@umutkirintisiniyaz
|
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen. Yorum ve oy gelmediği müddetçe bölümün gelişi gecikecektir, bilginize. Keyifli okumalar dilerim. Bir sonraki bölümde göz yaşları hazır olsun. Sahi hoş bir bölüm bizi beklemiyor. Bölüm şarkıları; Gece yolcuları, Neden?, Müslüm Gürses, Bir ömür yetmez ki. Emre Aydın, Hoşçakal
Göğsünde yattığından nefes aldığın yer. Göğsünün daraldığı yerdir, nefes aldığın tek yer. Nefesini kesendir, kokusunda nefes aldığın. Gözlerinde can bulduğundur, gözlerinden yaşlar akıtan. 🪶 Hangi peri masalında görülmüş, perinin hor görüldüğü. Eğer ben bir peri masalındaysam ve o masaldaki peri bensem, nasıl olurda hor görülürüm. Hayır, Siyah, yuva yapmıştı bende. karanlık, ruhumda benim. Ben siyahtım, beyaza aykırı olan. Onun kalp atışlarını duyabiliyordum. Ben ilk defa bugün gerçekten karayeli duyabiliyordu. Ben onun kalbinde dokunamamamıştım belki ama o benim kalbime çoktan dokunmuştu. Burası huzur doluydu. Burası rahattı. Burası güvenliydi. Burası karayeldi. Ve karayel, güven demekti. İnsan kalbi kimin yanında huzurla atıyorsa oraya ait, orada güvenliydi. Benim kalbim ise bir tek onunlayken böyle atıyordu. Benim kalbim, bir tek karayelde böyle atıyordu. Dönme dolabın tekrar çalıştığına dair bir ses duyduğumda, kolumu karayelin karnının üzerine attım. Sıkıca yumduğum gözlerimi hala açmış değildim. Dönme dolap tekrar durduğunda, "Artık gözlerini açabilirsin deniz kızı" diyen karayelin sesini işittim. Sıkıca yumduğum gözlerimi nihayetinde araladığımda, kafamı karayelin yasladığım göğsünden kaldırdım. Nihayet aşağı varabilmiştik. Hala kucağımda tutuğum ayıcığım ile birlikte oturduğum yerden kalktığımda, karayel de benimle birlikte ayaklanmıştı. Dönme dolanın kapısını açtığımda kendimi anında dışarı attım. Bu kadar yükseklik bana yetmişti. Bir daha tövbe dönme dolaba binemezdim. Karayel yanımda yer aldığında, artık eve dönme vaktimiz gelmişti. Onun birşey söylemesine gerek yoktu. Ben bunu zaten anlamıştım ve arabaya doğru zaten adımlarımı atmaya başlamıştım. Lunaparkın çıkış kapısına doğru yaklaştığımızda, açık kapıdan geçerek lunaparktan çıktık. O, arabanın diğer tarafına doğru yürürken bende bir diğer tarafına doğru yürüyordum. Arabanın ön kapısını açıp içine bindiğimde kapıyı geri kapattım. Karayel de arabaya bindiğinde anahtarı arabaya taktı ve arabayı çalıştırmaya başladı. Yola çıkmıştık. Hava bir anda değişim göstermeye başladığında, karayel üşüdüğümü düşünerek klimayı çalıştırmıştı. Gök gürüldemeye başladığında yağmurun yapacağı belliydi. Yol sona erdiğinde artık Karayel konağının bahçesinin önündeydik. Karayel arabayı yolun kenarına parkettiğinde, kapımı açarak arabadan indim. Yağmur, seyrek seyrek yağmaya başlamıştı bile. Bahçeden içeri girdik birlikte. O adımlarını eve doğru atarken, içimden geçenleri son defa ona söylemek için, kolundan yakalayarak onu durdurdum. Kafasını çevirip bana baktığında ve kolunu tutuğumu görünce yürümeyi bırakıp durmuştu. "Yaman ben, bugün için sana çok teşekkür ederim." Dedim, gözlerinin içine minnettarlıkla bakarken. "Deniz kızı," Yağmur bir anda şiddetini artırarak yapmaya başladığında, üzerime damlayan yağmur damlalarıyla irkilmiştim. Ama şuna yağmurun yağması beni daha da mutlu etmişti. Dudaklarımda, derin bir gülümseme yer aldığında, aynı zamanda güldüğüne emin olduğum gözlerimle onun kahverengi gözlerine bakıyordum. "Yarın buralardan hiç dönmemek üzere gidecek olduğum için üzgündüm ama sen bana öyle anlamlı ve öyle güzel bir gün yaşattın ki, artık gideceğim diye üzülmüyorum." Aksine, mutluyum. "Bu ilk ve sondu." Dedi, benim devamını getireceğim sözleri benden önce davranarak söylediğinde. "Bu, ilk ve sondu." Dedim, onun sözlerini tekrar ederek. Yağan yağmur ikimizi de ıslatmaya başladığında, birbirimizden gözlerimizi ayırmıyorduk. Bu, benim buradaki son gecemde. Yarın akşam, buradan gitmiş olacaktım. Ve yağan yağmur da bunun habercisi olarak üzerime üzerime yağıyor, her bir damlasıyla beni ıslatıyordu. Islanan saçlarım yüzüme yapışırken bu beni her ne kadar rahatsız etse de geri çekmedim ıslak saçlarımı yüzümden. Karayel, geriye doğru bir adım attığında, gideceğini anlamıştım. Giden hiçbir zaman ben olmamıştım. Tam aksine, giden her zaman karayeldi. "Bu gece son bulmadan önce sana son birşey söyleyeceğim Deniz kızı," "Söyle." Dedim, vücudum titremeye başladığında. "Sakın benim için tek bir gözyaşı bile dökme. Çünkü ben, buna asla değmeyecek bir adamım" sözleri, boğazımda bir yumru oluşturmuştu. Sözlerinin anlamsızlığıyla kaşlarım çatıldığında, gözlerine gözlerimi kısarak baktım. "Bu da ne demek?" Diye soran sesim kısıktı, sesim içime kaçmış gibiydi. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı lakin bu ne gerçek bir gülüştü ne de alaylı ne de eğlenen. Bu gülüş çok farklıydı. Bu gülüşün altında gizli olan şey neydi bilmiyorum ama karayelin sözlerinin ardından dudaklarına beliren bu gülüş tuhaftı. insanın içini ürperten, içine kurt düşüren ama bir o kadar da sıcak hissettiren bir gülüş. "Anlamıyorum ne dediğini" diyerek sorumu yeniledim. "Daima insanlar tarafından anlaşılması zor bir adam olmuşumdur zaten" Ellerini eşofmanının cebine attığında, sorumu yanıtsız bırakarak yönünü bahçenin kapısına döndü. Sırtı bana dönüken bahçenin çıkışına doğru yürüyordu. Yine nereye gidiyordu? Karayel, gerçekten de anlaşılması zor bir adamdı. Karayel, zor bir adamdı. Kalbi kilidi açılması imkansız kapalı bir kutu gibiydi. Ve benim gücüm, o kilidi kırmaya hiç yetmiyordu. Arkasından öylece baka kaldığımda, yağmurun artık yağmayı bıraktığını daha yeni farkediyordum. Çok kısa süren bir yağmur olmuştu. Derin bir iç çektiğimde, arkamı dönüp eve doğru yürüdüm. Evin kapısını çaldığımda, ellerimi üzerimdeki ceketin ceplerine atıp kapının açılmasını bekledim. Bir kaç saniyenin ardından kapının açıldığına dair bir ses duyduğumda kafamı eğdiğim yerden kaldırıp açılan kapıya baktım. Kapıyı bana açan, Asiye hanımdı. Yaşlı kadın kafasını kaldırıp karşısında beni gördüğünde, anında gözleri rahatsızlıkla kısıldı. Kendinden emin bir şekilde omuzlarını dikleştirip, ellerini karnında birleştirdi. "Bu saatte nereden geleysunuz bakalım sevumsizun kizu" dedi, kınar gibi bir ses tonunda. Cebimden ellerimi çıkardığımda, "Yaman ile birlikteydim" dedim, evden içeri girmek için ileri bir adım attığımda. Kafasını öne çıkarıp boş bahçeye baktı, "Hani, nerededur benum torinum?" Diye sordu. "Bir işi var sanırım. Beni bırakıp gitti." Dedim, evden içeri girmiş ve ayakkabılarımı çıkarırken. Ayakkabılarımı ayağımdan çıkarttıktan sonra önüme düşen ıslak saçlarımı geriye savunurken eğildiğim yerden doğruldum. "Sormadun mi nereye gidersun diye?" Sordu, bu seferde hoşnutsuzca bana bakarken. "Sormadım Asiye hanım." Hoşnutsuz ve keyifsizce bir ifade oluştu suratında. Dudaklarını öne doğru büzdüğünde, "kocasunun ne hat yemeye gittığunu sormazmu hiç insan" Derin bir nefes verdim dışarı. "Yarın