Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm 3. Ahmed İsyanı

@ursuula1

Bu kurguda geçen tüm karakterler ve hikâye hayal gücüdür. Gerçek Osmanlı tarihi ile bir ilgisi yoktur. Yalnızca o dönemden ilham alınarak kaleme alınmıştır.


Kurgu Osmanlı 1720 (Lale Devri) dönemine değinecektir.


Lale devri, Osmanlı döneminde on iki yıl süren bir zamanı simgeler. 1718 yılında Pasarofça anlaşmasının imzalanması ile başlayan Lale devri, Patrona Halil İsyanı ile sona ermiştir. Lale devri süresince yenilikler ve eğlence hakim olmuştur. Batı ile olan ilişkiler gelişmiş ve reform hareketleri başlamıştır.


Halk Çok fakirleşmiş ve Saray halkı aşırı oranda zenginleşmiştir. - Çini atölyeleri ile kağıt fabrikaları açılmıştır. - İlk defa çiçek aşısına hastalığına karşı aşı uygulanmıştır. - Avrupa'nın önemli ülkelerine elçilik ilk defa gönderilmiştir.



1. Bölüm III. Ahmed İsyanı


1720 Bedesten Kervansaray İpek Yolu



Ön söz 

sessizce dinliyorum gecenin çanlarını

açık bir yara gibi çalıyor çanlar

vuruluyor sesinde çanların hayvanları


Osmanlı. Neydi? Kim için zaferler getirir, kim için yalnızca matem getirirdi. Kime göre koca bir imparatorluk kime göre cezaydı? Biz kadınlar, biz kız çocukları bu zafer arkasında binlerce yitirilmiş ölü duygular, binlerce kendi karakterimizden ödün verdik. Yıllarca bu cahil topluma eğitim, medresenin önemini anlattım. Bu husus üzerinde öyle çok kendimi yıprattım, öyle çok cezalar çektim ve Mahirimi bile bu yol uğuruna kaybettim ki. Kimse çektiğim cezaları görmedi, kimse göze aldığım savaşları görmedi. Kimse akıncı başımı görmedi...


Kendi karakterime ördüğüm güçlü duvarlar vardı o duvarlar Mahir'in ölümü ile birlikte üzerime yıkıldı. Allah'ın bana verdiği ceza çok büyük oldu, yeri geldi bu cezayı kaldıramadığım oldu. Yeri geldi ölmek, kendimi gebertmek istedim ama semaya açılan ellerim kendi hayatıma son vermemi engelledi. Kaderim daha yaşamadan sevdiğim adamın ölüm acısını çekerek yanmak mıydı? Uğuruna savaş verdiğim özgürlük meğerse siyah kuşaklar altında kalan ela gözleriymiş, yıllar geçti ben bunu ölnce anladım. Öyle çok, öyle fazla acı çektim ki her gece aldığım nefesin kalbime dolmasını istemedim.


Her gece dua ettim, beni onun yanına alması için seccademe kapanıp yalvardım ama olmadı. Bu kadar fazla fedakarlık yapmışken ailemi bile yıllarca göremedim, eğer kimliğimi ortaya çıkarma pahasına Edirne'ye geri dönersem Türk adı altında ki hükumet beni yakalar ve olayların nasıl geliştiğine dair yıllarca soruşturma yapardı.


Zira, olayın ana merkezinde olmam işleri daha da berbat etmekte ve III. Amed'in Edirne Bedesten sokağında isyan çıkararak Türk hükumetini devirmesiyle birlikte son buldu. Osmanlı yeniden küllerini bir araya getirerek yeşerdi sanki bu yeşerti öyle bir zehirli sarmaşık oldu ki, önce Edirne daha sonra Bosna daha sonra ise İstanbul.

Tek tek sanki özenle işlenmiş bir halı motifi gibi kuşatıldı, özgürlük bayrağımız önce yarıya daha sonra ise yere indirildi. Uğuruna yıllarca savaş verdiğim çarşı içine yapılan Medrese binalarımız mancınık ateşi ile kül edilerek yıkıldı. Arasta çarşısının ortasında olan medrese binamız biz kadınlar önünde her bir taşı tek tek, mancınık ateşi ile yıkıldı. Önce yine matem rengine bürünen gök yüzüne sıçradı taşlar daha sonra ise


İşte bak yıllardır emek verdiğin, uğuruna kurbanlar verdiğin Medrese hükmünün acı gerçeği bu! İşte bu Elif yalnızca bir taş parçası...


