@ursuula1
|
Muhibbi Gül Ön söz Seni seviyorum ve dileğim odur ki, seni unutabilirsem ruhumu da seninle unuturum, eğer ruhum kaybolursa ne mutlu bana. Böylelikle beni unuttuysan ben de seni unuturum ve verdiğin tüm acıları da. ve tekrar acının özlemini çekmeye başlarım. ve tüm gözyaşlarım seni hatırlatır böylece sana geri dönerim. Zaman zaman tüm dünya seninle birlikte gelir ve tüm dileği senin dileğindir. ve sonra, belki biteceksin benim aşkımdan mahrum kalarak... Küçük prens. Annem ben ve kız kardeşim Mahpeyker'e bu halk hikâyesini o kadar fazla anlatırdı ki, mühimme defterinin içerisinde yazan her kelimeyi kimseye zinhar belli etmek istemesem de biliyordum. Günün birinde küçük bir prens çöllerin içerisine düşer. Nasıl olduğu bilinmez, o çok sevdiği gökyüzüne kadar ulaşan prens kendisi gibi küçük bir gül ile karşılaşır. Gül günden güne, prense istek buyurmaktan prens ise isteklerini yerine getirmekten vazgeçmez. Gül çok kibirliydi, birisini nasıl seveceğini bile bilmiyordu. Ve prens bundan çok yorulmuştu. İşin aslı, birbirlerini seviyorlardı da.Ama ikisi de sevmeyi bilemeyecek kadar gençti... Küçük prens içi şüpheler ile dolarak oradan kaçtı. " Onu yalnız mı bırakmış? Peki nereye gitmiş? " İlk başta nereye gittiğini bilmiyormuş. Ama, terk etmesi bile dönüş yolculuğunun ilk adımıymış aslında... Çeşitli ağaç gövdesinden yapılmış ahşap tüccar tezgahları üzerine, baharatlar diziliyor Bedesten tüccarları kendi arasında hasbihal ederken evimizin avlusuna dolan uğultuları işitmek istemiyordum. Mustafa hocam ile Medrese hususu hakkında o kadar vakit hasbihal etmedik ki, muhtemel II. Sultan Süleyman bile bu hususun üzerini kapamak ister gibi beni saray huzuruna bile istememişti. " Abla! Validem Alime hatuna gidip sumak alsın dedi. " Mahpeyker her zaman ki sualde olduğu gibi evimizin arka avlu bahçesinde kaftanları,leğen içinde çiğneyerek yıkıyor ben ise ahşap kapımızın yanında ki taş üzerinde oturarak düşünüyordum. O kadar fazla saçma hususlar hakkında uzun uzun göz dalmaları eşliğinde, kendi kendime hasbihal ediyordum ki bu iç çekişmemi Mahpeyker sesi ile böldüğü vakit gözlerimi devirdim. " O hatunu sevmiyorum. Zira, sürekli nikahlanmak için hatun arayan sadrazamları hasbihal edip duruyor! " Tüccar sesleri Bedestenli halkın seslerine karışarak fakirhane evimizin, beyaz kireçli duvarları arasına bile dolan uğultu seslerini sesim bastırdı. Avlunun ortasında ki mermer taştan yapılmış çeşmemizden berrak su akmaya devam ediyor, bağırarak laf yetiştirmeme annem ise mutfaktan karşılık vererek eşikte oturmama izin vermiyordu. Kırmızı kaftanımın uzun tülü oturduğum ahşap kapının yanında ki taştan hızla sıyrılarak, Bedestenin 7. Ara sokağında ki kumlu yola karışıyor ardımdan hızla kapadığım ahşap odundan yapılmış eski kapımızın üzerinde ki büyük hurma ağacının yaprakları şiddetle sallanıyordu. Sıra sıra halifelerin zikir çektikleri tesbih boncukları gibi dizilen tüccar tezgahları, ahşap odun üzerine beyaz renkli çarşaf ve onun üzerine ise çeşitli baharat, et ve kaftan kumaşları dizilmişti. Bedesten çarşı avlusu her