buradan gittiğimde karı-kocalık ilişkimiz bitecek zaten. Gereksiz daralmaya emin olun hiç gerek yok." "Haa, sen yarun gideyidun değulmi?" Diye sordu bu seferde. Dudaklarımda öylesine bir gülümseme oluştuğunda, "Evet, gidiyorum." Dedim, kendilerini gayet mutlu edecek o sözleri söylerken. Kederli bir nefes verdi. "Torunumun intukamundan vazgeçmesuna, elinu kana bulamamasuna içum rahatlamadu değul" Bakışlarını gözlerime çevirdi. Bir süre gözlerimde oyalandı bakışları. Yüzündeki o hoşnutsuz ifade sorduğunda, "Söyle bakayum ba sen. Sevdalandun mi yoksa bizum delu uşağa?" Sözleri, ben gafil avlamış, bozguna uğratmıştı. Elim ayağım aniden birbirine girdiğinde bakışlarımı Asiye hanımın gözlerinden kaçırdım. "Yok daha neler Asiye hanım sizde..." dedim, şakayla geçiştirmeye çalışarak. Fakat, kadın hala inatla bana bakıyor, gözlerini üzerimden ayırmıyordu. "Ben anlarum. Senun gönlun kaymuş ya ha yamanuma" Allah aşkına, ne saçmalıyordu bu kadın? "Siz yanlış anlamışsınız Asiye-" sözlerimi yarıda kesen şey, susmam için havaya kaldırdığı eliydi. "Sevdanu inkar etme. İnkar edersen kabullenduğunda eliundan uçup gitmuş olur. Kalırsın ha öyle ortada." İnkar, sevdiğimi inkar etmek. "Hiç, avuçlarıma konmamış bir sevdayı, kabullenip ne yapacağım. Boş avuçlarıma mı bakacağım öyle" derken buldum kendimi. Ne dediğim farkına vardığımda ürkek bakışlarım, Asiye hanıma değdi. Dudaklarında, ilk defa şahit olduğum bir gülümseme oluştuğunda, elini uzatıp omzumu sıvazladı. "Sen sevdandan vazgeçma, yukardakinun sana çizdiğu sevda yolunda dur, yeter o" O çizginin yolu ya karanlıksa? "o da ne demek?" Diye sordum. Yabancısı olduğum o kadına bakarken. Elimi tutup avucumun içini açtı. "Avuçlarunda, yeşermeyu bekleyen bir sevda vardur. Sense o sevdayu yeşertmesu gerekensun." boş avcuma öyle başkalaşmıştım. "Umud et. Umud et ki, sevdan karşuluk bulsun, yoksa çok canunu yakar bu sevda..." sesi, sanki birşeyler hissediyormuş da öyle, ona göre konuşuyormuş gibi konuşuyordu. Karşılıksız sevmek, acıtırdı. Çok acıtırdı hemde. Yakardı, yıkardı ama sağ çıkarmazdı. O yüzden, karşılıksız sevmemeliydi kimse kimseyi. Yüreğini, kör ateşlere atmamalıydı. "O sevdaya düşeceğim gün vazgeçerim herkesten ve herşeyden" diyerek, Asiye hanımın elinden tutuğu elimi çektim. "Size iyi akşamlar, Asiye hanım" dedikten sonra kadına arkamı döndüm ve evin merdivenine doğru yürümeye başladım. Garipti, Asiye hanımın bir anda bana bu şekilde beklenmedik ve farklı davranması. Torununa sevdalandığımı söylemesi ve böyle düşünmesinden ne anlamam gerekiyordu bilmiyordum. Nereden çıkarmıştı? Ne görmüştü? Ona böyle düşündürten neydi? kafamı, verdiğim nefesle iki yana ağır ağır salladığımda, merdivenin travzanlarına tutunarak yukarı çıkmaya başladım. Yukarı çıktığımda, yönümü Sarenin odasına çevirdim. Kapalı kapının kolunu tutarak kapıyı araşadığımda, başımı araladığım o aralıktan içeri doğru uzattım. Yatakta oturmuş, üzerlerine pijamalarını giyinmiş Sare ve Roza ile karşılaştığımda kapıyı sonuna kadar açıp odadan içeri bir kaç adım attım. Geldiğimi farkettikledinde ikisinin de bakışları bana döndü. Kapıyı ardımdan kapattığımda, üzerimdeki deri ceketin fermuarını açarak çeketi üzerimden çıkarttım ve masanın üzerine bıraktım. "Nefes, şükür ki gelebildin" diyerek yatağın üzerinde bağdaj kurduğu ayaklarını yataktan aşağı sarktı Sare. ıslanmış saçlarımı kurutmak yerine toplayıp, bileğimdeki tokayla tepeden dağınık bir topuz yaptım. "Kül kedisine dönüştüğü zaman gelmeyi planlıyordu sanırım" dedi, Roza eğlenerek. Güdüm. "Evet, hatta gelirken ardımda topuklu ayakkabımı da bıraktım." Dedim, kıkırdayarak. "Ve prensimiz de onu alıp peşine düştü" dedi, Sare de bize eşlik ederek. Üçümüz de güldüğümüzde. "Yok, orası pek öyle olmadı. Prens beni eve bırakıp kaçtı." Dedim, yanlarına, yatağa doğru ilerlerken. "Arabası balkabağına dönüştüğü içindir. Sana rezil olmamak için kaçmıştır" dedi, Sare. Yatağın diğer tarafına oturduğumda, kurumaya yüz tutmuş saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Eee anlat bakayım. Gününüz nasıldı? Abim seni nereye götürdü?" Derin bir iç çektiğimde, dudaklarıma en mutlusundan bir gülümseme konuverdi. "Karayel, be çocukluğumun en büyük hayaline götürdü. Beni lunaparka götürdü." Dudaklarımdan dökülen kelimeler, kalbime birer aşk oku gibi isabet etti. "Lunaparka mı?" Diye soran, Rozaydı. Tabii onlar bunun benim için anlamını bilmiyorlardı. Normaldi. Kafamı küçük bir çocuk edasıyla sallayarak onu onayladım. "İlk defa, gerçekten ilk defa kendimi mutlu hissettim. Onunla birlikte, ben... ilk defa yaşadığımı hissettim." Bakışlarım yatağın nevresimine takıldığında, daha çok kendimle konuşuyor gibiydim. "Karayelle, gerçekten güldüğümü farkettim. Öyle bir gündü ki, sanki ilk defa nefes alıyormuşum gibiydi. Bugün ilklerin günüydü." Gülüşüm derinleşti. "Mutluydum, huzurluydum, küçük bir kız çocuğu gibiydim çünkü onunlaydım. Evet, tüm bu güzel duyguların bende yaşam bulmasının tek bir sebebi vardı o da Karayelin yanımda olmasıydı." Derin ve bir o kadar da huzurlu bir iç çektim. "İlk defa, bugün ona sarıldığımda sarılışıma karşılık verdi. Biz ilk defa bugün sarıldık." İlk defa.... ilk defa karayelle sarılmıştım. Bunun bendeki anlamını, karayelin kendisi bile anlayamazdı. Ona sarılmak, kendimi güvende hissettirmişti. "Abim ve birine sarılmak?" Dedi Sare, soru sorarcasına. Kafamı sallayarak onu onayladım. "Neden?" Diye sordum. "Abim, bana bile doğru düzgün sarılmaz. Çok nadirdir bu. Şaşırdım." Dedi, dudak büzerek. Bu, içimdeki hislerin daha da kabarmasına sebep olmuştu. "Bugün benim için gerçeği yapabileceğini söyledi. Ve öylede yaptı. Benim için herşeyi yaptı bugün." Bir gülüş daha ne kadar derinleşebilirse o kadar derinleşti gülüşüm. Kendime engel olamıyordum. Elimde değildi. Onunla ilgili şeyleri ve onu düşündüğümde gülmeden edemiyordum. Aklım bunun her ne kadar yanlış olduğunu söylese de kalbim aksini inkar edip, beni onunla ilgili daha çok şey düşünmeye itiyordu. Aklım hayır diyordu. kalbim ise evet. Ve içimden bir ses, aklımın bana doğruyu söylediğini, aklımı dinlemem gerektiğini söylüyordu. Ama ben, kalbimi dinliyordum. İnatla. 