Yeni Üyelik
2.
Bölüm

44. Bölüm: Maruz Bırakarak Muhtaç Etmek

@umutlena

 

Merhaba kızlarım, keyifli okumalar♡

Instagram hesabıma (umutlena_) ve Whatsapp kanalıma gelmeyi unutmayın. Çok öpüyorumm

𓆸

"Çok yoruldum, kal böyle."

 

𓆱𓆱𓆱𓆱𓆱𓆱𓆱𓆱𓆱𓆱

 

Ali içindeki öfkenin biraz bile azalmamasının sebebini Ufuk’u dövememesine bağlıyordu. Dövememişti çünkü şanslı lavuk o sırada yerinde değildi. Nöbeti başkasına devredip gitmiş, birkaç saate kadar da dönmeyeceğini söylemişti. Sanki dayak yiyeceğini hissetmişti. O gelene kadar beklemeyi düşünse de ayarları bozulmuş hamile yengesini bekletmek istemeyerek yola çıkmıştı. Şimdi arabanın içinde oturmuş, gözlerini üç katlı binaya dikmişti. Düşünüyordu.

 

Şeyda'nın önce evine gitmiş, daha sonra da kendisine hakaret eden ablalarının sözlerinden bazılarıyla onun okulda olduğunu anlayıp okuluna gelmişti. Ders gördüğü binanın önündeydi. Düşündüğü şey belliydi.

 

Esmerlerden hoşlanıyordu öyle mi?

 

Hayır, bunu düşünmüyordu. Kimden hoşlandığıyla ilgilenmiyordu. O konuşmadan sonra nasıl başlayacağını düşünüyordu. İçinde bir yerlerde gizlenen hayvan tarafı "Kıza açıklama yapmadan sürükleyip bindir arabaya." diyordu. O tarafı hayvanlıkta kademe atlamıştı. O şekilde yapmayacaktı tabii. Duru'nun isteği üzerine geldiğini söylerse yeterdi herhalde. Esmerlerden nasıl hoşlanabildiğini sormadan, çenesini kilitleyip hiç konuşmadan yolu bitirirdi. Gözünün önüne değil arkaya bindirmekte de fayda vardı. Yanında olursa içinde biriktirdiği öfke azalabilirdi. Sevimli lüleleri, tombul yanakları, sıcak gözleri...

 

İşte ne haltsa.

 

Kolundaki saate baktı, yaklaşık bir saattir burada bekliyordu. Bir saattir aklı onunla meşguldü. Biraz temiz hava almak için araçtan çıktı. Yüzüne çarpan havanın buz gibi olmasını nasıl da isterdi oysa hava neredeyse otuz dereceydi. Sıcak, nemli hava boğazına takıldığında kaşları çatıldı.

 

Şimdi de hava sinirlerini bozmuştu.

 

Bugün asabını bozan ne kadar çok şey vardı?

 

Arabasının kaputuna bacaklarını yaslayıp cebinden sigara paketini çıkardı. Bir dalı dudaklarının arasına yerleştirdi, ceplerini yoklayıp çakmağını aradı. Sigarayı yakıp içine derin bir nefes çekti, ciğerlerine dolan kirli dumandan keyif aldı. Gergin omuzları gevşedi, dumanı hemen dışarı bırakmadı. Ciğerlerinde gezinmesine izin verdi.

 

Öğrencilerin meraklı bakışlarının üzerinde olduğunu farkındaydı. Kendi aralarında konuşuyor, Ali'nin duymadığını sanıyorlardı. Daha küçük olsalardı onlara kötü örnek olmaktan endişelenip sigara falan içmezdi ama burası üniversiteydi. Etrafa biraz bakınırsa kendi yaşından birilerini görebilirdi. Bir sigara içmekle kimseye kötü örnek olmazdı.

 

O bir sigara üç de olabilirdi.

 

Üçüncüyü yaktığında paketin içinde kaç tane kaldığına baktı. Şeyda gelene kadar beş tane daha içer gibiydi.

 

Kafasını böyle saçma sapan konularla meşgul edip aklından çıkmayanları bir kenara iterek onlardan kurtulmaya çalışıyordu.

 

Sonunda binadan öğrenciler çıkmaya başladığında dördüncü sigarasındaydı. İzmaritler için çöp kovasına doğru attığı birkaç adım dışında yerinden kıpırdamamıştı. Öğrenciler arasından ufak tefek kızı görmek için doğruldu. Nihayet onu gördü. Kalabalık, gürültülü bir grupla beraberdi.

 

Hiç şaşırmadı.

 

O gruptaki bir çocuğun, esmer lavuklardandı, kolunu kızın narin omuzlarına atıp "Nereye gidelim buradan?" diye sorduğunu duyunca dişlerini gıcırdattı.

 

Şeyda gözlerine ulaşmayan bir gülümseyle itin kolunun altından çıktı. "Ben eve geçiyorum, yapacaklarım var." diyerek teklifini reddetti. "Size iyi eğlenceler."

 

Çantasında bir şey arıyordu. Başını kaldırsa Ali'yi görebilirdi. Dışarı çıkmayı teklif eden lavuk hâlâ yanında zırvalıyordu. Ona diğerleri de katıldı, hep birlikte takılmayalı çok uzun zaman olmuşmuş.