zamankinden daha bir cümbüşle kalabalık oluyor, kavurucu Edirne şehrinin sıcaklığı saray sur duvarlarına kadar ulaşıyordu. Sıcaktan havanın bile raks eder gibi titrediği husus içerisinde, Osmanlı hanedanının yasakları yüzünden yüzüme çektiğim kırmızı renkli peçe ise bu cehennem sıcağını daha da mutlak bir matem yapıyordu. " Tssss! " Çeşitli sayıda Bedesten tezgahları dizilen, ve Bedestenli yaşlı hatunların iç içe geçtiği nefes alınmasına dahi izin verilmeyen husus içerisinde ardımdan işittiğim sesin kime ait olduğunu anlamaya çabalarken Nigar'ın kocaman kahve gözleri çoktan bedenimi buluyordu. " Ne o Esma Sultan olmaya mı karar verdin Nigar? " Giydiği kaftanı peçesi altında bile söylediğim husus yüzünden, dudaklarının kocaman bir tebessüm aldığını buradan bile hissediyordum. " Şu dikenlerini kendine sakla hatun! Sultanı bir de yılan diye zikretmediğin kalmıştı. " Yüzümün yarısını bu kavurucu sıcaklıkta esir alan kırmızı peçenin altından gözlerimi devirdim. Nigar ise, birlikte büyüdüğümüz için bu hususu kaile almadı bile. " Hem II. Sultan Süleyman Han Esma sultanı Edirne Sarayından sürgün etmiş. Şehzadeler sancağı Amasya şehrine yarın gece kalfalarla yola çıkacakmış. " Nigar ile Bedesten avlusunun iğne atsan yere düşmez kalabalığı içerisinden, kol kola girmiş birbirine bağlı kambur gibi olan 9 ara sokağa sahip çarşının, 7. Kumlu yol ara sokağına girmiştik. Nigar hatun sarayda ki gözde dedikoduları hasbihal ediyor, ben ise akıncı başını düşünürken kendimi buluyordum. Aylardır, aylardır idam edildi diye hayıflanıp kendimi suçlarken onun benim Medrese yeminim için hünkara şart sunarak Venedik kuşatmasını kazanması sualini düşündükçe akıncı ocağında ki deli mucit askeri gibi delirmeye başlıyordum. " Elif, bak bana. " Nigar'ın her zaman ki Mahpeyker gibi cıvıl cıvıl olan sesi bu kez çok farklı çıktı. Evimizin avluda ki odundan yapılmış kapısı önüne ne vakit geldik bilmiyordum bile. Yalnızca, bu Medrese hükmünün yeminleri, kız çocuklarına vereceğim, vermek istediğim özgürlük hususu altında o kadar fazla eziliyordum ki. Hiç kimseleri işitemiyor, akıncı başı Mahir'in başına bile bu sual yüzünden çoraplar örüyordum. " Esma Sultan ile ne hususu yaşadınız bilmiyorum zira Sultan Süleyman kendi Osmanlı kanından olan bir hatunu bile, bu Medrese suali yüzünden saraydan sürgün ediyor. Hünkarın sana ne hususlar yapacağını, ne cezalar vereceğini uzun uzun düşün. Medreseye, özgürlüğe olan aşkın senide, o her zaman seni ateşten çekmeye çalışan akıncı başı binbaşını da öldürecek. " Zaten bu sualler yüzünden allak bullak olan düşüncelerim, arkadaşım Nigar'ın hasbihal sözleriyle daha cümbüş gibi karışarak kendisine yol buldu. Haklıydı. Bu suali kendim dahi her ne kadar Hatunlara konuşma hakkı, düşünce belirtme hakkı vermeye çalışmak istesem dahi bunun hiçte kolay bir husus olmadığının farkındaydım. Nigar'ın her zaman bana karşı göremeyeceğim ve ona bana şefkatle bakmasını küçüklüğümüzden beridir, yasak kıldığım gözleri peçe altında ki gözlerime o şefkat dalgası ile bakarken daha fazla kalmak istemedim. 