🦅 Sare ve Roza, Sarenin yatağında yatıyorlardı ve çoktan uykuya dalmışlardı. Bu gece benim burada geçirdiğim son gece olduğu için uzun uzun oturup, uzun ve derin sohbetler etmiş, gülmüş iyi vakit geçirmiştik. Daha sonra ise, yine burada son gecem olduğu için, üçümüz bir arada birlikte uyumak istemiştik. Ve Roza yastığını alıp odaya gelmişti. İkisi çoktan uykuya dalmışlardı ama ben saat gecenin üçü olmasına rağmen hala uyanıktım. Karayel, gelmemişti. Şimdi ise yine masanın başında, masanın üzerindeki ders çalışma lambasını yakmış, önüme yine kağıt kalemi almış ve yazmaya başlamak üzereydim. Elimdeki tükenmez kalemle, kağıdın üzerine yazmaya başladım; Güz yarası, bu sana yazdığım ikinci mektubum. Sana, ilk yazdığım mektubumda da dediğim gibi, ben tüm mektuplarımı sana yazacağım. Buradan gitsem bile, mektuplarım sana hiç ulaşamasa bile, ben hep sana yazacağım. Ki, bu mektupları yazarken, sana ulaşmasını da umut etmiyorum. Ben, sadece sana yazıyorum. Neden bilmiyorum. Ama sana yazmak istiyorum. Bu, bir veda mektubu. Deniz kızının, Karayele veda mektubu... Bu, benim burada geçirdiğim son gece, bu benim bu evin, bu odanın camından son gökyüzünü izleyişim, bu seninle son kez aynı havayı soluduğum an. Bu an son. Bu mektubu, sana veda etmek için yazıyorum. Seninle yüz yüze vedalaşamam. Bu mümkün değil. Kalbimin bu kadarına gücü yok. O, sana veda etmeyi kaldıramaz. Gözlerine baka baka, gidemez o. Sen, bu günü bana özle ve anlamlı kıldın. Bunun için sana hep minnettar kalacağım. En çok da, bu günü benimle birlikte geçirdiğin için... Şuan, bu satırları yazarken, gülüyorum. Çünkü ben... senden bahsediyorum. Senden bahsetmenin ne demek olduğunu anlayamazsın... Bu günü, son nefesimde bile olsa unutmayacağım. Çünkü ilk defa biri, küçük Nefesi düşündü ve onu mutlu etti. Onu çok mutlu etti. Onu, çok mutlu ettin Güz yarası. Güz yarası, dinliyormuşum beni? Beni duyuyormusun? En azından mektuplarımda, en azından senin için yazdığım satırlarda duy beni. En azından şu satırlarda işlesin sözlerim kalbine. Güz yarası.... Ah, Güz yarası. Kalbimde bir ağırlık var. Bir taş oturmuş göğsüme, nedir bunun nedeni? Ne için ağrıyor kalbim. Gidiyorum diye mi? Senden, gidiyorum diyemi? Sahi, ben sana ne zaman geldim de senden gidiyorum, Güz yarası? Hiç uğramadığın bir yerden gidebilirmisin? Çok mu konuşuyorum Güz yarası? Daha hiç konuşmadım oysaki. Sesim, seni rahatsız etmesin isterdim. Sözlerimin sende bir anlamı olsun isterdim. Gözlerimin ardında yatan gerçekleri gör isterdim. Fakat, sen bana körsün bayım. Sen, bana çok körsün. Bir bana mı körsün, Güz yarası? Her neyse, çok uzatmayacağım. Bu mektubu, sana veda etmek için yazmaya başladım, sana veda ederek bitireceğim. Çok zormuş, sana veda etmek. Sana veda etmek, kalbime ağır geliyormuş. Bir çiçek vardır bilirmisin. Son baharda açar, kış gelince solar. Sadece üç ay yaşar. Haberin varmı senin o çiçekten Güz yarası? O çiçek sadece sonbaharda açar, kış yaklaşınca da solar. Tıpkı benim gibi. Hayatına bir sonbahar akşamı girdim. Bir sonbahara akşamı da çıkıyorum. Kış geliyor ve ben gidiyorum. O çiçek gibi, kış gelince bende... soluyorum. Daha önce hiç çiçek açmamışken hemde. Bana hiç de güzel şeyler yaşatmadın. Güzler günler geçirmedim ben burada. Ama yinede, senin olduğun yerde olmak yetti kalbime. Canımı çok yaktın. Çok yandı benim canım. Senin yüzünden. Madem intikamından vazgeçecektin, neden bana o geceyi yaşattın Güz yarası? Ben o gece çok ağladım biliyormusun. Ben, o gece çok gözyaşı döktüm. Güz yarası ben o gece sana çok ağladım. Ben, hep sana ağladım ya. Biz, asla tanışmaması gereken iki insandık seninle. O gece, hiçbir şekilde karşıma çıkmamalıydın. Adını öğrenmemeliydim. Beni buraya getirmemeliydin. Güz yarası, bizim yollarımız hiç birbirine çıkmadı ama biz aynı yolda karşılaştık. Anlayabiliyormusun? Senin ve benim aynı yolda, yürümemiz imkansız. Biz, aynı ortamda aynı havayı bile solumayı haketmiyoruz. Gözlerimiz, aslında asla kesişmemeli. Gözlerim, gözlerinle hiç buluşmamalıydı. Çünkü şimdi her şey mahvoldu. Gideceğim, gidiyorum. Çünkü kalırsam... kalırsam, kalbim beni mahveder. Ve Güz yarası, bir insan daha ne kadar mahvolabilir ki değil mi. Gidiyorum çünkü... çünkü... sen bana, kalbinde bir yerin olmadığını söyledin. Ne kadar ağır bir cümle bu farkındamısın? Ben, gecelerce uyuyamadım. Kulaklarımda çınladı aynı söz, defalarca. Güz yarası, en çok o sözün acıttı canımı. Güz yarası, sen bana, sevilmeyi haketmiyormuşum gibi hissettiriyorsun... Biliyorum, sevilmeyi hiç hametmediğimi biliyorum. Şimdi, herşeyi, yaşanan tüm şeyleri burada bırakıyorum. Ve gidiyorum. Ben sana, hoşçakal demeye geldim. Hoşçakal Güz yarası, sonsuza dek... hoşçakal. Hemde öyle bir hoşçakal ki, unut vedamı. Vedam bile kalmasın benden geriye sende. Çünkü sen, vedama layık bir adam değilsin. Veda ediyorum sana. Sana hoşçakal diyorum. Hoşçakal Güz yarası. Tüm herşeyimi, duygularımı da alıp gidiyorum ben. Hoşçakal Güz yarası. Bu, Deniz kızının sana vedası. Bu, benim sana hoşçakalışım. Sensiz kalışım. Hoşçakal. Güz yarası...
Deniz kızından, Güz Yarasına...
10/11/2024 Kalemi masanın üzerine bıraktığımda, yazdığım kağıdı, ortadan ikiye katladım. Bir kere daha kağıdı katladığımda, masanın köşesine bıraktığım, zarfı aldım. Mektubu, zarfın içine yerleştirdiğimde kalemi elime tekrar aldım. Karayele... yazdıktan sonra kalemi geri masanın üzerine bıraktım ve zarfın ağzını kapattım. Artık mektuplarımı bu şekilde yazıyordum. Bu zarfları, Sare ile dışarı çıktığımız bir ara, ona farkettirmeden gizlice almıştım. Zarfı da alıp masadan kalktığımda, Sarenin hiç yoktan benim için hazırladığı küçük valizin yanına ilerledim. Odanın kapısının yanında duran valizin yanına geldiğimde, fermuarını açtım ve zarfı için koydum. Diğer mektubun yanına. Dedim ya, benim mektuplarım bile ulaşmayacak ona. O kadar imkansız bende. Giderken mektuplarımı da kendimle birlikte götürüyordum. Çünkü kendimden geriye hiçbir şey bırakmaya hakkım yoktu. Zaten, benden geriye kalacak birseyim de yoktu. Tekrardan masanın yanına ilerleyip, masanın üzerindeki lambanın tuşunu kapattığımda, yönümü yatağa döndüm ve yatağa, kızların yanına ilerlemeye başladım. Allah razı olsun, ikisinin de yatağın ucunda benim için bıraktığı o boşluğa kıvrılarak uzandım ve battaniyeyi üzerime çektim. Elimi, başımın altına koyduğumda, diğer elimle üzerime örtülü battaniyeye sarıldım ve gözlerimi yumdum. İçimi titreten bir soğukla gözlerimi araladığımda demirde oturmaktan farksız soğuk hissettiren bir sandalyenin üzerinde oturuyordum. Uyuşmuş kollarımı hareket ettirdiğim esnada, kollarımı hareket ettirmediğimi farkettim. Kafamı çevirip arkama bakmaya çalıştığımda, ellerimin sandalyenin arkasından bağlı olduğunu gördüm. Telaşla önüme döndüğümde, bakışlarımı ayaklarıma indirdim. Fakat ayaklarım da aynı şekilde sandalyenin ayaklarına bağlanmıştı. Huzursuzca vücudumu hareket ettirdiğimde ve, "Yardım edin!" Diye bağırmaya başladım. Korku dolu gözlerimi olduğum yerde gezindirmeye başladım. Boş bir depoydu burası. Duvarları eskimiş, küflü duruyordu. Deponun her yerinde sayılı kolonlar vardı. Kafamı kaldırıp yukarı baktığımda, plastiklerden oluşan bir çatı gördüm. Tektim, bu soğuk odada tektim. İçim soğuktan titrerken bir kere daha bağırmak için dudaklarımı araladığımda, "Üşüyormusun yoksa küçük" sıcak nefesini ensemde, en yakınımda hissettiğimde bağırmak için aralanan dudaklarım durdu. Az önce titreyen içimde ürperti oluştu. Sesin sahibini tanıyordum. En büyük kabusum'du. İrkilerek kafamı yanıma çevirip omzumun üzerinden ensemde duran kişiye baktım. Zehir ve mide bulandırıcı kokusu ciğerlerime dolduğunda kabullenişle gözlerimi yumdum. "Evet küçük, bugün seninle bir oyun oynayacağız" diyerek