 

Şeyda'nın direncinin kırıldığı, omuzlarının düştüğü anı fark etti. Daha fazla olduğu yerde duramadı. Sigarası hâlâ parmakların arasındayken bacaklarını kaputtan ayırdı, uzun adımlarla gruba yaklaştı. Grup onu fark edip yürümeyi bıraktı, hâlâ küçücük çantayı karıştıran kız bunu görmedi. Ali tam karşısında durdu, Şeyda yürümeyi bırakmadı. Yana çekilip çarpışmayı engelleyebilirdi ama içinden gelmedi. Kızın başının göğsüne çarpmasına izin verdi. Sigarayı tutan eli gerideydi, ona değmemesi için önlem almıştı.


Şeyda dosdoğru Ali'ye geldi. Ali burnuna dolan tatlı kokuyu soluyunca bir anlığına gözlerini yumdu. Tam o anda göğsünde bir baskı hissetti. Hem kalbi sıkışmıştı hem de Şeyda'nın başı göğsüne çarpmıştı.

Sarı bukleler yüzüne dökülmüştü, başını yukarı kaldırıp gelişigüzel "Özür dilerim." derken başlangıçta kime çarptığını görmedi. Saçları yüzünden çekildiğinde "Görmedim." demek üzereydi, ikinci heceden sonrasını söyleyemedi. Ağzı aptal bir balık gibi açıldı. Yeşil gözlerinde dehşet ve şaşkınlık belirdi.

Ali istemeye istemeye geriye doğru bir adım atıp aralarına mesafe koydu. "Benimle geliyorsun." dedi dümdüz bir sesle.

Önce açıklama yapmayı planlamıştı ama içinde bir şeyler bunu engelledi. Onunla gelmesini istiyordu, kızı götürecekti.

"Ne?" Şeyda sonunda konuşabildiğinde ağzından tek bir hece çıktı. Derin bir nefes aldı, başını iyice arkaya yatırıp ona dikkatle baktı. İçini görmeye çalışıyordu, göremezdi. Ali duygularını dilediği zaman kapatıp bir robottan farksız olabilirdi. "Nereye geliyorum?"

İtiraz etmemişti, onu reddetmemiş, sadece nereye gideceklerini sormuştu. Bunu bilinçsizce yaptığı belliydi fakat yine de sırıttı.

Şeyda öksürerek durumu düzeltmeye çalıştı. "Yani ne diyorsun?" Hâlâ itiraz etmiyordu. "Seninle bir yere gelmiyorum."

Az önce kolunu omuzlarına atmış lavuk Şeyda'ya yaklaşıp "Bir sorun mu var?" diye sorduğunda o çok konuşan ağzını bir yumrukla kapattığını hayal etti. Çok güzel olurdu. Lavuk neyinden cesaret almışsa başını dikleştirdi, kaldırdı ve bu kez doğrudan Ali'ye baktı. Ali kaşlarını kaldırdı. "Hayırdır?" dedi ama sesi sonlara doğru kısıldı.

Ödlek.

"İşine bak." İki kelimeden fazlasını söylerse sadece bir şeyler söylemekle kalmayacaktı. Yeniden Şeyda'ya döndü. "Gelsene benimle şu köşeye." Herkes onları dinlerken ikisinin de söyleyecekleri eksik kalacaktı.

Yeşil gözlerindeki kararsızlığı fark edince yavaşça iç çekip sigarayı tutmayan elini belinin yanına koydu. Yanına geçerken zayıf bedenini öne doğru ittirdi. Şeyda hafifçe sendeleyince tutuşunu sıkılaştırdı. Her an kaçacakmış gibi durduğundan elini çekmedi, bunu bahane etti. Arabadan ve kalabalıktan biraz uzaklaştıklarında yaptığı ilk şey elini çekmek oldu. Sönmeye yüz tutmuş sigarasından son bir nefes çekip çöp kovasına atarken dumanın ona değmemesine özen gösterdi.

Duman kokusu saçlarına bulaşabilirdi.

"Ne oluyor?" diye sordu Şeyda yüz yüze geldiklerinde. Karşı karşıya, yüz yüze değil. Yüz yüze gelmeleri biraz zordu. Belki yan yana otursalar ya da...

İçinden kendine küfredip toparlandı. Bu sırada Şeyda yeniden konuştu: "Duru ablayla ilgili bir durum mu var?"

Geçen sefer görüşmelerinden bu yana Duru telefonunu açmamıştı. Ruh hâli iyi olmadığından Şeyda'ya haber verme kısmı Ali'ye kalmıştı. Telefon numarasını en başından beri bildiğinden mesaj atarak haber vermeyi seçmişti. Sadece bir mesaj atmıştı.

Duru iyi. -Ali

Şeyda cevap vermemişti. Duru'ya hâlâ ulaşamadığından, Ali'nin buraya gelmesi için başka sebebi olmadığından aklına gelen ilk seçenek, tek gerçekti.

Ne de olsa Ali onu yalnızca görmeyi arzuladığından buraya gelemezdi. Gelmemeliydi de... Kahretsin.

"Bugünkü derslerin bitti mi?" Yanıt olarak baş sallamasını aldığında devam etti: "Yenge seni görmek istiyor, yanına götürmeye geldim."