7. Ara sokağın eşiğine bağlı kumlu yolun ağzında arkadaşımla dikilen bedenimi, has bahçenin dalından koparılan gül gibi şiddetle kopararak avludan içeri girdiğim dakika ağaç odunundan yapılmış kapıya bedenimi yasladım. Annemin Medrese hükmünü getirmeye çalışırken verdiğim savaşa kızması, kız kardeşimin bir gün başımın musalla taşında olacağından endişe etmesi ve Nigar'ın kapı eşiğinde zikrettiği şeyler. Hepsi, tüm bu hususlar yüreğime ve omuzlarıma o kadar yük olmaya başladı ki ahşap kapının odunlarına kırmızı kaftanlı bedeni bastırmış gözlerimi peçemin altında kapatarak nefes almaya çabalıyordum... ...Aynı günün Bedesten gecesi Evimizin bizim için büyük, ama hırsları ve sadrazam olma düşleri için küçük babamın, avlusunun ortasında ki akan çeşmeye bakıyordum. Gündüz olan kavurucu Bedesten sıcaklığı, o kadar fazla şikayet etmiş olacağım ki kendisini mutlak bir sessizlik içerisine bırakarak rüzgâra teslim oluyor siyah uzun saçlarımı beraberinde sarayda ki harem cariyelerinin raks ettiği gibi dans ettiriyordu. Avlunun mermer taş betonunun üzerine konulmuş fıçılarının içerisinden yeni sağılmış süt, mermer yere yol çizerek akıyor annemin taze sumakları kurutmak için yere serdiği beyaz çarşaf rüzgarla yerinden kıpırdıyordu. Odamızın avlunun duvarıyla bitişik penceresi önüne oturmuş, Farsça aşk öykülerinde okuduğum aptal aşık hatunlar gibi iç çekiyordum derken Bedesten tüccarlarının, yaşlı Bedestenli hatunların mallar için birbiriyle hasbihal ettiği uğultuları bile artık geceyle yutan mutlak sessizliğin içerisine, önce avlunun çeşmesine daha sonra ise siyah saçlarıma düşen ay ışığı gibi bir kıpırdanma doldu. " Saray çok sessiz olduğuna göre, günlerdir sarayda olmadığın sualine vardım has bahçe gülü. " Ne? Büyüdüğüm evin avlusuna, küçükken dahi burnumuzu erkekler bizi görmesin diye avludan dışarı çıkarmayan babamın evinin avlusuna akıncı başı Mahir'in önce sesi daha sonra ise, avluyu kaplayan kubbenin gökyüzü gibi siyah diba kumaşlı bedeni doldu. " Meraklanıp Bedestene kadar gelen senin sualine ne demeli akıncı başı? " Pencerenin eşiğinde ki boşluğa oturan kırmızı kaftanlı bedenimi, akıncı Binbaşısı babamın girişe yaptığı ahşap odunlu çitlerin üzerinden atlayarak geçerken avlunun ortasında kalan mermer sütundan yapılmış oluk çeşmesine çoktan varıyordu. Bedesten gecesinin gökyüzüsü gibi olan diba kumaşlarıyla sıkıca sarılmış, siyah paçavralar altında dahi bugüne dek görmediğim yüzünün dudaklarında ki tebessümü hayal ederken, avluda olduğumdan dolayı yüzümde peçenin olmaması hususunu unuttuğum saniye gülümsedim. " Kibirli gözlerinden daha güzel bir husus varmış meğerse. O da, tebessüm eden dudakların. " Zinhar babam bir erkeğin yanında dahi tebessüm etmemizin zina sayıldığı hususunu, küçük bir kız çocuğuyken dahi Mahpeyker ve bana zikrettiğinden dolayı akıncı başının evimin avlusuna yayılan sözlerine karşın parmaklarımı tebessüm etmeye devam eden dudaklarım üzerine koyarak gülüşümü gizledim. " Mustafa hocanın teebasına katılarak, Farsça aşk divan kitapları mı okumaya karar verdin? " Avlunun ortasında ki özenle el işçiliğiyle yapılmış oluk