Der şeklinde taşlar ayak uçlarıma ve çarşı içerisine doldu. Esnaf tahta satış tezgahları medrese binasına ait koca taşlar ile kırıldı. Açılan kitapçılar, kurulan sumak tezgahları yıkım ile, III. Ahmed isyanı ile yerle bir oldu. Yine kaçtım, buna mecburdum Arasta çarşısında olan binlerce genç kadın Osmanlı tarafından esir alındı. Gözlerim önünde olan bu iğrenç hususa karşı çok direndim, çok mücadele verdim ama başaramadım. Onları koruyamadım hepimizi aldılar toplama kampına götürür gibi, hepimiz bileklerimizden sıkıca ilmek atılmış ahır ipleri ile at arabalarına bindirildik.


1720...


Kaderini tekrar etti, 1690'da olan uğursuz kader yine ağlarını yıllar içerisinde güçlenerek ördü ve bir el gibi önce Medreseye daha sonra ise kadınlara ve bana uzandı. At arabasının içerisinde neredeyse boşluk kalmamış şekilde birbirimize bileklerimize bağlanmış ip ile sokuluyor, her bir Edirne taşlı yol güzergahında araba yalpalanıyordu.


" Anne bize ne yapacaklar? Neden bu ipler ellerinde var? "


At arabasının sadece toynak sesi dolan havasına küçük bir kız çocuğunun sesi karıştı. Çıkan hengâmeden dolayı minik bedeninin sesi öyle bir korkuyla kırılmıştı ki, kızın annesine sorduğu soru benim bile kalbimi kırdı. Annesiyle aynı göz rengine sahip kızın gözleri bana bakmasa dahi çok net hissediyordum, daha saatler öncesine kadar bu minik kız özgürce sokakta yaşıtları ile oyun oynuyor ve gülümsüyordu. Ama şu an, şu an o kahve gözleri korkusunun verdiği yaşlar ile minik gözlerine dolmuş annesinin kaftan kumaşını minik parmakları ile sıkı sıkı tutmuştu.


" Şhh sessiz ol Farah bize padişahı göstermek istemişler hani hep sana masal anlatırdım ya işte bu o masallarda ki padişah. Korkma tamam mı kızım bize zarar vermeyecek. "


Kadının çatallaşmış ağlamak üzere olan sesi diğer kadınların bağırış ve itiraz yaptıkları sesinin içerisine karışırken, ruhuma kadın ve kızının arasında geçen konuşmanın darbesi doldu. At arabasının hunharca salladığı ve bizi iç içe soktuğu bedenler karşısında olan bu manzara boğazıma düğümler yaptı. Hayır, hayır biz bunu yeniden haketmedik. Peçe altında kalan yüzüme gözyaşları doldu, tek bir yaş dökmek istemedim ama kuşatmada yara almasına rağmen şimdi tutsak edilmesine rağmen kadın kızının saçlarını tel tel okşuyor ve ninni söylüyordu. Bileklerinde olan sıkıca sarılmış ahır iplerine rağmen kadın kızını sevdi, ben daha çok gözyaşı döktüm.


" ee eee bebeğim 

Güvercinler uçuverdi

Güvercinler beşiğe konu verdi

Sonra onlar düşündüler

Nasıl besleriz bebeği diye 

Simitle mi ya da balla mı 

Ya da tatlı sütle mi 

Simidi alalım balı alalım 

Kaynamış sütten yulaf lapası yapalım

Beşik sallanıyor çocuk uyuyor

Beşiğin sallanması durdu ama çocuk uyumaya devam ediyor..."


Kadının kızını sevdiği saç telleri arasına tek tek, sesinin verdiği özen gibi gözyaşları damladı. Karşımda bir annenin çaresiz kalışı, yıllardır verdiğim hükümün gerçekçiliğini doğruladı. Daha fazla bu kalbimi kıran manzaraya dayatmalara at arabasının demir zindan parmaklıklar ile donanmış, pencerelerine baktım. Edirne ipek yolu Kervansaray at arabaları çoktan saraya yaklaşmış, at arabasını süren yaşlı amca ise yol boyunca anlattığı saçma hikayelere bir yenisini eklemişti.


Demir parmaklı at arabası penceresinden ellerim birbirine ardımdan bağlıyken bile, dikkatle baktım yaklaşık 10 at arabası ve içerisinde binlerce Arastalı kadın esirler gidiyorduk. Bu aptal isyan kaçırmasına öyle bir sinirleniyor ve hususun nereden geldiği kaynağını görmek için sabırsızlanıyordum ki.