"Duru abla mı?" Gözleri anlık hevesle büyüdü. "Nerede şimdi? Yeni evinde mi?"

"Evet, oraya gideceğiz."

Gideceğiz, -iz, birlikte.

"Evde biraz işim var." diye geveledi.

"Tamam, önce eve götürürüm. İşlerini halledip çıkarsın."

"Uzun sürecek ama."

"Beklerim." Ali'nin pes etmeye niyeti yoktu.

"Beklemeni istemiyorum." derken sesini biraz yükseltti Şeyda. Bile isteye yapmamıştı, hâlâ onları izleyen arkadaşlarının duyduğundan endişelenip o tarafa baktığında Ali bundan emin olmuştu. "Bana adresi verirsen daha sonra kendim gelirim."

"Adresi veremem." Aslında verebilirdi, zaten eve gözleri kapalı götürmeyecekti.

"Niye?" Dümdüz baktı. "Başka kimse yok mu beni götürecek?" diye çaresizlik içinde başka bir yol aradı.

"Yok." Şu an istesem bir ton adamı buraya getirtebilirim. "Herkes meşgul."

"Adresi ver o zaman." dedi yine önceki seçeneğe dönerek. Ali boğazının gerisinden reddettiği belli eden bir ses çıkardı. "Tamam, Yakup'a söyleyeyim. Seni arkadan takip ederiz."

Çenesi kasıldı. Bir de Yakup çıkmıştı başına. "O da olmaz."

"Taksi çağırayım?"

"Sebep?" Arabası birkaç adım ötede duruyordu.

Şeyda bıkkınlıkla ellerini yana doğru açıp kapattı, çantası bacaklarına çarptı. "Seninle gelmek istemememi anlayamıyor musun yoksa bilerek mi yapıyorsun?" İkisi de değildi. Onunla gelmek istememesini anlıyordu fakat bilerek yapmıyordu. "Ali seninle görüşmek, konuşmak, aynı arabada yolculuk yapmak falan istemiyorum. Seni görmek istemiyorum. Anlıyor musun? Son seferde bunu sen de istemiyordun, bu tavır ne şimdi?"

"İstemediğimi söylemedim." Kızgınken nasıl tatlı olabiliyordu?

Onun aralarındaki mesafeyi kapatıp burnunun dibine gelmesini beklemiyordu. Küçük parmağını göğsüne bastırdı. "Hayır, dedin." diye vurguladı Ali parmağını dünyanın en ilginç şeyiymiş gibi izlerken. "Hayır. Senden bir cevap istedim ve cevabın buydu. Şimdi karşıma geçip 'İstemediğimi söylemedim.' diyemezsin."

"Bunu konuşmak anlamsız." Çevirisi: Bu kadar yakın olursan konuşmayı beceremem.

"Bence de öyle!" Göğsünü o minik parmakla ittirip kendi kendine bir adım geri gitti. "O yüzden bana adresi ver ve git buradan. Daha fazla istemediğimiz bir şeye maruz kalmayalım. Duru ablaya bir dahaki sefere beni getirmesi için başka birini göndermesini-" Bir çığlıkla cümlesi kesildi.

Ali hiçbir şey yapmamıştı. Başka biri sözünü duyduktan sonra gözü dönmüş ve kızın belini sarıp onu yerden kaldırmıştı. Çok hafif ve ufaktı, tek koluyla belini sarmalaması yetmişti. Çığlık atma sebebi muhtemelen buydu. Kolundaki güçsüz yumruklar da aynı sebepten varlardı. Küfürler duydu, tatlı sesinden böyle kaba sözcükler duyduğu için şaşırdı.

Arabanın kapısını açıp çırpınan vücudunu zapt ederken başı bir yere değmesin diye elini arabanın tavanına yasladı. Biraz sonra yumuşak saçlarını avucunun altında hissetti, elini doğru yere koymuştu. "Seni polise şikâyet edeceğim!" diye bağırdı Şeyda küfürlerinin arasında. Ali kemerini bağlayıp kapıyı kapattı, kilitlemeyi de unutmadı.

Kendi tarafına geçtiği zaman ancak ne yaptığını farkına vardı. Kızı kaçırıyordu, bu kez gerçekten kaçırıyordu. İlkinde bunu isteyerek yapmamıştı ama bu seferki öyle değildi. Kasıtlıydı. Hazır kaçırmışken Duru'ya götürmek yerine...

Biri nefes nefese karşısında durup göğsünden ittirince zihnindeki karmaşadan kurtulup kimin yaptığına baktı. Esmer lavuk müdahale etmek için koşturarak gelmişti. "Ne yapıyorsun lan sen?" diye bağırdı, Ali dalgın dalgın suratına bakarken. Cevap alamayınca annesine küfretti. Ali'nin annesine.

Kimse annesine küfredemezdi. Ne babasını ne annesini hatırlıyordu fakat babasının yerine Sancar'ı koymuştu, babaya söylenen hiçbir şey onu rahatsız etmezdi. Annesinden kalan boşluk ise olduğu gibi duruyordu. Annesi hassas noktasıydı.

Boynunu kütletti. "O küfrü bir daha tekrarla." Tekrarlarsa içinde biriktirdiği öfkeyi onun bir sıkımlık vücuduna yönlendirecekti. Ne var ki üstüne yürüdüğünde adamın gözü korktu, küfrü tekrarlamak yerine geri adım attı. "Sana işine bak, demedim mi?"

