@umutkirintisiniyaz
|
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen. Oy ve yorum sayısı az gelirse bölüm haftaya ya gelmez ya da geç gelir bilginiz olsun. Bu kadar yazıp, emeklerimin karşılığını bir yorumla bile olsa almak istiyorum. Keyifli okunmalar dilerim🥀 Bölüm şarkıları; Canozan, sufle; Hiç kimsenin günahı yok. Canozan; Acıtır gibi severek. Melike Şahin; Deli kan. Cem Adrian; Gaziantep yolunda.
"Kalpte açılan hiçbir yara kabuk tutmaz, kanaması durmaz, acısı dinmez, izi kalır. Kalp, acıyı asla unutmaz."
Bir insan size hem iyi hem de kötü duyguların hepsini bir anda, bir arada hissettirebilirmiydi. Karayel, iyi ve kötü olan herşeyin karşışıyıdı. Karayel, denizdi. Benim içinde boğulduğum deniz. Ait olduğum yerde boğulduğum karayelde. Karayel, kalbimdi. Kalbim, denizimdi. Ve ben denizimde boğuluyordum. Ben, karaylede boğuluyordum. Hemde, aynı zamanda o denizde nefes alırken... Anlayaniliyormusunuz? Yaşadığım yer de, öldüğüm her de aynı deniz. Aynı adam. Karayel... "Yalan söylüyor!" Diyerek oturduğu yerden ayaklandı Selim Soykan. Mahkeme içinde sesler çıkmaya başladı. Herkesin bakışları ben, karayel ve Selim Soykan üçlüsünün üzerinde dolaşıyordu. Biz, en büyük kumarı oynuyorduk. Üçümüz de birbirimizi kendimiz, kendi çıkarlarımız için hiç düşünmeden harcıyorduk. Selim Soykan, yaşamak için beni, kızını ve karayeli harcıyordu. Yaman Karayel, annesi ve çocukluğu için beni harcıyordu. Ben, acılarım için her ikisini de harcıyordum. Sadakatsizler... denirdi bizim gibiler için. Yaşamak ve nefes almak için başka birinin nefesini kesenler, biz oluyorduk. "Yalan söylüyor! İnanmayın ona!" Diye endişeyle bağırıyordu hakime doğru Selim Soykan. "Hayır," diyerek o iğrenç sesini bastırdım. "Yalan söylemiyorum. Söylediklerimin hepsi, harfi harfine doğrudur." Duygusuz ama bir o kadar da kendinden emin bakışlarım Selim Soykan'a değdi. Gözlerinde endişe, korku vardı. Selim Soykanın hayatı, iki dudağımın arasındaydı. O ise bunu daima görmemiş, beni hep yaralamayı ve harcamayı seçmişti. "İnanmayın! Yalan söylüyor! Hakim bey!" Diye bağırdığında, hakim sertçe tokmağını bir kere daha vurdu. "Sessizlik!" Diye kesin bir uyarıda bulunduğunda ise, bakışlarımı selim Soykan'dan çevirip önüme döndüm. Tüm salonda sessizlik oluşmuştu fakat havada fazlasıyla gerginlik ediyordu. Kimse hareket etmiyor, çıtını dahi çıkarmıyorken, hakim eliyle konuşmam için bana söz hakkı tanıdı. Derin bir nefes aldım. İçimde kopan onca fırtınaya hitaben dışarıdan sakin gibi göründüm. "Selim Soykan, Süreyya karayelin katilidir. Bunu ıspatalayacak bir sürü kanıt olduğuna eminim sayın hakim. Süreyya karayelin kocası, Yusuf karayeli de aynı zamanda aynı günde vurmuştur. O zamanın hastane kayıtlarına bakabilirsiniz. Ayrıca Selim soykanın İstanbul'daki evinde, çalışma odasında kilitli tutuğu bir kasası var. Cinayet aletinin de hala orada olduğuna eminim." Tek bir nefeste hiç durmadan konuştuktan sonra durdum ve bir nefes aldım. Selim Soykanın çalışma odasındaki kasadan uzun zamandır haberdardım. Küçükken sürekli gizli gizli onun odasına giriyordum ve odasını karıştırıyordum. Odasındaki kasayı o zamanlar görmüştüm. Şifresi neydi bilmiyorum ama, selim Soykanı bir kere o kasayı açarken kapının ardından gizli gizli izlemiştim. O kasada bir silah vardı. O silah ile mi cinayet işlemişti bilmiyorum ama o kasadan yıllardır hiç çıkmadı o silah. Selim Soykan bilmiyordu. Ama onun kuyusu çoktan kazınmıştı. "Sen bunları nereden biliyorsun? O silahtan nasıl haberin var?" Diye sordu hakim. Dudaklarım alayla yukarı doğru kıvrıldı. "Ben, babasının biricik kızıyım hakim bey." Selim Soykanın gerildiğini hissettim. O esnada aynı zamanda bakışlarımı bir türlü değiştiremediği adamın da bana hala bakarken güldüğünü hissettim. İçimde bir fırtına daha koptu. "Yalan söylediğimi düşünmemeniz gerekiyor hakim bey. Çünkü ben bir avukat olarak daima adalet yanlısıyım. Ve adalet yerini bulsun diye tüm bu çabam." Adalet, bir defa da benim için yerini bulsun. Hakimin bakışları doğrudan gözlerimdeydi. Yaşlı bir adamdı. Ellisini çoktan geçmişe benziyordu. Sarışın ve yeşil gözlü bir adamdı. Ama adamın görünüşü bile daima adaletin ve haklının yanında olduğunu belli ediyordu. Kimin yalan söylediğini ve kimin doğru söylediğini kim haklı kim haksız bunca yıllık mesleğinde artık gayet anlayabildiğini ve ayırt edebildiği belliydi. Eğer benim de gözlerimde görüyorsa doğruyu söylediğimi ve haklı olduğumu, hakeden hakettiği cezayı mutlaka verecekti. Kadın bir savcı vardı. Bir anda ayaklandı. "Selim soykanın tutuklanması ve ifadesinin alınması gerekiyor sayın hakim." Dediğinde, meraklı bakışlarım hakimin ağzından çıkacak sözdeydi. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Şuan ve bundan öncesi benim için fazlasıyla ağırdı. Gözlerine bakmamak için çırpındığım adamın bakışlarının yoğunluğunu iliklerime kadar üzerimde hissediyordum. "Selim soykanı," dedi hakim. "Tutuklayın ve ifadesini alın." Dediğinde, dudaklarımda küçücük bir gülümseme oluştu. Bakışlarım istemsizce o yöne doğru döndüğünde, gözlerimin kesiştiği kişi ile nefesim kesildi sanki. Gözlerinde küçük bir parıltı gördüğüm adam benim gözlerimdeki tüm ışıltımı almış gitmişti. Gerçi, benim gözlerim ne zaman parlamıştı ki... Dudaklarında benimki kadar küçük bir gülümseme oluşmuştu onun da. Bu gülümsemelerin neden kazanılmamış ama kazanılmaya adım atılmış zaferdi. Biz, birbirlerine ihanet etmiş iki insandık. Biz, aynı zaferi hedefleyen iki insandık. Biz, hayatları aynı kişi tarafından mahvedilmiş o iki insandık. Biz, çocuklukları aynı adam tarafından katledilmiş suçsuz, masum iki çocuktuk. Küçük Yaman ve küçük Nefes... Aslında tüm çaba onlar içindi. Aynı amaç uğruna birbirlerini harcayan iki kişi... Mahkeme salonunun kapısı açıldığında, salondan içeri üç polis girdi. Polislerden biri tutuklanması istenilen selim soykanın üzerine doğru yürürken, diğer ikisi de artık mahkum olan karayele doğru yürüyordu. Polis Selim Soykanın bileklerine kelepçeyi taktığında kolundan tutarak onu yürütmeye başladı. Bakışlarım karayele döndüğünde, bakışları bileklerine takılan kelepçedeydi. Benim de bakışlarım bileklerine takılan kelepçelere kaydı. Onun bileklerine takılan kelepçeler, benim kalbime takılan kelepçeler... kelepçeler bileklerine takıldığında, bakışlarım yavaş yavaş karayelin yüzüne tırmandı. Kelepçeler bileklerine takıldıktan sonra bakışları tekrar beni buldu. Polisler iki yandan kollarına girdiğinde onu yürütmeye başlamıştı. Bende kapıya doğru ağır adımlarla yürümeye başlamıştım. Mahkeme salonundan çıktığımızda, sadenin yanındaki yerimi almıştım. Gözleri dolu doluydu. Ağlamak üzereydi ama inatla ağlamamak için çırpınıyor gibi duruyordu. Güçlü görünmek ve güçlü durmak için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Ama dolmuş gözleri abisine her ne kadar öfkeli olsa da mutsuz, üzgün olduğunu