Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@unicornseysi

Kimdi gerçek olan, kimdi dünyanın zalimliğini dürüstçe üstlenen? Kimdi sahteliklerden ırak, gerçekliğe kendini adayan?


"Özel bir tim oluşturmanı istiyorum senden."


Gerçek kimdi, sahte kimdi size söyleyemezdim fakat zalim olan adam, tam karşımda gözlerimin katran karasının üzerine basarak söylüyordu.


Sahip olduğun matem yetmedi mi sana Kemal Ilgaz?


"Tim," diyerek alayvari bir gülümseme sundum. "Her gece senaryo mu yazıyorsun bana özel?"


Sana yaşananlar yetmemiştir fakat ben çektiğim acıya doydum Kemal Ilgaz. Dört senenin bedelini ödüyorum hâlâ. Bir bedene birden fazla borç ağır gelir, bilirsin.


"Zehra!"


Tek kaşımı kaldırdım, "Buraya yeniden gelmem, sana yetinmeyi öğretmemiş Kemal Ilgaz. Yaşananlara rağmen bu karakola ayak basmamı istedin. Kendimi binbir parçaya bölerek geldim bu binaya. Madem geçmişi unuttun, hatırlamak için yeni bir gösterime ihtiyaç duyuyorsun; o zaman şehitliğe git ve onların toprağına dokun. Eğer gitmeye yüz bulabilirsen,"


Öfkeyle dolup taşsa dahi bir şey demeden elime birkaç dosya tutuşturdu. "Bu dosyaları ne diye veriyorsun bana? Kaybettiklerini hatırlamaya korktuğun için mi?"


"Haddini bil!"


"Ben çok bildim Kemal Ilgaz, biraz da sen bil. Fakat korkaklığa lüzum yok, o kara günden daha az acı veriyor."


Dosyaları masasına sertçe koyup ayrıldım odasından. Öfkemi, kırgınlıklarımı kustum Kemal Ilgaz'a fakat hangisini gördü, hiçbirini.


Karakoldan asabi adımlarla çıkıp arka bahçeye gittim. Altıma bir sandalye çekip bakındım, dakikalar boyu. Açık havanın bile iyi gelmediği noktadayım. Ne dünyaya sığabiliyorum ne de toprak beni kabul ediyor. Bir zamanlar fırtına estiren kadın, şimdi müşkül ve zavallı... Acınası bir hâle düştüm.


Bir işin sonunu aklımda bitirir, başlangıcı ona müsait şekilde yapardım. Fakat şu an, sonunu bitireceğim bir başlangıcım yoktu.


"Zehra Ilgaz ya da Eski Yüzbaşı Zehra Ilgaz mı demeliyim?" duyduğum alaylı tok bir ton ile sesin geldiği tarafa başımı çevirdim. Düşündüğüm üzere gözlerime ve hafızama yabancı birisi değildi.


"Defol git Karaca."


İkimizin arasında uçurumlar kadar büyük bir nefret olduğu doğruydu. Dört sene önce bıraktığım gibiydi, Yavuz Karaca. Bana karşı; sert, öfkeli ve çekememezlik duygusu... Ne tesadüf ki ben de ona karşı bu hisleri besliyorum.


"Geleceğini hiç düşünmezdim, biliyor musun? Ömrün boyunca o hastane duvarları arasında sıkışıp kalacağını düşünmüştüm. Şaşırttın beni." masanın diğer tarafındaki boş sandalyeye oturdu. Kömür siyahı gözlerime dikkatli bakarak söyledi beni bitireceğini düşündüğü sözlerini.


Mavi gözlerine, koyu kumral saçlarına ve yılların eskittiği yüzünü inceledim. Senelere meydan okuyan adam, şimdiyse tek dişi kalmış canavardı.


"Bir insan, hep aynı noktada kalamaz Yavuz. Tanımamışsın sen beni." ya dibe ya da zirveye yükselirdi insan. Ne tarafa gideceğini ise geçmişi karar verirdi.


"Sen dibe batmışsın."


"Sen de gömüldüğün bataklıktan çıkamamışsın." dediğimde bana bakıp bir kahkaha attı. Daha sonra, başını aşağı yukarı usulca sallayarak "Haklısın, filinta gibiydim eskiden, yaşlandık şimdi." dedi.


"Ben tipini değil, karakterini kastettim."


Vurucu sözlerimden sonra gülen yüzü aniden buz kütlesine döndü. Öfkeyle bürünen suratı ile bana uzunca süre baktık, ellerini yumruk yaptı sonra bir hışım ile masadan kalkıp gitti.


Yavuz Karaca faciasından sonra ben de arka bahçede daha fazla durmak istemedim. Arka bahçede dağlık alana uzanan yola baktım. Geçmişte daimi gittiğim bir yer vardı, kafayı insanlıktan öte bir yere çekmek istediğimde oraya giderdim.


Geçen dört yıl, bana bu yerin yolunu unutturmadı. Gerçi hiçbir şeyi unutturmadı, sadece acımı körükledi.


Çakıl taşlı toprağa postallarımla basa basa gittim, beni götürdüğü yere kadar. İz bıraktığım her toprakta başka birisini hatırladım. Ağlamaklı bakışlar, unutulmaktan rengi aşınmış sözler, yorgun ruhlar... Ve onlar.


Sanki gitmeye gidiyormuş gibi geldim kendimden kaçtığım yere. Öyle yavaş ve isteğim dışındaydı. Oysaki eskiden kara kış vursa toprağa, vazgeçmezdim buradan.


Rastgele oturdum bir taşın üzerine. Hava kararmaya durmuştu, gökyüzü eşsiz bulutlarıyla her gün ayrı bir şekle bürünürdü benim için, sahi bu kez hangi yaşanmışlığa benzeyip nispet yapacak?


