Yeni Üyelik
18.
Bölüm

16. Bölüm; Vazgeçilen

@umutkirintisiniyaz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölümü oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Oy ve yorum sayısı az olursa bölümün gelişi gecikir bilginize.

keyifli okumalar dilerim 🎀

Bölüm şarkıları; Murat Güngör; Ah sen bilmedin, Sufle, canozan; Hiç kimsenin günahı yok, Canozan; acıtır gibi severek

 

"Sevgisizliğime bir kalp vermeyen adam, sevgime mi bir kalp verecekti...?"

Canın çıkar da sesin çıkmaz ya hani. İşte ben bunu iliklerime kadar yaşıyorum şuan.

Hıçkırıklarım kesilmek bilmeden gözyaşlarım ile birlikte dudaklarımdan kaçarken, yağan yağmur tüm saçlarımı ıslatmıştı. Avuçlarımın içindeki toprağa tırnaklarımı geçirdiğim, başım dönüyordu. Sare, beni kollarımdan tutup kafamı kaldırmamı sağladığında, dolmuş gözleriyle, ağlamaktan canı çıkmış gözlerime baktı. Dudaklarını büzdüğünde beni kendine çekip sıkıca sarıldı.

Çamur olmuş ellerim öylece kucağıma düştüğünde, kafam sarenin omzuna yaslıydı. Hala hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim.

"Beni, harcamayı seçmiş. Sare, beni mahvetmeyi seçmiş..." dedim acıyla kıvranırken. Islak saçlarımın arasında parmaklarını geçindirmeye başladı Sare. Roza, yanıma gelip yere çöktüğünde, yorgun gözlerim ona döndü.

"Roza..." diye mırıldandın acizce. Bana üzgünce bakan Roza, elini yüzüme doğru uzatıp yanağımı okşadı. "Ağla, Nefes. Ağla" tekrardan hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettiğimde, "Ne yaptım ki ben ona?" Diye mırıldandım sessizce. "Neden bana bunu yaptı?" Sare, sırtıma sardığı kollarını çözdüğünde beni omuzlarımdan tutarak geri çekti.

"Sare..." dedim, içime kaçmış sesimle.

"Benim canım çok yanıyor." Gözlerimi yumduğumda, yaşlar yanğıma süzüldü. Sare, elleriyle yüzümü avuçladı. "Özür dilerim, Nefes. Biliyorum, özür dilemem canının yanmasını geçirmeyecek ama onun adına senden özür dilerim."

"Nefes!" Diye panikle bağıran Suzan Soykanın sesini duydum. Tam tepemde belirdiğinde, elindeki çantasını yere bırakarak yere eğildi. Eli ıslak saçıma gittiğinde, saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Kızım... Annem. Ne oldu sana?" Diye sordu merakla ve korkuyla bakan gözleriyle.

Ben anneme sarılmak istiyorum.

Ben, annemin göğsünde ağlamak isitiyorum.

Ben annemi istiyorum.

"Sana sarılmama, bir kez olsun izin verirmisin?" Diye sordum, yaşlı gözlerimle gözlerine bakarken. Afallamış gibiydi. Durdu, dondu. Ne kadar da alışık olmadık birşey istemiştim ondan. Kızı, annesine sarılmak için izin istiyordu.

"Bir kez olsun, kızın olabilirmiyim? Sadece bir defaya mahsus, bana annelik yaparmısın?" Göz bebekleri titredi. İçinde binlerce fırtına koptu. Susuz Soykan, kızına çok yabancıydı.

"Yine canım yanıyor, tıpkı küçüklüğümde olduğu gibi. Yine yalandan geçecek tesellilerinde bulunup, silermisin gözyaşlarımı?" Doldu gözleri, ama hiçbir şey demedi. Sadece baktı. Öylece baktı halime.

"Çok mu uzaksın bana, anne? Yetişemezmisin bana?" Titrek bir nefes verdiğini duydum. Anne...

"Nefes, ne oldu kızım?" Ne için bana sarılmıyordu? Neden? Neden bir kez olsun kızını bağrına basmayı anne şevkati göstermeyi denemiyordu? Niye beni sevmeyi tercih etmiyordu.

"Bana gelmedin değil mi?" Cevabını bildiğim soruyu soruyordum aslında. Ama ondan duymak istiyordum. Bir kere daha beden vazgeçişini onda görmek istiyordum.

"Bir numaradan mesaj geldi bana. Gel kocanı al diye. Ben, Selim burada diye geldim." Diyerek açıkladı kendini. Kafamı onu onaylayarak salladım.

"O zaman kocana geç kalma Suzan Soykan" dedim, çöktüğüm yerden, güç alarak ayağa kalktığımda. Üçü de benimle birlikte ayağa kalktı. Suzan Soykanın hiçbir şey anlamayan bakışları benim üzerimdeydi.

"Ona, bir şey mi oldu?" Diye sordu tereddütle, gözlerine korku yerleştiğinde. Yapay bir şekilde güldüm. "Olan bana oldu da, neyse..." diye mırıldandım sessizce. Yağmurda ıslanan saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Biri birşey mi yaptı?" Onu sevmeyen adama aşık bir kadındı benim annem. Onu insandan saymayan bir adama aşıktı. Ve hala, onca şeye rağmen, gururunu hiçe sayıp, kızını, beni es geçip kocasının derdindeydi.

Dudağımın kenarı en acısında yukarı doğru kıvrıldı. "Vurdum onu." Dedim umursamayarak. "Ne yaptın?" Diye sordu değşetle. "Nefes." Diyen Sarenin sesinde de endişe vardı. "Ne yaptın?" Diye soran Rozanın sesinde de şaşkınlık vardı.

"Hiç acımadan, gözümü bile kırpmadan vurdum çok sevgili kocanı" dedim, gözlerinin içine yaptığım şeyden keyif alarak bakarken. "Neden yaptın?! Neden elini onun kanına buladın?!" Şimdi de, evladını düşünen bir anne rolüne mi geçiş yapmıştı.

"Öğrendim ben. Bu yaşıma kadar yaşadıklarımın altında yatan sebebi öğrendim ben." Sözlerimin ardından getirildiğini farkettim. "Anlattı herşeyi. Hemde nefretini üzerime kusa kusa anlattı." Dedim, deli gibi gülmeye başlamıştım.

"Sen değilmişsin sevdiği kadın. O, aşkından deliye döndüğü kadından bir çocuğu olmadı, sevmediği kadından bir çocuğu oldu diye sevmemiş beni." Bir adım geriye çekildim. "Nefes, yapma..." diyordu Sarenin endişeli sesi. Suzan Soykan gözlerini kaçırdı.

"Mecburmuydun? Onunla evlenmeye, mecburmuydun? Tek başına bakamazmıydın bana. Sadece sen, büyütemezmiydin beni?" Görüyordum, içi acıyordu. Görüyordum, Suzan Soykan geçmişi hatırlıyordu.