Artık yeniden isyan ile uyuyan imparatorluk uyandığında onunla beraber gelen paşa, sadrazam, halife, yeni çeri ve akıncı askerleri... Yeniden doğdu, yeniden yıllar sonra aramıza (Lale Devri) isimli isyan kuşatması ile katılan kavramlar yeni bir uğursuz hikâye, yeni bir matem demekti.


" Bir gün bir dilenci oğlunu henüz ağızı süt kokarken akıncı birliğine vermiş "


Tüm karmaşık düşünceler ve güneşin at arabasının odunsu avlu başına vuran sıcaklığı ile beraber, daralırken yüzümü kapatan peçemi dişlerim ile açmaya çalışıyor at arabasını süren yaşlı amcanın saçma hikayeler anlatan sesi ise kulaklarıma ulaşıyordu. Tüm dikkatim tabi ki siyah kuşakları ile 1690 akıncı kahramanı olan Mahir'in içerisinde bir zamanlar olduğu akıncı kelimesi ile kaydı.


" Dilenci babanın çocuğu ilk başta yeni çeri ocağında çok dövüldü çok dışlanmıştı. Babasına yalvardı beni buradan al diye ama dilencilikten bıkmış baba zira oğlu büyüdüğünde başarılı, güçlü bir akıncı olursa para kaynağı elde edeceğini biliyordu. Oğlunu tüm itirazlar ve hayali olmayan bir görev içerisine bırakarak bir daha oğlu büyüyene kadar onu ziyaret etmedi. Ah o zalim adam parasızlıktan dolayı kalbi köhne düşünceleri yobaz oldu. "


Kadınların itiraz haykırışları dakikalar geçti bitap düşmüş bir yorgunlukta kendini saldı, at arabası tekerine değen her taş yüzünden sallanırken kadınlar birbirlerine elleri bağlı olsa dahi daha da sokuluyor ben ise hür dikkat yaşlı amcanın sesine odaklanmaya çalışıyordum.


" O ağzı süt kokan dilencinin oğlu otak içerisinde nasıl olduğunu dahi anlamadan kurumuş topraktan çıkan çiçek filizi gibi bir anda büyümüş gitmişti. Tıpkı babasının hayal ettiği güçlü bir akıncıya dönüşmüş ama Hünkarın ona biçtiği siyah kuşaklar içerisinde tutsak edilmişti. Tıpkı babasının hayali olan akıncı başı fikrine mustarip olup yıllarca zindan edilmesi gibi. Genç delikanlı hiç bir zaman özgür olamadı, yalnızca bunu hayal edebilir ama ötesine geçemezdi. Hünkarın sağ kolu olmayı bile başaran bu genç kendi çizdiği özgürlük sınırları içerisinde askerleriyle Venedik, Roma sınırlarına hükmediyor ama bir türlü siyah kuşaklar içerisinde özgür olamıyordu. Bu ona verilmiş en büyük cezaydı ta ki, o kız hayatına girene dek... "


Atı yönlendirme yaptığı ipleri yaşlılıktan dolayı kırışmış olan avuçları arasında daha sert çekti. Elleri altında kavrulan ipler arabayı daha da hızlı yaptı ve bir zamanlar evim olan Bedesten çarşısı kemerli duvarına toynak sesleri ile yaklaştı.


" Kendi karakterinin tam tersi olan bu kız tesadüf eseri hayatına girdiği akıncı binbaşısının özgürlük sınırlarını kendi sınırlarına kıyasladı. Genç yıllardır dilenci babasının ona dayattığı hususlar altında ezilen özgürlük sınırlarının kızın özgürlük sınırlarına değince küçücük olduğunu anlamıştı. Kızın özenle kendi alanına sakladığı bu sınırları korumak adına kız için binlerce acı çekmişti. 100 kırbaç, saraydan kaçırma, otağa sokma ve binlerce askerini kaybetme. Delikanlı sevdiği kızın özgürlüğü için en son kendi canını feda etmişti. Bu feda tüm Bedesten sokaklarına cümbüş oldu yayıldı, renk oldu boyandı dillere destan bu aşk hikâyesinin şarkısı dudaklardan okunduğu vakit gözlerden kanlı yaşlar damlattı..."


Garip dervişten duydu, 

Adını aşk koydu. 

600 sene bekledi, 

Gönlünde yer etti. 

Dile geldi ey sevda, anlattı yılanın aşk hikâyesini.

