@ursuula1
|
Yaşam, başka yaşamlarla besleniyor bu çok zalimce, ama Tanrı böyle istiyor. Sabah ezanının ağıt gibi yapışkanlı elleri çöl bedevisinin esmer renkli teninin dudaklarında can buluyor, Kubbetüs Sahra'nın semasında ki altın sıraltı oymaları çölün kapalı mavi gecesini ışığıyla aydınlatan güneşin dansını kendisine hapsediyordu. Zaman durdu, Kudüs çölünün ince kum tepecik vahalarında ki hafif ılık rüzgâr bile semaya uzanan ellerini dizlerimin üzerinde cansız şekilde yatan kralının varlığına değdiği vakit esmeyi kesti. Başımızın üzerinde ki gök altında ki cehennem manzarasına sırt çevirdi sanki, sabah ezanının ağıtı ölüm kokusunu sindirerek burnumuzun içerisine çektirirken göğsümden çıkan nefes seslerimin titrek buğu sesleri gök kubbeye yükseliyordu. Yüzünün deri kusurlarını gizleyen altın maskesi altında ki mavi gözleri, yuvalarına uzunca bir süre kavuşmayı beklemiş gibi huzurla ve dinginlik sessizliğiyle kapalı kalmaya devam etti. Kırmızı harçtan yakılmış çiçek desenleriyle bezenmiş kınalı ellerim altında ki, Hristiyan haç işaretli gövdesinde nefes alma hissiyatı yoktu. " Çekilin! Rahip Damasus geliyor! " Bırakamadım, rahibin neden geldiğini anlıyordum. Beyaz pelerininin kumaşları Kudüs'ün kutsal vaad edilen kırmızı harçlı kumları üzerinde, yeri süpürüyor ben ise papa Reinhold'un varisinin beni dört duvar arasına tutsak ettiği zindandan kurtulmak için tırnaklarımla kazdığım için kan oturan tırnak uçlarımı ve parmaklarımı cüzzamı gizleyen altın maskesinde yavaş biçimde gezdiriyordum. " Ah, hayır. Hissettiğim tahmin bu kadar çabuk gerçekleşemez. " Ben, papa Reinhold'un varisi Lord Rodney'in ellerinden işkence çektiğim için bütün kumaşları kırmızı kan lekesi ile dolmuş beyaz elbisem ve bu elbisenin dizlerinde çölün sıcak kumlarında cansız biçimde yatan yüce Kudüs kralı. Bu manzaranın içerisine Rahibin kahverengi renkli çapulcu pelerini doluyor, yüce efendinin bedenini görür görmez kendi kendisine bir şeyler mırıldanıyordu lakin kulaklarım kendi nefes soluklarımdan başka bir ses işitmiyordu. " Ağzında gevelemede söyle rahip, lordumuzun durumu nedir? " Kralın emri altında ki tapınak şövalyelerinden kıdemli olarak nitelendirilen şövalye demir kılıcını kınından çıkardığıyla, rahibin sol beline kılıcın ucunu dayaması bir oldu. Bu kadar cesaret ya kıdemli olduğunu işaret ediyor ya da, yüce efendisini çok önemsiyordu. " Yüce kralımıza söylemiştim, cüzzam artık bedeninde son evresinde. Efendi ne kadar hareket eder ve savaşa katılırsa çürüme o kadar hızlanıyor. Sol gözünü çürümeden kurtarabilirdik ancak yüce efendimiz yine de, bu tedavi için dinlenmeyi kabul etmeyip kendisini çöllere sefere attı. Ne yazık ki, sol gözünün görme yetisi tamamıyla cüzzama bürünmüş durumda. Efendi- " Sözleri diline bile ağır gelerek dudaklarını yakmış olacak ki, son sözlerini çöl kubbesine fısıldamadan önce kelimeleri diliyle tarttı. " Efendimiz bu hastalığın vücuduna daha da hızlı yayılmasıyla 24 yaşını dahi zor görecek gibi. " Tapınak şövalyesinin demir kılıcının gri rengi, rahibin kahverengi pelerinle bezenmiş belinden aşağı sözleriyle birlikte kayıyorken beyaz kumaşlı elbisemin dizleri üzerinde lordunun cansız biçimde yatan Cüzzamlı bedenine utanarak baktı. Efendisi için bu hastalıkta elinden hiç bir şey