"Çok mu sevdin onu? Beni gözden çıkaracak kadar çok mu sevdin onu? O kadar mı gözünü kör etti? Uğruna kızını feda edeceğin kadar mı? O kadar mı?" Hayır, suzan Soykan'a acımıyordum. Ben kendime acıyordum.

"Belki de o seni sevsin diye harcadın beni değil mi?" Kafasını hızla iki yana salladı. "Hayır Nefes. Beni dinle" içimde derin bir nefes çektiğimde, bir adım daha geriledim. "Çok mu kolay beni harcamak? Nedense herkes beni harcamayı seçiyor." Gözlerimden istem dışı yaşlar akmaya devam ediyordu. Başım dönüyor, midem bulanıyor. İçim bir tuhaf oluyordu.

"Bugün bile, kocana gelmişsin sen. En büyük zararı ben gördüm ama sen, yine kocana gelmişsin" sarsak bir adım daha geriledim. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Bacaklarım titriyordu. Yüzüne baktığım kadının yüzündeki şeyler yer değiştiriyordu sanki. "Ben vurdum senin kocanı. Tam omzundan. Kanlar akıyor yarasından. Yetiş kocana, gebermesin benim yüzümden." Etrafımdaki herşey dönüyordu.

Elim havaya kalktığımda parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. Zihnim boşalıyordu sanki. Ayakta durmayı unutmuş gibiydim. Beynim uyuşuyor, algımı yitiriyordum.

"Sırf sevdiğin adam tarafından sevilmedin diye mi... sevgisiz bıraktın beni...?" Dizlerimin bağı çözüldüğünü öylece yere yığılmıştım.

"Nefes!" Diye telaşla bağırma sesleri duydum. Daha sonra yaklaşan adım sesleri. Göz kapaklarım, kapandığında kafam yanıma düşmüştü. Bir gölge üzerimde hissettim. Ardından bir kaç gölge daha. "Nefes! Nefes uyan!" Sesler çok uzaktı bana. Çok uzaktan düşüyordum sesleri.

biri sanki yüzüme dokunuyordu ama hissiyat duygumu yitirmiştim. Üzerime yağan yağmurun damlalarını hissediyordum ama.

keşke, şuan yumduğum gözlerimi bir daha açma şansım olmasaydı.

😔

Ağrıyan kirpiklerimi zar zor aralamaya çalıştım. Fakat sadece kirpiklerim değil, tüm vücudum ağrıyordu. Zorlukla kıpırdatabildim parmaklarımı fakat bu bile ağrının artmasına sebebiyetti. Gözlerimi açmak istiyordum. Uzandığım yerin, yumuş birşey olduğunu farkettim. Neredeydim? Kimleydim? Bilmiyordum.

Gözlerimi zorlukla araladığımda, beyaz tavanla karşılaştım.

"Nefes!" Diyordu tanıdık gelen Rozanın sesi.

"Sare, Nefes uyandı." Sare de mi buradaydı? Ne olmuştu bana? Neden tüm vücudum ağrıyordu?

"Nefes," Sare tam tepemde bittiğinde, meraklı gözleri üzerimdeydi. "İyi misin? Nasıl hissediyorsun?" Sesinde de hem merak, hem de endişe vardı. Benim için çok endişelendiği açıkça belliydi. "Ben doktoru çağırıp geliyorum" dedi, Roza.

Hastanedemiydim? Ne oldu bana?

uzandığım yerde doğrulmak için ellerimin üzerinde durduğu yatağa baskıda bulunarak kollarımdan aldığım destek ile kendimi yukarı doğru çektim. "Dur, sana yardım edeyim" Sırtımdaki yastığı düzelterek oturur bir pozisyona gelmeme yardımcı oldu Sare.

"Sağol" dedim, yüzümde ağrıdan da olsa bir küçük tebessüm oluştuğunda.

Odanın kapısı bir anda açıldığında, içeri önce beyaz önlüklü tanıdığım doktor kadın girdi, ardından ise Roza. Kadının pekte hoş bakmayan gözleri, yatağın yanına vardığında beni buldu.

"Şimdi daha iyi hissediyormusun Nefes?" Diye sordu doktor.

"Sadece tüm vücudum ağrıyor. Onun dışında başka birşey yok. Ama bana ne oldu?" Diye sordum. Elimi havaya kaldırdığımda oluşan keskin ağrıya rağmen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım.

"Bayılmışsın," dedi, doktor huzursuz bir nefes verdiğinde. "Sitresten uzak durman gerek Nefes. Senin gibi hastaların sitresten ve üzüntüden elinden geldikçe uzak durması gerek."

Gel gör ki, benim hayatımda ne sitressiz ne de üzüntüsüz tek bir anım yoktu.

"Senin gibi hastaların derken? Nefesin neyi var?" Diye sordu Roza. Bakışları üçümüzün de üzerinde gezindi. Doktor tam konuşacakken, "Sizin işiniz bittiyse, rica etsem bizi yalnız bırakırmısınız lütfen" diye ricada bulundum.

"Tabii, serum bittiğinde çıkabilirsiniz" dediğinde, bakışlarım kolumdaki seruma daha yeni kaymıştı. Daha yeni farkına varabilmiştim kolumdaki serumu. Kafamı sallayarak doktoru onayladığımda, kadın odadan çıkıp kapıyı kapayana kadar sessiz kaldık.

"Siz benden ne sakladınız?" Diye çıkıştı bir anda Roza. Sareyle bakışlarımız kesişti. "Birşey saklamadık" dedim, omzu silkerek.

"Peki doktorun dedikleri de ne? Nefes, senin neyin var?" Sinirleniyor gibiydi.

"Hastayım, Roza. Hastayım." Dedim, sonunda bıkmış bir ifadeyle.

"Hastamısın?" Kafamı sallayarak onun onayladım. "Ne tür bir hastalık?" Diye sordu bu seferde.

"Her geçen zamanda beni biraz biraz tüketecek bir hastalık" kaşları anlaşmazlıkla çatıldı.

"Önemsiz birşey. Çok da takma" dedim, arkama yaslandığımda.

"Önemsiz birşey mi? Nefes, hastasın. Hemde hastalığının hiçbir şekilde tedavisi yok." Diye yükseldi Sare.

"Sen yoksa, o hastalık..." diye mırıldandı Roza. Kafamı sallayarak onu onayladım. "Sen nereden biliyorsun?"

"Doktorum ya Nefes ben. Hani hakımda bir çok şey biliyorsunuz ya. Bunu da biliyorsunuzdur diye düşünüyordum." Sareyle birbirimize şaşkın şaşkın baktık. "Bilmiyordum." Dedik ikimiz de aynı anda.