Buna dediler, Bir Küçük Türk Kızı efsanesi...


Dudak üstümün üzerine düşen gözyaşları bir yol çizdi, çizdiği yol bugüne dek onun ölüm gerçeğini sakladığım duvarları kan ipliklerinden bağ tutmuş odama doldu. Amcanın sabahtan beridir İstanbul Arasta sokağından kesilmeyen sesi, saçma hikayeler anlattığı sesi yeşil gözlerime kırışmış elleriyle özenle yaş koydu. Zaten bir sürü kadın içerisine araba içinde sıkışan bedenim daha da daraldı, nefes alamadığımı hissettim. Bu, bu şarkı çok ağırdı. Duyduğum her çarşıdan kaçıyor, duyduğum her sokak arasından uzaklaşıyordum.


Bize Halil sadrazam ve halife hocası tarafından yazılan bu efsane, önce bir ud ile başlıyor daha sonra eskiden kalmış kaval flütleri ile acı nameler atılıyor daha sonra ise kadınların iç çekişli ağıt sesleri eşlik ediyordu.

İsyan kuşatması ile karışık olan düşüncelerime şimdi de yıllar önce yaşadığım acı hatıraların iniltisi doluyorken, yaklaşık 8 kadın ile aynı at arabasında gelen bedenimiz birbirimize daha da yapıştı ve at arabasının sertçe durması ile hepimiz yaşlı amcanın atı sürdüğü ön tarafa resmen yapıştık.


" Bu bir işe yaramayan Arasta kadınlarını hünkar neden istedi bir türlü anlamıyorum "


En ön ve dip tarafa İstanbul Topkapı saray önünde zorla bindirilen bedenimin üzerine, bir sürü kadın bedeni sertçe durduğumuz için yığılmış şekilde sesin geldiği yönü bile göremiyor yalnızca arabanın dip odun sedir köşesine sıkışmış bedenime ulaşan sesi dinliyordum.


" Kes sesini! Hünkarımızın bir bildiği vardır yıllar sonra toplanan akıncı birliğinin yeni başı olmak istiyorsan zinhar Hünkar emrine karşı çıkma "


Bu sesler kime aitti, arabanın yanında çekinmeden fısıldar şekilde ne cesaret ile hasbihal ediyorlardı bilmiyordum. Ama ikinci konuşan erkek sesi, ilk konuşan erkek sesini otoriterlik ile susturdu ve 2. Kişinin daha yüksek rütbeli birisi olduğunu saniyesinde anladım. Sanki daha diyeceği kelimeler varmış ama etrafa seslice söylemekten, ya da birilerinin duymasından endişe ederek yarıda kesti.


" Zira 1690'da olan II. Süleyman ölüm isyanı bu akıncı askerlerin başları olan kişiyi hiç acımadan öldürdü. Bundan kendine ders çıkar binbaşı, sonun o gibi olmasın. "


Kulağıma rüzgârın inceliği kadar olan erkek sesleri doluyor, ben ise at arabasının ahşap odunsu kapısı muhtemelen yeni kurulan akıncı askerleri zorla esir kadınları indirirken bu iki erkek arasında geçen konuşmaya kulak misafiri olmaya devam etmek istiyordum. Ama isteğim tabi ki bu askerler için değersiz ayaklar altında ezilen taş gibiydi, saatlerdir bileklerimiz sırtımızdan bağlı şekilde sıcak altında Edirne Sarayına kadar gelmiştik. Yeni kurulan akıncı asker köpekleri kuytu köşede yalnızca araba içerisinde kalan bedenime yönelmiş, saatlerdir bağlı kaldığı için ağrı oluşan kollarımdan hayvan gibi çekiştiriyor ben ise onların boyunduruk altına almak istedikleri köle rolüne bürünmek istemiyordum.


" Fare haşereleri! Sizler ancak boyunduruk altında yaşayan köle olmaktan memnun oluyorsunuz! Bırakın beni hayvanlar, hünkar köpekleri! "


Arabadan zorla indirilen ve kollarımdan sıkıca 2 asker tarafından tutulan bedenimi, saray kumlu yol şeridine saplayarak direndim. Kesinlikle yeniden o yıllara dönmek istemiyor, kesinlikle bu sadece kendini zengin yapan ama halkını açlığa bırakan padişah dayatmasına teslim olmak istemiyor tüm gücümle savaşıyordum. Bu savaş her ne kadar benim açımdan bir özgürlük direnmesi olsa da, diğer esir getirilmiş kadınlar ses çıkaramıyor hepsi ya çocuklarına sarılıp ağlıyor, ya da benim askerler ile olan onlar için anlamsız savaşımı izliyorlardı.


