Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Ai̇le Dağiliyor

@utangac_yazar.ylmz

 

 

 

Ben Leyla Şentürk. Anlatmaya nereden başlasam bilmiyorum. O gün uykudan yeni uyanmış bir halde, bir süre yatakta doğruldum. Her ne kadar bir süreliğine kendime gelebilmek için öylece dursam da sanırım uzun bir süre kendime gelemeyecektim. Nasıl düzeleceğimi ve ne yapacağımı bilmiyordum. Bilemiyordum. Benim bu halde olmam belki de eşim Robert’tın kaçırılma ya da öldürülme olayından kaynaklıydı. Her neyse artık kendime gelebilmem için banyoya gidip, elimi ve yüzümü yıkasam iyi olacak.

Düşünüyorum da o gün eşimin kaçırılma olayının üzerinden birkaç yıl geçmişti. Belki de bilmediğim başka birileriyle bağlantı kurmuştu. Bilmiyorum. Tek bildiğim şey eşim, Robert’ın karanlık işlere bulaşmış olabileceğiydi. Belki de bu yüzden bilinmesini istemeyen kişilerle birlikte Washington D.C’dan bir anda kaçırılmış olabilirdi. O gittikten sonra çocuklarımın da olduğu bu evde huzursuzluk ve bir o kadar da sessizlik hâkim olmuştu. Ama bu sessizlik, fırtına öncesi sessizlikti aslında... Ancak kafama takılan bazı sorular vardı. Lakin birileri belki de benim bilmemi engelledikleri için kafama takılan soruların cevabını bir türlü bulamamıştım. Aklımdaki sorulara cevap bulamıyordum. Bu ailenin yapısını bozan veya dağılmanın eşiğine getiren en büyük sebep neydi? Ben bundan sonraki yaşamımı tamamen kendime zindan ederek mi geçirecektim? Yoksa artık bundan sonraki hayatımın tamamını zindan etmeyerek önüme mi baksaydım? İşte bunun gibi soruların cevabını anlatacaklarımın içerisinden kendiniz bulup, öğreneceksiniz. Evet, mutsuzduk; keyifsizdik ama bu çocuklarımın eğitimine engel değildi. Her ne kadar ailemiz yıkılmaya yüz tutmuş olsa da artık çocuklarıma hem baba hem de Valide Hanım oldum. En azından olmaya çalıştım diyebilirim. Ve... bu hepimiz için çok zor bir süreç oldu. Kendimizi iyileştirmek adına sürekli psikiyatrist tedavisi aldık. O olayı unutmak adına çocuklarım için ve kendim için elimden ne geliyorsa yapmaya çalıştım.
O esnada banyoda yüzümü yıkamış bir halde aynaya bakmaya devam ettim. Bir süre... Sadece bir süre... gözlerimi karşımda duran aynadan ayırıp, banyodan dışarı çıktım. Doğruca çocuklara kahvaltı hazırlamak için mutfağa gittim. Sonra kahvaltılıkları dolaptan dışarı çıkarmak için dolaba doğru yöneldim ve dolaptan çıkardığım kahvaltılıkları masanın üzerine dizerken birden gözlerim salondaki o kocaman geniş pencereye iliştiğinde postacının geldiğini gördüm. Bir yandan çocuklara masayı hazır ediyordum bir yandan da meyve sularını hazırlıyordum. Ansızın duvardaki saate baktım ve saatin yedi olduğunu görmemle çocuklara bağırmam bir oldu.

Merve, Deniz, Güneş! Hadi kalkın artık. Mektep saati yaklaştı. Mektebe geç kalacaksınız.”

 

Mutfaktan çıkmış, geniş salona doğru yavaş adımlarla ilerliyordum. Kanepenin arkasından geçtim. Göz ucuyla pencerenin perdelerine dokunmadan bahçenin dışındaki postacıyı aralıksız ve gizlice izliyordum. Postacının sol elini sağ tarafındaki heybesinin içine daldırmasıyla elini heybesinden çıkarması bir oldu. O an elindeki zarfı posta kutusuna attığı gördüm. Ama zarfın hala muhteviyatının ne olduğu yönünde bir bilgim olmadığından merak ettim içindekini. Ve ardından pencerenin yanından ayrıldım. Çocuklar mektebe gittiğinde bir ara posta kutusuna bakarım, düşüncesiyle hızlıca Deniz, Merve ve Güneş’in odalarına doğru yürümeye başladım. Kapıyı açtığım an onlara seslendim.

“Merve, Deniz, Güneş... Hadi, kalkın artık! Mektebe geç kalacaksın. Deniz kalk hadi! Senin mektebin yok mu? Güneş hadi! Senin sınavın vardı değil mi?”

Onları her ne kadar yataklarından dürterek uyandırmaya çalışsam da Deniz yarı açıkgözleri ile kafasını kaldırıp,

 

Anne, beş dakika daha ya…” dedi.

Üzerindeki uyku sersemliği ile tekrardan kafasını yastığa gömerek... Güneş,

Valide Hanım, tamam… Evet, sınavım var ama öğleden sonra… Ne olur, biraz daha…” dedi hala yatağında uyumaya devam ediyorken... Merve ise,

Tamam, mektebim tabi ki var. Ama iki dakika daha anne, lütfen…” dedi mektep ile uykusu arasında savaş mücadelesi verirken... O sırada teker teker hepsinin üzerindeki yorganları açarak onları tekrar dürtmeye devam ettim. Odalarından ayrılıp koridoru geçerek evin kapısına yaklaşmıştım ki gazeteci kuryenin gelmesine daha vakit olduğu aklıma geldi. O esnada çocuklarım da teker teker mutfakta kurduğum masaya gelmeye başlamışlardı. Odalarından üzerlerinde mektep kıyafetleriyle ellerinde çantalarla çıktıklarından ellerindeki çantalarını yere bırakıp, masadaki yerlerini almışlardı. O anda aklıma oğlum İsmail’in uyuduğu geldiğinden onlara,

Ben abinizi uyandırayım. Şirkete geç kalmasın.” dedim.
Hafifçe gülümsedikten sonra oğlum İsmail Efendi’nin odasına gittim. Ahşap kapıyı açtım ve içeriye girdiğimde merakıma yenilerek sol kolumdaki babamdan kalma saatime baktım. Aradan yirmi dakika geçtikten sonra oğlum İsmail Efendi’yi dürterek kaldırmayı başardım.
Uyku sersemliğinin ona vermiş olduğu ifade ile kafasını hafifçe yukarıya doğru kalıp, öylece bana bakarak tiz ve kısık sesi ile cevap verdi.