"İyi öğrenmiş oldunuz," yanıma geldi ve yatağın kenarındaki o küçük boşluğa oturdu Roza. Yatağın üzerinde duran elimi tutu. "Şimdi, ben burada kalıcı olduğuma göre, bu hastanede de doktorluk yapmaya başlayacağım ve sen benim hastam olacaksın. Seninle ben ilgileneceğim." Diye açıkladı. Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı.

"Burada kalıcıyım derken?" Diye sordum. Kafasını sallayarak beni onayladı.

"O kısmı sonra konuşuruz. Şuna önemli olan sadece sen ve sağlığınsın."

"O, gelmedimi?" Diye sordum. İkisi arasında gidip geldi bakışlarım. İkisi de gözlerini kaçırdı benden. "Gelmedi, değil mi?" Diye sordum, hayal kırıklığıyla. Kafasını iki yana salladı Sare. "Babanın yanına gitti."

Dudaklarımda, buruk bir gülümseme oluştu yarım yamalak.

"Yine benden vazgeçti... sevdiği adama karşı..." diye mırıldandım kendi kendime.

"Serumun bitmek üzere, biz gidip taburcu işlemlerini yapalım." Diyerek yataktan kalktı Roza. Sare ile birlikte odadan çıktıklarında yalnız kalmıştım.

Sabahtab beridir içimde tutuğum kasvetli nefesi dışarı verdiğimde, gözlerim dolmaya başlamıştı bile.

Annem vazgeçti,

Babam vazgeçti,

Sevdiğim adam vazgeçti,

Ben, herkesin benden vazgeçtiğiydim.

Ben, daima vazgeçilendim.

Sevgiden mahrum, ilgiden mahrum, vicdandan ve merhametten yoksun bırakılandım. Ben, vazgeçilendim. Ben yok sayılandım. Ben kimse tarafından kabullenilemiyendim. Kalbi taşa dönmüş insanların, canını yakmak için kullandığı bir taştım. Kumar taşı.

Bir umut vardı içimde, onu sormadan önce bir umut. Küçücük de olsa bir umut. Gelmiştir dedim. Endişelenmiştir, merak etmiştir. Korkmuştur, bir kere olsun, kocasını değil de kızını seçmişti dedim. Ama yanılmıştım. Ben, hiçbir zaman kimsenin önceliği olmamıştım. Ben, uğruna birşeyler feda edilen, uğruna birşeylerden vazgeçilen, herşeyden öncelikli tutulan değildim.

Hiçbir zaman da olmamıştım. Ben, hor görülen, eziyet edilen, dışlanan, kınanan, yargılanan, sevgiden mahrum bırakılandım. Sevilmedim ki ben kimse tarafından. Sevilmenin ne demek olduğunu bu yüzden bilmiyorum.

Aslına bakılırsa, ben sevmeyi de bilmiyorum. Hiç sevilmeyen biri, sevmeyi mi bilecekti.

kendi kendime güldüm. Sanırım, deliriyordum.

Nefes Soykan, sevgiyle büyümüş bir kız çocuğu.

Hayır, Nefes Soykan sevgisiz büyümüş bir kız çocuğu.

Nefes Soykan, Soykanların ilk gözağrı.

Hayır, Nefes Soykan, soykanların hiçbirşeyi.

Nefes Soykan, şımarık bir kız.

Hayır, Nefes Soykan asla şımartılmamış bir kız.

Nefes Soykan, babasının prensesi.

Hayır, Nefes Soykan, babasının hiçbir şeyi.

Bu yaşıma kadar duyduklarım hep buydu. Hakımda duyduklarım hakkımda söylenenler daima güzel bir hayatım, beni çok seven bir ailem, sevgi dolu bir hayatım olduğuna dairdi.

Sözde annem ve babam beni çok seviyordu. Hayır, onlar bana sevginin tanesini bile göstermiyordu.

Odanın kapısı açıldığında bakışlarım o yöne kaydı. Öne eğip kafası ve kana bulanmış üstüyle birlikte odadan içeri, Suzan Soykan girdi. Mahvolmuş görünüyordu. Yıpranmış, yorulmuş ve tükenmiş. Omuzlarında biten siyah saçları dağınık ve kabarmıştı. Dünyanın parasını döktüğü kıyafetleri kan içindeydi. Benim döktüğüm kan.

Titreyen ellerini önünde utanarak birleştirip yatağın yanına doğru geldi. Kan vardı ellerinde.

Ürkek bakışları beni buldu. Halime baktı. Ondan daha çok mahvolmuş halime. Yıpranmış ve fazlasıyla tükenmiş halime.

"Nefes..."

İstemsizce göz devirdim. "Hep aynısın Suzan Soykan. Hep." Dedim bıkkın bir nefes verdiğimde.

"O ölecekti... eğer hastaneye yetişmeseydi."

Hayatım bir pislikten kurtulurdu.

"O ölmeseydi de sen yine onu tercih ederdin ve benden vazgeçerdin. Çünkü o senin için kendi doğurduğun kızından bile daha değerli." Alayla güldüğümde, kafamı başka bir yöne çevirdim. Yüzünü görmeye bile tahmülüm yoktu.

"Beni... affedemezmisin? Bana son bir şans veremezmisin?" Diye sorduğunda başım hiddetle ona döndü. Bir anda değişen bakışlarımın hedefi olmak onu bir adım gerilemeye itmişti.

"Seni affetmek? Ve sana bir şans vermek?" Gülerek kafamı iki yana salladım. "Ben zaten sana sarılmak istediğimde bir şans verdim, Suzan Soykan. Fakat sen bana o kadar uzaksın ki... sesim sana hiç ulaşmadı" mahçup bir ifadeyle yumdu gözlerini.

"Ve ben, seni asla affetmeyeceğim," ondan nefret ediyordum. Onun gibi bir kadının kızı olmaktan utanıyorum.

"Suçlusun. En az Selim Soykan kadar suçlusun. Çünkü onunla olmak senin tercihindi." Kelimeler artık tahmülüm kalmamış gibi dökülüyordu dudaklarımdan. Ağlamaya başladığında artık bundan gerçekten de bıkmaya başlamıştım.

"İnan bana, ağlayınca hiçbir şey geçmiyor. Ben geri gelmiyorum. Zaman geri alınmıyor. O yüzden boşuna ağlama."

Annemin kopyası biriydim. Dış görünüş olarak herşeyimi neredeyse ondan almıştım. Siyah saçlarım, mavi gözlerim, beyaz tenim. Oydum ben. Babama benzeyen çok da birleyim yoktu. O sadece neredeyse iri denilecek gözlere sahipti. Gözlerim onunkilere benziyordu. Kaş yapım da babamınki gibiydi. Sağ gözümün hemen altında, kaşımın bitiş bölümüne yakın olan yerde birden fazla benim vardı. Bunları da ondan almıştım. Çünkü babamın da sağ gözünün alt kısmında birden çok vardı. Küçük, tene yapışık gibi benler.