"Plakanı aldım." dedi cılız bir sesle. "Polise vereceğim."

Verse de hiçbir şey olmazdı. Bir an önce ayak altından çekilmesi için elini omuzuna götürürken "Adım ne demiştin?" diye sordu.

Lavuk başını dikleştirdi. "Tufan."

"Soyadın?"

"Ne yapacaksın soyadımı?"

"Lazım." Hiçbir şey yapmayacaktı, gözünü daha çok korkutmak içindi. İşe yaradı. Tufan'ın bakışları üstünde gezindi, tişörtünün altındaki silaha değdi. Yavaşça yutkundu. "Aynen öyle." dedi ne düşündüğünü tahmin ederek. Omuzunu hafifçe sıktı. "Şimdi gözümün önünden kaybol."

Omuzunu bıraktığı an kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp kaçmasını beklemiyordu. En azından biraz direnç göstereceğini düşünmüştü. Arkasından acıyan gözlerle bakarken başını iki yana salladı. Gençlik bitmişti.

Arabaya bindiğinde bacağına yediği tekme de beklenmedikti. "Eşkıya!" diye bağırdı Şeyda. "Dağ ayısı! Ne zannediyorsun kendini?"

Arabayı çalıştırdı. "Eşkıya ve dağ ayısıymışım."

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun ya?" Bir tekme daha attı. Acıttığını mı zannediyordu? Acıtmasını mı istiyordu? Yüzünü buruştursa mıydı? "Arkadaşlarımı tehdit edip beni kaçırıyorsun. Derdin ne senin?"

"Arkadaşlarını tehdit etmedim."

"Yalan söylüyor bir de! Tufan'a ne yaptığını gözlerimle gördüm."

"Gözümün önünden kaybol, dedim. Kayboldu." Bunun neresi tehditti?

Bir çığlık duydu. Sanırım Şeyda'yı biraz kızdırmıştı.

Çenesini kapatıp yola odaklanmak en iyisiydi. Konuşmazsa belki kızgınlığı geçerdi. Yanından gelen öfkeli nefes seslerine, söylenmelere, aralıklı çığlıklara tepki vermedi. Sakinleşmek için bir cümleyi sık sık tekrar etmesi dikkatini çekene kadar sessiz kalmayı sürdürdü.

"Ben değerli bir bokum." diyordu Şeyda. Durup nefesleniyor "Ben çok değerli bir bokum." diye devam ediyordu.

Bunu duyup da tepki vermemek imkânsızdı. "Sen... Nesin?" Bok?

"Çok değerli bir bokum." Yanlışlıkla söylemiyor ya da Ali yanlış duymuyordu. Şeyda kendine gerçekten de çok değerli bir bok diyordu.

"Nesin?"

"Çok değerli bir bok." Ellerini saçlarının arasından geçirdiğini göz ucuyla gördü. Öyle hoyrat davranmıştı ki Ali kızın ellerini saçlarından uzağa, güvenli bölgeye çekme isteğiyle doldu. "Bu, arkadaşlarımız arasında bir espri. Biri bok gibi hissettiğinde içimizden başka biri derste öğrendiğimiz görüşme teknikleriyle yalandan terapi uyguluyor. Terapinin etkisi de en fazla değerli bir bok yapıyor bizi." Yani bu iyi bir şey miydi? "Psikoloji okuyorum." diye bilgilendirdi Ali'nin kafasının karıştığını düşünüp. Psikoloji okuduğunu bilmediğini sanıyordu.

Başını aşağı yukarı salladı. "Anlıyorum."

"Hayır, anlamıyorsun. Beni anladığını söylemen küstahlıktan başka bir şey değil." Bedenini ona doğru çevirdi. "Bana benimle ilgilenmediğini söylüyorsun ama görüyorum, kör değilim. Ne kadar duygularını gizlemek istesen de öylece ortadalar. Hissediyorum." Ali kırmızı ışığa takıldığında arabayı yavaşça durdurdu ancak hâlâ kıza bakmıyordu. "Hissettiğim hâlde 'Hayır.' dediğin için ardımda bırakmaya çalışıyorum. O kadar çabalıyorum ve her şeyi mahvedip yine karşıma çıkıyorsun. Beni kucaklayıp arabana tıkıyorsun. Her şeye baştan başlamak zorundayım senin yüzünden. Tekrardan unutup önüme bakmak için uğraşmam gerekiyor. Anlıyor musun gerçekten?"

Ondan daha kötü durumda olduğunu söylerse bu küstahlık olur muydu? Derdini anlatamadığı için asıl bok olan kendisiydi, değerli falan da değildi üstelik.

"Benden ne istiyorsun?" diye sordu Şeyda. yorgun sesiyle. "Duru ablayı bahane etmeden dürüstçe söyle, ne istiyorsun?"

"Olmaz." dedi sadece. Senden bir şey istemeye hakkım yok.

"Ne olmaz?" Üstüne gitmeye devam etti. "Bizden mi olmaz? Niye? Mafya falan mısın?"

Işık kırmızıdan sarıya dönerken aracı çalıştırdı. Kırmızı ışıkta bakarsa uzun bir süre bakması gerekecekti, yeşil ışıkta hareket ederken kısa bir anlığına göz göze geldi. Yeşil gözlerinin büyüsüne kapılmadan önce yola odaklanmayı başardı. "Sana mafya olduğumu düşündürten ne?"