 

“Anne… Ne var?”

 

Saat yediyi yirmi geçiyor oğlum.” dediğimde elini, beni başından salmak ister gibi salladı.

“Valide Hanım ne olmuş. Saat yediyi yirmi geçiyorsa? İlla da yani…”
Yarı asabi, yarı uykulu üzerindeki yorganı atabilmek için yavaşça yatağından doğruldu. Yatağının kenarında oturduğunda odadan ayrıldım. Yarım bıraktığım kahvaltıma devam etmek için kahvaltı masasındaki kızlarımın yanına geldim. Masadaki yerimi alarak tam yarım kalmış kahvaltıma devam ediyordum ki masada kahvaltı yapan kızlarım kendi aralarında gülerek ve hafif, sesli bir şekilde fısıldaştılar.

“Kendi aranızda ne kaynatıyorsunuz bakalım kızlar?” diye, sordum. Bir yandan yarım kalmış kahvaltıma devam edip bir yandan da dillerinin altındaki baklayı çıkarmaları için her birine gülümsedim. Göz kırparak kafamı da meraklı bir şekilde salladığımda Deniz bozuntuya vermeyerek;

Aman Valide Hanımcığım... Yok bir şey... Öyle aramızda konuşuyoruz. İşte...” diye cevapladı.

Ara ara meyve sularından yudumlar alırlarken Güneş dudaklarını ısırdı. Merve elleriyle oynadıktan sonra kollarını masanın üzerini dikti. Ellerini de çenesinin altına yaslayıp kafasını da hafifçe sola doğru yatırdı.

 

Ama aranızdan da fısıldaşmalar durmuyor. Hadi, söyleyin! Söz. Bir şey söyleyemeyeceğim.” dedim.

 

Hafif bir gülümsemeyle ara ara bazı kahvaltılardan atıştırırken bir yandan onları pür dikkatle dinliyordum. Kafamı mutfağın girişine çevirdiğimde oğlum İsmail’in geldiğini gördüm.

 

İsmail,

Günaydın millet! Herkese afiyet olsun.” dedi.


Ağır adımlarıyla yanımıza gelerek masada yerini aldı.


“Güzellik uykusundan kalkabildiniz. Çok şükür. İsmail Efendi.” Dedim.

 

Ona hafif gülümsemeyle baktığımda Oğlum İsmail kahvaltısına başladı.

 

Deniz;
Abi günaydın.” Dedi.

 

Herkese günaydın. Cümleten afiyet olsun.” Diyerek hafif gülümseyerek sallamıştı başını İsmail.

 

Masadaki kahvaltılıklardan bir iki atıştıran İsmail, tam masadan kalkıp, şirkete gidecekti ki oturduğum yerden İsmail’i durdurmak için kolundan tuttum. Sonrasında kızların olduğu yöne kafamı döndürdüğümde onlara cesaret verircesine bakışlar attım.

 

Kızlar bence her ne konuda fısıldaşıyorsanız abinize sormadan bir işe kalkışmayın. Hadi bana söylemediniz ama abinize sormadan, etmeden bir iş yaparsanız bu sefer abinizi ben bile tutamam. Bilmiş olun! Hem biliyorsunuz, abiniz babanızın yokluğundan sonra hem ailemizin yegâne fertlerinden hem de size olan koruyucu tavrı da had safhada.”

Kızların yüzüne uyarıcı bir ses tonuyla bakarken gülümseye devam ettim. O sırada ara ara kahvaltılıklardan atıştırdığımdan İsmail kolunu tuttuğum elimden kurtularak,

Valide Hanım benim acelem var. Şirkette toplantıya geç kalacağım.” Diyerek uyarıcı ve de aceleci bir tavırla karşıladı. Kardeşlerine dönerek onlara,

“Sende ne söyleyeceksen söyle. İnsana kırk dereden su içirtmeyin.” dedi.

“Abi…” diye söze başladı Deniz. Masanın üzerinde ellerini birbirine kenetlediği anda çenesini ellerine yasladı. Yalvarır ses tonuyla devamını getiremedi.

 

Ya ben İngilizce mi konuşuyorum. Sizinle… Acelem var. Acele!” diye payladı onu İsmail.

Bir yandan kardeşlerine karşı gereken tavrını sergilerken uyarıcı ses tonuyla birlikte bunu söyleyerek bir yandan da hala ciddi bir ifadesiyle kardeşlerinin kendisinden ne tür bir izin isteyeceğini bilmemesi de aşikâr olduğundan kız kardeşleri onu ansızın sinir küpüne dönüştürmüştü adeta. Merve ve Güneş, Deniz’in yüzüne bakarak kaş göz yaparak abileri İsmail’in bu tür izinlere izin vermeyeceğini bildiklerinden cesaret edip, ağızlarındaki o bir türlü çıkmayan baklayı çıkarmak zorundaydılar. İsmail bana bakarak,

“Valide Hanım yeter artık! Ne söyleyeceklerse çabuk söylesinler. Yoksa şirkete geç kalacağım.” dedi.

 

Sesini yükselterek hala ayakta duruyordu. Kolundaki o gösterişli kol saatini bana gösterirken saatin üzerine parmağıyla saatin üzerine tık tık tık yaparak bana gösterdi. Alelacele tam mutfağın girişine yürüyordu ki Deniz,

 

“Abi… Abi… Abi… şey…! Sınıf arkadaşım bana bugün için kalmaya gelir misin? Demişti. Ben de Valide Hanımcığım den önce ilk senden izin alayım. Diye düşündüm.”

Son kez cesaretini topladı. Gözlerini sıkıca kapatmasının ardından ufak da olsa bir gerginlik olur endişesiyle birkaç saniye durdu. Sonra gözlerini açtı. İsmail yüzündeki tüm umursamazlığıyla önce kardeşlerine ardından da bana baktı. Bir süre sonra,

“Biraz şansını zorlamıyor musun acaba? Hem öyle olsa bile benim şartlarımı biliyorsun. Öyle değil mi?” dedi, umursamaz ses tonuyla beraber.
Deniz,

 

Abi... İstirham ederim! Hem Arkadaşım benden haber bekliyor. İstirham ediyorum. Tamam. Siz de takdir edersiniz ki şartlarınızı kabul edi...” demeye çalışırken sözünü yarıda kesen İsmail, ona döndüğünde oturduğum yerden olan bitenleri izlemeye devam ediyordum. İsmail ne yaşadığını bizim ne yaşadığımızı bir kez daha kardeşlerini koruyarak bana göstermişti. Aradan geçen birkaç saniye sonra İsmail kardeşine dönerek,

 

Şartlarımı kabul ediyorsun. Fakat arkadaşında kalmana izin veremem. Hulâsa aile prensibi. Sadece bir kez gidip, kendisini görmen için böyle bir hak tanıdım sana.”