Evet, onlara benziyordum. Sözde ebeveyinlerime. Ama asla onlar gibi değil, onlardan biri değil, onların çocukları değildim. Beni, ötekileştirmişlerdi.

"Onu orada öylece bırakamazdım. Ölecekti."

"Hayatta ama, değil mi? Ve kendine geldiğinde yine hayatı bana zehir edecek. Hemde bu sefer onu öldürmeye kalkıştım diye." Dedim.

"Buna engel olacağım."

"Sana gerek yok. Artık istese de bana zarar veremez zaten."

Engel olacakmış. İnsan buna kahkaha atardı.

"Buradan gideceğiz. O zaman..." Gözlerini gözlerime değdirdi. "Sende bizimle gelmelisin."

"O cehenneme geri döneceğimi sanıyorsan yanılıyorsun, Suzan Soykan" burnumdan soluyordum. Bilerek mi yapıyordu? Beni çıldırtmak için? İnadıma mı yapıyordu?

"Önce anne olmayı becer Suzan Soykan. Yanında tutunca anne olunmuyor. Ve artık... git. Çık odadan."

Yanıma doğru gelmeye başladığında gelmemesi için elimi ona doğru uzattım. "Uzak dur, Suzan Soykan" diye ikazda bulundum. Durdu adımları. "Bir kez olsun, anne diyemezmisin?" Derken gözlerime buna ihtiyacı varmış gibi bakıyordu. Sanki ona anne dememe ihtiyacı vardı. Muhtaçtı sanki buna. Kafamı iki yana sallayarak reddettim. "Sen anne olmayı asla becerememiş bir kadınsın. Sana anne denmeyi hiç haketmiyorsun." Dedim, dişlerimin arasından.

Hayal kırıklığı oturdu göz bebeklerine. Yıkıldı. Gözlerimin önünde yıkıldı. Ağlamasına veya birşey demesine, ya da yere falan çökmesine gerek yoktu. Gözleri, yıkılışının en büyük habercisiydi zaten.

"Kendine iyi bak..."

"Sen ve o kocan olmadığı müddetçe ben gayet iyiyim"

Bir de o olmadığı müddetçe.

Arkasını bana döndüğünde odanın kapalı kapısına doğru ilerlemeye başladı. Kapıyı açtığında, omzunun üzerinden dönüp son defa baktı bana. Bir umut... ona birşey derim diye. Odadan çıktığında, kapıyı ardından kapattı ve gitti...

Büyük bir oh çektiğimde, rahatlıkla arkama yaslandım.

🫀

Hastaneden çıkmıştık. Bir saat kadar önce. Roza ve Sare, hastane çıkış işlemlerini halletmişti ve gelip, beni de alıp Çınarın arabasıyla eve getirmişlerdi. Sadenin odasındaydım. Yatakta uzanıyordum. Sare ve Roza yataktan çıkmama izin vermiyordu. Yanımdan da bir saniye olsun ayrılmıyorlardı. Ses etmiyor, birşey demiyor ama suskunlukları bile bir çok şey anlatıyordu.

Sarenin hali hal değildi. Bir türlü yerinde duramıyor, odanın içinde sabahtan beri dönüp duruyordu. Roza ise, sandalyeye oturmuş, gözleri bir yere dalmış, Öylece duruyordu. Bu gece kimsenin hali hal değildi. Yusuf bey, yine denize çıktığı için evde değildi ve olan hiçbir şeyden haberi yoktu. Asiye hanım ise, biz eve geldiğimizde olanlardan haberdar olmuştu. Sare, sanki suçlusu oymuş gibi Karayele olan tüm öfkesini nenesine anlatarak dökmüş gibiydi.

Asiye hanım şimdi nerede ve ne yapıyordu bilmiyordum ama onun için bile beklenmedik bir şeydi. Karayel, bu gece herkesi şaşırtmayı başarmıştı. En çok da beni.

Ağlamayı bir kenara bırakmıştım. Çünkü... Suzan Soykan'a da dediğim gibi, ağlamak bir çözüm değildi. Ağlamak, hiçbir şeyi veya kimseyi geri getirmezdi. Ağlamak, sadece kendini yıpratmak, kendini üzmek ve canını sıkmaktı. Ötesi falan yoktu. Bu kadardı işte. O yüzden ağlamıyordum.

Daha bir kaç dakikadır yatağın üzerinde oturan Sare, birden oturduğu yerden kalktı.

"Ben gidiyorum" dediğinde ise hem benim hem de Rozanın dalgın bakışları onu buldu. "Nereye gidiyorsun?" Diye soran Rozaydı. "Yaman Karayele. Ve geldiğimde buradan gidiyoruz." Dediğinde ise bana döndü bakışları. Dudaklarımı kıpırdatıp, ona birşey diyecek halim yoktu. Fazlasıyla yorgundum zaten.

"Seni boğan bu yerde daha fazla durmayacağız. Ve sana yaştıklarının hepsini onun burnundan fitil fitil getireceğim." Derken gözlerindeki o kararlılığı görebiliyordum.

Odadan çıktığında, yorgun bakışlarım Rozayla kesişti. İkimiz de sessizce önümüze döndük.

&

Evden bir hışımla çıktıktan sonra, bahçenin çıkışına doğru yürüyordu Sare. Sinirden küplere binmişti. Yerinde duramıyordu. Bundan üç saat öncesi aklına geldikçe kafayı yiyecek gibi oluyordu. Nefesin o içler acısı hali gözlerinin önünde canlandığında ve abisinin onu bile iste mahvedişine şahit olmak, onu daha da sinirlendiriyordu.

Yaman, bu gece yalnızca Nefese zarar vermemişti, Yaman bu gece Sare'ye de zarar vermişti. Montunun cebindeki telefonu çıkardığında, kilit ekranını açarak arama kısmına girdi. En son aradığı numarayı arayarak telefonu kulağına götürdü. Telefon, ikinci çalışta açılmıştı.

"Onun yanındaymışım hala?" Diye sordu bıkkınca.

"Evet, hala aynı yerdeyiz" dedi, Çınar.

"Ordan ayrılmasına sakın izin vermeyin. Geliyorum." Dedikten sorma daha uzatmayarak telefonu anında kapattı ve geri montunun cebine atı. Oldukları yer eve çok da uzak değildi. Yürüyerek gayette varabilirdi.

🪶

Soğuktan üşüyen ellerini montunun cebine atmış, yere sert adımlarla basarak yürüyordu Sare. Nihayetinde onların olduğu yere geldiğinde ise adımları daha da hızlandı. Onun geldiğini gören İlyas ve Çınarın bakışları yokuşun aşağısına döndü. Sare hızla ikisinin arasından geçtiğinde onun karşısında dikilince durdu.