gösteriyordu. Çınar onun uzağındaydı. Salondan kollarından tutan polislerle çıktı Karayel ve selim Soykan. Nefret ve öfke dolu bakışları beni buldu selim soykanın. Aramızda çok bir mesafe yokken bir anda üzerime doğru gelmeye başladı. "Senin yüzünden!" Diye hiddetle bağırdığında benden bahsediyordu. "Ailenin yüz karası! Seni geberteceğim!" Diye kelepçeli elini bana doğru kaldırdığında, onu kolundan tutan polis onu zabdetmeye çalışıyordu. Çınar ve İlyas onu tutmak için geldiği esnada, "Namuss-" selim soykanın sözünü yarıda kesen bir anda adeta bir duvar gibi araya giren ve beni arkasında bırakıp selim soykanı çenesinden tutup susturan Karayel oldu. Kelepçeli ellerine rağmen selim soykanın bana gelmesini engellemişti. "Ona dokunmayı geçtim, ona tek bir kötü söz edecek dahi olursan seni şuracıkta gebertirim Soykan!" Diye hiddetle selim soykanı alevlen tehdit etti karayel. Selim Soykan'a öfkeyle üstten üstten bakarken, onun çenesini tutan parmaklarının sıkılaştığını ve çenesini güçle tutuğunu selim soykanın acıyla buruşan yüzünden anlayabilmiştim. polisin biri karayeli kolundan tutu ve geri çekmeye çalıştı fakat başarısız oldu. "Bırak!" Diye uyardı polis. "Onun başına herhangi birşey gelirse, senden bilirim," dedi karayel sıktığı dişlerinin arasından. Hiçbir şekilde birşey diyememiyor, birşey yapamıyor ve hareket etmeden öylece duruyordum. "Yusuf, oğlum bişey yap. Durdur yamanu" diyen Asiye hanımın sesi geldi kulağıma. "Ve seni bir saniye bile yaşatmam Soykan." Derken sesinde belli bir tehtid vardı. Kaşlarım anlamazlık eşliğinde çatıldığında, hayretle ard arda göz kırpıştırdım. Selim Soykan, çenesini tutan elden kurtulmak için çabalarken gözlerinde karayele bakarken, korku ve nefret vardı. "Bırak!" Diye bir kez daha ikazda bulunduğunda polis, Karayel Selim soykanın tutuğu çenesini ondan tiksindiğini fazlasıyla belli ederek eliyle onu geri iterek bıraktığında selim Soykan bir adım geriledi. Polis selim soykanı tekrar kolundan tutup götürmeye başladığında onun bakışları benim üzerimdeydi. Bana karşı gözlerinde belli bir nefret ve öfke vardı. Bana olan kini bugün ikiye katlanmıştı. Ya da kim bilir kaça, ona, yirmiye, bilmiyorum. Bakışlarım, Karayele döndüğünde bakabildiğim kadar baktım gözlerine. Gözlerinde, artık nefret yoktu. Öfke veya kin, kötü hiçbir duygu yoktu. Az önceki sinirli tavrı bir anda silinmiş, gözlerindeki öfke benimle göz göze geldiğinde yok olup gitmişti. Boğazımda keskin bir zehir tadı oluştu. "Sen gerçekten de," diyeceği esnadan sözünü yarıda kestim. Cümlesinin devamında ne diyeceğini biliyordum ve hayır. "Ben onun kızı veya onun kanı değilim. Ben bir Soykan da değilim. Ben, sadece Nefesim." Dedim, kirpiklerimin altından kahverengi gözlerine bakarken. Maviliklerime bakarken dudağının kenarı belli belirsiz yukarı doğru kıvrılır gibi oldu. "Tüm sözlerin tükendiği ve kifayetsiz kaldığı noktadayız" dediğinde acı gerçek bir kere daha suratıma adeta bir tokat gibi çarptı. "Sana, güvenimi kırmamanı söylemiştim. Seni vururum demiştim." Dedim, güçlükle karşısında dururken. Vücudum artık sınırlarını son raddesine kadar fazlasıyla zorluyordu. Şuraya düşüp bayılabilirdim her an. "Bazen bazı şeylerin olması için bazı şeylerin yıkılması ve kırılması gerekir." Dedi, gözlerime bakarak. Bu sözden ne anlamalıydım? "Sen yıktığın hiçbir şeyi eski haline geri getiremezsin. Yenisini hiç yapamazsın Karayel." Dedim, sesim buz gibi soğuk çıkarken. Maviliklerime dalmış gibi görünüyordu. "Benden artık nefret ediyorsun." Derken daha çok kendiyle konuşur gibi görünüyordu. Karşısında kafamı dik tutum. "Senden her zaman nefret ettim. Sadece, nefretim ikiye katlandı." Dedim, duygusuzluk barındıran sesimle. Kafasını öyle dercesine salladı. senden hiçbir zaman nefret etmek istemedim. Bizi bu hale sen getirdin. Beni bu hale sen getirdin. Beni, bizi sen kendin mahvettin. "İçin soğudu mu bari. Kurtuldun benden. Bak, artık cezamı da çekeceğim." Boğazım yanmaya başladığında, eş zamanlı bir şekilde gözlerimde yanmaya başlamıştı. "Ölsen bile içim asla soğumayacak, Karayel. Ne sana olan nefretim bitecek ne de içim soğuyacak." Sözlerim birer yumru gibi oturdu boğazıma. Düğüm düğümü oldu. Gözlerim dolmak ve göz yaşlarım akmak için çırpınıyordu. "Ölsem affetmem diyorsun yani?" Diye sorarken sesinde kırık bir tını vardı. Gözlerine bakarken nefes almakta güçlük çekiyordum. "Ölsen affetmem, karayel." Dediğimde benzinde keskin bir yanma hissi oluştu. Affedermiyim bilmiyorum seni karayel. İçimdeki yangın sönermi bir gün bilmiyorum. İçim soğurum, soğursa da ne zaman soğur, senin bana yaşattıklarını unuturmuyum, nasıl unuturum bilmiyorum. Senin affın varmı bilmiyorum. Karayel, senden nefret ediyorum. Ve karayel, kalbimde hala sen varsın. Paramparça ettiğin kalbimde, hala sen varsın. Yaktığın yerde hala senden bir şeyler yaşıyor. Ve bu, beni mahvediyor. "Hadi, gitmeliyiz. Cezaevi aracı çoktan kapıya gelmiştir." Dedi, polislerden biri tekrar onu kolundan tutuğunda. "Vedalaşma vakti geldi ha?" Dudaklarındaki gülümseme soldu. "Fakat bu sefer gerçekten. Ve sonsuza kadar sürecek bir veda olacak." Dediğinde göğüs kafesim kasıldı. Gözlerim doldu. "Seninle vedalaşmak olmazdı. Sana hoşçakal denirdi. Ki sen onu bile artık haketmiyorsun," dediğinde göz bebekleri kıpır kıpır oldu bir anda. Sanki ne diyeceğimi merak eder gibi bir hali vardı. Gözleri, bir yandan ne diyeceğimi merak ederken, bir yandan da ağzımdan çıkacak sözün kırıcılığına kendini hazırlıyor gibi bakıyordu. "Sen benim vedamı bile haketmiyorsun. Ama olsun. Vicdanının sesini duyduğun gün biz seninle sonsuza kadar vedalaşmış olacağız karayel." Durdum. Gözlerine baktım. Gözlerinde artık bir şeyler hareket ediyordu. "Çünkü ben, başaramadım. Vicdanının sesini sana duyuramadım." Hiç mi ulaşamadım ben senin yüreğine. Sesimi bir türlü duyurmadım mı vicdanına. Dokunmadım mı onca çabama rağmen kalbine. Karayel, çok mu imkansızdı. Vicdanının susturduğun sesini duyman. Çok mu imkansızdı. Yapamadım mı? Vicdanından içeri girmeyi beceremedim mi? Kalbinin kapısını hiç mi çalamadım? Çok mu sağırsın sen? Kalbin çok mu kör? Neden bana bu kadar körsün? Göz yaşlarım bir an önce akmak için bekliyordu. "Vedalaştık biz Soykanın kızı. Toprak denizde nefes alamaz. Deniz toprakta yaşayamaz." Ben sende nefes aldım ama. Denizim senin toprağında nefes buldu. Sen benim denizimde yaşayamazmısın? Söyledikleri ile gözlerinin söyledikleri uyuşmuyordu. Gözleri faklı şeyler söylüyor, ağzı faklı konuşuyordu. Gözleri sözlerini inkar ediyor, sözleri gözlerini inkar ediyordu. "Yürü, Yaman Karayel." Dedi, polis. Veda vaktimi gelmişti. Sonsuza kadar sürecek o veda vakti. Polisler onu adliyeden çıkarmak için götürmeye başladıklarında, içim içime sığmaz olmuştu. Kalbimi büyük bir kasvet esir aldığında, ayaklarımda bir titreme oluştu. Ardından öylece baka kaldığımda, gözlerim dolmak üzereydi. Güçlükle ayakta