gelmiyor, bunun vicdan muhaberesi ağır gelmiş olacak ki rahibin sözlerinden sonra başını Kudüs çölünün ince kırmızı kumlarına eğerek konuşuyordu. " Lordumuz zaten 23 yaşını bitirdi, sözlerinizden sonra bu demek oluyor ki yalnızca 1 sene hayat kalmış demektir. " Kudüs Batı yakası,Lut gölü çölü etekleri. Kudüs kraliçesi Sibbyla yani yüce efendinin kız kardeşinin doğduğu topraklar olan, Kerak şehrinin sınırları içerisinde kalan Lut gölü - ölü deniz yakınlarındaydık. Ortodoks Hristiyan tapınak şövalyeleri Cüzzamlı kralın hastalıktan düşmüş bedenini, sedir ağaçlarından yapılmış ahşap sütunların üzerine serilmiş kuş tüyü çarşafların içerisinde omuzlarında taşıyor çölün sıcak güneşi ise gözlerimizi yakarken ellerimi alnıma dayayarak gözlerimi güneşin sıcak ışıklarından açmaya çalışarak koruyordum. " Leydim, Kerak şehrinde konaklamamızı ister misiniz? Yüce efendimizin kız kardeşinin sarayı burada bulunuyor. Kraliçemiz Kudüs'te de olsa da burada misafir olmanıza büyük sevinç duyacaktır. " Ne? Tapınak şövalyesinin bana bu kadar saygılı hitap etmesine ve konuşmasına o kadar şaşırmıştım ki, tek yapabildiğim şey etrafımız da leydi olan birileri var mı diye bakmak oldu. Günlerdir Kudüs'ün büyük çöl yollarında güneş altında o kadar perişan olmuştuk ki, şövalye birliği artık konaklamak için kahır ya da saray arıyor veyahut palmiye ağacının dibine bile kıvrılarak uyumayı düşünüyordu. " Yüce efendimiz hâlâ uyanmadı, bu çöl sıcağı bedenlerimizi daha da bitkin yapıyor. Kerakta bir kaç gün izdivaca çekilebiliriz. " Kral Baldwin'in hareketsiz bedeninin askerler tarafından dört bir yandan omuzlarında taşınan, sedir yatağının baş ucunda ki beyaz kumaşlarında kınalı parmak uçlarımı gezdirerek yüce efendinin altın maske altında ki kapalı mavi gözlerine bakarak fısıldadım. " Hem size Müslüman yemekleri yedirir, saatler içerisinde ayağa kalkmanıza yardım ederim. Yüce efendim, o Hristiyan yemekleri ile yaşamanız bile mucize aman yarabbim! " Bedeninin yattığı yumuşak beyaz kumaşların üzerine daha da eğilerek, uyuyan bedenine sessizce fısıldamaya devam ettiğim de bir kaç tapınak askerinin dudakları arasında zorla tutmaya çalıştığı gülüşme sesleri kızgın çöl güneşinin kumları pişirdiği ıssız vahaların tepelerine doluşuyorken utançla ani bir refleksle geri çekildim. Yüzümde ki beyaz kumaşı çiçek desenli kınalı ellerimle bir sağa bir sola çekiştiriyor, içimden kendi kendime homurdanıyordum. Kudüs'ün batı yakınında ki Lut kavmi gölünü daha önce hiç görmemiştim, Kerak şehrinin sınırları içerisinde kalan gölün dip yüzeyi Şam topraklarında yaşarken köylü halktan duyduğuma göre tuz doluydu. Bu yüzden içerisinde ne bir canlı yaşıyor ne de Kerak halkı su ihtiyacını o gölden karşılayamıyordu. Aslında çölde susuz kaldığımız da yediğimiz ilk şey tuzdu, tuz su ihtiyacımızı karşılıyor ve susama hiasimizi bastırıp susuzluktan ölmememizi sağlıyordu. Kerak halkı da gölü sadece bu sebepten kullanıyordu belliydi, çünkü halk arasında şehrin sınırına girer girmez duyduğum ilk şey gölün lanetli olduğu ve Lut kavminin ölü bedenlerinin gezindiği olmuştu. Bu tür bayık halk efsanelerine gözlerimi devirip içimden ah, ah desem de bu çağda ki bir insana bunu açıklayamazdım. Çünkü mantıklı bir açıklama ya bizi cadı ilan ediyor, ya da mehdiydi... Kendi