Karayel, üzerine düşen gölge ile kafasını kaldırdığında, karşısında kendisine büyük bir öfkeyle Bala'n gözlerle karşılaştı. Karayel, "Sare?" Diyerek oturduğu yerden ayaklandığında Sarenin karşısına geçmişti. Konuşmasına bile izin vermeyen Sarenin havaya kalkan eli Karayelin sol yanağına sert bir tokat indirdi.

"Yazıklar olsun sana!" Diye bağırdı. Karayelin eli, Sarenin az önce tokat attığı yanağına gitti. Çınar ve İlyasın şok olmuş bakışları onların üzerindeydi.

Karayel için bu beklenmedikti. Sare, ilk defa abisine vurmuştu. İlk defa abisine el kaldırmıştı. Oysaki Sare asla abisine kıyamaz ona bir kere bile kötü bir söz söylememişti. "Nasıl yaptın?" Diye sordu Sare hayretle.

"O kıza bunu nasıl yaptın?" Öfkesini bir türlü kontrol edemiyordu. "Nasıl ya nasıl?! Hiç mi vicdanın yok senin? Kalbin o kadar mı taştan? O masum kızın canını yakarken, güvenini yıkarken, hiç mi için acımadı ya senin? Körmüsün be sen? Aptal mısın?"

"kes sesini Sare!" Diye sesini yükseltti Karayel.

"Güvendi. Nefes sana çok güvendi. Vazgeçtiğine inandı. İyi biri olabileceğine inandı. Ama sen ne yaptın? Onu mahvettin! Beni bile kandırdın ya sen. Kardeşini, beni" diyerek eliyle kendini gösterdi Sare. Gözleri öfkeyle doluyordu.

"Vazgeçemezmiydin intikam sevdandan? Bir köşeye bırakamazmıydın he? Gerçekten, o kızı rahat bırakamazmıydın?"

Karayele doğru bir adım attı. "Kaybettin mi tüm insani duygularını? Susturdun mu vicdanının sesini?" Hiçbir şey demeden öylece karşısındaki sinirden deliye dönen kıza bakıyordu Karayel. Fakat gözlerinde üzüntünün tanesi yoktu.

"Küçükken, annem olmadan büyümeye başladığımda..." dediğinde dudakları titredi. "Babam, sürekli denize çıktığında, Babaannem benimle çok ilgilenemediğinde, hep sen vardın yanımda. Hep yanımdaydın. Acıktığım zaman bana sen yemek yedirirdin. Uykum geldiğinde korkudan geceleri tek başıma uyuyamadığımda hep sen vardın yanımda. Korkum geçene kadar uyurdun, yanımda kalırdın." Güldü kendi kendine.

"Canım ne isterse, o an ne çekerse koşa koşa bakkala gider alırdın. Annemi özlediğimde ve o yok diye üzülüp ağladığımda hep sen gelirdin hep sen olurdun yanımda. Bana annemi anlatırdın. Onun bizi gördüğünü bizi uzaktan da olsa koruduğunu ve bizi sürekli izlediğimde hep yanımızda olduğunu söylerdin. Senin o zamanlar bile bir vicdanın bir kalbin merhametin vardı." Utanır gibi baktı Karayele. "Sen nasıl bu hale geldin? Ne oldu sana? Benim örnek aldığım, kahramanım olarak gördüğüm adama ne oldu? Ne yaptılar sana? Kim çaldı merhametini? Kim öldürdü vicdanını?" Gözlerinden yaşlar ses ardına akıyor, boğazı düğümleniyordu, Sarenin.

O an için karayelde bir kıpırdanma oldu. "Eğer annem hala izliyorsa bizi. Eminim ki senin şu halinden uyanıyordur. Annemi bile utandırıyorsundur şimdi sen." Eğdiği yerden hiddetle kaldırıp kardeşine baktı Karayel. Gözlerinde birşeyler kırıldı. Bir hareketlilik oldu göz bebeklerinde. Sarenin az önce söyledikleri ucu ateşe bastırılmış bir demir gibi kalbine bastırıldı. Canı yandı, kalbi cız etti.

Kardeşinin gözlerinin içine ondan utanır gibi bakarak söyledikleri boğazında hiç çözülmeyecek bir düğüm oluşturdu. "Annemi çok tanımıyorum ama senin gibi bir oğlu olduğu için kendinden utanmıştır." Yutkunamadı Karayel. Bir yumru vardı göğsünde, nefes almasına engel oluyordu. Sendeler gibi oldu bir an için Karayel.

"Artık sana abi demek bile gelmiyor içimden." Dedi, Sare. Biliyormuydu bilmiyordu ama ağzından çıkan her söz, Karayelin içinde bir boşluğa neden oluyordu. "Sen sadece Nefesi mahvetmedin. Sen bu gece beni de mahvettin. Sen bu gece sadece onu değil, kız kardeşini de kaybettin, Yaman Karayel"

Daha fazla burda kalmak istemedi Sare. Gözlerinden alan yaşları elinin tersiyle sildiğinde son bir kez daha iğrenerek baktı abisine. Daha sonra, ona sırtını çevirdi ve geldiği yoldan geri gitmeye başladı.

Giden kardeşinin ardından baka kaldı Karayel. Afallamıştı. Sarenin sözleri onu bozguna uğratmıştı. Bundan bir kaç saat önce yediği yumruktan daha çok yakmıştı Sarenin sözleri canını. Boş gözlerle Sarenin ardından bakmaktan vazgeçti. Yolun kenarına park ettiği aracına doğru yürümeye başladı.

Kilitli olmayan arabanın kapısını açtı ve içine bindi. Arabayı çalıştırdığında yokuştan yukarı doğru sürmeye başladı. Gideceği yer belliydi.

Arabadan indikten sonra, önünde durduğu mezarlığın kapısından içeri doğru girmeye başladı. Dümdüz giden yolda ilerlerken boğazında hala bir yumru vardı. Bir düğüm vardı ki hiç çözülmüyordu. Ne yutkunmasına izin veriyordu. Ne de konuşmasına. Öylece orada kalıvermişti ve bir türlü de geçmiyordu. Bir mezarın önünde durdu. Yıllardır gelmediği. Uğramadığı, gücünün bir türlü yetmediği o mezarın yanında durdu.

karşısında durduğu mezar yüzünden omzularında ne var ne yoksa etrafa saçıldı verdi. Boğazındaki düğüm çözülmeye başladı. Zor da olsa yutkunmaya başarabildi. Mezarın yanına geçtiğinde, yağmurun ıslattığı toprağa, dizlerinin üzerine güç bela çöktü. Eli uzandı, annesinin adının yazdığı mezar taşına. Ama yapamadı, o mezar taşına bile dokunamadı. Parmakları, annesinin adının üzerinde gezinemedi. Gücü yetmedi. Sanki tüm dermanı damarlarından çekilmiş gibiydi.

Donuk bakışları orada takılı kaldı.

Süreyya Karayel.

