@ursuula1
|
Kurudu gölgesinde oturduğumuz ağaçlar Bahçelerde sevdiğin çiçekler kalmadı Sadece hatıralarda ebedi olan Vazgeçemediğimiz, unutamadığımız Onlar bile bize yar olmadı  Lütfen bölümü şarkı ile okuyunuz. Renkler vardı, sesler vardı hayatın içerisine karışan umut cümbüşü vardı. Şimdi hiç renk yok, şimdi ne ses ne de cümbüş var... Renklerin yerini kazık ucunda cansız bedenler duran asker kanları, seslerin yerini isyan sumakları ve umudun yerini koca bir karanlık kapladı. Herkesten tüm bu pislikten korumak istediğim bedenini sardığım vakit, ellerime binlerce tahta ok uçları değdi. Akıncı başı Mahir'in bedenine atılan sayısız ok ucu onları hissettiğim saniye onun sırtında olan oklar, yüreğimin tam orta yerine batarak nefessiz kalmamı sağladı. Beyaz kaftanımın üzerine onun bedeninden akan uğursuz kanlar damladı, bin bir yara almış bedenini göğsüme, kalbime saklamak ister gibi bastırıyor iken gözyaşlarım öyle bir akıyordu ki gökyüzünden yağan yağmur bile benim tenimden süzülen yaşlara karşı yetersiz kalmış, daha fazla benim tenimden akan binlerce göz yaşı yağmur damlasına değmemek için kendini geri çekmişti. " Şhhh ağlama has bahçe gülü bu, bu yalnızca kötü bir rüya tamam mı hepsi geçecek sen özgür olacaksın " Siyah kuşaklar altında sarılı yaralı yüzü sıkıca bastırdığım göğsümde son gücünü benimle konuşmak için, fısıldar şekilde ki sesi binlerce cansız akıncı askerin arasına doluyorken ağlamaya devam ediyordum. " Sus konuşma! Gücünü harcama yalvarırım Mahir yalvarırım o gözlerini kapama " Ağlamaktan dolayı dilim yandı, sözler bile boğazımda kusmuk atar gibi zorla çıkıyor dudaklarımdan dökülen her ses teli acıyla akıncı başının yaşam mücadelesi vermeye çalışan bedenine doluyordu. Ne yapabilirdim? Sırtına muhtemelen kaçarken atılan bu okları çeksem daha fazla kan kaybı olur muydu bilmiyordum, şu an hiç bir şey bilmiyordum. Gözyaşları İstanbul boğaz denizi gibi gözlerime taştı, boğazımda binlerce düğüm ellerimde onun binlerce ok atılmış yaralı bedeni. Yüzünü yıllarca zindan eden o siyah kuşaklar altında ayık tutmaya çalıştığı ela gözleri, Yeşil gözlerime bakıyor bedeni öyle yorgun şekilde kucağımda yatıyordu ki bizi dışarıdan bir insan görse halimize oturup hüngür hüngür ağlar senelerce kendisine gelemezdi. " Kaç buradan kaç Elif, o paşa buraya yeniden asker toplayıp gelecek ve benim işimi bitirecektir kaç kurtar kendini benim için, bizim için kaç özgür olmak için kaç " Her bir kelimesinde sesi daha da titreyerek bir mum gibi yavaşça eriyor ve yaralardan dolayı nefes almaya çalışan bedeni her kelimesinin arasına doluyordu. " Asla! Ben aptal değilim seni ardımda bırakıp nasıl gideyim aptal akıncı! Aptal akıncı! " Siyah diba kumaşlarının sardığı yüzünü görmesem dahi, bu endişeme kumaş altından tebessüm ettiğini ve benim kızacağımı bildiği için hemen sakladığını hissettim. Şiddetli yağan yağmurdan dolayı tüm yeni çeri otağının kumlu yeri çamur olmuşken, yaralardan dolayı güçsüz düşmüş kolları ve elleri tamamen kendisini kumun üzerine bırakmış iken, dakikalardır çamurlu kum üzerinde siyah kumaşlı yatan kolunu son gücünü toplamak istercesine kaldırdığı vakit acıyla inledi. Mahir'in acıyla inleyen sesi uğursuz yeni çeri otağının içerisine doldu bense daha fazla ağladım. Siyah kumaşlar ile sıkı sıkı sarılmış parmak uçları gözlerimi ağlayarak kapadığım saniye, Bedesten camisi önünde yaptığı gibi parmakları uzun, uzun yüzümde gezindi. Osman ve Malhun hatunun aşklarının son bulmuş yerinde yaptığı gibi parmakları sanki bunu son kez yapıyor gibi, gözlerimde, yanaklarımda, burnumda ve dudaklarımda