çeşmesinden akan su sesi, Bedesten gecesinin kubbesi altında akıncı başı ile çeşmenin yanı başında yaptığımız hasbihali dinlemek ister gibi daha da mutlak bir matem sessizliği içerisine bürünüyorken bedenim hâlâ çeşmede bakışlarım ise akıncı başında durdu. " Bir dönem Medresede eğitim almış olabilirim. Sürekli olarak, önüme gelen adamın kellesini almıyor Hünkar için idam yapmıyordum has bahçe gülü. " Diba kumaşlarının her bir küçük parçası ile vücudu, parmakları ve dudakları bile sarılı adamın yalnızca Hünkarın özgür kıldığı ela renkte ki gözlerine bakıyordum. Hiç düşünmedim, babamın avlunun çeşme başında beni ve, akıncı binbaşısını gördüğü hususta ne yapacağını bile düşünmeyerek bize biçilen kum saatinin kumları beton yere düşerek bize özgür kılınan zaman içerisinde onunla hasbihal etmek istedim. " Neden, neden bu kumaşların içerisinde kendini tutsak ediyorsun akıncı başı? Seni o otakta durduran, özgürlüğe benim kadar düşkünken seni bu diba paçavraları içerisinde tutan sual ne? " Aramıza her vakit çekilen Osmanlı İmparatorluğunun yasaklarının sınırı, sözlerimle eridi gitti sanki. Büyüdüğüm evin avlusunda ki çeşmenin başında, aramızda yalnızca bir kaç adım boşluk varken çeşmenin başında dikilen kırmızı kaftanlı bedenimin yamacına, simsiyah gecenin karanlığı gibi olan diba kumaşlarıyla sıkıca sarılmış bedeni yaklaştı. " Bundan kaçışım yok. Kaçmakta artık sual etmiyorum. Hem, dikenleri olan has bahçe gülünü sürekli olarak kurtarıp başka kim kahramanlık yapacaktı? " Çeşmenin oluk suyunun sesi, yanımda ki Azrail gibi görünümlü akıncı başının buhutunu dağıtıyorken diba kumaşlarıyla sıkıca sarılmış ayağının üzerine çıplak ayağımı sertçe basarak başımda ki belaların kahramanı olduğu hususunu dile getiren binbaşıya haddini bildirmek istedim. Akıncı başı Mahir ise, canının zerre yanmadığı sualini iliklerime kadar hissederken sanki ayağına bastığım hususu yüzünden çok acı çekiyormuş gibi, diba kumaşlarıyla her bir parmağı sarılı sağ elini sol tarafında ki kalbinin üzerine koyarak gözlerini sıkıca yumdu. Ben ise, yeşil renkte ki gözlerimi Bedesten gecesinin cümbüş karanlığı içerisinde dahi devirdim. Avlunun beyaz renkte ki kireçli ve beton yere dökülmeye başlayan duvarlarına asılı meşale ışıkları, rüzgârın şiddeti ile oradan oraya elleri varmış gibi dans ederek karanlık avluyu aydınlatıyor, meşalenin yüzümü yakan ışığının acı yeri çeşmenin akan suyu üzerine yansıma yaparken yanan yüzümün tenine parmak uçlarım benden izinsiz gidiyordu. Çirkindim, kendimi yüzümün diğer yarısı yandığı için çirkin hissediyor dudaklarım nadiren olsa dahi tebessüm ettiği saniye yanağımda ki yaram şiddetle kasılarak üzerine tuz bastırmış gibi acıyordu. " İster yıldızlardan, ister gökkubbedi ki güneşlerden olsun. Parlayan tek bir gül var yanımda. Eğer cananıma yalnız rastlarsan, vefasızsın akıncı ve insanlığında yok de. İki yakam parça, parça bir araya gelmedi senin elinden. Ama sana olan aşkım kalsın, kıyamete dek yanında dikilsin isterdim." Bedesten gecesinin karanlığını duvarda asılı siyah demirli meşale ışıkları, yüzümüzde ki çizgileri