Baktı öylece annesinin adına. Sertçe yutkundu. Aklına gelen anlar, göğsünün sıkışmasına neden oluyordu. Ölüm tarihine baktı annesinin.

17/02/2003

Hayat, Karayel için o gece, o tarihte durmuştu. Son yirmi bir yıldır da devam etmek için hiç çaba göstermiyordu. Karayelin de devam etmesini bekler gibi bir niyeti yoktu. İlk defa, o gece ağladı karayel. O gece o kadar çok ağladı ki, geri kalan hayatında bir daha hiç ağlamadı. O gece annesine çok ağladı karayel.

Annesinin katili evlerinin bahçesinden koşarak çıktığında, o da koşarak ardına saklandığı kapının arkasından çıkarak annesi ve babasının yanına koşmuştu. Küçük bedeni, gözleri kapalı annesi ve babasının arasına geldiğinde durmuştu. Ürkek ve korkak bakışları önce yalnızca parmak uçları birbirine değmeyi başarabilmiş annesiyle babasının ellerine kaymıştı.

Annesinin elinde kan vardı. Ağlamaklı gözleri önce babasına kaydı. Kan vardı babasının göğsüne. Kan, babasının üzerindeki kıyafetin her bir yanını sarmıştı. Gözleri kapalıydı babasının. İçindeki büyük korkuyla daha sonra annesine kaymıştı gözleri.

Gördükleriyle, içinde büyük bir fırtına kopmuştu. Annesi kanlar içindeydi. Büyük bir kan gölünün içindeydi annesi. Bir kaç adım attı, Yaman korkarak. Çöktü hemen annesinin yanına. Yüzüne bakamıyordu. Ürkütücü görünüyordu annesinin yüzü. Kan vardı dudaklarından çenesine ve hatta boynuna kadar ulaşmış kan.

Karayelin annesi, kan kusmuştu.

Gözlerinin önünde, can çekişmişti annesi.

O anları tekrar yaşıyormuş gibi olduğunda, titrek bir nefes verdi Karayel.

Oluk oluk kan vardı annesinin kalbinden akan. O gece gördüğü kabusta bir kırmızı vardı. Küçük Yamanın ne olduğunu hiç bilmediği ama o gece öğrendiği.

O gece öğrendi, annesinin üzerindeki kırmızının adının kan olduğunu.

Mezar taşına bakarken bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti o acı dolu anlar.

Sare ağlıyor, o gece. Sare o kadar çok ağlıyor ki ağlayışı evin içinden taşıp bahçeyi sarmış. Hissetmiş gibi ağlıyor küçük bebek. Ne yapacağını bilemiyor karayel. Annesinin kapalı gözlerine bakıyor. Yeşil gözleri, nasıl da dolgunca kapanmış. Sarı saçlarına kayıyor küçük Yamanın bakışları. Artık sarı değil, kan kırmızısı olmuş annesinin güzel saçları.

Oysaki ne de çok severdi Yaman, annesinin o sarı saçlarıyla oynamayı, annesinin saçlarının uçlarını okşamayı. Yine minik eli uzanıyor annesinin saçlarına, fakat bu sefer parmaklarıma kan bulaşıyor.

"Anne," diyor ağlamaklı sesi. "Anne, neden gözlerin kapalı?" Diye soruyor her an ağlayacakmış gibi. "Anne, uyudun mu yoksa? Ama burada uyuşamazsın ki? Çok üşürsün burada. Hasta olursun." Diyor annesinin karnının üzerindeki elini tutarak. "Bak, ellerin de buz gibi olmuş. Hadi anne, uyan." Fakat annesinden bir ses gelmedikçe daha çok doluyor gözleri. İçindeki korku daha da büyüyor.

"Baba, söylesene anneme kalksın buradan." Diyerek kafasını çevirip babasına sesleniyor çaresizce. Fakat babasının da gözleri kapalı. Annesinin tutuğu elini bırakıyor. Dizlerinin üzerinde emekleyerek ikisinin ortasına geçiyor. Anne ve babasının birbirlerine tutunmak isteyen ellerine bakıyor. İkisinin de ellerini minik elleriyle tutup birbirine tutturmaya çalışıyor.

"Uyanın artık. Bakın el elesiniz artık." Ağladı ağlayacak artık. "Baba, söyle anneme uyansın. O benden önce uyuyunca ben çok korkuyorum..." Daha fazla tutamadığı yaşları akmaya başlıyor boncuk boncuk gözlerinden. "Anne!" Diye bağırarak annesine dönüyor. "Uyan anne. Lütfen. Korkuyorum. Sen uyurken ben çok korkuyorum. Bak, babam da uyumuş burada. Hasta olacaksınız. Hava çok soğuk." Dudakları titremeye başlıyor. Üzerindeki ince geceliği onu ısıtmaya yetmiyor.

"Bende üşüyorum." Ağlıyor. "Sare çok ağlıyor. Seni istiyor anne. Benim onu susturmaya gücüm yetmez. Senin kalkman lazım anne." Fakat annesinden hiçbir ses Seda yok. Minik elinin altındaki ellerden biri, annesinin eli, buz gibi soğuk. Ve bu küçük yamanı daha da üşütüyor.

Çok ağladı Karayel. İlk ve son defa, o gece çok ağladı. Annesi bir türlü uyanmıyor, onun sesini duymuyor diye çok ağladı. O günü tekrar yaşıyormuş gibi olduğunda, bir ateş harlandı yüreğinde. İçi içine sığmadı. Eksik yanını iliklerine kadar hissetti. Gözleri acıyla dolduğunda yanmaya başladı. Ama ağlamadı. Her gece kabuslarına girip nefesi kesen o geceyi unutamadı ama unutmayı seçti. Her ne kadar asla unutamasa da.

Toprağın üzerindeki solmuş çiçeklerden birine uzandı Karayelin eli. Boynu bükük çiçeğin solmuş ve kurumuş yapraklarını okşadı.

Tıpkı kendisi gibiydi.

"Anne..." diye seslendi annesine. Yıllar sonra ilk defa anne diyordu. Onun için anne demek, üzeri toz kaplamış, ya da toprağın altında kaybolmaya yüz tutmuş bir şey gibiydi. Yirmi bir yıl sonra, ilk defa annesine sesleniyordu. Onu duysun diye.

Bu, annesi öldükten ve cenazesinin ardından annesinin mezarına ilk gelişiydi. Cesaret edememişti. Yüreği, içindeki o kocaman boşluk bir türlü izin vermemişti annesinin mezarına gelmesine. Yapamamıştı. Yüzü yoktu sanki buna. Ama bu gece gelmişti. Karayel, küçük yaman olarak yıllar sonra annesine gelmişti.

Çünkü onun, annesinden başka gidecek kimsesi yoktu.