Abi… Ya ne olur, sanki izin versen. İstirham ediyorum.”

Sakın bana karşı gelme. Valide Hanımcığım hariç hiçbiriniz bana sakın karşı gelmeyin. Ben ne diyorsam o… Tamam. Bence şansını daha fazla zorlama ve çabuk hazırlan. Zira mektebe geç kalacaksınız.”

İsmail aceleyle kahvaltıyı bitirmiş, masadan kalkmıştı. Ardından mutfağın girişine bıraktığı iş çantasını eline alıp mutfaktan çıkmıştı. Askından paltosunu almak için koridora yöneldi. Paltosunun asıldığı askıya iyice yaklaşmıştı. Paltosunu ve şapkasını da askıdan alıp giydiği esnada,

İsmail… İsmail oğlum. Bir saniye bekler misin?” diye, seslenerek kurulu masadan kalkıp, oğlumun yanına vardım. Niyeti zaten belliydi. Fakat belki kendisini kardeşinin mektepteki arkadaşında kalması için ikna edebilirim varsayımıyla çabalar sarf etmeye devam ediyordum. Çünkü İsmail, babasının kaybından yıllar sonra bile bu denli kardeşlerinin üzerine titremeye devam ediyordu. Ancak İsmail söyleyeceklerimi önceden sezmiş olmalı ki ben daha konuşmaya başlamadan bana şöyle karşılık verdi:

 

Valide Hanımcığım. Az önce de masada konuştuğumuz gibi arkadaşına gidemezsin diye bir söz çıkmadı ki ağzımdan. Sadece, ‘Tamam, arkadaşına gidersin ama kalamazsın.’ dediğimde ona ‘sadece tek şartla.’ dedim. İşte Valide Hanım sen de yanımızdaydın. Ama sana karşı gelemeyeceğimi biliyorsun. O yüzden sen olsan benim yerime ne cevap verirdin? Bir de üstüne üstlük yanına koruma istemediği zaman, ki ben asla bunu kabul edemem. Çünkü sen de biliyorsun ki bu ailenin güvenliği benden soruluyor. O zaman nasıl hesap vereceğim yüce Tanrımıza ve de sana? Sen de bunu düşün birazcık olur mu? Hadi beni daha fazla tutma şirkete geç kalıyorum.” dedi.

İsmail aceleci ve bilhassa afallayarak karşımda davranışlar sergilemeye başlamıştı. Kardeşlerine karşı haddinden fazla koruyucu davrandığını bana gerek yüz ifadesiyle gerekse de ses tonuyla göstermişti. Bana olan saygısızlığıyla babasının yokluğunu bize ailesi olarak bir kez daha hissettirdiğinde anladım ki İsmail Efendi’yi ikna etmenin mümkünatının olmadığını. Onun da babası gibi inatçı, sert mizacından dolayı, koruyucu tavrı beni bir nebze sevindirmiş olsa da bir nebze de hüsrana sürükledi. Başımı umutsuz bir şekilde önüme eğip birkaç adım koridora doğru yöneldikten sonra tekrar başımı kaldırıp, ona doğru hızla döndüm. Yanına gittiğimde işaret parmağımı onu tehdit edercesine gösterdim. O esnada bana sorduğu bazı soruları tam cevaplayacaktım ki Deniz,

“Valide Hanımcığım. Bırak ya… Müsaade etmezse etmesin. Ne hali varsa görsün.” dedi.

 

Kahvaltısını yarım bırakıp, masadan hızlıca kalkmış halde koridora doğru geldi. Abisinin gözlerine sinirli ve hüsran dolu gözleriyle bakmaya başladı. Ben de kızımın o yüz ifadesindeki hatlarını incelemeye devam ettim. Deniz;

“Elbet bir gün bana işin düşer de o zaman görüşeceğim seninle abi.” diye, tehditkâr bir ses konuştu. Ağlayarak hızla koridordan geçerek kendi odasına gittiğinde ben de oğluma son bir sinirli ve kısa bir bakış attım. Yanından ayrılarak Deniz’in peşinden koşar adımlarımla yürürken,

“Deniz… Deniz. Kızım dur. Ne olur. Yapma ama böyle. O sadece…” diye bağırıyordum.

 

Ne kadar koşarsam koşayım artık bir anlamı kalmamıştı. Çünkü büyük kızım Deniz, kendini odaya kapatmıştı ve hem ağlıyordu hem arabacıya yetişmek için aceleyle hazırlanmaya devam ediyordu. Bir yandan da söyleniyordu. O anda ben de tekrardan oğlum İsmail Efendi’nin yanına sinirli ve hızlı adımlarla döndüm. Yanına vardığımda sinirli bakışlarımı sürdürürken İsmail Efendi’ye;

“Yaptığından mutlu musun şimdi oğlum? Hayır. Babanın kaybından sonra babanın yerini doldurmak için çabalar sarf ettiğini görüyorum. Görmüyorum değil. Bu nedenle de kardeşlerine karşı ne denli koruyucu davrandığını da biliyorum. Ama bu koruyuculuğunu biraz esnetmenin sence de zamanı gelmedi mi oğlum? Hah… Zamanı gelmedi mi? Artık geçmişe sünger çekmenin zamanı gelmedi mi? Bak hem beni mahvediyorsun. Hem kardeşlerini mahvediyorsun. Böyle yapma. Ailemizi elbette koruyabilirsin. Sana koruma demiyoruz. Ama biraz esnet bu koruyucu tavrını.” dedim.

 

Sinirli bir şekilde ses tonumu yükselttiğimde İsmail Efendi,

“Ne haliniz varsa görün ya hu… Ben ailemizi korumaya çalışıyorum. Tamam. Senin dediğin olsun. Anne… bundan sonra kurallar esnetilecek. Ama insanoğlunun mazisini silmesinin mümkünatı yok. Ancak unutabilir ama zamanı var. Bana biraz zaman ver. Anne… Zaman ver ki bu mazimi, mazimizi unutabileyim. Tamam! Senden sadece bana zaman vermeni istirham ediyorum. Çıkmam lazım. Şirkete geç kaldım zaten…” dedi.