gezindi. Annelerin yeni doğmuş bebeklerini beşikte sallarken gecenin ay yumuşak ay ışığına dolan, dudaklarından naiflikle dökülen ninni gibi parmak uçları yüzümü sevdi. Binlerce asker ölüsü içerisinde onun yaralı bedeninin, titrek acısı önce yüzümde daha sonra kulaklarımda can buldu. Hadi canım annem benide sev. Sallan canım annem, benim için çocuk ol. İç geçiriyorum, beni duymuyorsun inci tanem... Üzgün olduğum için ağlamıyorum, üzgün olduğum için ağlamıyorum. Kardeşimin küçüklükten beridir odamızda uyumadan önce duvara astığımız meşale ışığının titrek umudu içerisine dolan, söylediği yunanca ninni kulaklarımda yankılandı. Kardeşimin ninni söyleyen sesi öyle bir işledi ki hava bile sessizleşti, Osmanlı hanedanının gök yüzüsü bile kardeşimin Yunanca söylediği ninniyi dinlemek için sustu. Önce ninninin uğultulu tepelere dolan şefkati gitti, daha sonra ise Mahir'in yüzümü seven elleri. Hayır, hayır, hayır... Gözlerimi binlerce yaşlara ev sahipliği yapan yeşil gözlerimi açtığım saniye göreceğim manzarayı reddettim, siyah diba kumaşları ile kaplı parmak uçları tenimden kaydığı saniye tüm renkler soldu, dünyamı kaplayan özgürlük umutları binlerce deniz suyu altında boğularak can verdi. " Binbaşım! Binbaşım hayır gözlerinizi açın beni, bizi bırakamazsınız binbaşım! " Kulaklarıma saray içerisinden erkek kılığında kaçmama yardım eden askerin sesi dolduğu saniye, titredim çoktan anladım Mahir'e kızdığım o bakışları ayık tutamadı çoktan anladım. Kollarım arasında, binlerce emrinde olan kazık ucunda can vermiş akıncı askerlerin arasında o gözlerini kapadı. Tenimde çocuğunu kaybetmiş bir annenin ağıt sesi dolaştı sanki, tenimde öyle bir ince ve garipten gelen sızı dolaştı ki gözlerimi bu sızının verdiği acı ile açtım. Kalbime, yüreğime herkesten saklamak istediğim bedeni kucağımda gözleri kapalı şekilde uyuyordu sanki, o kadar derin bir uykuya girmiş gibiydi ki sırtında binlerce ok olmazsa onun uyuduğunu bile düşünebilirdiniz. " Hayır hayır! Hayır Allah'ım rüya olsun lütfen Allah'ım ben nasıl dayanırım bu görüntüye " Sesimin acıya boğulan tınısı tüm otak içerisine yayıldı, otağın kırılmış demir sopalarına bile işleyen sesime karşı sopalar bile bu acı sesime sırt çevirdi sanki. " Elif Hatun! Beni işit yalvarırım gözlerime bak " Emri altında tek kalan akıncı askerinin sesini duymayı reddettim, beyaz kaftanıma sırtından işleyen kan lekeleri hâlâ damlamaya devam ederken dizlerimde yatan cansız bedeninin başını kucağımda can vermiş minicik bir kuş gibi özenle kaldırdım. Hayır, bunu asla kimsenin yanına bırakmazdım, bırakamazdım. Elimden umutlarım, özgürlüğüm alınmışken kaybedeceğim hiç bir şeyim yoktu. Akıncı başımı ellerimden almışlar iken daha fazla vereceğim bir şeyim yoktu, ben öldüm! Ben diri diri o meşale ateşinde yandığım gibi yandım ama bu kez yüzüm değil, yüreğim yandı. Mahir'in son dakikalarda kendi yaralı bedenini ayak üstünde tutmaya yarayan aslan figürlü kılıcını sapladığı çamurlu yol kumundan çıkardım. Gözüm, feleğim intikamla öyle bir yandı ki ardımda hasbihal eden askerin sesini bile kulaklarım duyamıyor, otağın içerisine gelen paşayı bile yeni fark ediyordum. Bedesten sokak çalgıcılarının çalışmaktan mantar tutmuş ellerinin altında çalınan ud gibiydim, tüm notalarıma tüm tellerime öyle bir acıyla vurmuştular ki önüme çıkan hiç bir hususu görmüyor sesleri bile işitemiyordum. " Hünkar artı akıncı başı Mahir bir taşta iki kuş, ne büyük nimet ama! Tüm güç, tüm kudret benim ellerimde. Kendi 19 kardeşini öldürmek isteyen padişahın Şehzadeleri bile bu kadar güçsüz iken bu muhteşem Osmanlı saltanatını