hayal alemimde o kadar çok takılmıştım ki, Kerak şehrinin burç duvarlarına bile girdiğimizi yeni anlıyordum. Şehir genellikle sarı renk duvarlardan inşaa edilmiş, Büyük Türk Selçuklu devletinin sekizgen altın yıldızları ile bezenmişti. Türkleri zaman, zaman çok duyuyordum. Genellikle mimarileri çok ünlü olduğundan dolayı, Kudüs, İran ve Şam gibi ülkelerimiz sasani Türk etkisinde kalarak yapılarını ona göre şekillendiriyordu. " Bu kutsal toprakların kralı 4. Baldwin'in askerleri değil mi? " Güneş kuşluk vaktinden çıkmış daha da yakıcı bir hâle gelirken şehrin burç duvarları üzerinde, çölün kum fırtınaları gücünü göstermeye başlıyor ve ılık tatlı bir esintiyi yerleşim bölgesinin meydanına tenimizi okşayarak yayılıyordu. Halk kendi arasında tapınak şövalyeleri ve ardından kralın cüzzam yatağını, omuzlar üzerinde taşıyan askerleri gördüğü vakit meydanda yükselen sessiz fısıltı iniltisini bıçak gibi kesti. Yüce efendinin hareketsiz, sessiz bedeni bile halkın üzerinde saygınlık kurarak halkı uyuyan bedenine dahi saygı göstermeye ittiği vakit Kerak halkı yüce Kudüs kralının uyuyan bedenini taşıyan sedir yatağın beyaz ince kumaşları üzerinde askerlerin her bir yatağı taşıma adımlarında dizlerinin üzerine çökerek mermer yere başlarını eğerek değdirdiler. Kerak yerleşim bölgesinin meydanında basit bir yatağın sedir odunları önünde dizleri üzerine eğilen halk, sessizlikle krallarının Cüzzamlı hasta bedenine inanılmaz bir saygı gösterisi yapıyor ben ise Baldwin'in henüz 16 yaşında böyle bir etki yarattığına inanamıyordum. " Yüce efendimiz çok yaşa! Yüce efendimiz çok yaşa! " Tapınak askerlerinin Hristiyan Haçlı zırhları her bir adımda şıngırdayarak meydanda ses çıkarıyor, 40 kişilik tapınak şövalyeleri, rahip Damasus ve ben meydanın Amed nehri gibi dümdüz biçimde halkın ikiye ayrıldığı dar alandan saraya ulaşmak için yürüyorduk. Lord Rodney'in ellerinden kaçmış bedenim aldığı yara darbeleri ile o kadar fazla acıyor ve ağrıyordu ki sanki birileri bedenimi bile şu an dövüyormuş gibi hissediyordum. Kerak halkının saygı sessizliği meydanın mermer sütunlarını geçerek saraya her yaklaşan adımımızda dahi, kendini koruyor ve krallarının cüzzam yatağı sarayın ahşap büyük altın tokmaklı kapısına girene dek dizleri üzerinde bu sıcakta çömelerek devam ediyordu. Yüce efendinin neden bu kadar saygı duyulduğunu ve sevildiğini bir kez daha anlamıştım. Çünkü o kimsenin dinine bakmadan herkese eşit oluyor, tarikat ve tapınak ardında dönen halka karşı kirli oyunları bozarak İslam ya da Hristiyan dininin gerçek kaidelerini yaşatmaya devam ediyordu. Cüzzam yatağında askerlerin omuzunda taşınan bu adam, İslam çocuklarının ve Hristiyan çocuklarının aynı sokakta oynamasına özgürlük getiriyor ve siyasal dini yerlebir ederek din üzerinden kuklalıp yaparak, sahte rahipleri, papaları ve hocaları öldürüyordu. Baldwin din sömürgesi yapan kimseyi affetmiyor, din mensuplarını birbirine katmaya çalışan kişilerin oyununu bozarak, onları Kudüs topraklarından siliyordu. Böyle bir çağa, bu kadar ileri görüşlü ve barışçıl bir Kral olabilir miydi? Hem de Hristiyan dinine mensup ve cüzzam hastalığının eteklerinde. İşte bu durum az önce ki saygı gösterisinin neden oluştuğunu ortaya koyuyor, yüce efendiye olan saygımı ve sevgi hislerimi bir kez daha okşuyordu... 