut istemiştim hayattan. Sadece son bir umut. O bana istediğim umudu vermeyi seçmedi. Şimdi, tüm Umutlarım tükenmeşkine, hangi ölmüş umuduma tutunup yaşayacaktım. Ölmüş Umutlarıma mı bel bağlayacaktım, beni yaşatmaları için. Kafamı kaldırıp bakışlarımı karabulutlarla çevrelenmiş gökyüzünde diktim.

Yaşamayı seçmek için, senden son bir umut istiyorum. Lütfen... beni geri çevirme. Yaşamak için, o umudu avuçlarıma bırak.

"Benim yaşamayı istemem için, bir mucize olması gerekir Sare. Ve mucizelerin hiçbiri beni tercih etmedi bu güne kadar" biraz daha konuşacak olursam ağlamak isteyen tarafım kazanacaktı ve ben şuraya çöküp tekrar kalkacak gücü kendimde bulamayana kadar ağlayacaktım. Anladı Sare. Ne demek istediğimi hem anladı, hem de gözlerimde gördü. Sustu. Daha fazla konuşmadı ve biz yolumuza geri döndük.

🪐

Akşam üstüydü. Hava kararıyordu. Kara bulutlar hala gökyüzündeydi. Ve ben, çardakta oturmuş, tek başıma kendim ile baş başaydım. Hava çok soğuk değildi. Üzerime bir battaniye almıştım. Kendimi o battaniyeye sarmış gökyüzünü seyrediyordum.

"Gökyüzüne mi aşıksın Deniz kızı" kalbimde kıpırtılar oluşturan sesi kulaklarıma dolduğunda kafamı gökyüzünden çevirip sesinin geldiği yöne döndüm. Bahçeden içeri girmişti. Bana yani çardağa doğru geliyordu. Çardakktan içeri girdiğinde oturduğum yere geldi. Ayakda dikildiğinde kafamı kaldırmış ona bakıyordum.

"Battaniyende bana da yer varmı, Deniz kızı?" Bu yanında bana da yer varmı demekti. Kalbim hızla atmaya başladığında battaniyenin ucunu kaldırarak oturmasıniçin ona bir yer açtım yanımda. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldığında, battaniyenin açtığım ucunu tutu ve yanıma oturdu. Battaniyeyi omzunda üzerine örttüğünde bakışlarımı ondan çekip önüme diktim.

"Soruma bir cevap vermedin" dediğinde dudaklarımda bir gülümseme oluştu. Kafamı kaldırıp bakışlarımı tekrar gökyüzüne çevirdim.

"Gökyüzünde beni etkileyen birşey var. Dönüp dönüp oraya bakasım geliyor. Ve sanırım senin dediğin gibi, gökyüzüne aşığım." Dedim, gökyüzünün eşsiz görüntüsüne bakarken. Karayelin kokusu buram buram içime dolarken gözlerimi yumdum. Bakışlarını üzerimde hissettim. Bana baktığının farkında olmak kalbimin hızlanmasına neden oluyordu.

"Nergis çiçeğinin kokusu ne biliyormusun?"

Kafamı iki yana salladım, "Bilmiyorum"

"Zehir ve şifa, nergis çiçeğinin kokusu" dediğinde yumduğum gözlerimi araladım. Kafamı çevirip ona baktığımda yüzünün yüzüme olan yakınlığını yeni faredebilmiştim. Yakınlığı kalbimin daha da hızlı atmasına sebepti. "Ben-" dediğim esnada sözümü kesit.

"Senin kokun, hem zehir, hem de şifa Deniz kızı," yanaklarım kızarıyordu. "Sen hem zehirsin, hemde şifa" dudaklarından dökülen her bir kelime kalbime ucu kalpli bir ok gibi saplanıyordu. Ve bu, canımı yakmıyordu. Tam tersi, kalbimde farklı duygulara ev sahipliği yapıyordu. İlk defa, gözlerine bakarken gerçekten gözlerimin parladığını hissettim. Ona bakıyor olmanın, bana verilmiş bir lütuf olduğunu düşündüm.

Sil Nefes, hepsini sil.

Onun duyguları yok.

Onun bir kalbi yok.

Sil Nefes,

sen sevsende o sevmeyi bilmiyor.

Sil Nefes.

Onun hakkındaki tüm iyi düşünceleri sil.

Yüzümü yüzünden geri çektiğimde battaniyenin tutuğum ucunu bırakıp oturduğum yerden kalktım. "İçeri gitsem iyi olacak" diyerek çardaktan çıkmak için bir adım attığımda, beni bileğimden yakalayarak durdurdu. Gözlerimi sıkıca yumduğumda nefes alışlarım hızlandı.