 

İsmail her ne kadar bir anlık sinirli bir ifade ile bana söylese de birkaç saniye sonra ses tonu hafifleyerek uyarıcı sesi hâkim olmaya başladı. O yüz ifadesiyle birlikte bana ve kardeşlerine bunları söylemişti. Ansızın kapıyı açtığı gibi üzerine vurduğunda bir aceleyle tamamen muazzam görkemli ahşap köşkümüzün önündeki bahçeye kendini attı. Bahçenin demir kapısı yavaşça açıldığı anda hemen caddeye çıktı. Ben de hemen koridora döndüm ve yavaş adımlarla kızların odalarına giderken kızlarıma,

Deniz, Merve, Güneş. Hazırlandınız mı? Mektebe geç kalacaksınız. Arabacı Ufuk Efendi gelmek üzere…” dedim.



 

Odanın kapısını açtığımda her birini mektep için hazırlanmış bir şekilde ayakta yakaladım. Her birinin tek tek gözlerinin içine baktım. Güneş,

“Valide Hanımcığım. Biz hazırız. Artık çıkabiliriz.” dedi.

 

Ben de başımla onayladığımda Deniz ise sulu gözlerini ara ara elinin tersiyle silerek bana şöyle bir sordu:

“Anne…” dedi,

Gözlerindeki yaş tomurcukları ve hüzünlü bir yüz ifadesiyle söylediğinde ben de onu teskin etmek için hafif ses tonumla şöyle karşılık verdim,

“Efendim. Canım kızım.”

 

Hafifçe gülümseyerek kızımın yüz yüz hatlarını inceledim ve de onun metanetli olmasına yardımcı olmak için ona destek oluyordum. Ona doğru birkaç adım yaklaştım ve önce yüzünü okşayarak omuzlarını sıvazladım. Sonrasından da elimle saçlarını okşadım. Ardından da ona umut dolu gözlerler bakmaya devam ettiğim. O anda diğer kızlarım ikimizi izliyordu. Ben de Deniz’in bana ne soracağını merak ederek,

 

“Sor kızım.” dedim.

Onu hem sıvazlamaya devam ediyordum. Hem de yanağına küçük bir buse kondurarak teskin etmeye çalışıyordum ki,

 

“Valide Hanım, abim arkadaşımda kalmama müsaade etti mi?” diye sordu.

 

O umut dolu gözleriyle bana tekrar baktığında ağzımdan çıkacak kelimenin cihetini merak ediyordu. Cevabıma istinaden o anlığına merakından ve heyecanından yerinde duramıyordu. Bir sağa, bir sola gidip, geliyordu. Ben de,

“Bak hele… Yahu kızım bir dur yerinde ya…” dedim.

 

Deniz’in elinden tuttum ve onu yanıma çektim. Kızım ile konuşmaya devam ettim.

“Bak, abinle konuştum. Bundan sonra kaidelerine bir esneklik yapmasını ona salık verdim. Hatta abine çok kızdım. Çok baskı yaptım. Bunu sen de kız kardeşlerin de duydunuz. Ama abin bir yerde haklı. O da senin ve kardeşlerinin köşke gece geç gelmeniz. Fakat abinin de sizi korumak için haddinden fazla üzerinize düştüğünü buradaki herkes biliyor. Size o yüzden pek fazla izin vermiyor. Ancak senin arkadaşında kalman meselesinde müsaade ettiğini söyleyemem. Maalesef… Kızım. Her neyse. Hülasa artık geç kalacaksınız mektebe.” dedim.

 

Deniz’in bir anda yüzü düştü. Artık o eski heyecanı ve merakı kalmamıştı. Gözlerindeki o umutlu bakışı kalmamıştı. Aniden başını birkaç saniyeliğine de olsa omzuma yasladığında gözleri nemli bir halde iken ben onu hafifçe dürtüp kızlarımı mektebe yetişmeleri için uyardım. En küçük kızım Güneş muhabbetimize katıldı.

“Abla…” dedi.

 

Deniz omzumdan yavaşça başını kaldırıp dolan gözlerini elinin tersiyle sildi. Ardından o hüzünlü gözleriyle Güneş’e baktı.

“Valide Hanımcığım da haklı yani… Abim senin arkadaşında kalmanı istemiyorsa bir bildiği gibi var ki sana müsaade vermiyor öyle değil mi?” dedi.

 

Hep birlikte odadan acele bir şekilde çıkmaya çalışırken tam o esnada köşkün kapısı çalındı birkaç kez. Koridordan geçip, kapıyı ilk ben açtığımda karşımda beliren köşkün arabacısı Ufuk Bey ile karşılaştım.

“Leyla Hanım. Günaydın. Nasılsınız?” dedi.

 

Hafif gülümsemeyle ve de sıcak kanlı bir ses tonu ile konuşmaya başladı.

“Size de günaydın. Ufuk Efendi. Siz nasılsınız? İyisinizdir umarım.” diye cevapladım onu.

 

Aceleci tavrını hafif bir gülümsemeyle karşıladım. Ufuk Efendi, hiç zaman kaybetmeden araya girdi.

“Eğer hanımefendiler hazırsa onları mektebe götürmeye geldim.” dedi.

Kızlarımı gören Ufuk Efendi, hafif bir tebessümle ve de yumuşak bir ses tonuyla kızlarıma,

“Küçük hanımlar hazırsanız çıkalım mı?” dediğinde Ufuk Efendi’ye karşı bakışım birden ciddiyete bürünmüştü.

“Onlar da şimdi çıkacaktı zaten.” dedim.

 

Devam eden ciddi yüz ifadem ve kararlı ses tonumla beraber kızlarımın köşk girişinden çıkmaları için kenara çekilerek onlara yol verdim. Hemen arkamda duran kızlarımın yüzüne baktım. En son Deniz’e baktım.

“Akşam köşke bu ifadeyle gelmeni istemiyorum. Tamam mı yavrum?” diyerek yüzüne hafif bir tebessümle bakarken göz kırpıp ona iltifatta bulundum.

 

Sonra arkalarından birkaç adım ilerleyerek kapının çıkışına iyice yaklaştım ve aynı ifademle onlar ayakkabılarını giyerken ben de onları izliyordum. Kızlar çıkarken,

“Tanrı dimağınızı açık kılsın kızlar.” dedim.