benden başka kimse yönetemez. " Son demlerini, son galibiyet sözleri akıncı askerlerin ölü bedenine ve Mahir'in biraz önce can veren diba kumaşlarla kaplı bedenine sesi doldu. " Aksine o kadar güçsüz zavallı bir paşasın ki Hünkarı ve onun sağ kolu Mahir'i öldürmeden bu gücü elde edemeyeceğini bildiğin için erkek gibi savaşmadın! Hünkar ve Mahir'in karşısında tek başına çıkamadığın için üzerlerine binlerce asker gönderdin korkak adam! " Sesim paşanın yılan gibi olan bedeninin kulaklarına dolduğu vakit Mahir'in cansız bedeninde gezinen gözleri ve dikkati bana kaydı. Bugüne dek binlerce sefer görmüş, ölüm görmüş, can almış aslan figürlü kılıcının sapı ellerim altında parladı ve titredi sanki. Ya ellerim titriyor ya da akıncı başının kılıcı benim ellerim altında işe yaramamaktan korkuyor gibiydi, ama şu an korkmadım tam bir özgürlük getirmeye yemin biçmiş Osmanlı kadını gibi başımı dik, gururumu omurgalı eyledim. Üzerimde ki beyaz kaftanım kırmızı renge karışmış olsa dahi, sevdiğim bugüne dek yalnızca sevebildiğim adamın cansız bedeninin kanları üzerimde olsa dahi dik durdum. Ve bir dakika bile düşünmeden ardında ne saray akıncı köpekleri ne de etrafında onu koruyacak herhangi bir maaşlı köpek, görmediğim için daha da cesaretlendim ve pahalı canfes kumaşlarla kaplı bedeninin pişkin pişkin zafer kazanmış olarak gülümseyen kellesini Mahir'in aslan figürlü kılıcı ile kestim. Ellerim altında titreyen kılıç paşanın bedeninde ki kelleyi vurduğu saniye ne olduğunu bile anlamayan paşanın gözleri açık kaldı, ayaklarımın dibine çamurlu yol üzerine düşen kellesine bakarken gram korkmadım ve iğrenmedim. " Sen ne yaptın hatun! " Az önce ilk kez adam öldüren bedenimin terli sırtına geriye yalnızca bana yardım eden, askerin sesi dolduğu vakit ellerime bulaşan kellesinin kanına baktım. Bu haneden, bu Osmanlı beni duygusuz, nefessiz, özgürlüksüz bırakırken şimdi de katil yaptı. " Hemen buradan kaç git! Paşanın kellesini ben aldım diyeceğim hemen İstanbul Topkapı Sarayına buraya sefer için gelen kervan ile git! Kendini kurtar duydun mu beni hatun! " Akıncı askeri şok içerisinde kalan bedenimin omuzlarından tutmuş sanki kendime gelmem için sallıyor, ben ise Mahir'in hâlâ ölmesi şokunu ve üzerine onun ölümüne sebep olan paşayı kendi ellerimle öldürme şokunu yaşıyorken akıncı başının aslan figürlü kılıcı kana bürünmüş avuç içlerimden kayarak kumlu yere düşüyor harap olmuş yorgun bedenimin hâlâ yaşlarla kaplı yeşil gözleri Mahir'in otak içerisinde binlerce askeri ile beraber cansız şekilde yattığı yere bakıyordu. Siyah diba kumaşlarının zindan ettiği bedenine bakarken, göğsüm mateme büründü. Tüm duygularım kandilde yanan ışıklar gibi yandı gitti, birlikte geçirdiğimiz tüm anıların sesi kulağımı siyah saçlarım üzerine değen rüzgâr uğultusu gibi okşarken gözlerim önünde ki yerde yatan cansız bedenine bakmaya devam ettim. Has bahçe gülü! Annem derdi ki has bahçede karşılaştığın her kızdan kaç çünkü onlar kalbini musalla taşında görünmeyen şekilde idam edebilir... Ben yaşarken öldüm, Mahir ise ebediyen gözlerini kapadı... Osman ve Malhun'un yıllar önce biten hikayesinden bile daha acılı bittik. Birbirimize seni seviyorum diyemeden, yasaklar olmadan özgürce el ele olamamaktan bunları yaşamadan sonsuza dek ayrı düşmekten daha acılı bir hikâyeye büründük. Her ne kadar istemesem dahi bugüne dek bana yardım eden akıncı askeri dinledim ve tüccar orman yolundan Edirne Sarayına çıkan dik yokuşlu yoldan aşağı hiç düşünmeden koştum. Özgür olmak için, bu yaşadığımız tüm bedellerin sonuca ulaşması için koştum. Ardımda bugüne dek sevdiğim tek adamın cansız bedenini bırakırken koştum, yüreğim ellerim ve gözlerim onun cansız bedeni ile birlikte kalırken koştum... 