arkamdan çekildiğinde yanımdan dolanarak karşıma geçti. Bana gerçekten nefretle bakan gözleriyle göz göze geldiğimde içim bir tuhaf oldum. Halbuki, yabancısı değildim bu bakışların. "Ne saçmalıyorsun? Çabuk çöz beni" dedim, ondan korktuğumu belli etmemek için sesimin güçlü çıkmasına özen gösteriyordum. kafasını ağır ağır iki yana salladı. "Önce oyun oynayacağız. Annenin küçükken sana öğrettiği oyunlardan biri. Hayatta kalma oyunu" dediğinde, gözlerim korkuyla dolmaya başladı. "O oyunu oynamak istemiyorum" dedim, kafamı yana çevirip dolmuş gözlerimi ondan gizlerken. Hayır, her seferinde karşısında güçsüz duruma düşemezdim. "Ama sen o oyunu çok severdin. Her seferinde bir şekilde hayatta kalmayı başarırdın. Bakalım bu gece de buradan sağ çıkmayı başaeabilecekmisin" dudaklarında şeytani bir gülüş belirdi. Bu hali beni korkutuyordu. Bir ses ve farklı bir sahne. Aynı depo ama tek değilim. Sadece o ve ben de yokuz. Biri daha var. İçimi küle çevirecek biri daha var. Tam karşımda duruyor. Artık sandalyede bağlı değilim. Ayakta duruyorum. Fazlasıyla yıpranmış bir halde hemde. Bir silah var elimde. Namlunun ucunu karşımdaki kişiye tutmuşum. korkuyla bakmıyor gözleri bana. "Evet küçük. Hayatta kalma oyunu başlasın bakalım" diyerek alkış yaparak yanımıza doğru geliyor. Tam ikimizin arasına geldiğinde duruyor ve ellerini arkasında birleştiriyor. "Hadi, tekrardan, hep olduğu gibi, hayatta kalmak için savaş" diyor, nefret kokan sesi. Ve zevkle parlayan gözleri. Yüzümde, ona olan nefretimi gerçeğiyle gösteren bir ifade yer alıyor. "Hayatta kalmak için, vurabilecekmisin onu" işte, hayatta kalma oyununun acı kuralı. Yaşamak için öldür. "Senin beni vurmayı geçtim, bana dokunmaya bile gücün yetmez" dedi, namlunun ucundaki iğrenç ses. "Hayatta kalmak istiyormusun?" Diyen ses beynimin içinde defalarca kez çalkalandı. Gözlerimi sıkı sıkı yumduğum esnada bir silah patladı. Kulağımın zarını patlatacak şiddette bir silah sesi. Fazlasıyla rahatsı edici bir çınlama kulaklarımda. Gözlerimi açıyorum. Fakat etraf zifiri karanlık. Yerde çökmüşüm. Su damlalarının sesini duyuyorum. Kafamı eğip dizlerimin üzerinde duran ellerime bakıyorum. Kan. Parmaklarımın arasından damlıyor kanlar. Ellerimin her yeri kırmızı renginde. Önümdeki zeminde ise, bir silah. Hayatta kalmıştım. kırmızıdan nefret ediyorum. Ondan nefret ediyorum. karanlık artık ürkütücü. Artık onun olduğu her yer soğuk. Gözlerimi korkuyla açıp yatakta bir hışımla doğrulduğumda, elim göğsüme gitti. Nefes nefeseydim. Yutkunmakta güçlük çekiyordum. Boğazım kupkuruydu. Alt dudağımda dilimi gezdirdiğimde, üzerimdeki battaniyeyi üzerimden çelip kenara attım. Ayaklarımı yatakta sarktığımda, yatakta oturur bir pozisyona geldim. Saçlarım terlediğimi belli eder şekilde yüzüme yapışmıştı. Yüzüme yapışan ve beni rahatsız eden saçlarımı elimle toplayıp arkama attım. Gözlerim gördüğüm kabusun etkisi ve korkusuyla, irice açılmıştı. Elim hala göğsümdeyken, hala ard arda nefesler alıp veriyordum. Boğuluyordum. O kabusta ben boğuluyordum. Doğmaya yakın güneşten dolayı odanın için biraz da olsa önümü görebileceğim kadar aydınlıktı. Ellerimi gözümün önüne getirip, tedirginlikle avuçlarıma baktım. Kan yoktu. Avuçlarımda kirli bir kan yoktu. Temizdim. Hayatta kalmak için birine zarar vermemiştim. Büyük bir oh çektiğimde, gözlerimi bir süreliğine sıkıca yumdum. Öncelikle kendime gelmem gerekiyordu. Gördüğüm kabus normal değildi. Yüzünü göremediğim kişiler, tanıdık ama bir o kadar da yabancı olan sesler, o oyundan haberdar olan biri. Bunlar beni nefessiz bırakıyordu. Kabus Nefes. Sadece kötü bir kabus. Zihninin sana bir oyunu. Kabusların ve rüyaların daima tersi çıkar. Salin ol. Sakin ol, Nefes. Defalarca kez kendimi buna indandırmak için içimde aynı şeyleri geçirdim. O kabus beni her ne kadar ürkütse de bunun bilinç altımın bir oyunu olduğuna inanarak yatağa geri uzanıp, battaniyeyi üzerime çektim. Kendimi güvende hissetmek için, battaniyeye iyice sarıldım. Gözlerimi zorlukla yumdum. Fakat içinde bir his vardı. Bana bu kabusun öylesine olmadığını söyleyen bir his. Beni, birşeye hazırlar gibi içimde sessizce uyanmayı bekleyen bir his... Sabah, uyandıktan sonra kızlarla birlikte aşağı kahvaltı hazırlamak için inmiştik. Bu sabah buradaki son kahvaltım olduğu için, kızlar güzel bir kahvaltı hazırlamak istemişlerdi. Bana hiçbir şey yaptırmamış, inatla mutfaktaki masaya oturtmuş, kalkıp onlara yardım etmeme de izin vermemişlerdi. Bugün biraz durgundum. Ve benim bu durgunluğumun aynısından kızların da üzerinde vardı. Biliyordum, gitmeme üzülüyorlardı. Farkındaydım, ikisi de gitmemi istemiyorlardı. Ama ben buna mecburdum. İşte bunu da biliyorlardı. Burada geçirdiğim her an biraz daha canımın acıdığını biliyorlardı. O yüzden, bildikleri için seslerini çıkarmıyor, ama üzüldüklerini belli etmemeye çalışsalar da üzüldüklerini görebiliyordum. Ben de üzülüyordum. Farkında olmadan buraya ve burada tanıdığım insanlara bağlandığımı bende biliyordum. Kolay değildi öyle çekip gitmek. Kolay değildi, veda etmek. Sevdiğin insanlara... En azından kızların sofrayı kurmalarına yardım etmiştim. Şimdi hepimiz, mutfaktaki masanın etrafında toplanmıştık. Asiye hanım, İlyas, karayel, Sare, ben, Roza ve Yusuf bey. Yusuf bey, dün gece geç saatte anca eve gelebilmişti. Gideceğim de haberi vardı. Sare, babasıyla bu konuyu konuşmuştu. Hepimizin üzerinde bir sessizlik vardı ve herkes tabağına aldıklarını yiyiyordu. Asiye hanım ve Yusuf bey masanın baş köşesindelerdi. İlyas ve Karayel tam karşımda otururken, Roza ve Sare iki yanımda oturuyorlardı ve ben tam ortlarındaydım. "peki, bu evlilik işi ne olacak?" Diye sorarak, sessizliği bozan, Yusuf beydi. Bir anda herkes kahvaltıyı bırakıp bakışlarını ben ve karayelin üzerine çevirdiğinde, bakışlarım, çatalı tutan elimin yüzük takılı parmağına kaydı. Hala parmağımdaydı. Yüzükden çektiğim zor bakışlarımı Karayele değdirdim. O, bu sabah çok garip gelmişti gözüme. Bakışları bendeydi. "Saçma ve gereksiz bir birliktelikti. Sadece beni korumak için yapılan sahte bir evlilikti," dedim, bakışlarımı karayelden ayırıp basanın baş köşesinde oturan Yusuf beye çevirdiğimde. Saçlarının çoğuna aklar düşmüş adam, ihtiyatla başını sallayarak sözlerimi onayladı. "Yani, resmiyete dökülmüş bir evliliğimiz yok." Dedi, Karayel, hala bakışlarını üzerimde hissediyordum. "Çıkarlar uğruna kurulmuş, sahte bir ilişki..." diye mırıldandım kendi kendime. Bakışlarımı tekrar tabağıma çevirdiğimde kısa süre içinde yine masa sessizliğe bürünmüştü. Göğüs kafesim sıkışıyordu. Bu normal miydi? Bir kaç dakika sonra Yusuf bey, kahvaltısını bitirdiğinde sofradan kalkmıştı. "Şuradan zeytini uzatırmısın Sural?" Dedi, Roza. Kafamı kaldırıp onlara baktım. "Bunu mu?" Diye sordu İlyas eline aldığı zeytin dolu kaseyi Rozaya göstererek. "Zeytinin ne olduğunu bildiğini düşünüyorum" dedi, Roza elini ilyasın elindeki zeytin kasesine uzatarak. Kaseyi geri kendine