2 gün sonra. Kerak. Yerleşim bölgesinin hemen hemen her bir bölgesini keşfetmiştim. Fazla büyük bir alana sahip olmadığı için 2 zaman içerisinde Lut gölü, Pazar meydanı ve şehrin küçük sokak aralarını gezme fırsatı bulmuştum. Genellikle sarı, turuncu harçlı ince çöl kumlarından oluşan şehir küçük ama huzurluydu. Burayı yöneten Ibelin klanı şehrin rahat su taşıması için gölden kuma bir yol çizmiş ve bu yol tüm sokak aralarına kadar ulaşıyordu. Bir nevi su kanalı yapmışlardı, bu küçük ama bu şehirde yaşayan insanlar için o kadar büyüktü ki öğrendiğim an sadece çocukların kumlu çörten yerlerinde suyun akması için yapılan ince çizgilerin etrafında koşturan sevinçlerine ortak olup çocuklar gibi koşup eğlenmiştim. Kerak şehrinin köylü çocuklarıyla iyi bir dostluk kurmuş, kağıttan yaptığımız küçük gemicikleri bu su kanalının akıntısına bırakarak her bir yüzmelerinde birbirimize sarılarak bağırıyorduk. Halk, koskoca yüce krallarının müstakbel kadınının bu tür çocukça oyunlar içerisinde olduğunu görünce hayrete düşüp birbirinin kulaklarına gülüşerek fısıldasalar dahi bu hususa aldırış etmiyordum. " Yehuda'nın gemisi battı çocuklar! Hahahaha " Bugün batan 3. Gemiden sonra artık çocukların göl gemisi yarışına hevesi kalmamış şekilde suratlarını, asarak homurdanıyor ve kız çocuklarına öğrettiğim kollarını göğsünde bağlayarak her bir gülüşmede küsme belirtilerini böylelikle gösteriyorlardı. Bu saçma ama çocuklara öğrettiğim yeni harekete karşı gurur duyarak kollarımı tıpkı onlar gibi göğsümde toplayarak, başımı sağ omuz hizama getirip " HIH " diyerek her bir yeni küsme de böylelikle dalga geçiyordum. " Leydim, yüce efendimiz oyununuzu böldükleri için üzgün olduklarını söylediler ama sizi görmek istiyorlar. " Göğsüme sıkı sıkı bağladığım beyaz kaftanlı kumaşların ince tülleri göğsümden ve kollarımdan, tapınak şövalyesinin sözlerinden sonra bedenimin yanına düşüyor ve sonunda kralın uyandığı haberini alabiliyordum. Kerak bölgesine geldiğimiz 2 geceden beri, her gece kuşluk vaktine dek yatağının yanına kıvrılıp cüzzamdan yorgun düşen bedeninin başında nöbet tutuyor ve yaptığım Müslüman yemeklerini yedirmeye çalışıyordum. Su çörtenlerinin çöl ince kumlarının yanında ki kanallarda şövalyeden duyduğum sözlerden sonra, çocukların yanından koşarak uzaklaşmaya başladığım vakit ardımda ki asker bir şeyler geveliyor lakin her bir kızgın ince kumlu yere ayak izimi acele şekilde bırakarak uzaklaşırken bir şey anlamıyordum. Kraliçe Sibylla'nın genellikle sarı renkle ve hiyeroglif resimlerle bezenmiş Kerak küçük sarayının koridor duvarları arasına hızlı adımlarla girdiğim vakit, sarayın emrinde ki hizmetli kadınlar acelemin neden olduğunu anlamaya çalışır gibi kabul salonunun ortasında her geçen saniye daha da artarak yan yana diziliyor ve kulaktan kulağa fısıldıyorlardı. Kraliçe Sibylla'nın eski odası olan saray koridorunun dar mermer sütunlu duvarları arasında geldiğim saniye, duvara toslamış gibi adımlarımı olduğu yere sabitleyerek köy çocukları ile koşturmaktan dağılmış örgülü saçlarımı ve birbirine girmiş elbisemin beyaz tüllerini kınalı parmak uçlarımla düzelterek kahve renkli ahşap kapıların altın tokmaklarından tutunarak odaya girdim. " Hiç Hristiyan masalı dinlemedim ama uyuyan güzeli