1720 Osmanlı devletinin bugüne dek koyduğu katı kural sınırları iyiden iyiye, iyice gevşemeye başlayarak son buldu. Kadınlarımız çarşılara yapılan medreselere dahi gidiyor, öğrenim görünüyor ve yüzlerine aptalca peçe takmıyordu. Makamlar, paşalar, sadrazamlar bile yok oldu. Tüm hikâyeyi acılı yapan hususlar kayboldu, kadınlarımız özgür işkence çekmiyor herhangi bir mal gibi satılmıyordu. Bayrağımız bile değişti eski bayrağımızda kırmızı veya yeşil renkli bir zemin üzerine beyaz renkli yazılar bulunurdu. Devlet bayrağımız kırmızı renkli ay yıldızlı özgürlük sembol eden bayrak oldu. Bense o uğursuz acı dolu Edirne şehrinden kaçtım, ailemi ve en önemlisi hâlâ kalbimin en tenha yerinde saklanan akıncı başımı bırakmak zor oldu ama kadınlara özgürlük getirmek için kaçtım. Medreselerde Edirne'de bana eğitim veren hocam gibi kız çocuk tebaalarına öğretmenlik yapıyor, Medreselerde hoca olma görevi üstleniyordum. İstanbul Arasta şehrine geleli yıllar oluyordu, şehrin özgürlük kokusuna ilk başta alışmak zordu ama başardım. Arasta sokaklarının avlu çarşısında ki tüccar dükkanlarının yerini kitapçılar, kaftan satıcıları alırken Topkapı saray arkasında kalan Medrese binasına gitmek için sıcak altında terliyor, ellerimde ki Divan şiir defterlerini taşımaktan dolayı yoruluyordum ta ki tüm yorgunluğu alan Elif ile Mahir'in yıllar boyunca özgürlük savaşı altında yaşanan efsane şarkılarının sokak çalgıcıları dilinden duyana dek. Evet, bizim hikâyemiz bütün Türkiye yani eski ismi ile Osmanlı şehirlerine yayıldı ama hiç kimse benim Elif olduğumu bilmiyor sanki tüm o acılı buruk hikâyeyi başka birisinin hayatından izliyor gibi dinliyordum. Garip dervişten duydu Adını aşk koydu 600 sene bekledi Gönlünde yer etti Dile geldi ey sevda Anlattı yılanın aşk hikâyesini Buna dediler bir Küçük Türk Kızı hikâyesi. Darbukalar ve flütler eşliğinde büyük Divan şairlerinin bizim hikâyemize bestelediği bu acılı müzik tüm herkesin dilinde dolaşır oldu. Hatta efsane o kadar büyüdü ki, Elifin yani benim ya kendimi dayanamayıp öldürdüğüm hikayeleri halk arasında dolanıyor ya da herkesten gizlenerek izdivaya çekildiğim kurguları yaşlı, çocuk, tüccar ve Genç kızların dillerinde dolaşıyordu. Tüm acıya, tüm anıların verdiği matem renginin hüznü şarkımız ile birlikte üzerime çığ gibi düşse dahi Mahir'in siyah diba kumaşlar ile sarılı sadece ela gözlerinin göründüğü Arasta sokağının sonunda beliren hayalinin bedenine tebessüm ettim. Arasta çarşısı avlusundan sokağa dolan şarkımızın acıklı melodisi ikimizin ruhunu okşarken, birbirimizin bugüne dek dokunmaya yasak olduğu bedenine uzaktan usul usul baktık...  Kitabımız henüz bitmedi. Ama 1. Kitabı veda yazısı ile kapatmak istedik. 2. Serimiz tüm hızıyla devam ediyor! Kadınların o yıllarda hangi zorluklar, hangi yasaklar yaşadığını sizlere ekip olarak anlatmak istedik. Umarız 2 tarihçi ve 1 yazar olmak üzere sizlere bu zorlukları hissettirerek anlattık. Bir Küçük Türk Kızını biz araştırırken çok emek verdik yazarımız ise yazarken çok ağladı. Osmanlı döneminin ne kadar harika bir imparatorluk oluşunun yanı sıra, bu muhteşem zafer hikayelerinin getirdiği acı karanlık yüze ışık tuttuk. Daha özgür günlere, daha da demokrasi olan bir Türkiyeye! Kırmızı beyaz bayrağımız altında olduğumuz için bir kez daha gurur duyuyor Mustafa Kemal Atatürk'ün getirmiş olduğu kadın hakları ve demokrasiye minnet ediyoruz. Yazar ve ekip olarak hepinize hoşça kal diyoruz! |
0% |