çekti İlyas. "Çok kabasın Alemdar. Biraz nezaket. Lütfen." Dedi, sesinden eğlendiği belli oluyordu. Roza, sabır diler gibi gözlerini derin bir iç çekerek kısa süreliğine yumup açtığında. "Şu zeytini verecekmisin sural?" Diye sordu, tahmülsüzce. Dudakları sinsice yukarı kıvrıldı İlyasın. Sandalyesinden kalkarak elindeki kaseyi masaya uzanarak Rozanın tabağına yaklaştırdı. Bir tane zeytini Rozanın tabağına bıraktığında çekilip geri yerime oturdu. "Afiyet olsun, kaçık" dedi, keyifle. Daha sonra tekrar oturduğu sandalyeden kalktı İlyas. Mutfaktan çıkmak için adımlar attığı sırada, bir hışımla ardından Roza da kalktı masadan. Koşar adımlarla daha mutfaktan çıkmamış İlyasın arkasından gidip ilyasın boyuna yetişmek için yükseldiğinde, iki eliyle birden arkadan ilyasın saçlarına yapıştı. İlyasın kafası geri geri çekilirken zavallı adamda acı dolu bir inilti koptu. "Lan! Bırak lan saçımı!" Diye yakındı İlyas. "Ama artık yetti yani. Yetti." Diyerek daha çok çekti ilyasın saçlarını Roza. Boyu İlyas'a o kadar yetmiyordu ki, adamın kafasını geri çeke çeke kıracak diye korkmuyordum değil yani. kendimi tutamayıp bu hallerine güldüğümde, ikiside söylene söylene mutfaktan çıktılar. Benim de kahvaltım bitmişti. Çatalımı boş tabağıma bıraktığımda, sandalyemi geri çekerek masadan kalktım. "Nefes!" Diye bağıran Rozanın sesini işittim. "Nefes çabuk buraya gelin!" Sesi dışarıdan geliyordu. Anlamazlıkla çatılan kaşlarım hala masada oturan Karayele döndüğünde bakışlarından onun da şaşkın olduğunu anlayabilmiştim. Hızlı adımlarla mutfaktan çıktığımda, koşar adımlarla evin açık kapısına doğru yürüdüm. Fortmantodan aldığım ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra evin kapısından çıktığımda, bahçeye çevirdiğim bakışlarım ve gördüklerim beni bozguna uğratmıştı. "Baba..." dediğim an arkamda birinin varlığını hissettim. Tanıdım gelen kokusu, arkamdakinin karayel olduğunu gösteriyordu. Selim Soykan, buradaydı. Buraya gelmişti. Bu evin bahçesindeydi. O, buraya neden ve nasıl gelmişti. "Senin ejdadını..." diyerek bir hışımla yanımdan geçerek evden çıktı ve o iki masamağı hızla inerek bahçenin kapısının oradaki adama doğru koşar adımlarla yürümeye başladı Karayel. "Yaman," diyerek bende beğinden koşmaya başladım. Çünkü bu gidişi asla hayra alamet değildi. Selim Soykan ve Yaman Karayel karşı karşıya geldiğinde, tam karayelin yanında duruyordum. Selim Soykan tek gelmemişti, yanında karısını da getirmişti. Suzan Soykan. Suza Soykanın bakışları benim üzerindeydi. Çaresiz, pişman ve acınası bakışları. Duygusuz biri gibi bakıyordum gözlerine. "Ne işin var lan senin burada?" Diye çıkıştı Karayel. "Seninle ilgili bir sorunum yok. Ben kızımı almaya geldim." Dediğinde, bakışlarını bana çevirdi Selim Soykan. Üsten üsten memnuniyetsizce bana bakıyordu. İki arabayla gelmişti. Sözde beni almaya. "Yok senin burada kızın falan. Şimdi al adamlarını siktir git evimden Soykan" dedi, karayel, öfkeyle. "Yürü Nefes." Dedi, Selim Soykan. Karayelin arkasına sindiğimde, kafamı hızla iki yana salladım. Onla gidemezdim. Cehenneme tekrar dönemezdim. "Nefes, annecim yapma böyle. Burada bu adamla kalamazsın." Dedi, Suzan Soykan, yalvarırı gibi bir sesle. Karayelin arkasından çıkıp onu karşısına geçtim. bakışlarımı gözlerine diktiğimde, kollarını açıp bana sarılmak için bir adım attığında, anında geriye çekildim. "Orada dur Suzan Soykan" dedim, elimi uzatıp aramıza bir duvar gibi koyduğumda. Adımları durduğunda, yüzündeki o silik gülümseme silindi. Havada asılı kalan kolları yanına düştüğünde, "Annenin sana sarılmasına izin vermeyecekmisin?" Diye sordu, çaresizlikle. "Bir annem olsaydı belki. Ama benim annem öleli çok oldu, Suzan Soykan." "Burdayım ya annem. Geldim ya sana ben. Yapma böyle yalvarırım." Gözlerim dolmaya başladığımda dolan gözlerim gizlemek için alayla güldüm. "Ben sana yalvarırken nerdeydin? 'Anne' diye her acıyla yalvardığımda nerdeydin? Ben ağlarken, sen neredeydin?," kafamı alayla iki yana salladım. "Geldin öylemi? Sen, bana geldin? Benim için mi bana geldin yoksa kocan olacak adam seni buna mecbur bıraktığı için mi buraya kadar geldin. Ha Suzan Soykan?" Bakışlarını gözlerimden kaçırdı. "Sen daha gözlerimin içine bakmayı bile beceremiyorsun. Bir de anne olmayı mı becereceksin? Ne o, yoksa gözlerimdeki acıyı mı gördün? Bende açtığın yaraları, izi kalmış yaralarımı mı gördün?" Diye sordum, nefretle gözlerine bakmaya çalışarak. "Biliyorsun... mecburdum. Benim, benim başka çarem yoktu ki..." dedi, omzuları çöktüğünde çaresizce. "Madem o zaman bir çaren yoktu. Şimdi de yok demektir, Suzan Soykan. Çünkü sen yine kocasının kuyruğundan ayrılmayan bir kadınsın" Göz bebekleri acıyla titredi. Sözlerim canını yakıyordu, biliyordum. Ama benim canım onunkinden daha çok yanıyordu. Benim kalbim, onun kalbinden daha çok kanıyordu. Ben yanıyordum. "Kes sesini ve yürü arabaya." Dedi, Selim Soykan. Dudaklarımda hala alaylı gülümsemem varken, bakışlarımı ona çevirdim. "Ne o? Yoksa yine seni rezil mi ediyorum?" Diye sordum, bana nefretle bakan gözlerine bakarak. "Senin yaşadığın her gün ben zaten rezil oluyorum." Söylesene kalbim, daha ne kadar kırılabiliriz. Söyle, daha kaç parçaya ayıracaklar seni? Dolan gözümden bir damla yaş süzüldü yanağımdan aşağı. "Etrafında kameralar yok diye mi bu kadar rahat konuşuyorsun? Yoksa artık gerçek yüzünü gizleme gereksiminde bulunmuyormusun?" Bana doğru bir adım attı. Öfkeyle dişlerini sıktığını gördüm. "Şerefimi iki paralık etmene müsade yok!" Diye öfkeyle üzerime yürüdüğü esnada korkuyla geri çekildiğimde, oynama vurmak için elini kaldırmıştı. Tam bana vuracağı esnada, "Siksinler senin şerefini!" Diye, gürleyerek Selim Soykanın bana kaldırdığı elini havada tutarak tüm heybetiyle araya girdi, Karayel. Karayelin ardında kaldığımda, onun Selim Soykan'a öfkeyle bakan gözlerini gördüm. Bu gözler, bu bakışlar beni ürkütüyordu. Onun böyle öfkeyle bakan gözlerini görmek, beni ondan korkmaya sürüklüyordu. Çünkü bu gözler, karşısındakini öldürmek ister gibi bakıyordu. "Sen çekil. Kızımla benim aramda bu." Karayelin, Selim Soykanın tutuğu bileğini sıktığını kasılan parmaklarından farketmiştim. Ortamda, farklı bir hava vardı. Gerginlik hakimdi. "Kızın benim yanımda. O benim yanımdayken kimsenin onun benim yanımdan bir adım bile uzağa götürmesine müsadem olmadığını sana o gece söyledim! Sözlerimi ciddiye almayıp kapıma gelmen senin zararına olur!" Dedi, karayel sıktığı dişlerinin arasından. Selim Soykan, yine güzel giden herşeyi gelişiyle mahvetmişti. "Nefes, bu adam sana zarar verir kızım. Dinle beni. Gel bizimle." Yine onun kanıma dokunan o sesi. Bu kadın benim onun kızı olmadığımı acaba ne zaman anlayacaktı. "Senin ne yaptığını öğrendiğinde, senin yanında kalmaya devam ederim sanıyorsun?" Dedi, Selim Soykan karayelin tutuğu bileğini hızla çekip ondan kurtarırken. Kaşlarım, onun sözlerinin ardından anlamazlıkla çatıldığında, bir adım öne çıktım. "Ne