dururken, artık daha fazlasına dayanamıyordum. Vücudum için bu kadar sitres ve heyecan fazlaydı. Hastalığım beni tetikliyordu. Roza bir anda yanımda bitiverdiğinde, koluma girerek sanki ne durumda olduğumu farketmiştim gibi bana destek olduğunda yürümeme yardımcı oldu. Sanırım, tek başıma yürüyemeyecek durumdaydım. Adliyeden çıktığımızda, soğuk esen rüzgar, omuzlarımın üzerindeki saçlarımı geriye doğru savurdu. Göz hizama, adliyenin hemen önündeki cezaevi aracı girdiğinde, içimi karamsarlık kapladı. Kolundan tutan polislerle sırtı bana dönük karayel, cezaevi aracına doğru yürüyordu. Onu böyle gördüğümde, gözlerim sabahtan beri beklediği ana kavuşarak dolmaya başladı. Jandarmalar, aracın arka kapılarını iki kanattan açtıklarında, karayel araca binmek için bir hamlede bulundu. Fakat geri durduğunda, omzunun üstünden bakışları beni buldu. Gözleri gözlerime bakarken dudaklarında kalbimi delip geçecek bir gülümseme oluştu. Bu gülüş, farklıydı. Diğerleri ile uzaktan yakından hiçbir alakası hiçbir bağı yoktu. Bu gülüş fakrlıydı. Bu gülüşün altında birşey yatıyordu. Sevinç mi? Üzüntü mü? Mutluluk mu? Minnet mi? Hangisi? Ney? arabaya bindiğinde ve jandarmalardan biri de yanına bindiğinde aracın kapıları geri kapatıldı. titrek bir nefes aldığımda, daha fazla tutamadığım gözyaşlarım göz pınarlarımdan akın etmeye başlamıştı. Araba çalışmaya başladığında, titreyen dizlerim beni daha fazla taşıyamıyordu. Dengemi kısa bir anlığına kaybeder gibi olduğumda yanımdaki Rozanının üzerine doğru düşer gibi oldum. "Nefes" dedi Roza anında telaşla. Elim çakallarıma gittiğinde zorlukla kendime geldim ve dik durmaya çalıştım. "İyi misin?" Diye sordu Roza. Kafamı sallayarak iyi olduğumu belirttim. Bakışlarım tekrardan adliyeden çıkan aracı bulduğunda, göğsüm kasıldıkça kasıldı. Gözlerim daha fazla doldu ve ben göz yaşlarıma engel olamadım. Nefes alamıyordum sanki. Elim kalbime doğru gittiğinde nefes almakta güçlük çekiyordum. Üzerümdeki kazağı yırtıp atmak istiyordum. Sıcak basıyordu. Kalbim h atmadığı kadar hızlı atıyordu fakat bunun nedeni ne heyecan ne de mutluluk falan değildi. Bu kadar hızlı atmasının nedeni kendisinden söküp alınanlardı. Karayel, sonsuza dek benden gidiyordu. Henü bana gelmemişken benden gidiyordu. Kalbim acıyordu. Yüreğim yanıyordu. Çektiğim acının tarifi yoktu. Kalbimdeki acının, göğsümdeki ağrının bir tarifi yoktu. yok oluyordum. Sanki ben yok oluyordum. bedenim ruhumdan çıkıyormuş gibi hissediyordum. Dudaklarımdan küçük bir hıçkırık kaçtığında artık burada duymak istemiyordum. "Gidelim" dedim, içime kaçmış kısık sesimle Rozaya. "Ne?" Diye sordu ne dediğimi anlamayarak. "Buradan gidelim." Dedim, güçlükle konuşurken. Hızla kafasını salladı. "İlyas" diyerek bizim uzağımızda Asiye hanımın yanında durmuş, ona destek çıkan İlyas'a seslendi. İlyasın bakışları anında ona seslenen Rozaya döndü. Roza eliyle ona gelmesini işaret ettiğinde, İlyas Asiye hanımın yanından ayrıldığında bize doğru gelmeye başlamıştı. Burnunu çektiğinde, göz yaşlarımı durdurmaya çalışıyordum. "Eve gitmemiz lazım artık." Dediğinde Roza, beni kastederek konuşmuştu. İlyas, acınası halime baktığında kafasını sallayarak Rozayı onayladı ve Rozanın yardımı ile ilyasın arabasına doğru yürümeye başladım. Arabaya bindiğimde kafamı cama yasladım ve acıyla ağrıyan göz kapaklarımı yumdum. Sonsuzluğa gönülmek istiyordum. Kahverengi gözlerinden mahrum kaldığım adam yüzünden sonsuzluğa gönülmek istiyordum. Yazarın anlatımıyla; Gece çoktan çökmüş, Karadeniz'in her yeri zifiri karanlığa gömülmüştü. Bu gece farklıydı. Artık kışa atılmış adımda, hava diğer gecelere ve günlere kıyasla daha soğuk, rüzgar ise daha sert esiyordu. Kasvetin hakim olduğu havada, dışarıda tek bir Allahın kuluna dahi rastlanmıyordu. Karayel konağında yaşayan herkesin üzerinde ölüm var gibiydi. Herkes kendi odalarında çekilmiş, kendiyle baş başa kalmış. Kendi sıkıntıları ile uğraşırken, bir kız vardı. Yere göğe bir türlü sığamayan kız, ne yapacağını nasıl yaşayacağını artık bilemeyerek çareyi, yine aynı yerde bulmuştu. Odanın kapalı kapısını açıp içeri titrek adımlarla girdiğinde, daha odanın içine doğru attığı bir kaç adımla bile kalbi hızlanmaya, ruhu ağrımaya başlamıştı. Boş odadan içeri girip kapıyı ardından kapadığında, odanın ışığını açma gereksiniminde bulunmadı ve sadece camdan gelen gecenin aydınlattığı ışık eşliğinde boş yatağa doğru ilerledi. Boş yatağın yorganını kaldırdığında, daha fazla ayakta tutamadığı vücudunu yatağın içine girerek yatağa bıraktı. Kafasını yastığa koyduğu gibi, yastığına bulaşmış buram buram kokusu doldu kızın burnuna. Gözlerini hasretle yumduğunda kız, göz yaşları akmaya başladı, yanaklarına doğru. Titrek bir nefes verdiğinde, kafasını daha çok gömdü buram buram o kokan yastığa. Kokusunu tüm ciğerlerine çektiğinde, büyük bir hıçkırık kaçtı dudaklarının arasından. Yorganın altındaki ellerini gün yüzüne çıkardığında, elleri yanına düştü. Avucunun içinde dakikalardır tutuğu yüzüğü parmaklarının arasına aldığında, bakışları yüzüğün üzerinde gezindi. Bu onun yüzüğüydü. Bu, ondan bir parçaydı. Bu yüzük, ikisinden bir parçaydı. Yüzüğe bakarken daha da artış gösterdi ağlayışı. Odanın içi sanki cam açıkmış gibi bir soğuk ile buluştuğunda içi titredi kızın. Binlerce fırtına koptu kızın içinde. Hıçkırıkları içinde kopan fırtınaların bıraktığı büyük hasar gibi kaçtı dudaklarından. Yorganına sarıldı kız. Sarılamadığı adama sarılır gibi. Yüzğü dudaklarına doğru götürdüğünde, küçük bir öpücük bıraktı yüzüğün üzerine. Kalbi, bugün yerinden çıkmak ister gibi hızlı atıyordu. Göğsü, taşıdığı ağrılarla baş etmekte güç çekerken, yüreği kasılıyor, içi yanıyor, kalbi isyan eder gibi bir ızdırap ile ağlıyordu. Kalbinden düşen parçaları tutamıyor, elinden kayıp gidiyordu. İçindeki nefret, aynı zamanda aşka da ev sahipliği yapmak isterken o bununla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Hem nefret edip hem de sevmek. Bir kalp ikisini de nasıl aynı anda taşırdı? Hapishanedeydi karayel. Onu buraya getirip, bırakıp gittiklerinde buradaki kimse ile tek bir kelime dahi konuşmamıştı. Kendisine verilen boş yatağa kurulmuş, buraya getirilişinden iki saat sonra eline ulaşan babaannesinin onun için hazırlayıp gönderdiği çanta ile üzerindeki kıyafetleri çıkarıp yenilerini giyinmişti. Herkes uyuyordu, Karayel dışında. Uyumayı bir türlü başaramıyordu. Yatakta sırt üstü uzanmış, buraya getirilmeden önce fotoğraf için üzerinden çıkartılan kıyafetlerinin arasından yalnızca geriye inatla bırakmak istemediği yüzük kalmıştı. Bırakamamıştı o yüzüğü. Kendisinden gitmesine izin verememişti, vermemişti. Yastığı yatağın demir başına eğik şekilde yerleştirdikten sonra kafasını yastığa koymuştu. Ve sabahtan beridir yaptığı şeyi hala daha yapmaya devam ediyordu. O yüzüğe bakıyordu. Elinden düşürmediği o yüzüğe. Deniz kızının yüzüğüne. Ona ait olan