"Tavırların, belindeki silah. Sen de Sancar abi de mafyatik duruyorsunuz." Mafyatik durmak? "Duru ablanın olur olmadık anlarda ortadan kaybolması, şahit olduğum garip olaylar. Sancar abide zaten mafya lideri havası var, sen de onun sağkolusun. Doğru değil mi?"

"Mafyaların nasıl pis işler yaptığını biliyor musun?" Tamam, Ali de pek hayırlı işler yapıyor sayılmazdı ama vatan uğruna yaptıkları da vardı. Ayrımını yapamıyordu, orası ayrı. Hangisinin Büyükler için hangisinin ülke için olduğunu kestiremiyordu. Yani daha küçük yaşlarda kestirememişti, şimdi üç aşağı beş yukarı anlayabiliyordu. Sorgulamadan geçirdiği yılları son birkaç yıldaki yaptıklarıyla kapatamazdı, onu biliyordu. Mafyalardan pek de farksız değildi.

"Biliyorum ama her mafya aynı değil." Ali onun hayatında hiç mafya görmediğinden emindi. Mafyaların hepsi aynı halttı. Alanları farklıydı ama farklı deliklerden çıksa da pislik, yine pislikti. "Yani siz çocukları zehirlemiyorsunuzdur." diye bir çıkarımda bılundu Şeyda ne kadar saf bir dünyada yaşadığını apaçık belli ederek. "Çocukları zehirlemiyorsanız sorun yok."

"Ne konuda sorun yok?"

"İşte silah kaçakçılığı falan yapıyorsanız, mafyalar olarak birbirinizle çatışıyorsanız bir sorun yok. Organ mafyası değilsiniz değil mi?"

Sesindeki dehşet dalga geçerek öyle olduğunu söylese dahi kendini arabadan atacağını gösteriyordu. "Değiliz." Bu saçma konuşmanın nereye gideceğini merak ediyordu. "Hâlâ ne konuda sorun olmadığını söylemedin." Sorduğuyla kızın söyledikleri aynı kapıya çıkmıyordu.

"Sinir bozucu tavrınla bir sorunum yok Ali. 'Ben kötü adamım, benden uzak dur.' tavrından bahsediyorum. Benden uzak durmak isterken beni rahat bırakmamandan bahsediyorum. Sana hangi bölümü okuduğumu şimdi söylüyorum ama sen çoktan hangi üniversitede, hangi binada eğitim gördüğümü bilip yanıma geldin. Hakkımda daha fazlasını biliyorsun değil mi?"

"Duru söyledi."

"Duru abla hangi binada olduğumu bilmiyor."

"Güvenliğe sordum." Neden direniyorsun oğlum?

"Babamın mezarının nerede olduğuna kadar biliyorsundur, beni kandırmaya çalışma."

"Bilmiyorum." Başını ona doğru çevirdi. "Başın sağ olsun." dedi düz bir ses tonuyla. Şeyda'nın ağzı yeniden aptal bir balık gibi açıldı. Boyuna bakmadan Ali'yi kandırmaya çalışmıştı. Ali, kızın babasının ölmediğini elbette biliyordu. Bu şekilde sorarak onu konuşturabildiğini sanması çok sevimliydi.

Şeyda'nın babası emekli öğretmendi, Manisa'da, yine emekli bir öğretmen olan karısıyla yaşıyordu. İkisi de sağlıklıydı, kan değerleri neredeyse olması gerektiği gibiydi. Babası diyabet hastası olduğunda kan şekeri yüksekti ve annesinde de tansiyon vardı. Ayrıca babasının cevize alerjisi vardı. Annesinin bacağında platin...

"Babamın yaşadığını biliyorsun!" dedi Şeyda şoktan çıkabildiğinde. "Emekli öğretmen olmasına kadar her şeyi biliyorsundur." Ali inkâr etmek adına dudaklarını araladığında "Yalan söyleme." diyerek engel oldu. "Bıktım senden, ya. Burada kendimi bir kucağına atmadığım kaldı, yüzsüz yüzsüz seni ikna etmeye çalışıyorum. Gördüğün hâlde şu tavrını sürdürüyorsun. Tamam, istemiyorum. Sen de istemiyorsun hatta benden nefret ediyorsun. Tamam mı? Bir daha bu konuda ağzımı açmayacağım. Bitti."

"Evlensene benimle."

"Siktir git." diye ani bir tepki verdi. Ali ağzından bir anda çıkan kelimeler yüzünden zaten şaşkındı, Şeyda'nın cevabıyla daha fazla şaşırdı. Evlilik teklifine siktiri çekmişti. "Bir dakika... Ne dedin sen?"

Yutkundu. Arabanın içi çok sıcak mı olmuştu? Klimayı açmak için uzandı. Henüz klimayı açamadan kızın sıcak elini elinin üstünde hissetti. Dondu. "Bana cevap ver." diye emretti Şeyda. "Arabayı durdur ve az önce söylediğini tekrar söyle."