yapmış, Karayel?" Diye sordum. Selim Soykanın dudaklarında, şeytani bir gülüş belirdiğinde, bu midemi bulandırdı. "Soykanların tüm mal varlığını, yalandan bir borç karşılığında aldı." Bedenim, kaskatı kesildiğinde, ayağım sanki bir çukura basmışım gibi tökezledi. Bilinçsizce bir adım geriye doğru sendelediğimde, yer sanki ayaklarımın altından kaydı. "Ne? Ne yaptı?" Diyebildim güç bela çıkan sesimle. Hayır. Olamaz. Olamaz. Bir insan, biri tarafından daha kaç kez hayal kırıklığına uğrar. Hayır Allahım. Lütfen, bu gerçek olmasın. Hasta bedenim, daha fazlasını kaldıramaz. Dolan gözlerimi ona çevirdiğimde, bana bakıyordu. "Yaptın mı?" Diye sordum, ağlamaklı bir sesle. "Beni intikamdan vazgeçtiğine inandırarak, ailemi mahvettin mi?" "Seni intikamı için kaçırmış ve kullanmış bir adamın yanında kalmaya, devam edecek misin? Nefes Soykan. Kardeşin geleceğini ve hayatını mahveden bu adamla kalacakmısın? Kardeşine ihanet mi edeceksin?" Yine yapıyordu işet. Yine Merti kullanarak beni etkisi altına almaya çalışıyordu. Beni yine... yine kardeşimle tehtid ediyordu. Hangi baba öz evladına bunu yapardı? "Yalan söylemeyi kes Soykan!" Diye araya girdi Karayel. Yönünü bana dönerek tam karşımda durdu. "Yapmadım," dedi gözlerimin içine bakarak. "Deniz kızı, ailene bunu ben yapmadım" Sesi, inanmamı ister gibi çıkmıştı. Karayel, kendisine inanmamı istiyordu. Gözlerini gözlerime diktiğinde, dolan gözlerimden bir damla yaş süzüldü. "Deniz kızı, ben sana bir kere intikamdan vazgeçtim dedim. Seni hayal kırıklığına uğratmam." Kafamı inanmak ister gibi iki yana salladım. "Sen," dediğim esnadan karayel, belinden silahını çıkardı. Uzanıp elimi tutuğunda, "Eğer bunu benim yaptığıma inanıyorsan çek vur beni. Gram koymaz." Dedi, silahı avucuma bıraktığında. Elime bıraktığı silaha takıldı bakışlarım. Eğer yapsaydı, kabul ederdi. Karayel, bana hiçbir zaman yalan söylemedi. O, gerçekleri hep yüzüme vurandı. Nefretini benden asla gizlemeyendi. Eğer bunu yapsaydı, inkar etmezdi. Sert bakışlarım, karayelin ardındaki Selim Soykan'a döndü. Elimde tutuğum silahla birlikte ona doğru yürümeye başladığımda, aşağalayıcı bakışları yine üzerindeydi. Elimde tutuğum silahla karşısına dikildiğimde, "Soykanları mahveden biri varsa, emin o da senindir Selim Soykan," dedim, gözlerine nefretle bakarken. "Bunu sana ve o leş ailene o yapmadı. Hem, senin sadece onların canını yakmadığına da eminim. Senin gibi şereften yoksun bir adam, kim bilir kaç günahsız canı yakmıştır." Sözlerimin onu nasıl sinirlendirdiğini, çenesinde beliren damarlarından anlayabiliyordum. Yumruk yaptığı elini daha yeni farketmiştim. Bana doğru bir adım attığında, "Unutma ki sende benim kızımsın. Ne kadar istemesem de gerçek bu. Ve senin damarlarında, benim kanım dolaşıyor." O kandan nefret ediyorum. Herşeyimle. Tiksiniyordu. Benim kanım olduğunu söylerken bundan tiksiniyordu. Ve sırf beni gıcık etmek için özellikle yapıyordu. "Defol git buradan Selim Soykan" dedim. "Senin en güvendiğin dağlara, kar yağmaya mahkum" Son söylediği şey buydu. Ve bunu, ardımdaki karayele bakarak söylemişti. Benim en güvendiğim dağ sendin. Sana kar yağdı. Daha ne olsun, baba... Karısına yaptığı tek göz hareketine, kocasından emir almıştı Suzan Soykan. Gözlerimin içine, gitmek istemiyormuş gibi bakarak tıpış tıpış arkasını bana dönerek bahçenin dışındaki arabasına yürüdü. Her zaman olduğu gibi, kocasının kuklası bir kadın olarak, şöförün açtığı kapıdan arabanın arka koltuğuna bindi. Selim Soykan bahçeden çıktığında şöförün kendisi işçin açtığı kapıdan arabaya bindi. Arabanın arka camı açıldığında, Suzan Soykan kafasını arabanın camından çıkartarak bana baktı. Araba hareket etmeye başladığında, araba gözden kaybolana kadar bana baktı ve Suzan Soykan, araba gözden kaybolana kadar gözlerini bir an olsun benden ayırmadı. Gittiklerinde omuzlarım sanki dakikalardır en ağır taşları taşıyormuşum gibi bir anda çöktü. Titrek bir nefes dudaklarımda can bulup havaya karıştığında, karnıma giren kramplar, olduğum yere çökmem gerektiğini vurguluyordu. Dik dur, Nefes. Yıkılma, Nefes. Nefes, yıkılma. Karayelin yanıma geldiğini kafamı çevirdiğimde daha yeni farkediyordum. Bakışları benim üzerimdeydi. Yanıma döndüğümde, elimdeki silahı, tutup eline bıraktım. "Güvenimi yıktığın gün, çeker vururum seni. Ama bunu, gerçek bir silahla değil, ihanetle yaparım karayel" Sadece Nefes, daha az can yakmazdı. Sadece Nefes, daha çok can yakardı. Ve lütfen karayel, güvenimi yıkma. Zaten gideceğim, o vakte kadar beni incitecek hiçbir şey yapma. Lütfen, beni kırma. Yanından geçip gittiğimde eve doğru yürümeye başladım. Yanıma doğru gelen Sare, koluma girdi. "Nefes, iyimisin?" "Çok iyiyim" dedim, gülümseyerek. "Allahtan babam evde değildi. Yoksa kesinlikle kan çıkardı." "Zor olmadı mı? Annemin katilini görmek. Zor gelmedi mi sana?" Her seferinde ona annesini hatırlatarak canını yaktığının farkındaydım. Ama, böyle yapmamalıydı. Benim için bile zorken, o acıyı yaşayan oydu. Böyle tüm onlar yaşanmamış gibi davranması bana normal gelmiyordu. O naif ve temiz kalbi acıyordu biliyordum. Ama o bunu bilmiyormuş gibi davranıyordu. "Ben o günleri çoktan aştım Nefes. Annesizliğe çoktan alıştım. Kolay değil, ama annesiz yaşamayı öğrendim" Hayat, hep en masumların canını yakardı. Hayat, annesiz çocuklara asla acımazdı. Hayat, annesi ve babası olmayanları yakardı. Hayat, biz annesizleri yıkardı. Hayat acımasızdı, merhamet beklemek ise aptallıktı. 🚂 & Bahçede üzerine soğuk havadan korunmak için aldığı bir şal ile dolaşıyordu Roza. İçini yiyip bitiren düşüncelerini zihninin bir köşesine atma işlemini bir türlü beceremiyordu ve bu onun canını fazlasıyla sıkıyordu. Bu düğünden kaçma işi böyle kötü bir sonuç almamalıydı. Karadenizi terketmesi gerekirken, Rize'den, Trabzon'a kaçmış olması tam bir fiyaskoydu. Düğünden kaçarak kim olduğunu bir kez daha onu zorla evlendirmek isteyen babasına kanıtlamıştı. Babasının kızı. Fakat, babasının da kendisi kadar inatçı, gözü karardığında kimseyi tanımayıp herşeyi yapabileceğini de biliyordu. Bunu bilmek ise onu biraz olsun endişelendirmiyor değildi. Bir haftadır burada kalıyordu. Evet, belki babası hala onu bulamamış olabilirdi. Ama bu asla bulamayacağı anlamına gelmiyordu. Gerekirse tüm Karadeniz ile birlikte tüm ülkenin her yerini delik deşik eder, aranmadık yer bırakmazdı ama onu bulurdu. Bunu biliyordu, bunu bildiği için bir an önce birşey yapmalıydı. İstemediği, sevmediği bir adamla evlenmesi mümkün değildi. Kimse ona istemediği birşeyi yaptıramazdı. Babası da bunu bilmesine rağmen Rozanın inadına gitmişti. Onu sınamıştı, onunöevbur bırakmaya çalışmıştı. Sonucunda ise zararlı çıkan kendisi olmuştu. O Roza Alemdardı. Ona zorla birşey yaptırılamazdı. O kaçıktı. Tıpkı, ilyasın dediği gibi. Aklından deli deli düşünceler geçiyordu. Ne yapacağı konusunda ikilemdeyim. Ama çebmer, daralıyordu. Babası her an kapıya dayanabilir ve onu bulabilirdi. Göz alanına bahçeden