yüzüğe bakıyordu. Elinde ondan kalan, ondan olan tek şeye. Kendi elleriyle bir daha asla çıkarmamasını söyleyerek taktığı yüzüğe bakıyor, onu sıkı sıkı tutuyordu. Mühür, demişti Deniz kızı. Mühür, demişti Karayel. Mühürü biri çözmek isterken, biri asla çözülmesine izin vermemişti. Karayel, mühürün çözülmesine izin vermeyen taraftı. Ve her ne kadar bunu istemese de yaptıklarıyla o mühürü çözdüğünü düşünüyor, kalbi bu düşüncenin gerçekliği ile kasılıyordu. Karayel ve Deniz kızının arasındaki o mühür, daha karayel yüzüğü Deniz kızının parmağına taktığı an oluşmaya başlamıştı aslında. Sessiz ve sedasız bir şekilde. Kalplerinin arasında onlar farkında olmadan incecik bir ip bağlandı. Sardı o ince ip ikisinin de kalplerini, yavaş yavaş birbirlerine. Ve öyle bir düğüm attı ki, hiçbir gücün, hiçbir şeyin çözemeyeceği kadar sıkı, karışık ve kör bir düğümdü. İkisininde bundan hiç haberi olmadı. Vicdanının sesini duymayı reddetti Karayel. Vicdanının sesini duyarsa eğer, bu onunla vedalaşmış olacağı anlamına geliyordu. Ve karayel, onunla vedalaşmayı hiç istemiyordu. Bir, annesi ile vedalaşmak hiçbir zaman istemedi. iki, Deniz kızıyla vedalaşmak istemedi. Nefes, o gece hıçkıra hıçkıra ağlarken, karayelin yüzüğüne sığındı. Onun yüzüğüyle ağladı, onu yüzüğüne sarılarak uykuya daldı. Yaman, Nefesin yüzüğünü gece boyunca elinden hiç düşürmedi. Nefesin yüzüğünü seyretti, onunla uyudu. ikisi de, o gece birbirlerine verdikleri yüzüklerden birbirlerine sarıldılar. Farkında olmadan, bilmeden ve duymadan. Hatta hissetmeden. 🫀 Liman, iki insanın buluştuğu tek yer olabilirmiydi? Ya da, sadece Sare ve Çınarın buluştuğu tek yer olabilirmiydi? Nasıl oluyordu bilmiyordu Sare ama kendisini daima çınarın yakınında, yanında ve olduğu yerde bir şekilde buluyordu. Ayakları mı onu buraya getiriyordu yoksa daha farkında bile olmadan Çınar için atmaya başlamış kalbi mi? Hangisi? Kayalıkların orada, denize yakın o ücra köşede sırtı Sare'ye dönüktü çınarın. Elleri cebinde, kafasını geriye atmış, dertli gibi görünüyordu. Soğuktan mıdır yoksa, canı yandığı içinmidir bilmiyordu ama dudakları titriyordu. Adımlarını, Çınarın olduğu yere doğru atarken kalp atışları ona yakınlaşmanın verdiği heyecan ile hızla atmaya başlamıştı. kayalıkların üzerine çıktığında, düşmemeye dikkat ederek Çınara giden kayalıkları geçti. Arkasından gelen sesleri duyduğunda arkasına dönüp baktı Çınar. Kendisine doğru gelen Sareyi gördüğünde şaşırmamıştı. Ona geleceğini içinden bir ses defalarca kez söylemişti zaten kendisine. Biraz geç gelmişti. Ama gelmişti... Ayın yüzüne vuran ışığından gördü yüzünü Sarenin. Karşısına geçen kızın suratının her bir ayrıntısında gezdi bakışları. Burnunun ucu ağlamaktan kırmızılaşmıştı. Yanakları al al, mavi gözleri ağlamaktan boncuk boncuktu. Dudakları ve çenesi, nedensizce titriyordu. Yüreği cız etti Çınarın onun bu haline karşı. "Sare" dediğinde kızın ağlayışı daha da şiddetlendi ve bir adım daha atarak çınarla aralarındaki mesafeyi kapatıp kollarının adamın kollarının altından geçirerek beline sardığında, kafasını adamın göğsüne yasladı. Sarenin bu beklenmedik hareketine karşı elleri havada asılı kalmış ve kaşları şaşkınlıkla çatılmıştı Çınarın. Fakat kendisine sarılan ve göğsünde yer eden kızı karşılıksız bırakamadı ve havada asılı kalan kollarını kızın beline sardı. Sarı saçlarının arasında gezinirdi parmaklarını. Sarenin sarı saçlarını okşamak, Çınara daima iyi hissettirmişti. Küçük bir hıçkırık sesi geldi Sareden. Kafasını Çınarın göğsüne yaslamış kız, hıçkırıklar eşliğinde ağlıyordu. Kollarını Çınarın beline sarmışken, "Benim neden senden başka gidecek hiçbir yerim yok, Çınar?" Diye mırıldandı hıçkırıklarının arasından sessizce. Bu söylediğini Çınarın duymadığını düşündü fakat, Sarenin belini saran eller kas katı kesilmiş, kaşları şaşkınlıkla çatılmış, dumura uğramış bir şekilde sarenin az önceki sözlerini bizzat duymuştu Çınar. "Belki, benim de senden başka gidecek yerim yoktur, Sare" diye mırıldandığında hıçkırarak ağlayan sare onun bu sözlerini hiç duymadı. Sanki saklanmak ister gibi çınarın göğsüne yasladığı kafasını çınarın göğsüne daha da gömdü. Çınarın beline sardığı ellerini daha da çok sardı. Sıkı sıkı sarıldı Çınara. Parmaklarıyla montuna tutundu ve ağlamaya devam etti. Kızın saçları arasında dolaşıyordu Çınarın parmakları hala. Tek koluyla sardığı belini daha çok sardı Çınar. Kafasını kızın göğsündeki kafasına eğdiğinde, sarı saçlarına yaklaştırdı Sare'ye hissettirmeden burnunu. Gözlerini kapatıp, içine bir nefes çektiğinde, burnunu kızın saçlarından gelen koku doldurdu. Gözlerini açmadı. Bu koku, lavantaydı. Sarenin saçları lavanta kokuyordu. Ve Çınar, lavanta kokusundan nefret ediyordu. Fakat bu sefer farklı birşey oldu. Adam, bu sefer lavanta kokusunu aldığı gibi geri çekilmedi, burnunu tutmadı, yüzünü ekşitmedi. Aksine, dudaklarında ilk defa lavanta kokusu yüzünden bir gülümseme oluştu. Bir kere daha kokladı kızın saçlarından lavantayı. Güzeldi, farklıydı, hoştu. Çınar, o gece Sarenin saçlarında sevdi nefret ettiği lavanta kokusunu. Aradan dakikalar geçmişti. Sare ve Çınar, aynı kayalıkta yan yana oturmuş ayın ve yıldızların ışıklarıyla aydınlattığı denizi seyrediyorlardı. Sarenin ağlayışı hiç durmamış, bir an olsun gözyaşları dinmemişti. Kafasını Çınarın omzuna yaslamış, ağlamaya devam ediyordu. Yanaklarında biriken göz yaşlarını eliyle sildiğinde akan burnunu çekti. Ellerini dizlerinin üzerinde birleştirmiş Çınar, her zaman olduğu gibi yine Sarenin kafasını omzuna yaslamasına ses etmemiş. Müsade etmişti. Gerçi, ne zaman ses etmişti ki. O bunun sarede en sevdiği şeydi. içi sıkıntıyla doluydu Çınarın. Aklı karışıktı ve ne yapacağını bilmiyordu. Kardeşi içerde, hapisteydi. Ve o eli kolu bağlı bir şekilde bu duruma ses etmeden öylece duruyor. Burada onun kardeşine teselli veriyordu. Yamanı oradan çıkarmak için birşeyler yapması gerekiyordu. Onu orada bırakamazdı. Yamanı içeride bırakamazdı. Yaptıklarının yanlış olduğunu, hatalı olduğunu, yanlış kararlar aldığını biliyor ve ona bu yüzden de çok kızıyordu Çınar. Herşeyi ve herkesi mahvetmişti. Kendini de. Nefesin o geceki halini hala aklından çıkaramıyordu. O sözleri kendi kulakları ile işitmişti. Nefese üzülüyordu. O kız masumdu. Çınar bunu biliyordu ve Yamanı affedemiyordu. En çok da herkes gibi kendisini de kandırmış olmasını ve bir aptal yerine koymasını kaldıramıyor, buna daha çok öfkeleniyordu. Ama içinde bir şey vardı. Doğduğu günden beridir yedikleri içtikleri bir gün dahi olsun ayrı geçmediği, çocukluğunu birlikte geçirdiği, birlikte büyüdüğü adama, kardeşini orada bırakmamasını söylüyordu içindeki şey. Herşeye rağmen, onu oradan çıkarmak için birşeyler yapmasını söylüyordu. Çabalaması gerektiğini, çıkışa ulaşan bir yol bulmasını ve kardeşim dediği adamı oradan çıkarmasını söylüyordu. Tüm hatalarına rağmen onu oradan çıkarmalıydı