Sert ama ılık bir rüzgar esti annesinin mezarının üzerinde. Sanki, Süreyya oğlunun gelişini hissetmiş gibi. Bu esen rüzgarla, oğlunun o yumuşak saçlarını okşamış gibi. Bu sert ama ılık rüzgarı annesinin ona bir dokunuşu olarak kabul etti Karayel.

"Utanıyormusun benden, anne?" Diye sordu bir çocuk edasıyla adeta. "Utandırdım mı ben seni bu gece? Çok mu utandın benden, anne?" Cesaret edebildiği kadar gözlerini annesinin mezar taşına değdirebildi. "Utanma anne. Herkes gibi sende benden utanma. Lütfen. Senden başka gidecek kimsem yokken sana geldim ben. Sende kovma beni yanından." Dedi adeta yalvarırcasına.

Annesinin mezarındaki toprağı parmaklarının arasına aldığında, "Affet anne. Beni sadece sen affet. Yaptığım şeyin doğru olmadığını biliyorum. O kız masum onu da biliyorum. Ama olmuyor... olmuyor." Farkındaydı, Karayel. Yaptığının asla doğru olmadığını biliyordu. Hatalıydı. Ama... yerine bir türlü oturmayan taşlar vardı. Karayel bunu bir türlü halledemiyordu.

Onun ailesi dağılmıştı. Onun ailesi kopmuştu. Süreyya'nın ölümüyle. Ailesini dağıtan adamın ailesi nasıl bir arada olabilirdi. Onun ailesi yıkılmıştı. Bir katilim ailesi nasıl aynı kalabilirdi. Annesi masumdu, babası masumdu, küçük kardeşi ve kendisi, masumdu. Ama bir ölümle, hepsi dağılmış ve hiç toparlanamamıştı. Onlar bu kadar sarsılmışken selim Soykan ve ailesinin rahat bir yaşantı sürmesine izin vermezdi.

Deniz kızı, masumdu. Hatta en masum oydu. O, Karayelden bile masumdu. Bu intikamdan en masum, en saydam oydu. Ama yapamamıştı. Onu herkesten ve herseyden korumaya yemin etmişken, kendinden korumayı becerememişti. Evet, o gece onu Ziya Soykanın evinin kapısının önüne bırakıp arkasını dönüp gittiğinde, kızın ona yalvarışı, yardım çığlıklarını görmezden gelmişti.

Ama sonunda ger dönüp onu ölümün eşiğinde kurtarmıştı. Ve o gece, sessiz ve farkında olmadan bir yemin etmişti, Karayel. O kızı, herkesten ve herşeyden koruyacağına dair bir yemin. Fakat kendinden koruyamamıştı. Bu gece Deniz kızına en büyük zararı o vermişti. Kalbini acıtmıştı, canını yakmıştı, farkındaydı.

ve bunu bilmek, kendisinde utanmasına sebebiyetti. Duygularından bir haber bir adamdı. Duyguları varmı ya da yokmu bilmiyordu. Varsada, onlara uymayı, kalbine kafa yormayı tercih etmiyordu.

Kalbinin sesini dinlemek, Karayelin felaketiydi. Vicdanını susturalı çok olmuştu.

Deniz kızı, Soykanın kızıydı. Annesinin katilinin kızı. Bunu nasıl görmezden gelecekti. Nasıl o kızı kırmamaya çalışacaktı. Kırıldığı kadar kırdı. Yandığı kadar yaktı. Yıkıldığı kadar yıktı. Ve mahvolduğu kadar mahvetti.

Karayel, o kızı en çok kendine benzetti.

Nefes Soykan, değil. Deniz kızı, Karayelin aynadaki yansımasıydı. Ne kadar inkar edilirse edilsin. Ne kadar kulak tıkanırsa tıkansın. Bunun farkında olmayan karayel bile gün gelecek ve bunu anlayacaktı.

"Bu gece yatacak bir yerim yok. Yanında bana da bir yer açarmısın anne?" Dediğinde, sesi içine kaçmış gibi bir burukluktaydı. Başını, yağmurda ıslanmış mermere hiç gocunmadan yasladı ve gözlerini yumdu.

Yaman Karayel, anlaşılması imkansız bir adamdı. O, herşeyi öldürülen annesi için yapmıştı. Ve kimse, bunu anlayamadığı için omuzundaki yüklerin altında eziliyordu.

Nefes Soykan;

Adım Nefes. Nefes, adım nefesken ben neden nefes alamıyorum. Neden kendime nefes olamıyordum. Düşünmeyi ne zaman bir kenara bırakmayı başarabilecektim. Ne zaman unutmak, denen o şeyi becerebilecek ve acılarımı unutabilecektim.

Unutmak istiyordum.

Gözlerimi uyumak için yumup sabah geri açtığımda herşeyi, tüm yaşadıklarımı ve tüm acılarımı unutmak istiyordum.

En çok da, Karayeli ve onun bana yaşattıklarını unutmak istiyordum.

Çünkü aşk, çok acıtıyormuş.

Karayele aşık olmak, daha da acıtıyormuş. Sevdiğin adama olan güveninin bile isteye kırılması, o kırılan parçanın kalbine saplanması, çok kanatıyormuş.

Ancak aşk böyle acıyabilir, derler ya hani. Çok doğru. Çünkü ancak, aşk böyle acıtabilir.

Ait olmadığın bir kalbe ait olmaya çalışırsa yüreğin, acır canın, yaralanırsın ve hatta ölürsün.

Nihayet güneş doğuyordu. Bir saniye olsun gözümü yummamıştım. Camdan dışarıyı seyretmiştim koca bir gece. Ve sabah, bir türlü olmak bilmemişti. Ölü bir ruh gibi, kimi an ağlayarak kimi an da sadece susarak geceyi sabah etmiştim.

Sare eve geldiğinde, pek de iyi görünmüyordu. Ona nereye gittiğini ne olduğunu veya nasıl olduğunu soracak bir durumda değildim. Onlar da gecenin ilerleyen saatlerinde uyumuştu. İlyas eve gelmemişti. Bu da demek oluyordu ki onunla birlikteydi.

O ne yapıyordu? neredeydi? Ya da nasıldı? Gram umrumda değildi. Kalbimde bir boşluk açılmıştı. Hiç dolmayacak, hatta hiç kapanmayacak bir boşluk.

Ruhumda bir kesik de, Güz yarası tarafından açılmıştı. Ne hoşki yine kanıyordu ruhum. Ne de meraklıydı kendisinde her defasında yeni yaralar açılmaya, yeni kesikler edinmeye ve her defasında kanamaya ruhum. Ölü, ama direnen bir ruh. Benim gibi.

Uykusuzluktan yanıyordu gözlerimin altı. Artık yumayım da uzun bir uyku çekeyim diye can çekişiyordu gözlerim. Bense uyumamak için fazlasıyla inatçıydım. Uyuyamazdım. Uyursam kabus görürdüm. Ve ben, ezbere bildiğim o kabusu görmek istemiyordum.