içeri giren İlyas girdi. Onu gördüğünde, adımları kesili verdi Rozanın. Olduğu yerde kaldığında, bakışları kendisine doğru gelen adamdayı. Adam, ona doğru her adım attığında kalbi biraz daha hızlı atmaya başlıyordu Rozanın. Nefesi adam karşısına geçtiğinde kesildi. Nefes almayı unuttu kız. Genç adam, kızın karşısında durduğunda, baştan aşağı onu süzdü kız. Üzerinde, siyah bir eşofman, siyah bir de swhittişört vardı. Saçlarını özenle şekillendirmişti adam. Ela gözlerine baktı kız. Kesinlikle büyüleyiciydi. Yoksa o gözlere bu kadar uzun uzun bakmanın başka bir anlamı olamazdı. "Ela gözlü adam," dedi kız. Afalladı adam. Kızın ona ne diye hitap ettiğini sorguladı. Ela gözlü adam, kulağa fazlasıyla hoş geliyordu. "Ne dedin sen?" Diye sordu, kızın dediği şeyi bir kez daha ondan duymak için. Dişleri görünür cinsten güldü kız. "Ela gözlü adam, dedim" dedi, kız. Adamın gözlerine bir kez daha baktığında. Bunu ondan başkasından duymak belki de adamın kulağına bu kadar hoş gelmezdi ama ondan duymak, kesinlikle hoştu. Ve hatta, mükemmeldi. Defalarca kez içinden tekrar etti adam. Kesinlikle hoştu. Kızın ona böyle hitap etmesi onu sevindirmişti. "Hava kararıyor, bu soğukta ne işin var dışarıda?" Diye sordu, İlyas. Omuz silkti Roza. "Biraz düşünmek için hava almak istedim." Dedi, kollarını göğsünde birleştirdiğinde. "Eee düşündün mü bakalı. O şey her neyse" dedi, İlyas. Tıpkı Rozanın yaptığı gibi kollarını göğsünde birleştirip, gözlerini kıza diktiğinde. "Düşündüm. Ve bir karara vardım." Dedi Roza. "Babam beni her an bulabilir. Hatta geç bile kaldı. O salak adamla evlenmek gibi bir niyetim yok. Ve o adamla evlenmemek için yapacağım şeyi buldum." Dedi, kız. Rozanın aklından ne geçiyordu merak ediyordu İlyas. "Ne yapacaksın peki, kaçak gelin?" Diye sordu. Fakat içinden bir ses bu soruyu asla sormaması gerektiğini söylüyordu. Rozanın, yüzünde mahçup bir ifade oluştuğunda, göğsünde bağladığı ellerini çözdü. Yanına indirdiği elleriyle üzerindeki pijamanın kenarlarını kavradı. Alt dudağını dişlediğinde, kirpiklerinin altından masumca İlyas'a bakarak ona doğru bir adım attı. "Benimle evlenirmisin İlyas Sural?" İlyas bir anda beyninden vurulmuşa döndüğünde, kızın ağzından çıkan her bir kelime kalbine bir ok gibi saplandı. Kaşları şaşkınlıkla çatıldığında, göz bebekleri irileşti. Göğsünde bağladığı elleri istemsizce çözülüp yanına düştüğünde, bir adım geriledi. Roza, ona bir adım daha attı. İlyas bir adım daha geriledi. Roza, bir adım daha attı ona doğru. "Gelme kız üstüme" dedi, İlyas çatık bir sesle. "Sen ne dediğinin farkındamısın?" Diye soraraken geriye doğru bir adım daha attı. "Evet," dedi Roza, ilyasın geriye attığı adıma karşılık üstüne giderek bir adım daha attığında. "Benimle evlenirmisin, dedim. Benden kaç demedim Sural. Geriye gitmeyi bırak salak adam!" Diye sonunda bağırdığında, geriye adım atmayı bıraktı İlyas. Duruşunu Rozanın karşısında dikleştirdiğinde, kafasını dik tutu. "Seninle evlenmek mi? Bunun için kafayı sıyırmış olmam gerek. Ve aklım gayet başımda, Alemdar." Dedi, İlyas, kızın gözlerine bakarak. "Sana aşık olduğumdan benimle evlen demedim Sural. Babam beni bulduğunda o adamla evlendirmesin diye dedim. Formaliteden yani. Anladın. Kapiş?" Diyerek elini havada şıklattı Roza. Aşık olduğu için de evlenme teklifi edebilirdi ayrıca. Ne vardı bunda bu kadar abartılacak? Dudağının kenarı en ukalasından yukarı doğru kıvrıldı, İlyasın. Baştan aşağı karşısındaki kızı süzdü. Ona evlenme teklifi etmişti. Sırf mecbur olduğu için bile olsa ona evlenme teklifi etmişti. Bu hoşuna gitmişti ilyasın. "kendini kurtarmak için beni ateşine çekiyorsun yani?" Dedi, harfleri uzata uzata. Ve İlyas Sural, Roza Alemdarın ateşine çekilmeye fazlasıyla razıydı. "Evet, kabul edecekmisin artık? Dondum burada." Diye çemkirdi hemen Roza. Sinsice tekrar güldü İlyas. "Kabul edeceğim, ama bir şartla," "Ne şartı?" Diye sordu Roza. Kızın üzerine doğru eğildi adam. "Bir öpücüğünü alırım, Alemdar" Buz kesti Roza. Bu akıl yoksunu adam, onu öpmek konusunda sahiden çok ciddiydi. & Nefes Soykan anlatımıyla; Artık akşam olmuştu. İçimdeki o garip ve anlamsız hisle her ne kadar baş edemesemde bu bir türlü bitmek bilmeyen günün akşamına varmıştım. Buradaki son günümün bu denli berbat geçeceğini düşünmemiştim. Soykan ailesinin gelip de canımı sıkacağını, hiç düşünmemiştim. Bu kadar kolay gitmelerini de beklemiyordum. Bir tuhaftı herşey. Herşey bir garipti. Ya da sadece böyle hisseden bendim. Sanırım hala dün gece gördüğüm kabusun etkinindeydim. Çok uyuyamamıştım zaten o kabustan sonra. Sabah erkenden uyanıp, yatakta boş boş oturup kızların kalkmasını beklemiştim. Hatırlamaya, görmeye çalışmıştım. Kabustaki o iki yüzün kimlere ait olduğunu. O tanıdık ama bir türlü kime ait olduğunu algılayamadığım seslerin kime ait olduğunu. Hayat oyunu, demişti birisi. O oyunun adını duymak bile tüylerimi diken diken ediyordu. O kabustan, çıkarmam gereken bir anlam falan yoktu değil mi? Gider ayak ne olabilirdi ki. Salonun duvarındaki asılı saate diktim bakışlarımı. Otobüsün kalkmasına yalnızca bir saat kalmıştı. Bir saat sonra, ben Trabzonu terk edecektim. Oturduğum yerden kalktığımda, salondan çıkmak için kapıya adımlarımı attım. Salondan çıktığımda, merdivenlerden aşağı inen karayel ile karşılaştım. Kafasını eğdiği yerden kaldırdığında, gözlerimiz kesişti. Yüzümde samimi bir gülümseme oluştu. "Karayel," "Deniz kızı" "Otobüsümün kalkmasına bir saat kaldı. Beni, otogara götürebilirmisin?" Gözleri, yüzümün her biz zerresinde gezindi. "Kırlangıcı kafesinde tutamazsın değil mi? O daima özgür kalmak için çabalar." Kafamı sallayarak onu onayladım. "Çünkü kırlangıç, özgürlük kuşu. Onu kafeste tutmak, onu öldürmekle birdir." Onun da dudaklarında bir gülümseme oluştu. "O zaman kırlangıcı özgür bırakmak icap eder. Kendi yolunu bulabilsin diye." Kafamı yana eğdim. "O zaman, gitmek içap eder." "Gitmen içap eder, deniz kızı" "Ben kızlara haber vereyim. Birde gidip valizimi odadan alayım." Dedim. kafasını sallayarak beni onayladı. Yanından geçtiğimde, sadece son bir kez, o konusunu iyice içime çektim. çünkü bu, sondu. Yukarı çıktığımda, odadan valizimi aldım, Sarenin benim için yatağım üzerine bıraktığı kabanı da zaten üzerime giyinmiştim. Merdivenleri indiğimde, evin kapısının açık olduğunu gördüm. Elimde taşıdığım valizle, kapıya doğru gittiğim esnada, mutfaktaki Asiye hanımı gördüm. Akşam için yemek yapıyordu. Elimdeki valizi yere bıraktığımda, mutfaktan içeri girdim. "Asiye hanım" diyerek kendisine seslendim. Tencereyi karıştıran eli durduğunda kafasını çevirip bana baktı. "Ben gidiyorum da, sizinle de vedalaşmak istedim." Dedim, çekinerek. Tahta kaşığı tencerenin içinde bıraktığında bana döndü. "Artuk gitma vaktun geldu mi?" Diye sordu. Gülerek kafamı salladım. "Evet, gidiyorum." "O vakit yolun açuk olsun" "sağolun" dedikten sonra arkamı döndüm. "Eğer geru gelmeyu aklundan geçurırsan, bu evun kapusu sa