Ali emirlere uymaya alışkındı fakat kendisinden altı yaş küçük, ufak tefek bir kızın emrine uymak? Bu, hiç alışkın olmadığı bir şeydi. Ne var ki tüm benliği emri yerine getirmek uğruna ölmeye hazırdı. Ömrünün sonuna kadar bu ufak tefek kızın dediklerini yapası vardı.

Arabanın hızını düşürüp yolun kenarına geçti. Şeyda sözünü dinleyeceğini anlayıp elini bıraktı. Boş yolda durabileceği bir yer bulması kısa sürdü. Arabayı durdurdu. "Bana bakmayacak mısın?" dedi yumuşacık ses. Başını çevirmekle yetinmeyip bedeniyle ona döndü.

"Evlenelim." diye tekrar etti farklı bir biçimde. Niye? Güzel olurdu. Nasıl? En hızlısı hangisiyse. Ne zaman? Mümkünse yarın. Bugün de olur.

Kafayı yemişti.

"Ali senin ortan yok mu?" Görünüşe göre yoktu. "On saniye önce benimle hiç ilgilenmediğini kanıtlamak için çabalıyorsun, pes edip senin yolundan gidiyorum ve bir anda evlenme teklifi ediyorsun. Teklif de şey: 'Evlensene benimle.'"

"Yani evleniyor muyuz?" Arabayı nikâh dairesine sürse miydi sürmese miydi?

"Yuh artık! Ben yirmi yaşındayım. Okula gidiyorum. Ne evliliği?"

Dibine kadar haklıydı. "Tamam." dedi başını sallayarak. Nikâh dairesine değil yengenin yanına gidiyorlardı o zaman.

"Neye tamam?"

"Evlenmek istemiyorsun, tamam." Bir bok çukurundayken onu da bu çukura çekemezdi zaten. Sadece mafya olduğunu düşünüp bunu bile sorun etmemesi... Düşüncelerinin önünü kesti.

Ali aptaldı.

Şeyda bir hayal dünyasında yaşıyordu, mafyaları romantik kitaplardan öğrenmiş olmalıydı. Gerçekleri bilse arkasına bakmadan kaçardı.

"Peki. Şimdi ne olacak?" Yine senden uzak duracağım, birini yanında görünce tepem atacak. Onları kafamın içinde öldüreceğim. Öyle.

"Seni yengenin yanına bırakacağım." Gözlerini daha fazla üstünde tutmayıp yola çevirdi. Zaten ne diye yanına oturtmuştu ki?

"Sonra?" diye ısrarla sormaya devam etti Şeyda.

"Birileri çıkınca seni eve bırakır. Merak etme."
Ufuk olursa benden iki katı dayak yiyecek.

"Onu mu diyorum ben? Bize ne olacak?"

"Bir şey olmayacak." dedi ifadesizce. Ne olmasını bekliyordu? Evlenme teklifini haklı olarak reddetmişti. Ali uzak duracak, mesafesini koruyacaktı. Yeterince sınırlarını aşmıştı, daha fazlasını yapamazdı.

"Ali sen gerçekten dağ ayısısın. İnsanlar önce evlenmez, birlikte zaman geçirirler. Birbirlerini tanımaya çalışırlar, anlaşıp anlaşamayacaklarına bakarlar."

"Seninle zaman geçirip senden uzak duramam." Seni öpmek nasıl hissettirir diye düşünüp delirirken öylece yanında duramam. Bir saate bile dayanamazken benden aylar, yıllar istiyorsun be kızım. Bu kadar acımasız olma.

"Kim sana uzak durman gerektiğini söylüyor?" İzin verecek gibiydi, sarılsa sanki izin verecekti. Öpse belki de ona da izin verirdi.

"Bana ters." diyerek çenesini sıktı. Bu nasıl bir imtihandı? Geçmesi bu kadar zor bir imtihan var mıydı? "Konuşsak da konuşmasak da bir şey değişmeyecek."

Aracı çalıştırıp yolun geri kalanını çarçabuk bitirmek için gaza yüklendi. Şeyda'nın yine konuşacağını, ısrar edeceğini düşündü. Bu onu daha da hızlanmaya teşvik etti fakat Şeyda sessiz kaldı. Israr edeceği kadar ısrar etmiş, yeterince uğraşmıştı. Daha fazlasın yapmadı.

Konu bir daha hiç açılmamak üzere kapandı.

***

Elinde onun artılarını ve eksilerini listelediğim kağıt vardı. Hani şu ondan saklamak için çöp kovasına sakladığım, asla bulamayacağından emin olduğum kağıt.

Nasıl ayağa fırladım ve nasıl çığlık attım bilmiyordum. Attığım çığlıkla birlikte Sancar'ın dikkatini üstüme çektiğimde hızlı çalışan kafam beni yarı yolda bırakmadı. Kağıdı ona nasıl unutturacağımı buldum. Kendimi ve kızlarımı kullanacaktım. Özür dilerim kızlar, anneniz şu an zor durumda. Büyüyünce bu anıyı hiç hatırlamayacaksınız.

Acı içinde inleyip elimi karnıma koydum. Kızlardan biri babasını kandırdığım için bir tekme attı, tekme sanırım böbreklerime falan isabet etti. Gerçek acıyla yüzümü buruşturdum. "Ne oldu?" diye sordu kocam endişeyle. Kağıt hâlâ ellerindeydi.