Saat artık kaça geliyordu bir fikrim yoktu. Ama güneş tamamiyle doğmuş, hava aydınlanmıştı. Kızlar hala uyanmamıştı. Yataktan kalkmak için üzerimdeki battaniyeyi üzerimden atıp ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. Yataktan kalktığımda, sarenin dolabına doğru ilerledim. Dolabın kapağını açtığımda, Sarenin askıdaki uzun hırkalarından birini askısından ve sırtıma atım üzerime giyindim.

Adımlarımı odanın kapısına doğru atarken sanki bir sarhoştum. Bedenim bana ağır geliyordu. Taşıyamıyordum. Ayaklarımın üzerinde durmak oldukça zordu benim için. Odadan çıktığımda ilk onun odasının kapalı kapısıyla karşı karşıya geldim. Titrek bir nefes verdiğimde bu evde daha fazla kalamayacağımı biliyordum. Bu odaya ilk girdiğim anı hatırlıyordum.

Hastalığımın ilerlediğini ve tüm vücuduma yayıldığını öğrendiğim gece. İçimdekilerle nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Sıkıntımı kime anlatacağımı bilmiyordum. Aslında acılarımı ve içimde birşeyler biriktiğinde anında yazmaya başlardım. Ama o gece ilk defa birine gitme, birine sığınma ihtiyacı duymuştum.

Ben o gece karayele gitmiştim. Ve bu kalbimin ona yenildiği ilk an olabilirdi. Hatayı, karayele o gece giderek yaptım. Karşısında durduğum kapıyı açıp ona gittiğimde yaptım.

Gözlerim dolmaya başladığında anında göz yaşlarımı geri gönderdim. En azından, o zamanlar benden nefret etse de daha az zararsızdı.

şimdi ise, kalbime en büyük zararı o vermişti. Kendisine aşık kalbi, parçalara ayırmıştı. Bilerek ya da bilmeyerek, ki bilerek yaptığını kendi ağzıyla söylemişti. Bu daha çok acıtmıştı kalbimi.

Bakışlarımı o kapıdan ayırdığımda merdivenleri inmeye başladım. İndiğim her basamakta, bu evde geçirdiğim günler geldi aklıma. Ben, artık bu eve sığamıyordum. Nefesimi kesiyorlardı sanki benim bu evde. Bir an huzur bulduğum kokusunu sanki alıyordum. Ve bu artık huzur vermiyor, beni tiksindiriyor, midemi bulandırıyordu.

Merdivenleri indiğim zaman anında yönümü uzun koridorun sonundaki kapıya çevirdim ve o tarafa doğru yürümeye başladım. Kapının eşiğine geldiğimde, fortmantonun üstünde duran spor ayakkabılarımı aldım ve yere bırakarak ayakkabıları ayağıma giyindim. Mavi rengindeki kapının kolunu tutum ve kapıyı açarak dışarı çıktım.

Dışarı çıktığım gibi, büyük bir nefes çektim içime. İçimin huzurla dolmasını bekledim fakat bu işe yaramadı. İçimdeki yangın sönmüyor, gittikçe daha çöm yayılırken geride bıraktığı ve yaktığı yerler de yavaş yavaş küle dönüyordu. İçimde, asla sönmeyecek bir yangına ev sahipliği yapıyordum. Burnum, yanık kokusuyla doluyordu. Kalbim yanıyor, yanan ve sönen parçaları kopup yerde parçalanıyordu.

Kalbim, kaç türde, kaç şekile mahvolup yok oluyordu?

İçimdeki acının bir tarifi varmıydı? Nasıl anlatılırdı bu cehennem? Yanıyordum sanki, herşeyimle, tüm duygularım ve tüm bedenimle sanki yanıyordum. İnsanın güveni kurulunca bu hale mi gelirdi? Yoksa benim böyle olmamın sebebi güvenimi kıranın sevdiğim adam olmasımıydı?

Sevmiştim. Allah şahit ki ben onu sevmiştim. Şu hayatta hem en güzel hem de en kötü şey olduğunu bilmeden aşık olmuştum ben ona. Fakat o, beni mahvetmeyi seçmişti. İliklerime kadar, her bir zerremle ben dün gece mahvolmuştum. Onun gözlerinin içine baka baka kırılmıştım. Kahverengilikleri beni toprağında boğmak ister gibi baktığında beni onu kendi denizimde yaşatmak istemiştim.

Becerememiştim.

Kendine nefes olamayan biri, başkasına nasıl nefes olacakti ki zaten...

Polis arabasının siren seslerini işittiğimde kafamı çevirip bahçenin dışındaki yola baktım. Çok yakından gelen siren sesleri, Karayel konağının bahçesinin önünde iki tane polis arabası durduğunda, kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. Duran arabalardan önde olanından iki tane polis indiğinde, aralarından biri kafasını eve doğru çevirdi. Bakışları bahçeden ayakta dikilmiş beni bulduğunda, adımlarını bahçeden içeri atmaya başladı.

polis memuru bana doğru yürürken, sertçe yutkundum. Neden gelmişlerdi? Kim için?

Polis karşıma geçtiğinde, "Yaman Karayel'i almaya geldik. Hakkında tutuklama kararı var." Dediğinde, bozguna uğramıştım. Polisin ne dediğini algılamakta biraz güçlük çektikten sonra ne dediğini anladım. "Neden?" Diye sordum, çatık bir sesle.

"Nefes Soykanı, kaçırma, alı koyma ve canına kastetme şikayetinden tutuklu" Benim yüzümden. Onu benim yüzümden tutuklayacaklardı. Kim şikayet etmişti? Neden? Benim bunları düşündüğüm sırada, başka bir araba daha durdu bahçenin önünde. Duran arabadan aşağı önce bir şöför indi. Ardından arabanın arka kapısını açtığında ise, omzunu tutarak arabadan aşağı, Selim Soykan indi.

O şikayet etmişti.

Ondan başkası olamazdı.

"Yaman Karayel evdeyse çağırın lütfen" bakışlarım polise döndüğünde kafamı hızla iki yana salladım. "Evde değil. Dün gece hiç gelmedi." Dedim, boğazıma bir yumru otururken.

"Ben biliyorum nerede olduğunu," diyen Sarenin sesi duyuldu arkamdan. Kafamı çevirip baktığımda, evin kapısının eşiğinde durmuş, kollarını göğsünde bağlamış öylece durmuş, polis memuruna bakıyordu. "Mezarlığa bakın. Hala orada olduğuna eminim."

"Çabuk, mezarlığa gidiyoruz!" Diyen az önce karşımda duran polisti. Diğer polisler anında az önce indikleri arabalara geri bindiler. Bakışlarım, canının yandığı yüzünden anlaşılan, omzunu tutarak ağır ağır yürüyen Selim Soykan'a değdi. Dudaklarında sinsi bir gülüş belirdi.​

Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen.

 

 

 

Loading...
0%