daima açuktur" durdum, omzumun üzerinden Asiye hanıma baktım. İlk defa, hissettiğim anne şevkatiyle dudaklarımda derin bir gülümseme yer aldı. "Tekrar, sağolun Asiye hanım." Mutfaktan çıktığımda, kapının önüne geldim. Ayakkabılarımı ayağıma giyindiğimde, valizimi de alarak kapıdan çıktım. Elimdeki valizle birlikte, bahçenin çıkışına doğru yürümeye başladım. Bahçe kapısına geldiğimde, karayelin arabası ve ayrıyeyten iki araba daha vardı. Çınar ve ilyasın arabaları. Onlar da gelecekti, kızlar ile birlikte. Valizimi arabanın yanına bıraktığımda, Hemen arabanın yanında duran karayel gelip valizi bıraktığım yerden aldı. Bu evi asla unutmayacaktım. İçinde yaşayan insanları, bu evde geçirdiğim iyi kötü her günü. Bu eve ilk geldiğim günü. Sareyle ilk tanışmamı, arızanın ilk geldiği günü, o çardakta oturup gökyüzünü seyrettiğim zamanları. Ben Trabzonu unutmayacaktım. Yeri bende hep ayrı kalacaktı. Derin bir iç çektiğimde, arkamı döndüm. Arabanın ön kapısını açıp arabaya bindim ve kapıyı ardımdan kapattım. Karayel de valizimi arabanın bagajına koyduğunda gelip arabaya bindi. O arabayı çalıştırmaya başladığında, bende kafamı çevirip camdan dışarı baktım. "Beni buraya zorla getirdiğin o ilk gün, senden ilk o gün nefret etmiştim" dedim, camdan dışarıyı seyrederken. "Şimdi de bensiz, kendi isteğinle buradan gidiyorsun." "Çünkü burada kalmak yakışmaz bana." Yaklaşık yirmi- yirmi beş dakikanın ardından, Trabzon otogarına gelmiştik. Karayel arabasını parkettiğinde, arabadan indim. Bizim ardımızdan otogara Çınar, İlyas ve Rozayla Sare de gelmişti. Karayel valizimi arabanın bagajından aldığında, yanıma geldi. "Ben şunu otobüsüne bırakıp geliyorum" dediğinde kafamı sallayarak onun onayladım. On dakikası otogardaydık ve otobüsün hareket etmesini bekliyorduk. Karayel valizimi, otobüsün bagajına bırakmaları için bırakıp gelmişti Şimdi ise, hareket etmek için bekleyen otobüsün önündeydik. Diğer insanlar gibi, vedalaşma aşamasındaydık. "Gitme vakti geldi" dedim, gülerek. "Nefes," diye dolu gözlerle hemen bana doğru gelip sarıldı Sare. Gülerek onun sarılışına ona sıkı sıkı sarılarak karşılık verdim. "Kendine dikkat et olur mu? Çok dikkat et." "Özellikle de, hastalığın konusunda" dedi, kulağıma sadece benim duyabileceğim şekilde. Gözlerim dolmaya başladığında, kafamı salladım. "Sana söz, kendime çok dikkat edeceğim" birbirimizden ayrıldığımızda, "Eğer beni aramazsan gelir oraya seni bulur canına da okurum" dedi, ağlarken. güldüm. Sare geri çekildiğinde, Roza belirdi arkasında. Kollarını açarak yanıma geldi. "Maviş, gidiyormusun sahiden" dedi o da dolan gözleriyle. Kollarımı açtığımda ikimizde birbirimize sarıldık. "Gidiyorum Roza. Hemde sahiden" Rozayla birbirimize sıkı sıkı sarılıp ayrıldıktan sonra bakışlarım çınara döndü. "Kısa süreliğinde de olsa, iyi ki geldin Nefes" dediğinde Çınar ile de kısa süreliğine sarıldık. İlyasın karşısına geçtiğimde, "Daha seni tanımıyorum. Ama sevdim seni" diyerek İlyas'la da aynı şekilde sarıldık. hepsiyle vedalaştığımda, geriye yalnızca tek bir kişi kalmıştı. Vedalaşmayı asla istemediğim biri, karayel. Onun karşısına geçtiğimde, ağladığım için akan burnumu çektim. Üşüyen ellerimi kabanın uzun kolunun içine sakladığımda kafamı kaldırıp, bakışlarımı onun gözlerine çevirdim. Bir anda gök gürüldeyip, beklenmedik bir yağmur yağmaya başladığında, ben ona bakmaktan hiç vazgeçmedim. o da benim gözlerime bakıyordu. Dudaklarımı emdiğimde, önüme düşen saçlarımı elimin tersiyle geriye savurdum. "Gitme vakti geldi" dediğim esnada, "Ankara'ya gidecek olan yolcular, otobüsün kalkmasına son beş dakika kalmıştır!" Diye anons yapıldı. Son, beş dakika. "Geldiğin ilk gün, gideceğini anlamıştım." "Gelmek istemediğim yerden, gitmek mi istemeyeceğim, Karayel" Güldü. Bende güldüm. Derin bir iç çektiğimde, sessiz bir konuşma geçti gözlerimiz arasında. "Hiç mi gitme diyemezsin?" Dedi, gözlerim. "Hiç gitme diyemem" Dedi, gözleri. kalbim ağrıdı, ruhum kasıldı, göğsün sıkıştı. İçim acıdı. Çünkü ben ona veda ediyordum. Ben ona veda edemiyordum. Ben ona veda etmek istemiyordum. Neden mecburdum. Bakışlarım parmağımdaki yüzüğe kaydı. Artık onu çıkarma vakti gelmişti. Bundan kaçamazdım değil mi? parmaklarım yüzüğe gittiğinde, parmağımdaki yüzüğü tutup parmağımdan çıkarmaya başladım. Yüzüğü parmağımdan çıkardığımda, uzanıp onun elini tuttum. Kendi parmağımdan çıkardığım yüzüğü, onun avucuna bıraktım. Bu sefer, bir daha asla geri takmamak üzere bıraktım onun avuçlarına yüzüğü. "Seni, çok yakında boğan bu urgandan kurtaracağım demiştim." Dedim gülerek. Avucu kapandığında elini tutmayı bıraktım. Bakışlarımı tekrardan ona çevirdiğimde, önce gözlerime baktı. Daha sonra, avucunda benim yüzüğümü taşırken, kendi parmağındaki yüzüğe uzandı. Titrek bir nefes çektim içime. O yüzük o parmaktan çıkarsa tüm bağ çözülürdü. Göz yaşlarım ardı ardına akarken, dudaklarım titremeye başlamıştı. Çıkardı yüzüğü parmağından. Yumruk yaptığım elime uzandı. Sıktığım avucumu açtı. Ve, kendi yüzüğünü benim yaptığım gibi avucuma bıraktı. Tüm bağ, koptu. Biz, başlamadan bittik. Ağlayışım arttığında, avucumu kapatarak yüzüğü kabul ettim. Elimi bıraktı. kafamı kaldırıp, yağan yağmura, gökyüzüne baktım. Yağmur yağıyordu. Bu yağan yağmur, son baharın, yapan son yağmurlarındandı. Ve evet, sanırım ben karayele aşık olmuştum. Ben, Yaman Karayele, bir sonbahar yağmurunda aşık olmuştum. Ve ben, ona olan aşıkımı ona itiraf edemeden buradan gidiyordum. Karayel ben, sana olan tüm duygularımı da alıp senden gidiyorum... Sana hiç gelmemiş olarak, senden gidiyorum. "Ankara otobüsü kalkıyor!" Diye tekrar bir anons geçildi. Kafamı gökyüzünden çevirip tekrar onunla göz göze geldim. "Seninle vedalaşılmaz, Karayel. Sana sadece hoşçakal denir. O yüzden hoşçakal, Karayel." "Hoşçakal, Deniz kızı" Son kez gözlerine baktıktan sonra arkamı döndüm. Gözlerimi sıkıca yumduğumda, yaşlar aktı gözlerimden. Veda yaşları. Otobüsün kapısının korkuluğuna tutunarak basamakları çıkıp otobüse bindim. 23. Koltuğu benim için seçmiştik. Cam tarafıydı. Koltuğa oturduğumda hemen kafamı çevirip camdan dışarı baktım. Otobüsün kapısı kapanıp hareket etmeye başladığında, hepsine el salladım. Onlar da bana el salladı. otobüs otogardan çıktığında, artık ağlayabilirdim. Yaklaşık bir saat olmuştu otobüs yola çıkalı. Nihayet ağlamam da durmuştu. Camdan dışarıyı seyrederken otobüs bir anda ani firen yapmıştı ve otobüsteki herkes ani firenle öne savrulmuştu. Otobüs durduğunda, ani firenle önüme düşen saçlarımı kendimi toplayarak koltuğa geri oturduğumda düzelttim. Herkes, otobüsün ön tarafına bakarken, bu ani frenin neden olduğunu merak ediyorduk. Oturduğum koltuktan kalktığımda bakışlarımı, arabanın önündeki o büyük cama çevirdim. Siyah bir araba, otobüsün önünü kesmişti. Ve ben, arabanın içindeki o tanıdık yüzün kime ait olduğunu biliyordum. Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen. Yorumlarınızı merakla bekliyorum....
|
0% |