"intikamımdan... vazgeçtim Deniz kızı," dediğinde yumduğum gözlerimi araladım. Kaşlarım şaşkınlıkla çarpıldığında dönüp ona baktım. "Ne?" Diye sordum şaşkın çıkan sesimle. Gözlerimin içine baka baka, "Bitti," dedi. "İntikam bitti. Seni intikamımın kurbanı yapmaktan vazgeçtim. Artık intikam da yok. Seni o intikamın parçası yapmakta" içime ilk defa huzur dolduğunda dişlerim gözükene kadar güldüm. "Sahiden mi? Bitti mi? Vaz mı geçtin?" Diye sordum çocuksu bir neşeyle.

kafasını sallayarak beni onayladı. "Vazgeçtim" tek bir kelime, tek bir kelime içime sus serpilmesine yetti. İçimdeki kasvetin yok olmasına tek bir kelime yetti. Gözlerimin içi gülerken ne yapacağımı bilmiyordum. Hala bileğimi tutuyordu. Bakışlarım bileğimdeki eline kaydığında o da aynı yere baktı. Hızla elini bileğimden çekip bileğimi serbest bıraktığında, yüzümdeki kocaman gülümsemeyle arkamı dönerek eve doğru yürümeye başladım. Utanmasam, koşacaktım.

&

"Gerçekten, telefonsuz yaşamak kadar kötü birşey yok şu hayatta!" Diyerek yakınıyordu Roza. Yerinde oflaya puflaya zar zor duruyordu. Telefonu yoktu. Televizyon izlemek ise magazin programları dışında kesinlikle ona göre değildi.

"Yine neye cırlıyorsun Alemdar" diyerek içeri girdi İlyas.

"Ne zaman gideceksin Sural?" Diye sordu Roza, İlyas'a hoşnutsuz bir şekilde bakarken.

"Valla benim arkadaşımın evi. Asıl sen ne zaman gideceksin ve ben huzurlu bir tatil geçireceğim Alemdar." Göz devirdi Roza.

"Telefonum yok!" Diye isyan ederek arkasına yaslandı Roza. Cebindeki telefonu çıkartarak koltuğa oturup sırtını koltuğun arkasına yasladı İlyas, bacak bacak üzerine atarken. Rozanın gözüme sokarcasına telefonuyla ilgilenmeye başladı. İlyasın ne yapmaya çalıştığını farkeden Roza, kucağındaki yastığı aldığı gibi ilyasın yüzüne fırlattı.

"Geber Sural!" Diye bağırdı oturduğu yerden kalktığında. Yastık ilyasın yüzüne yandan çarpacağı esnada İlyas eliyle yakalayıp ona çarpmasına engel oldu. Yakaladığı yastığı ona tuhaf tuhaf bakan kıza doğru fırlattı. Roza İlyas kadar şanslı değildi ve yastık onun tam suratına isabet etmişti. Yastık yere düştüğünde ve Rozanın yüzü ortaya çıktığında kulakları sinirden kızarmaya başlamıştı. Ellerini sinirle yumruk yapmıştı. Yüzüne gelen saçlarını üfleyerek yüzünden çektiğinde, sinirli bakışları İlyas'a döndü.

ilyas sırıtarak ona bakıyordu ve keyfi gayet yerindeydi. Roza, burnunda soluya soluya koşarak ilyasın üzerine atladı. Adamın saçlarını turp çekmeye başladığında İlyasın elleri onun saçlarını tutan ele gitti.

"Kızım salakmısın?!" Diye bağırdı. "Gerizekalı! Aptal! Kuş beyinli!" Diye cırlaya cırlaya saçını çekiyordu Rıza ilyasın. İlyas onu üstünden atmak için çabalıyordu fakat bir işe yaramıyordu. Kız kene gibi yapışmıştı üzerine. "Lan!" Diye bağırdı İlyas saçı çekildiği için canı acırken. "Ağla birde Sural!" Diye bağırıp daha da çekti Roza ilyasın saçlarını.

Rozayı bileklerinden tutup beline kolunu sarıp onu alta çekip kendisi üste çıktığında koltukta uzanan Roza olmuştu. Üzerinde ki ise İlyas. Roza nefes nefese kalmış bir şekilde ilyasın gözlerine baktığımda eliyle yüzüne düşen saçlarını itti. İlyas, kendisine bakan kızın üzerine doğru eğilip yüzüne yaklaştı. İlyas ona yaklaştıkça kalp atışları hızlanmaya başladı Rozanın. Aynısı İlyas için de geçerliydi.

Dudaklarını kızın dudaklarına yaklaştırdığında nefesleri birbirlerinin dudaklarına çarpıp geçti. Roza içindeki büyük heyecanla İlyas'a bakarken bakışları ilyasın dudaklarına kaydı. Bunu gören ilyasın dudakları kurnazca iki yana kıvrıldı.