Çınar. Herkes mahvolmuşken, herşey dağılmışken onu orada bırakamazdı. Oradan çıkmalı ve mahvettiği herşeyi geri eski haline getirmeli, telafi etmeliydi. Hiç kimseyi ardında böyle harabe bir şekilde bırakıp cezamı çekeceğim kafasına yatamazdı. Herşeyle birlikte, omzunda ağlayan kızın göz yaşlarını dindirmek için abisini oradan çıkarmalıydı. Çınar her zaman Sarenin göz yaşlarını dindirmiş, acılarını ve dertlerini geçirmenin bir yolunu bulmuştu. Şimdi, omzunda dakikalardır böyle içli içli ağlayan kızın yine göz yaşlarını dindirmeliydi. "Sana söz Sare. Abini oradan çıkaracağım" dedi, Çınar kendinden eminimi gibi çıkan sesiyle. Kafasını koyduğu Çınarın omzundan kaldırarak doğruldu Sare. Ağlamaktan helak olmuş mavi gözlerini Çınara çevirdiğinde, Çınarın denizi izleyen bakışları kafasını çevirdiğinde yanındaki sarenin gözlerini buldu. Mavi gözleri ağlamaktan solmuş, gözünün etrafı artık kızarmıştı. "Nasıl olacak o?" Diye sorarken sesi ağlamaktan kısılmıştı Sarenin. "Bilmiyorum. Ama bir yolunu bulacağım." Dedi, Çınar sareye güven vermek ister bir sesle. Gözleri yine dolduğunda dudakları tekrar titremeye başladı Sarenin. Yaptığı çok büyük bir hataydı. O gece abisine onları söylememeliydi. Canını öyle çok yakmamalıydı. Ama öfkesinden ağzından çıkanlara engel olamamıştı. Bir türlü durduramamıştı çenesini. Canını yakmıştı abisinin. O sözleri söylerken kendisinin de içi acımıştı. Bir taş oturmuştu o hece abisine tokat attığında. Anneleri hakkında öyle şeyler söylememeliydi. Herşeyi diyebilirdi. Ama abisini annelerinden vurmamalıydı. Ama o kadar öfkeli, o kadar sinirli ve o kadar kızgındı ki anisine. Yerinde duramıyordu. Ama yapmaması gerektiğini biliyordu. Yamanın en hassas noktası annesiyken onu annesi ile vurmamalıydı. Polise mezarlıkta olduğunu söylememeliydi. Sarenin gidecek belki bir Çınarı vardı. Ama Sare biliyordu ki abisinin annesinden başka gidecek hiç kimsesi yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. Ama arkadaşı, artık en yakını olmuş kızı o helde görmüştü. Mahvoluşunu kendi gözleri ile görmüştü. Yalvarışlarını, yakarışlarını, haykırışlarını, çığlıklarını duymuştu o gece Sare. İçi acımıştı kolları arasından acı içinde ağlayan kıza. Dermansızca acıyla kıvranıyordu Nefes. Sare buna kulak tıkayamadı. "Ben sana aşıktım, Karayel." Deyişini duymuştu sare, Nefesin. Nasıl dayanabilirdi onun bu haline. Acı çekmesine, arkadaştan öteye geçecek kızın canının aşık olduğu adam, abisi yüzünden canının o denli yanmasına nasıl susacaktı. Nasıl teselli edecek, nasıl özür dileyecekti. Gözlerinin önünde günahsız ve masum bir şekilde mahvoluşunun hesabını abisinden nasıl sormayacaktı. Yaman abisi olabilirdi. Ama Nefes de artık Sare için çok kıymetli ve önemliydi. Ama pişmandı. İşlerin bu raddeye geleceğini bilmiyordu. Abisini kaybedeceğini bilmiyordu. Daha önce hiç görmediği annesi gibi, abisini de kaybedeceğini bilmiyordu. Akan göz yaşları hem abisine, hem de Nefeseydi. Hem de kendine. Nefes Soykan; Yaram kabuk bağlarmıydı? Kalbimde açılan en büyük yara, kabuk bağlarmıydı? Onun açtığı yaranın üzeri kurur ve kabuk tutarmıydı? Bu zaman kadar çok yara açıldı bende. Çok yara aldım. Ama hepsi ruhumdaydı. Ruhuma aitti. Ruhum, çiziklerle doluydu. Açılan yaralar ve yaraları açanların bıraktıkları çizikler ile. Ki onları ve bende bıraktıkları hasarları asla unutamayayım diye. İlk defa kalbimde yara açılmıştı. İlk defa biri kalbimde yara açmıştı. Kalbimin üzerine bir çizik atmış ve sonrasında da beni ardında bırakıp gitmişti. Yaraya baktım. Çiziğe baktım. Kabuk bağlayacak gibi durmayan ve kanaması hiç dinmeyen yarama baktım. Acıyordu. Çok acıyordu. Neden bu kadar çok acıyordu? Onun yüzünden mi? Ona aşığım diye mi? Aşkmıydı yaranın canımı bu kadar çok acıtmasına neden olan? Aşk, bu kadar acıtabilirmiydi sahiden? Kalp, aşık olunca bu kadar yanarmıydı? Şimdi kalbim, külleninceye kadar yanacakmıydı? Külleri mi kalacaktı Kalbimin? Kırılan parçalar da mı yanacaktı? Onun kırdığı her bir parça. Kalbim küle döndüğünde, o da mı küle karışacak ve benden sonsuza dek gidecekti? Karayelde, benim kusurlarım arasında yer mi alacaktı? Kusur... Baştan aşağı kusurlardan ibaret olan bir kız. Ve onun kusurları arasına eklenmiş bir kalp. Derin bir nefes içime çektiğimde, aynanın karşısından çekildim ve yatağın üzerine bıraktığım siyah uzun kabanı aldım ve omuzlarımın üzerinden arkama atarak üzerime giyindim. Bir anda ondanın kapısı açıldığında, bakışlarım o tarafa döndü. "Nefes! Ee hadi ama." Diye söylenen Roza , odadan içeri girmiş ve topuklu ayakkabılarının çıkardığı sesler eşliğinde bana doğru geliyordu. "Tamam Roza. Geliyorum işte." Dediğimde, telefonumu kabanın cebine attım ve kabanın altında kalan saçlarımı çıkarıp omuzlarımın üzerinde bıraktım. "Ay hadi. Geç kalıcak ama." Derken, aynanın karşısına geçmiş ve nasıl göründüğüne bakıyordu. "Gayet güzel oldun, Roza" dedim ona bakarken. Üzerine düz, sade ve dizlerinin hemen üzerinde biten veya bir elinize giyinmişti. Kolları uzun, omzu kısımları hafif kabarık, kol kısımları lastikli bir elbiseydi. Ayaklarından beyaz uzun topuklu çizmeler vardı. Uzun, omuzlarını geçen be neredeyse belinin bitiş hizasına olan saçlarını üsten toplayıp küçük bir at kuyruğu yapıp, altlarını açık bırakıp uçlarına maşa yapmıştı. "Öyle mi dersin?" Diye sordu dudak büzerek. Kafamı onaylar şekilde salladım. "Birileri artık şu kıza gelmesini söyler mi!?" Diye aşağıdan bağıran İlyasın sesi doldu odaya. Roza burnundan solur gibi bir bıkkınlıkla nefes verdi. "Geliyorum Sural! Çatlama!" Diye bağırdığında, yanıma gelip koluma girdi. "Nefes, lütfen biraz olsun bugün gül." Dediğinde koluma girmişti. Bugün İlyas ve Roza evleniyordu. Ve biz şimdi nikah dairesine gitmek için hazırlanmış evden çıkacaktık. Benim sessiz kaldığımı görünce, "İnan bana babam beni her an bulup gelip alacak korkusu olmasa bugün evlenmezdim. Sen bu haldeyken böyle hazırlanıp evlenmek can sıkıcı." Dedi, gözlerinden bile beni düşündüğü belli oluyordu. Beni düşünüyordu. O geceden beri tıpkı Sare gibi o da yanımdan hiç ayrılmıyordu. Mahkeme gününün ardından iki gün geçmişti ve İlyas'la Roza hızlıca en yanın tarihe nikah günü almışlardı. Evdeki herkes sessiz, suskun ve buruktu. Kimsenin keyfi yoktu. Tüm bu yaşananların üzerine bir de Rozanın babası onu bulup o adamla evlenmesin diye uğraşıyorduk. Dudaklarımda zoraki bir gülümseme oluştuğunda, Roza bunu görünce dudaklarında benimkinden daha büyük bir gülümseme oluştu. "Sen hep gül" dediğinde, yanağıma küçük bir öpücük bıraktı. Birlikte odadan çıkıp merdivenleri indiğimizde, evin kapısının önünde çoktan hazırlanmış İlyası gördüm. "Gelme Alemdar, gelme. Sonuçta bugün evlenecek olan sen değilsin değil mi?" Diye sızlandı İlyas. Gergindi. Hem Karayelin durumunu hem de Rozanın babasının her an gelecek olması düşüncesi onu son iki gündür fazlasıyla geriyordu. "Boş boş konuşma