Burada doğuruyoruz belki o hâlâ kağıt peşinde! Yazıklar olsun.

Can havliyle ellerine yapışıp kağıdı elini tutmaya çalışıyormuş gibi yaparak yere attım. Sancar'ın bakışlarının birleşen ellerimize çevrilecek olduğunu fark edince bir anlık gafletle "Doğuruyorum!" diye bağırdım.

"N... Ne?" Gözleri büyüdü, karnıma baktı. "Şimdi mi?"

Tekrar inledim. "Doğurmanın zamanı mı olur Sancar? Şimdi mi, ne?" Tabii canım, doğurmanın hiç zamanı yoktu. Bize 9 aylık bir süre veriliyordu, o süre içinde canımız ne zaman isterse o zaman çıkartıyorduk bebekleri.

"Olmuyor mu?" Şoka girmişti. Dehşete bulanmış gözleri bir karnıma bir yüzüme çevriliyor, ne olduğunu asla anlamıyordu.

Tırnaklarımı eline bastırarak onu sıçrattım. Ay, kocam olduğu yerde sıçradı. Kırk yıl düşünsem böyle bir şeye sebep olacağımı tahmin edemezdim. Koskocaman adamı sıçrattım.

"Canım yanıyor." dedim nefes nefese. Gözlerimde yaşlar biriksin diye uğraşırken "Bana neden yardım etmiyorsun? Çocuğu yapınca ikimiz yapıyoruz ama doğurmaya gelince tekim. Adalet mi bu?" diye sızlandım.

Ellerini ikisi de avucumun altındaydı, birini tırnaklarımdan kurtarıp belimin yanına koydu. Çıplak teni tenime değince gözlerim doldu, bu gerçekti sanırım. Vücudumdaki hangi tepkinin gerçek hangisinin oyun olduğunu ben de karıştırıyordum. "Gel, otur. Oturman lazım değil mi?" dedi Sancar titreyen sesiyle. "Doğumla ilgili henüz bir şey okumadım, oraya kadar gelmemiştim. Nasıl olacak? Ne yapacağız? Hemşire... Ben hemşireyi çağırayım. Evet, hemşire."

Alnında boncuk boncuk ter birikmişti, kendi kendine konuşurken sık sık başını sallıyor sağa ve sola bakıp bir çıkar yol arıyordu. Beş aylık hamileyken doğum yaptığıma inanması bir de bunun için böyle strese girmesi hem çok üzücü hem de çok komikti. İnanacağını düşünmemiştim, kim inanırdı ki? Görünüşe göre benim aptal kocam inanmıştı.

Beni yatağa oturttuğu sırada rol yapmayı bile bırakmıştım ama Sancar'ın endişesi geçmemişti. Ben otururken önce yanıma oturmaya niyetlendi, sonra hemşireye haber vermek için gideceğini hatırladı fakat ellerini elimden ve karnımdan çekemedi. Bana doğru eğilmiş bir şekilde durdu, gözlerimin içine baktı. "Sanırım geçti." dedim o aklını kaybetmeden evvel.

"Geçti... Geçti mi? Bu kadar çabuk mu?Doğurmadın." Doğurmadığım konusunda kararsız kalmışçasına başını aşağı eğdi.

"Sancı." diye mırıldandım. "Sancı girdi galiba." Başını salladı, gözlerindeki dehşet silinmemişti. "Oturur musun? Sırtımı yaslamak istiyorum." Beni yatak başlığına doğru çekebilirdi ama o an sözlerimden fazlasının mümkün olmadığını sanıyordu. Tekrar başını sallayıp kalktığı yere geri oturdu. Sımsıkı tuttuğum elini bıraktım rahat etmesi için, o elini arkaya götürüp belimi sardı.

Gözlerim hazır doluyken hain bir damla oradan fırlayıp yanağıma doğru düştü. Pembe tulumum karnımın altına kadar düşmüştü; Sancar'ın ellerinden biri karnımda, diğeri belimde; başını eğmiş yüzüme bakıyordu. Yanağımı göğsüne yaslayıp ona iyice yaklaştım, sırnaştım. Aklı yerine geldiğinde uzaklaşacaktı, o zamana kadar yakınlığının tadını çıkararak özlem giderecektim.

"İyisin değil mi?" dedi tereddütle. Mırıltıyla cevap verip gözlerimi kapattım. İçime derin bir nefes çektim, burnuma dolan kokusunu almak için arsızca yüzümü göğsüne bastırıp o şekilde günler geçirmek istedim. "Hemşire... Hemşireyi çağıracaktım."

Ne yaptığımı düşünmek kollarımı beline sarıp kalkmasını engelledim. "Çok yoruldum, kal böyle." Söylediğim dört kelimede haftalardır yaşadıklarımın ağırlığı vardı. "Kıpırdama."

Vücudu ona sarıldığımda gevşerdi fakat şimdi, aklı yavaş yavaş yerine gelirken kaskatı kesildi. "Duru..."

"Şimdi kalkarsan seni boşarım." diye tehdit ettim.

Çenesini saçlarıma bastırdı. "Fıstığım." dedi muhtaç bir sesle. Dayanamadım. Küçük bir hıçkırık çıktı ağzımdan. Aceleyle üzerine tırmandım, giderse beni de götürsün diye kucağına çıktım. Kollarımı boynuna, bacaklarımı beline sımsıkı sarıp yanağımı omuzuna yasladım. O an hâlâ yüzümde maskeyle durduğumu fark ettim fakat umurumda olmadı.