"seni öpmemi istermişim kaçak gelin?" Diye sordu, İlyas kurnazca dudaklarına bakarak Rozanın. Nefesini tutu Roza. Şuan buradan kalkması gerekiyordu ama bunu yapamıyordu. "Öyle birşey yaparsan seni gebertirim Sural"

"Ama gözlerin öp der gibi bakıyor. Gözlerine sahip çıkmalısın. Çünkü seni yalancı çıkarıyorlar." Dedi eğlenerek İlyas. Ne yapacağını bilemeyerek ellerini ilyasın omuzlarına yaslayıp, "Çekil üzerimden sapık!" Diyerek onu üzerinden itti. İlyas geriye çekildiğinde hemen koltuktan kalktı Roza.

Sırıtarak ona baktı İlyas. Oysaki öpmek konusunda çok ciddiydi...

Nefes Soykan;

Sabah olmuştu. Çok uyuyamasamda en azından bir kaç saat de olsa uyumayı becerebilmiştim. Dün duyduklarımdan sonra içimde garip ama olması gereken bir huzur vardı. Karayelin söylediklerinden sonra, kendimi kuş gibi hafif hissediyordum. Yataktan çıkıp elimi yüzümü yıkamak için odadan çıktığımda seke seke merdivenleri indim. Gerçekten de kendimi çok iyi hissediyordum.

Merdivenleri inip banyoya girdiğimde kapıyı kapatıp kilitledim. Lavabonun karşısına geçtiğimde musluğu açıp avuçlarıma doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Yüzümü yıkadıktan sonra duvarda asılı havluyu alıp elimi yüzümü kuruladım.

Kapıyı açıp banyodan çıktığımda kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdim.

kahvaltılıkları dolaptan çıkardığımda tezgahın üzerine bıraktım. Dolaptan çay deminin kavanozunu alıp çaydanlığın küçüğüne üç kaşık attığımda, büyük çaydanlığın içine yeteri kadar su doldurup ocağa koydum. Küçük çaydanlığı da üzerine koyduğumda ocağın altını yaktım.

"Bu sabah pek bi erkencisiniz bakıyorum da" kalbim hızla atmaya başladığında kafamı çevirip ona baktım, tüm endamıyla karşımda duran karayele. Ne oluyordu bana, ne oluyordu kalbime. Ne için onun sesini duyduğunda veya onu gördüğünde bir anda hızlı hızlı atmaya başlıyordu.

"Uyku tutmadı gece. Kalkıp bari herkes uyanmadan kahvaltı hazırlayayım dedim." Dedim tatlı tatlı. Gülerek yüzüne bakıyordum. Ve bu aptal gülümseme yüzümden bir türlü yok olup gitmiyordu. Gülüşüme baktığını farkettim. Dudağı sanki gülecekmiş gibi kuvrılıyordu. Ama engel oldu gülüşüne.

"Gülüşümde takılı mı kaldın karayel?" Diye sordum hala gülerken. Bakışları gözlerime kaydı. "Ne o, yoksa bana aşık mı oluyorsun, Karayel?" Diye sordum içim kıpır kıpır ederken ve gözlerine hala gülerken bakarken. Suratı ifadesi bir hal aldı bir anda.

"Benim kalbimde sana yer yok, Deniz kızı,"

Kalbim, onun kırdığı tüm parçalarıyla etrafa saçıldı. Sözleri, hançer gibi saplandı kalbime. Tam ortada, en derinde bir yara açtı. Kanaması asla durmayacak. Dursa da yarası asla kapanmayacak, kalbimde hep bir iz olarak kalacak.

içim ağlama hissiyle dolduğunda boğazımda bir düğüm oluştu.

"İntikamımdan vazgeçmiş olmam, kalbimde sana bir yer açacağım anlamına gelmiyor"

Yüzümdeki gülümsemenin dolmasına izin vermedim. Güldüm. Ağlamak istememe rağmen güldüm. Ona doğru bir kaç adım atım karşısına geçtiğimde durdum.

Elimi göğsüme götürdüğümde, "Benim kalbimde sana her yok," elimi kendi göğsümden çekip onun göğsüne götürdüm. Elimi kalbinin üzerine koyduğumda kalp atışlarını hissettim. "Senin kalbinde de bana" yüzümdeki gülümseme solmak isterken bana izin vermedim. Güldüm, gözlerinin içine bakarken güldüm.

Ağla kalbim.

Onun kalbinde bize yer yok diye ağla.

Bölüme oy verip yorum yapmayı unutmayın. Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi merakla bekliyorum. Yorum yaparsanız sevinirim. Yorum sayısı çok az maalesef ama...

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%