tıpkı aramızda ki sınır gibi aydınlatıyor akıncı başı Mahir'in avluya yayılan meşale gibi boğuk, ve titrek nefesinin sesi siyah saçlarımı ve kendimi çirkin bulduğum yanık yüzümün tenini okşuyordu. Aramıza Osmanlı İmparatorluğunun şeriat yasakları girmeye devam ediyorken, akıncı başı Mahir o yasakları bir kaç dakika umursamayarak çeşme başında dikilen bedenimin, yüzüne, yanık tenimin üzerine diba kumaşlarıyla sarılı parmak uçları gitti. Parmakları, Osmanlı hanedanının yasakları içerisinde bir bakışmanın bile yasak olduğu sual içerisinde parmaklıkları yaralı yüzümün teninde gezindi. Gözlerimi kapadım, bu mutlak ve nadir özgürlük umutlarının filizlerini kalbimde hissederken gözlerimi sıkıca kapadım. Açmak dahi istemedim, diba kumaşlarının sıkıca parmaklarını sardığı kumaşı tenim böylesine uzun süre hissederken bu hissin, akıncı başının tenini yeniden kaybetmek istemedim. " Seni, umutsuzca seviyorum has bahçe gülü. Ruhum her zaman acı çekiyor seninle. " Ellerine sarılı kumaşlar Osmanlı İmparatorluğunun yasakları, özgürlük ise yanmış yüzümde ki tenim oldu sanki. " Her zaman acı çekiyor. İzin vermiyor bana. Ama ruhum, seninle kaybolursa sorun değil. Buna değer. " Yasaklar, padişahlar, sadrazamlar ve daha niceleri. Hiç birisi umurumda olmadı. Diba kumaşlarıyla sıkıca sarılmış parmak uçları, bir kemanın tellerini özenle çalıyormuş gibi bana verilen yaranın üzerini öylesine naif, öylesine gizli bir ibadet ile sevdi ki gözlerim kapalıyken dahi yaşların tenime döküldüğünü yanık izlerine dökülen ve tuzlu gözyaşının yakıcı acısından anladığım saniye kapalı gözlerimi yavaşça açtım. Açtığım saniye, avlunun ortasında gücünü göstermeye çalışan ve meşale ışıklarını bile raks ettiren rüzgârın ardından akıncı başının pelerin gibi omuzlarından fazlalık gelen diba kumaşının siyah renkte ki paçavraları salınarak beni terk ediyordu. Avluda ki ince beyaz duvarın üzerinden yalnızca bir kaç saniye içerisinde, atlayarak gecenin renginde olan diba kumaşları karanlığa karışıyor ben ise ardında tenime bıraktığı diba kumaşlı parmaklarının hissinin yanı sıra, avucuma çıban gibi batan gülün dikenini yeni fark ediyordum. Kırmızı kaftanımın rengiyle aynı renkte ki dikenli gülü, kaftanımın tülleri avlunun mermer taş beton yerine kadar kollarını uzatıyorken akıncı başının Bedesten gecesi ardında bıraktığı kırmızı kaftanım, ve kırmızı gülümü ellerimde özenle tutarak avludan atlayıp geceye karıştığı ince duvarın eşiğine mutlak sessizliği cırcır böceklerinin sesi kaplarken öylece, avlunun çeşme yamacında durarak bakıyordum...  Yağmuru hayal ediyorum Çöl kumlarında bahçeleri hayal ediyorum. Acıların içinde uyanıyorum Zaman ellerimden akıp giderken aşkı hayal ediyorum. Ateşi hayal ediyorum. Bu hayaller asla yorulmayan bir atın boynuna asılı Ve Alevler içinde. Onun gölgeleri bir erkeğin arzuladığı şekilde oynuyor. Hiçbir hoş koku bana bundan daha fazla işkence etmemişti. Ve o bu yöne dönüyor O benim bütün hayallerimin mantığı içinde hareket ediyor.Bu ateş yanıyor Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını fark ediyorum... |
0% |