biliyorum. Biraz daha bu yatakta kalıp uyumaya devam etseydiniz, dudaklarınıza bir öpücük vermek zorunda kalacaktım galiba yüce efendim. " Minik çini desenleriyle süslenmiş mermer taş zeminden bir kaç adımlık yatak boşluğu arasında durdum, sözlerim hâlâ yumuşak yatak çarşafları arasında bedeni hareketsiz biçimde uzanan gri metal maskesinin altından bir kaç kısa gülümseme sesi odanın yalnızca Kerak şehrinin çocuklarının su kanalı eğlencesinin sesleri dolan sessizliğine katıldı. " Günah değil mi? " Ney? Anlamamıştım, örgülü siyah saçlarımın altında kaşlarımı dediği söze çatarak ellerimi belime iki yandan attığım da içimden verdiğim tepkiyi fark etmeden yüce efendiye karşı tekrarlamıştım. " Ney? " Hiç düşünmeden maske altından çıkan sesinden anladığım kadarıyla keyiflenerek cevap veriyordu. " Beni öpmen. Müslümanlar buna haram demiyor mu? Yoksa ben mi İslam'ı yanlış biliyorum hanımefendi? " Kızarmıştım. Yanaklarım beyaz elbisemin ince tülleri içerisinde ara sıra edepsiz olmama rağmen, yanmaya başladığını hissettiğim de cüzzamın yaralarını gizleyen gri metal bitkisel motiflerle bezenmiş maskesi ardında ki bana bakan mavi gözlerinden, gözlerimi kaçırarak boğazımı temizledim. " Aman yarabbi, tabi ki günah ben onu öylesine söylemiştim yüce efendim. " Dudaklarım kendimi savunmak için kurnazca bir yol izlerken, düşüncelerimin kimsenin görmediği karanlık koridorlarında Petra'da yaşadığım günler boyunca efendi ile kendimi gördüğüm edepsiz rüyaları hatırlatıyordu. Ama kendimle dahi sır kalan bu sıcak rüya vizyonlarını asla belli edemezdim. " Reinhold'un varisi babasını aileni katlettiği için cezalandırmamı kendisine hırs biçmiş. Bana zarar vermek adına ve ülkeyi nasıl bir şekilde yönettiğimi anlamak adına, sana zarar vermeye çalıştı. Bunun için çok üzgünüm, ama emin olabilirsin " Metal gri renkli maskesinin altından çıkan yavaş, yorgun ve boğuk sesi kelimeler fazla gelmiş olacak ki bir kaç saniyelik sessizlikten sonra devam etti. " Rodney'i en ağır biçimde cezalandıracağım, bu cezayı kendi ellerimle vermeye çalışacağım. Hastalık ne kadar vücudumu serbest bırakırsa, Rodney o kadar süre hücre de cezasını bekleyecek. Vücudumu iyi hissettiğimde, cezasını o hücreden çıkarıp vereceğim. " Cüzzamı hatırlatan sözleri her bir konuşmasında boğazıma birer birer ilmek geçirdi, rahibin söylediği gibi sol gözünün görme yetisini kaybetmiş olacak ki sol gözü maskesinin ardında kapalıydı. Sol elinin parmakları ince kahverengi sargılarla sarılmış, vücudu yeni bandajlarla sarılmak için kumaşların sıkı aralıkları gevşetilmişti. Karşımda ki yatakta, pahalı saray duvarlarının arasında yatan çok yorgun ve hasta bir genç adam vardı. Hastalığı günden güne vücudunu daha da yiyerek bitiriyor, kendisi dahi ölüme 9 yaşından beridir hazırlanmıştı. Bu kalbimi çok kırdı, bir şeylerin hâlâ yaşanmaması ya da asla yaşanmayacak olması kalbimi derinden yaraladı. " O yaşlı rahip 24 yaşınızı göremeyeceğinizi söylüyor, henüz benim tanrım sizin söylediğiniz gibi bizi yeni bir araya getirmişken nasıl sonsuza dek gidebilirsiniz? " Gözlerim doldu, sanki birisi karnıma saniyeler içerisinde büyük kuvvetli bir yumruk atmıştı. Öyle biçimde hissettim, yaşlar burnumun içerisini yakıyor gözyaşlarımın düşmemesi için tırnaklarımı avuç içlerime bastırırken