 

Kızlarım kapıdan köşkün ön bahçesine Ufuk Efendi ile çıktıklarında bahçeye yönelerek demir, görkemli kapıya ilerlerken; ben de köşkün kapısını kapattım. Koridordan yine geçip salona doğru yöneldim. Aradan birkaç saat geçmiş, saat iki buçuk olmuştu. Kızlarımın gelmesine bir saat belki de iki saat gibi bir zaman vardı. Köşkün o sessizliği içerisinde ansızın bir ses duyduğum an, bir anda o korku ve endişe ile başımı koridordaki sesin geldiği bölüme çevirip, meraklı gözlerle birkaç saniye durdum. Koridora doğru telaşla bakmaya başladım. Köşkün kapısını görmediğimden birden ayağa kalkıp, koridora güçlü adımlarla yürüyerek koridordan geçip, elime bir vazo aldım. Koridor boyunca ilerlemeye devam ettim. Görkemli ahşap kapının olduğu yeri gözümle üstten aşağıya doğru süzdüm. Bir süreliğine inceledikten sonra kapının altındaki uzun, geniş ve kapalı bir zarf gözüme çarptı. Etrafta kimsenin olmadığını anladığımda elimdeki vazoyu yere bırakıp, eğilerek kapının altındaki zarfı aldım ve ayağa kalktım.

 

Meraklı ifademle zarfın önüne ve arkasına bakarken birkaç ağır adımla koridordan salona doğru yöneldim. O sırada zarfın arkasındaki tahayyül etmediğim yabancı bir logo gözüme çarptı. Merakımın nüksetmesine neden olduğundan elimdeki zarfı açtım. Antika, uzun kenarı ahşap süslemeli koltuğa oturarak, yanmaya devam eden görkemli şöminenin karşısına geçtim. Zarfın içerisinde bulunan kağıtları merakla elime aldım. Elimdeki boş zarfı bir kenara bıraktım. İçinden çıkan not kâğıdı, birkaç belge ve bunun beraberin birkaç eski siyah beyaz çekilmiş fotoğraflar vardı. Gözüme ilk çarpan İngilizce yazılmış bir not kâğıdı olduğundan aynı meraklı ifadeyle elimdeki notu okumaya başladım. Kâğıtta şöyle yazıyordu.

“Merhaba Sayın, Leyla Şentürk.

Öncelikle kaybınız için ne kadar üzülsek azdır bizim için… O yüzden Yüce babamız İsa’dan Eşiniz, Robert Şentürk için günahlarını bağışlamasını dilerim. Belki uzun ve unutulması çok zor bir süreç olmuş olabilir ve şimdi bana kızıyorsunuzdur. ‘Bana şimdi bunları neden hatırlatıyorsunuz?’ diye, soruyorsunuzdur. Ancak eşinizin sizden sakladığı ve benim şimdi açıklamak zorunda kaldığım bir konu var. Bu açıklamayı size borçlu olduğumu hissettim.
Şimdi açıklama yapmadan önce size gönderdiğim fotoğraflara bakıp, ardından da gelen belgeleri incelerseniz çok sevinirim.”

Notu okuduğumda bir anda endişeli gözlerimin yerini dolan gözlerime bıraktım. Ansızın not kağıdını elimin arasına alıp zarfın içinden çıkan fotoğraflara meraklı ve dolan gözlerle bakınmaya başladım. O sırada hızlıca fotoğrafları değiştirerek aynı ifadeyle bakmaya devam ettim. Gördüklerime inanmamak için kendimi toparlanmaya çalışsam da artık tüm bedenim uyuşmuş gibi bir türlü kendime gelemiyordum. Hüzünle dolan gözlerimin yerini hüngür hüngür ağlamalarım almaya başladığında önceden baktığım fotoğrafları bir kenara bıraktım. Ardından not kağıdında bahsedilen o belgeleri elime aldığım. Bir süre o belgeleri incelemeye başladım. Fakat her ne kadar o belgeleri teker teker incelesem de hala eşimin beni başka birisiyle aldattığını bir türlü kabullenemiyordum. Hem de çifte vatandaşlığı olduğundan Türkiye aleyhine çeşitli nitelikli eylemler gerçekleştirdiği için bir nevi vatan haini sayılsa da gördüğüm belgelere rağmen bunu da göz yaşları arasında bir türlü kabullenemedim. Çünkü eşim ölmeden önce beni çok severdi. Aynı zamanda iki ülkesini de çok severdi. Ancak o gün bir anda ortadan kayboldu ve ne çocuklarım ne de ben, yani biricik eşi Leyla Şentürk bir daha göremedik ne yazık ki…

Not kağıdını tekrar hızla elime alıp okumaya devam etmeye başladım.

 

“Şimdi ne demek istediğimi çok iyi anladınız sanırım. Siz kocanızı kaybetmeden önce bizim zaten bir ilişkimiz söz konusuydu. Hatta aynı şirkette çalışıyor, aynı evi paylaşıyor ve çoğu kez Türkiye aleyhine planlar bile yapıyorduk. Ve de gerçekleştirdiğimizi de imtina etmeyeceğimi söylemek isterim. Sizi aslında bu şekilde üzmek istemezdim fakat hakikatleri size yazılı olarak ispatlamak istedim. Eğer bu belgeleri, fotoğrafları ve not kağıdını göndermeseydim sizin ruhunuz duymayacaktı bekli de. Bu arada tanışamadık ne olur kusuruma bakmayın. Ah, ne kadar da kabayım. Benim adım Jessica, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum. Ama inanın sizinle böyle tanışmak istemezdim. Çok üzgünüm.

İçtenlikle;
Jessica MARRY”

Yazılanları okuduğumda artık bedenim büsbütün uyuştu. Merakımın ve tedirginliğimin yerini hafif bir titreme aldı. Elimdeki not kağıdını, fotoğrafları ve belgeleri hızlıca bir kenara atıverdim ve bununla beraberinde hüngür hüngür ağlamaya devam ediyordum. Sonra bir süre sessizlik oluştu ve bir düşünce hasıl olmuştu bende… Halbuki kocam olacak o herif için ne kadar kendimi hırpaladığımı düşündüğümde kendi kendime pişmanlık içerisinde yandım. Lakin suç bendeydi. Çünkü bir yandan bunca yıl onun beni aldatacağını nasıl anlamadığımı düşünüp kendimi suçlamaya devam ediyordum. Bir yandan da onun vatan haini olduğu asla aklımın ucundan bile geçmemişti. Belki de benim asıl pişmanlığım buydu. Fakat son pişmanlığın bir fayda vermediğini anladım. Artık geçmişi hatırlayarak hayıflanmak yerine; kendime ve çocuklarıma yeni bir geleceğinin inşasına başlamam gerektiğini biliyordum. En kısa zamanda Virginia, Washington D.C, ABD’ den (yani şimdiki köşkümüzden) kendi memleketim olan Bursa, Türkiye’ye taşınmamamız için hiçbir sebep kalmadığını düşündüm...