Sural. Geldik işte." Diyerek kapıya doğru koluna girdiği benle yürüyordu Roza. "Hayır yani bilemesem bana aşıksın da bir an önce evlenmek istiyorsun diye düşüneceğim." Dediğinde kapıdan çıktık. "Evlenmek istiyorum," diyen İlyas'la birlikte Rozanın bakışları hemen ona döndü. "Ama aşık olduğum için değil. Baban yüzünden." Dediğinde büyük bir oh çekti Roza. Ben Rozanın kolundan ayrıldığımda, bahçede ayakta dikilmiş Sare'ye doğru yürümeye başladım. "Ayrıca, bu kadar hazırlanmana ne gerek vardı?" Diyen İlyasın sesi ulaştı kulağıma. "Evleniyorum ya Sural. Pijamayla mı geleyim nikaha" diye çemkirdi anında Roza. "Yani, o da sana çok yakışırdı." Sarenin yanına yanaştığımda, onu dalmış buldum. "Sare," diye seslendim fakat beni duymuş gibi durmuyordu. "Sare." Diye tekrar ona seslendiğimde elimi yüzünün önünde salladım. Bakışlarını daldığı yerden nihayet ayırdığında kafasını bana doğru çevirdi. "E-efendim Nefes." Dediğinde gözlerimi kısarak ona baktım. "Birşey mi oldu?" Diye sorduğumda, dalgın dalgın kafasını iki yana salladı. "Hayır, yok birşey" diyen sesi bile dalgındı. Tuhaf duruyordu. Arabadan inmiştik. Roza, İlyas ve ben İlyasın arabasında Nihan dairesine gelmiştik. Sare, Çınar, Yusuf amca ve Asiye hanım da Çınarın arabası ile gelmişti. Şimdi ise nikah dairesinin içinde hatta nikah salonundaydık. Hepimiz en ön sırada yan yana koltuklarda oturmuştuk ve Roza ile İlyasın gelmesini bekliyorduk. Bir kaç dakika sonra, Nikah salonundan içeri Roza ve İlyas birbirlerinden ayrı bir şekilde girdiklerinde bakışlar onlara döndü. Basamakları çıktıktan sonra nikah masasının yanına varmışlardı. İlyas, centilmenlik yaparak Rozanın koltuğunu geriye çekti oturması için. Onun bu hareketine pek aldırış etmeyen Roza koltuğuna oturdu ve ileri doğru çekti. İlyas, hemen Rozanın yanındaki boş koltukta yerini aldığında nikah memuru nikahı başlattı. "Evlenmek için belediyemize başvuruda bulundunuz ve evlenmenizde hiçbir sorun veya aksilik görünmüyor." Diyerek söze girdi nikah memuru. Rozanın babasının her an gelme olasılığını yok sayarsak evlenmeleri için hiçbir sorun yoktu. Evet. "Siz, Rıza Alemdarın kızı Roza Alemdar. İlyas Suralı eş olarak kabul ediyormusunuz?" sorusu ile birlikte Rozanın bakışları, yanındaki İlyas'a döndü. Sessizliğini korurken İlyas'a bakmaya devam ediyordu. Dudaklarında bir gülümseme can bulduğunda, bakışları nikah nemuruna döndü. "Evet!" Dedi Roza masanın üzerine sabitle küçük mikrofona karşı. Bir an için film şeridi gibi gözümün önünden geçti onun ile olan sahte nikahımız. İçimde çok garip bir his var. Hanımda o var. Bana söylediği söz kulaklarımda bir kez daha yankılandı. "Adın gibi olmuşsun..." Nefes gibi olmuşsun. Üzerimde bir ağırlık hissettim. Nikah memuru bu defa da İlyas'a döndü. "Peki siz, Halit Suralın oğlu İlyas sural, Roza Alemdarı eş olarak kabul ediyormusunuz?" Bakışları Rozaya döndü ilyasın. Yanında yerinde duramadan oturan Rozaya baktı. "Evet" dedi İlyas mikrofona doğru. "O halde bende belediyemizin bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı koca ilan ediyorum." Roza ve ilyas deftere imzalarını attıktan sonra ayaklanmak için bir hamlede bulundular. Tam o sırada Roza aklına birşey gelmiş gibi kalkmaktan vazgeçtiğinde daha hala sandalyede oturan İlyas'a sinsice baktı. "Aaa!" Diye küçük bir inilti İlyas'tan geldiğinde Rozadan eş zamanlı bir kahkaha sesi geldi. İlyas bacağını kendine çekmişti. "Kızım napıyorsun ya!" Diye bağırdığında yüzünü buruşturmuştu. "Adeten sural. Gelin damadın ayağına basar." Dediğinde eliyle saçlarını kendini beğenmiş bir edayla geriye savurdu. İlyasın bu haline gülmeden edememiştim. Adamın canı yanıyordu. "Kaç santim senin o Allahın belası topukluların ha! Demirdenmi yaptırdın ne yaptın? Ayağımın anası ağladı." Diye yakındığında oturduğu yerden bacağını tutarak kalktı. "Ay bilmiyorum sural. Hem bu kadar abartma, topuklularımı sana karşı bir silah haline getirebilirim." "Eve gittiğimizde ilk işim onları yok etmek olacak." Dedi, İlyas nikah cüzdanını masanın üzerinden aldığında. Kafamı çevirip yanıma baktığımda, ağzını iki gündür bıçak açmayan herkesin dudaklarında bir gülümseme olduğunu gördüm. "Topuklularıma dokunursan kafanda paralarım onları Sural!" Bense bu hallerine gülümseyerek baktım. En azından birileri gülebiliyor ve eğlenmenin yollarını buluyordu. Hava kararmış, akşam olmuştu. Akşam yemeği için sofra kurulmuş, fakat kimsenin yemek yeme gibi bir niyeti yoktu. Salondaydık. Karşılıklı duran büyük koltuklarda oturmuştuk. Yusuf amca nikahtan sonra hemen limana gitmişti. Yemek masasının üzerinde soğuyan yemeklere bakmıyordum. İştahım kapanmış ve bir türlü yemek yiyemiyordum. Yukarı çıkmak için ayaklandım. "Hepinize iyi akşamlar." Diyerek salonun kapısına doğru ilerledim. Salondan çıkıp merdivenlere yöneldim. İki ay sonra; Yaram kabuk bağlamazmış, güz yarası. Benim yaram kabuk bağlamazmış. Senin kalbimde açtığın yara kapanmazmış. Öyle derinde açmışsın ki yarayı, kanaması dursa da ne kapandı, ne de kabul tutu. Yanarmış benim kalbim. Benim kalbim çok yanarmış. Küllerine kadar yanarmış. Seninle beraber yanarmış. kalbime attığın çizik, bıçakla çizilmiş gibi derinde, izi kalırmış. Güz yarası, bu sana yazdığım onuncu mektubum. Sen gittin, giderken gerinde bıraktığın beni de mahvettin. Ve ben, hala sana mektuplar yazıyorum. Ben, sana yazmaktan vazgeçemiyorum. Oysaki sen... sen benden vazgeçeli çok oluyor. Yoksun. Hiç olmadın da. Güz yarası, iki ay oldu. O iki ay benim için on seneye bedel gibiydi. Her gece senin yüzüğüne baktım. Ona sarıldım. Ona ağladım ve onunla uyudum. Bilirmisin güz yarası, deniz kızları gerçek değildir. Hiçbir zaman gerçek olmamışlar ve de olmayacaklar. Bilirmisin güz yarası, denize ait olan denizde boğulurmuş. Bilirmisin güz yarası, benim göz yaşlarım hiç dinmezmiş. Sen bilmezsin güz yarası. Bende açtığın yarayı bilmezsin. Halimi bilmezsin. Sensiz gecelerimi bilmezsin. Kabuslarımı bilmezsin. Güz yarası, sen bilmezsin. Bir kalp varmış güz yarası. Ağır yaralı, hasarlı kırık dökük. Hiçbir şeye mecali olmayan yorgun bir kalp. Karşısına bir gün, etrafını kalın ve sert taşlar sarmış bir kalp ile karşılaşmış. Yadırgamamış fakat kalp taşa dönmüş kalbi. Çünkü etrafındaki kalplerin hepsi tıpkı o kalp gibi taştanmış. Kalbine çarpan taş kalpler kırmış onu. Onlardan biri olduğunu bilmiş kırık kalp. Ama söz dinlememiş yine de. Değiştirebileceğini düşünmüş. Yapabileceğini, kalın taşları kırabileceğini düşünmüş. Kırmayı denemiş. Taşı çatlatmayı, altındaki kalbe ulaşmayı denemiş. Seslenmiş, bağırmış, çağırmış. Fakat karşısındaki kalp öyle bir taşa dönmüş ki, bir türlü duyuranamış sesini. Kırık kalp, taş kalbi iyileştirmeye ve değiştirmeye çalışırken kendisi dağılmış. Kendisi kırılmış. Kendisi hastalanmış. Kırık kalp, bir kere daha kırılmış. Bir kere daha parçalanmış. Bir kere daha yaralanmış. Ve defalarca kez kanamış. Kan