cüzzamın dört bir yandan sardığı bitkin, yorgun ve ölüm nefesinin gezindiği bedeninin yattığı yatağın ince beyaz tüllerini çekerek yastığının yanına dikkatle oturdum. " Dinimizde tıpkı sizin rahip ve papazlarınız gibi dinimizi doğru öğreten, ve İslami yaymaya çalışan peygamber efendilerimiz vardır. Hz. Ali efendimiz, Hz. Fatıma eşi ölünce, tabutunu taşımak için yardım istemiştir yüce efendim. Peygamber efendimiz Hayber'in 900 kilogramlık kapısını tek başına söküp taşıyacak kadar güçlüyken eşinin tabutunu taşıyamadı bile. Ne olur, beni bu güçsüzlükle baş başa bırakmayın yüce efendim..." Bedenimi ve hislerimi ne kadar avuç içimde sıkıca sıktığım parmaklarımla saklamaya çalışıp, tutsam da bir kaç damla yanaklarım da ince kuma çizilen çörten olukları gibi yol çizdi. Bütün Kudüs, Kudüs'e bağlı şehirler dahi kralın ölmesini kundakta ki bir bebek gibi beklerken bunu bilmek çok ağırdı. Bunun bir gün gerçek olacağını bilmek çok ağırdı. " Mahsa, ben senin omuzlarına ne tabutu ellerimi dahi koyup ağırlık yapmak istemem. " Başının ucunda ki küçük yumuşak yatak boşluğunun çarşafları üzerinde, bedenime binlerce küçük iğne battığını hissettim. Yüzünde ki deri çürümelerini gizleyen maskesinin ardında ki, görme yetisini henüz kaybetmemiş sağ mavi gözleri ile yüzümün hatlarında uzun bir gezinti yaptı. Sessizleştik, çünkü az önce odanın sessizliğine dolan sözler çöl sıcağının pişkin kumları kadar yakıcıydı. Sol elinin bandajları çürüyen parmak uçlarından sıkıca sarmaya devam ederken, sağ elinin henüz çürümeyen beyaz kumaşlı eldivenin altından parmaklarıyla belimin kıvrımından kavrayarak beni sol yatak boşluğunun yumuşak beyaz çarşafları içerisine çekti. Başım ve siyah uzun örgülü saçlarım gövdesinin bile cüzzamın etkisiyle çürüdüğü teninde kendini buldu. Uzandık, Kerak yerleşim bölgesinin sarı, turuncu renkli ince harç duvarları arasında ki saray penceresinin boşluklarından köy çocuklarının sokak araları ve meydanından gelen sesler odanın matem sessizliğini bozuyor birbirimize yatağın üzerinde uzanarak sarılarak sığınan bedenlerimizi çöl güneşinin turuncuya çalan ve geceyi ilan etmeye başlayan ışıkları odanın içerisine çocuk sesleri gibi dolarak aydınlatıyordu. Cüzzamla kaplı olduğunu bildiğim gövdesine başımı daha da boynunun altından sokarak sağ kolumu beline dolağımda, gözlerimi şehrin dinginlik veren sesleriyle beraber kapatarak yüce efendimin kokusunu ciğerlerimin en dibine çekmeye çalıştım. Basit bir Kudüs şehrinin küçük yerleşim bölgesinde ki saray odasının duvarları ardında, yüce efendinin gövdesinde başım saçlarım boynunun altına kadar uzanırken cüzzamdan henüz etkilenmeyen beyaz eldivenli elinin kolunu sırtıma dolayarak sardı. Ben her geçen sessizlik saniyesinde onun bedenine daha da sokuluyor, efendi ise aynı benim yaptığım gibi bana daha sıkı sarılıp sokuluyordu. Köy çocuklarının sarı renkli kerpiç duvarları dahi delerek yükselmeye devam eden oyun oynayan seslerine, yüce efendimin göğsünde sinsi sinsi gülümseyerek ağzımda ki kelimelerin neden böyle çıktığını dahi anlamadım lakin, artık sözler dinginlik sarhoşu mu yoksa huzur mutluluğu mu olduğunu anlamadan çıkıvermişti. " Keşke bizimde çocuklarımız olabilseydi. Yıllar sonra, ailem olacağını bilmek güzel hissettirirdi yüce efendim. " |
0% |