Çocukların mektepten köşke gelmelerine çok az bir zaman kala hemen bir çırpıda elimle hızlıca göz yaşlarımı sildim. Kendime çeki düzen verip bir süreliğine de olsa sakinleşmeye çalıştım. O anda dışarıdan arabacının sesini duydum. Koltuğun üzerindeki not kâğıdını, belgeleri ve buna bağlı fotoğrafları aceleyle hemen yanımdaki boş zarfın içine tıkıştırdığım anda köşkün kapısı birkaç kez tıklanmaya başladı. Hemen oturduğum uzunca ahşap görünümlü koltuktan kalkıp, köşkün koridorundan geçerek, ahşap kapıya doğru yöneldim. Kapıyı açtığımda önümde kızlarım Deniz, Merve ve Güneş belirdi.

“Biz geldik.” dedi Merve, hafif gülümsemeyle.

 

Her biri içeriye geçerek kıyafetlerini değiştirmek için odalarına gittiler. Ben de kapıyı kapattım. Arkalarından yürüyerek salona doğru yöneldim. Aceleyle koltuğun üzerinde unuttuğum o badireli zarfı ahşap görünümlü komodinin çekmecelerinden birine sakladım. Ardından da şöminenin çaprazında duran aynı görünüme sahip tekli koltuğa oturdum. O anda Güneş,

“Nasılsın Valide Hanımcığım? Bugünün nasıl geçti?” diye sordu.

Odasından çıkıp salona doğru adımlarını devam ettirirken yüzünde hafif bir tebessümle geldi. Şöminenin diğer tarafındaki tekli koltuğa oturdu. Ben de,

“Diğer kardeşlerin nerede? Onlar da gelsin konuşacağımız konular var kızım.” dedim.

 

Yüzümdeki hüzün ve hüsran ile gözlerim parmaklarıma odaklanmış onlarla oynarken neredeyse kendimi ağlamamak için zor tuttum. Güneş;

“Onlar da birazdan gelirler Valide Hanımcığım. Hem sen neden konuyu hemen değiştirdin? Ne oldu? Bir saniye senin yüzün neden böyle Valide Hanım?” diyerek elimi tuttu.

 

O esnada odalarından çıkan Deniz ve Merve salona geldiler. Eski ahşaptan yapılmış uzun koltuğa oturdular. Önce, Deniz söze girdi.

“Ne oldu. Güneş?” diye sordu.

 

Kızlar şaşkın ve de meraklı yüz ifadeleriyle birbirlerinin yüzüne bakmaya devam ettiler. Merve ise;

“Evet, Güneş ne oldu Valide Hanımcığım neden böyle! Söylesene…?” dedi.



 

Deniz ile Merve aynı ifadeyle bana bakışlarını çevirdiklerinde benden sanki bir açıklama, bir cevap bekliyorlardı.

“Kızlar… Aslında bu mevzuyu abiniz gel...” diye söze başlamıştım ki o esnada kapı birkaç kez çalındı.

 

Sözümün yarım kalmasıyla başımı hızla koridora çevirdim.

 

“Sanırım abiniz gelmiş olmalı…” dedim.

 

Ardından da tam oturduğum yerden kalkacaktım ki Merve eliyle kalkmamam için bana müdahalede bulundu.

“Valide Hanım sen otur. İstirham ediyorum! Ben kapıyı açarım.” Dedi.

 

Hafif gülümsemesiyle kalkmama müsaade etmeyip kendisi yerinden kalktı. Koridora doğru ilerledi. Doğruca kapıya yöneldiğinde hala kapı çalınmaya devam ediyordu. Merve’nin kapıyı açmasıyla önünde İsmail Efendi belirmesi bir oldu. Merve,

“Hoş geldin. Sefalar getirdin. Abi...” dedi.

 

Karşılıklı hafif tebessümle göz göze geldiklerinde abisinin içeri geçmesi için kenara çekildi. İsmail Efendi ise,

“Hoş buldum. Merve. Nasılsın bakalım? Evdekiler nasıllar?” diye sordu.

İçeri geçti. Önce İsmail Efendi ardından da arkasından ortanca kızım koridordan salona gelirken,

“Ben iyiyim. Sen nasılsın? Şirkette işler nasıl?” diye sordu Merve.

“Ben de iyiyim. Şirketteki işler çok yoğun tabi… İşte bir yandan pazarlamayla olan toplantım. Öte yandan da şu üretim tesisine olan ziyaretim. Elzem olan müşteri memnuniyetinin olması öyle değil mi?”
Dedi.

Abisi İsmail Efendi hafif gülümsemeyle başını Merve’ye doğru çevirdi. Salona doğru ilerlemeye devam ediyorlardı. İsmail Efendi tam odasına doğru ilerlerken Merve konuşmasına devam etti.

“Bu arada biz iyiyiz de Valide Hanımcığım hiç iyi değil. Abi...” dedi.

 

Ardından İsmail Efendi,

“Neden? Ne oldu ki?” diye sordu.

 

Ansızın bulunduğu yerde durdu ve yüzünü meraklı bir ifadeyle Merve’ye çevirdi. Sonrasında ise o meraklı ifadesini kapıdan bana bakarak devam ettirdi.

“İsmail, oğlum. Biraz gelir misin mühim bir konu konuşacağım.” dedim.

Hüsranlarla dolu ve gözü yaşlı yüz ifademle yanıma oturmasını elimle koltuğun üzerine vurarak işaret ettim. Merve’ye de kısa, acı bir bakış attım.

“Kızım. Sen de gel.” dedim.

 

Her ikisi de salona geldiler.

“Oturun. Otur, oğlum.” dedim.

 

Kısık sesimin beraberinde, yüzüm düşmüş bir vaziyette parmaklarımla oynamaya başladım. Çocuklarımın her biri bana öylece bakıyordu. Benim ağzımdan çıkacak kelimeleri sabırsızlıkla bekliyorlardı. İçlerinden en küçük kızım Güneş,

“Valide Hanım, hadi ama… Ne söyleyeceksen söyle artık bak. Abim de geldi. Hadi... Telaşlandırma bizi.” Dedi.

 

Daha fazla bu hususu saklamamam, geçmişi onlara bir çırpıda anlatmam aslında onların hakkı, diye düşündüm.