kalmamış, ama kanamış. Göz yaşı kalmamış, kan ağlamış. Dermanı kalmamış, boğulmuş. Yaralanmış, susmuş. Kırıl kalp benim. Taş kalp sensin. Yara benim, yaralayan sensin. Kanayan benim, kanatan sensin. Ağlayan benim, ağlatan sensin. Sen nesin. Siyah mısın? Beyaz mı? Ben neyim? Siyahla beyazın arasına aklamış gri mi? Karanlık. Sonu yok. Işık yok. Çıkış yok. Aynı karanlık ve iki insan. Karanlık, sen ve ben. Siyah sen, siyah ben. Beyaz kan. Beyaz ben. Kan sen. Sevgimi haketmiyorsun, güz yarası. Bende sevilmeyi... Güz yarası, son bahar yarası demek, biliyormusun? Güz yarası sensin. Son bahar yarası sensin. Benim son bahar yaram sensin. Benim güz yaram sensin. Sen benim yaramsın. Soğuk bir sonbahar gecesi girdin hayatıma. Soğuk bir sonbahar gecesi de çıktın hayatımdan. İzinsizce, husustsuzca girdin hayatımın kapısından içeri. İzin almadan, kapıyı çalmadan. Yerle bir ettin her yeri. Dağıttın, yıktın. Benzin döküp ateşe verdin. Beni de o ateşin içinde bıraktın. Bir son bahar gecesi başlayan çıkıntılarla dolu yolculuk son bahar bittiğinde bitti. Artık kıştayız. Aylardan şubat. Sen hapistesin. Dört duvarın arasında. Ben dışardayım. Ama kalbimin dört duvarının arasında sıkışıp kalmışım. Nefret ve sevgi. Aynı kalpte, iki farklı birbirine zıt duygu barına bilirim? Birini dışarı atmak gerekir. Sevgimi dışarı atabilirmiyim? Bana yaşattığın onca şeyden sonra senden nefret etmekten vazgeçebilirmiyim? Seven insan, sevdiğinden nefret eder mi? Söylesene güz yarası. Senden nefret edilir mi? Deniz kızından güz yarasına... 03/02/2024 Sayfayı ikiye katladıktan sonra yatağın üzerindeki zarfın içine koydum ve zarfın ağzını kapattım. Yataktan kalktığımda, bu elimdeki mektubu da diğerlerinin arasına, yatağın hemen yanındaki çekmeceye koydum ve odadan çıkmak için kapıya doğru ilerledim. Odadan çıktığımda kapıyı ardımdan kapattım. Hemen kısa koridorun sonundaki merdivene doğru yürümeye başladım. Travzanlara tutunarak merdivenleri inmeye başladığımda, merdivenlerin bitişinde, yüne yukarıdaki gibi hemen merdivenlerle hizalı korudora girdim. Kapalı kapıyı açtığımda ayakkabılarımı ayağıma giyindim ve kapıdan dışarı çıktım. Evin mutfak camının önüne kurulmuş masanın yanına ilerledim. Tahta sandalyeye oturduğumda ellerim masanın üzerinde birleştirdim ve kafamı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi yumdum. Büyük bir nefes içime çektim. "Nefes!" Diye bir anda bağıran Rozanın sesi ile olduğum yerde sıçradım. "Ayy korkuttun beni Roza" dediğimde yönümü evin kapısının önünde dikilmiş, üzerindeki uzun siyah hırkasını kendine sarmış, ellerini karnında bağlamış Rozaya döndüm. "Hava nasıl görüyormusun, Nefes. Kar dolu her yer." Bakışlarım küçük bahçenin etrafında gezindi. Aralık aynının sonundan beridir belli aralıklarla az az kar yağıyordu. Ama Ocak ayına girdiğimizden beri kar yağışı şiddetini artırmış ve her yer haftalardı beyaz örtü ile kaplanmıştı. Hava soğuktu. Rüzgar sert esiyor, insanın yüzüne sert bir tokmak gibi çarpıyordu. "Biraz hava almak istedim, Roza." Dedim oturduğum yerden geri kalktığımda. Biliyordum. Burada oturmama bir saniye olsun izin vermeyecekti. İki aydır, sanki annemmiş gibi her dakika tepemdeydi. Hani anneler küçük çocukları kış ayında hasta olmasın diye cama bile çıkmalarına izin vermez, kat kat giyindiler yemeklerini onlara kendileri yedirir ya. Roza da iki aydır bana bir anne gibi bakıyordu. Ben ne kadar inat etsem, bu davranışlarını kabul etmesem de bana kızıyor gözünü üzerimden ayırmıyordu. Ayrıca, artık doktorumdu da. İlyas'la evlendikten iki hafta sonra İlyas kendileri için bir ev tutmuştu. Benimde artık Karayel konağında yaşamak istemeyeceğimi bilerek kendileri ile buraya getirmişlerdi. Bizim evimiz, Sarelerin evine çok da uzak değildi. Bir iki sokak ötelerinde yaşıyorduk aslında. Hastalığımı hala Sare ve Roza dışında kimse bilmiyordu. Her hafta Rozanın Trabzon'da çalıştığı hastaneye gidiyor orda genel kontrollerimi oluyordum. İlaçlarımı bir gün olsun aksatmıyordum. Böylelikle mide bulantılarım, kusmalarım ve baş dönmelerim de artık sona ermişti. Evden içeri girip odama gitmek içim merdivenlere yöneldiğimde yakamdan tutu Roza. "Nefes, artık birşeyler yemelisin." Dedi, endişeli bir sesle. Kafamı çevirip ona baktım. "Midem almıyor, Roza" dedim, dudak büzerek. "Ama böyle olmaz. Çok zayıfladın. İki aydır adam gibi yemek yemiyorsun." Dedi inatla. Haklıydı. İki ayda nerdeyse on kilo vermiştim. Doğru düzgün yemek yiyemiyordum. Midem yemeyi kabul etmiyordu. Bu yüzden yanaklarım içe çökmüş, çukurlaşmıştı. İçmam gereken ilaçlar dışında düzgün su da içmiyordum. Geceleri gördüğüm kabuslar yüzünden uykumu da tam anlamıyla alamıyordum. Göz altlarım yorgunluktan ve uykusuzluktan torba torba olmuştu. Yemek yemediğim için vitaminsizlikten saçlarım da dökülmeye başlamıştı. İki ayda, on sene yaşlanmış birine dönmüştüm. "Düzelicem. Sana söz eski halime geri döneceğim." Dedim güldüğümde kolunu ona destek vermek ister gibi tutuğumda. "Böyle gidemezsin zaten Nefes. Hastalığını tetikliyor bu durum." Dediğinde bıkkın bir nefes verdim. Hastalığım. Hastalığım. Zehir gibi tüketen hastalığım. Güldüm. "Ben yemek yememde yemesem de bu hastalık zaten ilerleyecek, Roza. Önüne geçemeyiz." Dedim. Hastalığımı kabullenmiştim. Uzun zamandır. 💫 Hava kararmış, akşam çoktan olmuştu. Odamdaki camın önüne geçmiş, camdan dışarıyı izliyordum. Kar yağmaya başlamıştı. Sokakta kimse yoktu. İstanbulda çok kar yağmazdı. Uzun aralıklarla yağar, bir iki gün anca sürer sonrasında da hemen yok olurdu. Hatta son zamanlarda kar hiç yapmamıştı. En son iki üç sene önce yağmıştı ve oda tutmamıştı zaten. Ama karadenizde durum öyle değildi. Kar günlerdir yağıyor, tutuyor ve hemen yok olmuyordu. Geceleri karın yağışını izlemek çok güzel hissettiriyordu bana. İçimdeki sıkıntılar her ne kadar geçmese de bir süreliğine dahi olsa unutuyordum. İstanbula geri dönememiştim. Orada kimsem yoktu. Kalacak bir yerim ve bir arkadaşım yoktu. Yurt dışına gitmeme de Sare ve Roza karşı çıkmıştı. İkisi de gözlerinin önünde olamamı. Ve başıma bir iş gelmemesi için burada kalmamı söylemişti. Rozanın da buradan gitme gibi bir sorunu kalmamıştı. Babası onu bulmuştu. Evlendikleri günün akşamı Rozanın babası Rıza Alemdar hemen konağın kapısına gelmiş, Rozayı kolundan tutup zorla götürmeye çalışmıştı. Fakat İlyas, nikah cüzdanını adamın gözüne soka soka artık nikahlı karısını hiçbir yere zorla götüremeyeceğini söylemiş ve Rozayı arkasına almıştı. Şimdi her ne kadar düzgün ve normal bir evlilikleri olmasa da evlilerdi. Derin bir iç çektiğinde, yatağın üzerinde duran telefonumdan bir bildirim sesi geldi. Camının önünden ayrılıp yatağa doğru gittiğimde, yatağım üzerinde ekranı kapanmak üzere duran telefonu aldım. Ekrana dokunup telefonu açtığımda, mesaj kısmında bir bildirim olduğunu gördüm. Hemen mesaja tıklayıp ne olduğuna baktım. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. "Kırlangıcı kafeste hapis tutamazsın, değil mi? O her zaman özgürlüğün bir yolunu arar." okuduklarım ile kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. Kalbim hızla atmaya başladığında, elim sıkışan göğsüme gitti. Numara bende kayıtlı değildi. Ama mesajın kimden geldiğini yazanlarla birlikte çok iyi biliyordum. Karayel. kırlangıç olayını o biliyordu. Bu yazdıklarını benim gideceğim akşam onunla konuşmuştuk. Her bir kelimesini harfi harfine hatırlıyordum hala. Zorlukla yutkundum. Nasıl bana yazabilirdi? Hapisteydi. Çıkamazdı. Şimdi bana nasıl yazabilirdi? Ben hayretle telefonun ekranına bakarken bir mesaj daha geldi aynı nurmaradan. Bir konum. Bana konum atmıştı. "Sadece, seninle konuşmak istiyorum." Gözlerim irice açıldığında ne yapacağımı bilmiyordum. Kalbim, onu görmenin düşüncesiyle hızla atarken, aklım, yüne ondan bana bir zarar gelir düşüncesiyle sızlıyordu. Buradaydım. Gelmiştim. Herkese ve her şeye rağmen gelmiştim. Bunu, onu özlediğim veya onu görmek istediğim için değil. Ama gelmiştim. Neden bilmiyordum. Belki de gerçekten de içerden çıkıp çıkmadığını kendi gözlerimle görmek için gelmiştim. Bilmiyordum. Sadece, gelmiştim. üzerimdeki siyah kabana sıkıca sarılmış, boynuma dolaştığım atkıyla kulaklarımı ısıtmaya çalışıyordum. Ellerim soğuktan üşüdüğüm için cebimdeydi. Bahçenin içindeydi. Sırtı bana dönüktü. Beni, o gece onca şeyin yaşandığı eve çağırmıştı. O gece aklıma geldiğinde, herşeyi sanki tekrar tekrar yaşıyormuşum gibi oldu. Bir anda önünü bana döndüğünde, gözlerim gözleriyle uzun zaman ilk defa kesişti. Bunu umursamayarak bahçeden içeri girdiğimde, kafam dik, adımlarım ise kendinden emindi. karşı karşıya geldiğimizde, gözlerine bakmadım. "Çıkmışsın." Dedim, başka bir yöne bakarken. Bakışları üzerimdeydi. "Çıktım." "Eee beni neden buraya çağırdın? Bir kere daha beni aynı yerde mahvetmek için mi?" Bunun bir kere daha olmasına asla izin vermeyecektim. Ama yine de soruyordum. "Hayır, seni buraya sadece konuşmak için çağırdım." Dediğinde bakışlarım ona döndü. Dudaklarımda alayla bir gülüş oluştu. "Konuşmak için. Öylemi? Sence senin ve benim konuşacak neyimiz kaldı?" Diye sordum alayla. "Gitmemişsin. Ben İstanbul'a geri dönersin diye düşünmüştüm." Acıların şehir olan İstanbul'a geri dönmek... O şehir bana sadece acılarımı ve en kötü anlarımı hatırlatıyordu. Tüm acılarıma şahitlik etmişti. O şehire geri dönmek demek, acılarımın tekrar beni bulması demekti. Bir de İstanbul, senin de omuzlarıma yüklediğin yeni acımla mı dönecektim, Karayel? "Ne istiyorsun Karayel?" Diye sordum tahammülsüzce. Buraya gelmem tamyle bir hataydı. Gelmemeliydim. O mesaja bakmamalıydım. Aptallığımı yüne gözler önüne sürmemeliydim. "Beni affetmeni." Dediğinde kaşlarım hayretle yukarı doğru çatıldı. Kafamı çevirip ona baktım. Gerçekten, onu affedeceğini mi düşünüyordu. Bana yaşattığı onca şeyden sonra. Herşeyi unutup, onu affetmemi mi? inanamayarak güldüm. "Seni affetmek mi? Sen kafayı mı yedin? Sence ben, seni affedermiyim?" Diye sordum. "Ne olursa beni affedersin?" Diye sorduğunda sinirlerim tavan yapmıştı. Benimle dalga mı geçiyordu. İnadıma mı yapıyordu. "Ölsen bile affetmem." Dedim, duygusuz ve ruhsuzca. Gözlerinde bir hareketlilik oldu. "Ölürsem, bir ihtimal de olsa affedersin yani?" Derken kendi kendine konuşur gibiydi. Daha fazla burada duramazdım. Gitmeliydim. Buraya hiç gelmemeliydim. Arkamı döndüğümde, beni bileğimden yakalayarak durdurdu. Hızla elimi ondan çektiğimde sinirle ona döndüm. "Dokunma bana!" Diye bağırdığım esnadan, elinde tutuğu silahı gördüm. Bakışlarım elindeki silahtayken, yanıma düşmüş elimi tutu. Avucuma elindeki silahı bıraktı. "Eğer için soğuyacaksa vur beni. Sana yaşattığım onca şeye rağmen, sende vur beni." Dediğinde bakışlarım hala elimdeki silahtaydı. o gün geldi aklıma. Gideceğim gün. "Eğer güvenimi boşa çıkarırsan seni vururum karayel...." Gözlerim dolmaya başladığında, parmaklarım silahı kavradı. Elini elimden çektiğinde, silahı ona doğru doğrulttum. Silahı ona tutuğumu görünce dudaklarında bir gülümseme can buldu. "Vur beni, Deniz kızı. Beni vur ki, ikimiz de huzura kavuşalım." Deniz kızı. Deniz kızı. Silahı tutan elim titremeye başladığında dolan gözlerim gözlerine ulaştı. "Herşeyi, mahvettin." Dedim, çatık sesimle. "Beni mahvettin. Herşeyi yaktın." Derken sesime kırgınlık ve nefret bulaşmıştı. Kafasını beni onaylarcasına salladı. "şimdi, herşey düzlesin diye beni vurmalısın." silahın ucunu tam sol omzuna doğru tutu. Silahı geri çekemedim. Çekmek istemedim sanki. Gözlerim, bir onun gözleri bir de gözleri kimde tutuğum silah arasında gidip geldi. "Vur beni, Deniz kızı. İçin soğusun, yangın sönsün diye vur." Kalbim konuşmaya başladı. Aklım konuşmaya başladı. Gözlerimden yaşlar yanağıma doğru süzülmeye başladı. Sesler birbirine karıştı. Kalbim yapma dedi. Aklım yap dedi. Onun gözleri hadi dedi. Benim gözlerim hayır dedi. ve tetiğe bastım. Vücudundan içeri giren kurşun ile geriye doğru sarsıldı iri vücudu. Keskin bir çınlama sardı dört bir yanı. Bakışalrım elimdeki silahta takılı kaldı. Ağlayan gözlerim korkuyla ona döndüğünde, kahverengi gözleri mavi gözlerime gülerek bakarken, eli kanayan omzuna gitti. Daha fazla ayakta duramadığında vücudu yere, karların içine yığıldı. Titreyen parmaklarım arasından kayıp karın içine düştü silah. Gözlerim korkuyla titredi. Yana düşmüş kafası ile gözlerime baktığında, hareketsizce yerdeki ona bakıyordum. Onu vurmuştum. Hayır, kalbimi vurmuştum. Ona değil, kendi kalbime sıkmıştım. Kanlar onun omzundan değil, benim kalbimden akıyordu. Onun omzu değil, beni kalbim acıyordu. "Deniz kızı," dediğinde nefesi devamını getirmeye yetmedi. Yanına gitmek için bir adım attım. Yanında dikildiğimde yaşlar gözlerimden oluk oluk akıyordu. "Ağlama," dedi. Gözlerime bakarak, "Ben bunu, çoktan hakkettim." Eli kanayan omzuna gitti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bedenim buz kesmişti. Kalbim çığlık çığlığaydı. Arkamı ona döndüğümde gitmek için bir adım attım. "Gidecekmisin?" Diye soran kısık sesi ulaştı kulağıma. Gidecektim. Onu burada bırakıp gidecektim. onun bana yaptığını yapacaktım. Onu acı çekerken ardımda bırakıp gidecektim. Onu terk edecektim. Ona ihanet edecektim. Onun o gece bana yaptığını yapacaktım. Ve buradan arkama bakmadan gidecektim. "Şimdi, affettin mi beni?" Diye sordu avı çekere gibi bir sesle. Omzumun üzerinden yaşlı gözlerle yerde yatan ve bana bakan ona baktım. "Seni affettiğim gün, kalbim atmayı bıraksın, Karayel." Kalbim, ne kadar acı çekse de. Ne kadar kanasa, ne kadar ağlasa. Ne kadar çığlık atıp yakarsa da. Göz yaşlarım asla ama asla dinmek bilmese de. Kalbim gitmek istemese de. Onunla burada kalmak istese de. Ben, onu burada bırakıp gidecektim. Çünkü aşk, herşeyi affetmezdi. Bölümü onaylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen🎀
|
0% |