"Sarılmazsan da boşarım." dedim ellerinin bana değmemesinden nefret ederek. Elleri tuluma dokundu, karnımı kapatıp öyle sarılmaya çalışacaktı. Az önceki telaşı yavaş yavaş azalmıştı ve sözde nasıl bir hata yaptığını hatırlamıştı.

Yüzümü omuzundan kaldırmadan önce maskeyi çıkarıp avucumda buruşturup yere attım. Göz göze gelinceye kadar başımı geri çektim. "Ne yapıyorsun?" dedim bana fark ettirmemek adına daha yavaş hareket etmesine öfkelenerek. "Ne yapıyorsun Sancar? Bana artık hiç aklın başındayken dokunmayacak mısın? İllaki telaşlanman, kendinde olmaman mı gerekiyor?"

Yüzünü buruşturup ellerinin hareketini durdurdu. "Yapacağım."

"Tamam, ne zaman?" Bir cevabı yoktu. "Sana dokunduğumda da karşılık vermeyecek misin? Beni itecek misin yani? Geri mi çevireceksin?" Aniden neye bu kadar kızdım, bilmiyordum. Ona ihtiyacı olan zamanı verecektim, öyle karar vermiştim fakat ben de insandım. Üstelik çok hamile bir insandım.

Hem bazen alıştıra alıştıra değil de bir şeyleri hızla maruz bırakarak yapmak daha iyi olabilirdi. Örümceklerden korkan bir kadınla çalışırken bir örümceği başta odanın dışında hayal ettirip adım adım kendisine yaklaştırabilir, sonra hayal olmaktan çıkıp bir oyuncakla devam edebilirdim fakat aynı zamanda başka bir yöntem daha vardı. Onu örümcek dolu bir odaya sokmak. Daha hızlı, sıklıkla tercih edilmeyen, iyileşme kadar bana göre hasarın da olabileceği bir yöntemdi ancak bazı durumlarda daha az hasar, daha çok fayda sağlanabilirdi de.

Sancar benden korkmuyordu, benimle olmaya özlem duyuyordu. Bunu gözlerinde görebiliyordum. Direnci kendisineydi. Benimle değil, kendisiyle savaşıyordu. Direncini kırabilir, onu kendisiyle yaptığı savaştan galip çıkartabilirdim.

"Şimdi seni öpsem bana karşılık vermez misin?" Dizlerimi yatağa bastırmak için bacaklarımı belinden çözdüm. Ellerim arkadan saçlarına tutundum. "Karını iter misin Sancar?"

"Duru'm." dedi çaresizce. Devamında zaman isteyecekti, engellemeye çalışacaktı. Dinlemedim. Devam etmesine izin vermedim.

Dudaklarımı dudaklarına bastırdım.

Boğuk sesi dudaklarımın arasında kayboldu. Sanki kocamı ilk defa öpüyormuş gibi sarsıldım, sarsılan tek ben değildim.

Direndi, çok direndi. Örümceklerle dolu bir odaya atılan kadının çığlık atmasından farksızdı. Davranışlar farklıydı ama sonuç aynıydı. Direncini bana dokunmamak için tulumumun kumaşını avuçlarına sıkıştırıp, buruşturarak ellerini yumruk yaptığında gösterdi. Dudakları kapalıydı, gözlerimi çoktan kapatmıştım fakat kendini kaptırmamak adına gözlerini kapatmadığını biliyordum.

Dişlerimi yavaşça alt dudağına bastırdım. Göğsü burnundan aldığı yetersiz nefesle birlikte şişti. Kendimi ona yapıştırıp "Bana karşılık ver." diye fısıldadım, dudaklarım dudaklarına sürtündü. Bedenimin yanlarına değen kollarındaki kasların nasıl şiştiğini hissettim. Onu maruz bırakarak muhtaç etme planım beni de beraberinde muhtaç etmesiyle son bulacaktı.

İnatla direnmeye devam ediyordu. Başını tuttuğum için geri çekemiyordu, beni kucağından itmeye de gücü yoktu. Gücünün kalan son kısmını kullanarak savaşıyordu. Direncini kıracak şeyin ne olduğunu biliyordum.

Dudaklarının üstünde gülümsedim. "Hadi ama kocam." dedim mırıl mırıl. Başka bir şey söylememe gerek kalmadı. Beni bu kelimeyi söylediğim için kapıya koymakla tehdit eden Sancar, yine aynı kelimeyle kendini bağladığı zincirlerden kurtuldu. Muhtaç, boğuk bir sesle pes etti. Yumrukları gevşedi, tulumu bırakıp kollarını belime sımsıkı sardı. Aramızda hiç mesafe kalmadığına emin olduğunda ağzı açıldı ve beni adamakıllı öpmeye başladı.

𓆸

Yorumlarınızı yaptınız mı? Bölümün erken gelmesi için yazmam lazım, beni yazma konusunda motive eden şey de yorumlarınız. O yüzden lütfen yorum yapın yerim sizi.

Oy vermeden de çıkmayınn

Sizi seviyorum, öptüm o tatlı yanaklarınızdan♡

Loading...
0%