" Sen kimsin de benim askerime direniş yapıyorsun hatun! "


Direnmekten dolayı siyah saçlarım dağ eteklerinde dolaşan rüzgar gibi dağılmış, kırmızı kaftan elbisem kumlu yola direttiğim çeldik ayakkabılarım altına dolanmış şekilde yüzüme dalga gibi vuran erkek sesine bakışlarımı ve kafamı kaldırdım. Karşımda gördüğüm diba kumaşlı kavuk takan, üzerinde hayvan postundan yapılmış deriyle üniforma giyen bu adamın sesi at arabasında konuşan 2 erkekten biriydi. Muhtemel diğer 2. Erkeğin yeni akıncı başı tabiri kesinlikle karşımda mavi gözleri olan bu adamı temsil ediyor, yıllar önce yaşadığım akıncı acıma ilişiyordu. Saatlerdir at arabasında binlerce kadın isyan haykırış ağlama acısına, binlerce küçük çocuğun korkuyla annesine sokulma acısına ve uğuruna binlerce savaş verdiğim özgürlüğüm acısına yeni bir acı eklendi.


O kadar fazla acıyla doldum ki, tüm sinirimi tüm öfkemi zehirli dudaklarımın zehirli dilini çözerek kusabilirdim ama bunu yapmak yerine yeni akıncı başının kendisine verilen, makamın gücüyle sırıtan yüzüne tükürdüm.


" Kimsem kimim kadın olduğum hususu bile kim olduğuma yeterde artar bile asıl sen kimsin ki bana bir köle gibi davranıyor ve boyunduruk altına aldığını sanıyorsun! "


Sesim binlerce saray kapısının surları önüne akıncı askerler eşliğinde tutsak olarak getirilen, kadınların arasına ve yeni akıncı başının kulakları arasına doldu. Yeni akıncı başının saniyeler önce yüzünde gezinen makam egosu yerle bir oldu, yüzünden bir kadın boyası gibi akıttığım egosuna karşı hiç çekinmeden gülümsedim. Tutsak olarak getirilmiş kadınlar direniş eylemime destek olmak yerine akıncıların eşliğinde bana bakarak saraya giriyor, kimisi çocuğunu korumak adına askerlere yalvarıyor kimisi ise çoktan III. Ahmed'in uğursuz Edirne Saray bahçesine yol olmuş uzanıyordu bile.


" Tez vakit bu hatunun dilini alıverin ve Sarayın 3. Kanatta ki yeni zindanına atın. "


Yüzünden silinen ego tebessümü yeniden dudaklarından askerlerine emir veren sesi, döküldüğü saniye belirdi. Yüzünde beliren egoya zafer katıldı ben ise bu resim edilen görüntüye kustum. Kollarımdan tutan 2 asker sayısı 4'e çıktı muhtemelen direniş eylemi yaptığım için aklı sıra beni cezaya tabi tutuyor ve zinhar bir daha baş kaldırmamam için göz dağı veriyordu. 4 cüsseli askerin saray sur kapısı önünde bedenimi ittirmesine daha fazla dayanamıyor, ardımdan saatlerdir bağlı olan kollarımın verdiği uyuşukluk yüzünden daha fazla direnemiyor ve eskiden her gün Medrese için geldiğim saray taşlı yoluna zorla götürülürken kaftanımın perişan olmuş tülleri arasında bağrım bile bağırmamla kızarırken yine de direniyordum.


" Kahrolsun diktatörlük! Kahrolsun Vezir, paşa, sadrazam! Kahrolsun veliaht yönetimi! "


Eski medrese binamızın ardında olan payitaht avlu girişine kadar direndim, her ne kadar zihnime binlerce yaşadığım anı gelse de şu an güçsüz görünemez şu an kendimi ele veremezdim. Bağırdım, ayaklarımı tıpkı at arabasından indiğim saniye gibi yere gömdüm, direttim bedenimi, özgürlük hayallerimi ve demokrasiyi ama fayda etmedi. Umudum git gide daha da tükeniyor, boyunduruk ve emir altında kalan akıncı askerin zafer tadı ezdiği dişleri arasından kelimeler dökülürken canımı yakıyordu.


" Bana bak hatun! Daha fazla hünkar adına direniş yaparsan tez vakit kellesini aldığımız Mahpeyker hatun gibi sana da acımayız! "


Loading...
0%