Yalnızlık uzun sürmedi, zaten yalnızlık diye bir şeyin olduğuna hiçbir zaman inanmamıştım. Kulağıma gelen seslerle belimdeki silahıma sarıldım, buralar tekindi fakat itin sızamayacağı kuyu yoktu benim lügatımda.


Koca bir taşın ardına saklanıp gelenin kim olduğuna baktım. Gelenin bizden birisi olduğunu anlayınca derin bir nefes verip silahımı yerleştirdim yerine.


Fakat saklandığım yerden ayrılmadım. Burayı bilip gelme zahmetine katlanan birisi zaten kendi başına kalmak isterdi. Yaşamak istediğim huzuru ona yaşatmak istedim.


Yine de gözlerimi çekemedim kendisinden. Orta yaşlı biri değildi görünene göre, belki benden birkaç yaş küçük olabilirdi. Koyu kestane renginde saç rengine sahipti, irislerinin ne çeşit olduğunu tam anlayamasam da elâ gibi duruyordu.


Yüzünde hafif çıkan sakallarını yolmak istedim anlık bir hisle. Askeriye alanına nizamsız gelemezdi. Günü gününe tıraş etmeliydi. Gerçi yaşattığım hiçbir şeyi yok sayıp subayın sakallarına takılmak da ayrı bir çelişkiydi.


Ne çok yakışıklı ne de çirkin bir yüzü vardı. Her insan gibi güzel her insan gibi çirkindi. Neticede o da yaratılmış birisiydi. Fakat boylu bosluydu benim gibi. Düzgün bir fiziğe sahipti.


Onu izlemeyi boş verip yapacaklarını izlemek istedim biraz da.


Toprağın üzerine cenin pozisyonunda oturdu. Kollarını, kendine doğru çektiği bacaklarının etrafında dolayarak kilit yaptı. Ela gözlerinden yağmur damlaları akmaya başladığı zaman dikkatimi daha çok çekti.


Ağlayan bir erkek değildi beni meraka düşüren. Neden bu denli içli ağladığını düşünüyordum. Ağlamak için bu anda gerçekleşen bir acıya ihtiyaç yoktur, geçmişini hatırlaması yeterlidir. En çok sen bilirsin Zehra.


"Yoruldum," dedi kısık sesiyle. "Çektiğim acıya doymamışım sanki."


O an benliğime sığmayan bir hamlede bulunup saklandığım taşın ardından kalkarak çıkmıştım, "Acı çekmeden hayat olmaz."


Önce kafasını çevirdi bana doğru, daha sonra ağlamaktan ıslanan ela gözleri ile buluştum. Mahzun, bir o kadar da içerlenmiş halde bakıyordu kara gözlerime.


"Sana da mı öğrettiler bunu?"


Sözleri ile boşluğa düştüm. Ne demek istediğini güzelce anlamıştım. Hâlâ bir umut besliyordu, içinde. Karman çormanlığın, eziyetin, acının volta attığı dünyadan neyin beklentisini tutuyordu ki?


"Öğretmediler, gerçek bu."


Kaşları çatıldı, sanki duymak istedikleri bu değildi. Başkasını işitmek ağır gelmiş olmalı. "Her şeyi elde etmiş, mutluluğu bulan insanları yalanlıyorsun."


Onun aksine rahat bir tavır sergiledim, "Yalanlamıyorum. Yalnızca acı çekmeden hayatın var olmayacağını söylüyorum. Kim inkar edebilir?"


Kabullenmiş olacak ki buruk bir tebessüm serdi akşamın karanlığına. İç geçirdi, gözlerindeki ıslaklık hâlâ geçmemişti. Biraz düşündükten sonra şu sözcükleri fısıldadı, "Gün doğduğunda, toprağa bir damla  karıştığında, güz geldiğinde yapraklar döküldüğü zaman dua ettim Allah'a. Diledim tek ondan. Ama sonunda yitirdim benliğimi."


Ayakta karşısında durmak yerine yanı başına çömeldim. Postallarım, toprağın izini taşıyordu artık. Tıpkı onun gibi oturdum. "Herkes yitirir birilerini. Sevdiğini, kendini, ömrünü. Fakat tek bir şeyi bitmez: yüreği. Yoklukta gösterir varlığını. O zaman hissettirir gerçeği. Acını ferahlatır bir yudum su gibi."


Ben kime ne anlatıyordum ki? Sanki birçok şeyi başarmışım, sanki aydınlığa kavuşmuşum. Sözlerim lafı güzaf öte gitmese de onun için bir şeyleri anlam etmişti, "Senin acın ferahladı mı?" ferahlamak mı, belki de unuttum neyi ifade ettiğini. Ya da hiç bilmedim acının ferahlamasını.


"Yok," dedim dürüstçe. "Benim acılarım ferahlayacak kadar hafif değil."


Alaylı bir tonda yüksek sesle güldü, "Benimkiler hafif mi gözüküyor oradan? Açıp baktın mı içime?"


Bu defa doğru söyledi diye düşünüyorum kendimce. Birisi bana acın hafif derse onun son bir nefes almasına dahi müsaade etmem, "Kimsenin acısı hafif değil ve ferahlamaz zaten. Yalan söyledim," dedim pes edercesine.


Birkaç karış geri çekildi. Garipsemiş ve kızgınca baktı yüzüme. "Niye öyle dedin o zaman? Beni kandırdın."


Ayağa kalkarak üniformamdaki tozları silkeledim. Son kez ela gözlerinde kaybolup sözcüklerimi fısıltı ile haykırdım, "Geçmişini kabullendiğin zaman anlarsın."


Loading...
0%