“Çocuklarım…” dedim.

 

Derin bir iç çekerek söyledim bu sözü. Ve... sözlerime devam ettim.

“Bugün bana bir zarf geldi.” dedim.

 

Oturduğum yerden kalkıp, zarfı sakladığım yerden aldım. Geri, yerime döndüm. Kanepeme oturdum. Elimdeki zarfı da oğlum İsmail Efendi’ye verdim. Onların her birinin gözlerine bakarak olanları anlatmaya devam ettim. O anda İsmail Efendi muhteviyatını incelemek için zarftan kağıtları çıkarıyordu.

“O zarfta bir hanımefendi babanız ile senelerdir devam eden ilişkisinden bahsederek bir şirkette beraber çalıştıklarını anlatmış. Gördüğünüz üzere belgelerle, resimlerle kanıtlanmış, senelerdir bizden saklanan bir geçmişi anlatmış bize bu zarf.” dedim.

 

Yaşlı gözlerle ve hüsranlarla dolu yüz ifademle çocuklarıma bakmaya devam ediyordum. İsmail Efendi ise elindeki not kağıdını, şirket belgelerini ve resimleri şaşkın ve öfkeli bir halde afallayarak inceliyordu. Elini yüzüne götürdü ve bana şöyle dedi:

“Bu… Bu nasıl olur?”

Çocuklarımın şaşkınlıkları devam ediyordu. İsmail Efendi’ye acı bir bakış attım ardından kısa bir cevap verdim.

“Bilmiyorum.” diye.

Oğlum İsmail Efendi,

“Gerçekten bunu bizden nasıl saklamayı başarmış? Bunu bize nasıl yapabilmiş?” dedi.

 

Şaşkın ve de acılı gözleriyle elindeki resimleri bir süre daha incelemeye devam etti. Ardından gözlerini elindeki resimlerden ayırarak bana baktı. O sinirle eli ve ayağı titremeye başlamıştı. Ardından öfkeyle titreyen

elindeki not kağıdını, şirket belgeleri ve resimleri zarfla birlikte Deniz’e verdi. Bir anlık öfkeyle ayağa kalktı. Düşünceli bir şekilde elini ağzına getirdi. Bir aşağıya bir yukarıya hızlı adımlarıyla gidip, geldi. O anda kardeşleri hep birlikte de zarfı incelemeye başladılar. Deniz;

“Aman Tanrım! Gözlerime inanamıyorum. Bu nasıl olur?” dedi.

 

Ardından Merve,

“Bu...! Bu…! Olamaz!” dedi.

 

Şaşkın ve acı dolu gözlerle sözüne devam etti Merve,

“Gerçekten yazıklar olsun. Zaten cenazesine gitmediğim de isabetli olmuş.” diye, söyledi.

 

Her ikisi de birbirlerini destekleyerek şaşkın ve hüsran dolu yüz ifadeleriyle bir yandan ellerindeki belgelere, not kağıdına ve resimlere bakınarak hüsran dolu gözlerle bana bakmaya başladılar. Ansızın İsmail Efendi yerine oturdu ve sinilerine bir türlü hâkim olamıyorken, ben de hiç beklemeden sözlerime devam ettim.

“Ben de düşündüm ki madem söz konusu olay böyle cereyan etmiş, bu namussuzun geçmişi böyle, bizim de burada kalmamız için herhangi bir sebep kalmadı. Bu münasebetle hep beraber önemli bir karar almamız gerektiğini düşünüyorum. Benim memleketim Bursa’daki babamdan kalma köşkümüze taşınsak, diyorum. Bu hususta kararınız ne olur? Yani… Biliyorum. Şu an da yaşadığımız elbette ki kolay değil. Lakin eğer hayatımıza yeni bir sayfa açmak istiyorsak buna memleketimiz Bursa’da neden başlamayalım, öyle değil mi? Tekrar soruyorum. Benimle Bursa’daki köşkümüze gelmek ister misiniz?” dedim. Sözlerimi tamamladığımda gözüm yaşlı bir şekilde hafif bir gülümsemeyle onların her birinin yüzüne baktım. İsmail Efendi öne eğilerek ellerini birbirine kenetlemiş bir şekilde bana baktı. Ardından,

“Valide Hanım, tamam. Haklısın. Ancak beni de düşün. İstirham ederim. Şirketimi öylece ortada bırakıp, seninle nasıl geleyim? Sanırım bu mümkün gözükmüyor. Çok üzgünüm.” dedi.

 

İsmail Efendi ellerini birbirine kenetlemiş, bana bakmaya devam ediyordu ki Güneş söze başladı.

“Valide Hanımcığım. Bizim mektep ne olacak bunu hiç düşündün mü? Biliyorsun biz mektebe gidiyoruz ve eğer seninle gelirsek, ki bu mümkün değil, tahsil hayatımız son bulacak. Uzun lafın kısası biz seninle gelmek istemiyoruz.” dedi ciddi bir yüz ifadesiyle yanımda oturup.

 

Ellerindeki o zarfı ve diğer belgeleri bana geri verdiği anda Merve Güneş’e,

“Evet, Valide Hanımcığım. Ben bu konuda Güneş’e katılıyorum.” dedi.

 

Başını onaylar gibi salladı. Benim ellerimi tutarak benim metanetli olmam için bana destek oldular. Bir yandan da bana elim kararlarını belirttiklerinde ben de onların her birinin gözlerinin içine bakmaya devam ediyordum.

“Peki ala… O zaman ben giderim. Ama sizleri de burada yalnız bırakmam. Yarından tezi yok. Halanız Lucia yanınızda ve bu konuda hiçbir şey duymak istemiyorum. Oğlum İsmail Efendi, bunu sen hallet. Tamam mı?” dedim.

 

Ellerimle dizlerimin üzerini okşayarak oturduğum yerden kalktığımda diğer koltuklarda oturan çocuklar da bana gözlerini dikmiş bakmaya devam ediyorlardı. İsmail Efendi,

“Valide Hanımcığım. Saçmalama! Oraya tek başına mı gideceksin?”
dedi.

 

Çocuklarım aniden ayağa kalkıp, sözde bana engel olacaklarını düşünmüş olsa da buna cesaret edemediler. Hüsranla bakışımından sonra onlara döndüm ve şöyle söyledim:

“Neden olmasın? Neden? Çocuklar? Burada yaşadığımız onca badireye ‘yeter artık’ demenin zamanı gelmedi mi?” diye.

Toparlanmak için yatak odama doğru adımlarımı çevirdim. Giderken de,

“Deniz! Merve! Eşyalarımı toparlamama bana yardım eder misiniz? İstirham ederim.” dedim.

 

Hafiften yüzüm düşmüş bir halde onlara baktım. Ardından da toparlanmak için yatak odama yürümeye devam ettim. Kapıdan içeri girdiğimde hemen gardırobun yanına gelip valizimi aldım ve hızlıca açıp yatağın üzerine bıraktım.

“Merve... Seni bekliyorum. Yardıma gelmeyecek misin?” diye seslendim.

 

Sonrasında ise, Deniz’e seslendim.

“Deniz, seni de bekliyorum. Nerede kaldın yavrum?”

Bir süre sonra her ikisi de odama gelip, bana valizimi doldurmam için yardım ettiler.

“İsmail Efendi. İsmail Efendi.” diye, ona odamdan seslendiğimde kendisi beni duyduğu an hemen oturduğu yerden kalkıp odama geldi.

“Efendim. Valide Hanımcığım.” dedi.

“Odana git ve hemen Halan Lucia’ya telgraf gönder. Buraya gelmesini söyle.” dedim.

 

Arkasından ben de kalktım. Oğlumun çalışma odasının yolunu tuttum. Telgrafın olduğu çalışma masasında İsmail Efendi’yi gördüm.

“Sana dediğimi yaptın mı?” dedim. O anda bana bakıp o son kelimeyi telgrafta kodlayıp, gönderdi. Telgrafı okudum.

“Lucia hala. Valide Hanım birkaç günlüğüne seni bizim köşke davet etti.

İsmail Şentürk”

 

İsmail Efendi derin bir iç çekti ve sırtını sandalyeye yasladı. Bir anda derin düşüncelere daldı. Birkaç saniye sonra kendine gelmek için hemen duruşunu değiştirdi. Ben de eşyalarımı toplamak için odama döndüm. İsmail Efendi bulunduğu yerden kalkıp, çalışma odasından çıktığı gibi odama döndü.

“Birkaç güne kalmaz telgraftan yanıt gelir, Valide Hanımcığım.” dedi.

 

Bunu söylerken hafifçe gülümseyip odamdan ayrıldı. Salona şöminenin yanındaki koltuklardan birine şöminede yanan ateşi izlemek için oturdu. O an gözlerini uzun süre yanan ateşe daldı. Ansızın Güneş salona geldi. Abisi İsmail Efendi’ye;

“Lucia halam mı geliyor, abi?” dedi.

 

Ayakta abisine baktı, ardından yavaşça uzun, ahşap koltuğun yanına gelip oturdu. İsmail Efendi ise;

“Daha belli değil, Güneş ama büyük bir ihtimalle buraya gelebilir.” dedi.

 

Sakin bir ses tonuyla ve ciddi bir ifadeyle Güneş’in yüzüne bakmaya devam ediyordu. Bir süre sonra oturduğu yerden kalkıp doğruca çalışma odasına yöneldi. Kapıyı açtığı an gözleri çalışma masasından pencereye doğru kaydı. Pencereden dışarıdaki ağaçlardan dökülen kurumuş yaprakları izliyordu ki ansızın kulağına bir ses geldi. Evet… Bu ses masanın kenarındaki çalışır vaziyette olan telgraftan gelmekteydi. O sesi duyduğu an hemen gözlerini dışarıdaki nahoş manzaradan ayırıp çalışma masasına çevirdi. Hızlıca sandalyeye oturdu. Acele bir şekilde telgrafın öbür yanından çıkan uzun kâğıdın bir ucundan tuttu. Sonra telgraftan yazının çıkmasını bekledi. Yavaşça iki eli ile kâğıdı telgraftan ayırdı. Kâğıdı okudu. Okuduktan sonra da hemen masanın sağındaki küçük not kağıdını, kamışını ve mürekkebini önüne aldığı gibi direk önündeki not kağıdına Arapça harflerle yazar.

 

“Yarın Saat: 13:00’de, Woodbridge Tren istasyonu, Batı Virginia, A.B.D.
Enişten Michael”

Ardından yavaşça ve ciddi bir yüz ifadesiyle çalışma masasından kalkan İsmail Efendi, ağır başlı hareketler ile önündeki not kağıdını alıp odasından çıktı. Kısa bir süre sonra koridordan geçip ve yatak odama yöneldi. Birkaç kez kapıyı çaldı.

“Girebilir miyim? Valide Hanımcığım?” diye seslendikten sonra kapının dışında bekledi.

“Girebilirsin oğlum.” diye cevap verdiğimde kişisel bakım eşyalarımı toparlamaya devam ediyordum.

 

İsmail Efendi kapıdan içeri girdiği anda yüzüne hafif gülümsemeyle baktım. Elindeki katlı kâğıda gözlerim odaklanmış bir vaziyette ona sordum.

“O elindeki kâğıt neyin nesidir öyle, oğlum?” dedim.

 

Bir anda elindeki not kağıdına baktı. Sonra bana uzatarak kısa bir açıklama yaptı.

“Gelen telgraf. Amcam Michael’dan… Halam yarın buraya geliyor. Valide Hanımcığım...” dedi.

 

Bir süre sonra gözlerimi not kağıdından ayırdım.

“Bu kâğıdı arabacı, Ufuk Efendi’ye ver. O gidip onu karşılasın.” dedim.

 

Ardından valizlerimi toparlamak için tekrar işime döndüm. Toparlanmamda bana yardım eden, Deniz,

“Valide Hanım misafirimiz mi var? O telgraf da nedir öyle?”
diye yumuşak bir ses tonuyla ve meraklı yüz ifadesiyle sordu.

 

Ben de ona şöyle söyledim:

 

“Gelen telgraf amcan Michael’dan...” dedim.

 

Abisi elindeki telgrafı Deniz’e uzattı. Deniz, telgrafı aldı.

 

“Yarın halam buraya geliyor demek. Hemen arabacı Ufuk Efendi’ye haber verelim mi?” diye sordu.

 

Halası Lucia’nın geleceği için hem mutlu olmuştu. Hem de onu bir an önce görmek için sabırsızlanıyordu.

“Gerek yok. Ben abine söyledim. O söyler arabacı Ufuk Efendi’ye…” dedim.

 

Nihayet valizimi hazırladım. Merve’ye seyahat için gerekli biletleri ayarlamasını söyledim.

Deniz, elindeki not kağıdını abisine uzattı. Abisi onun elinden aldığı telgrafla gözlerini devire devire odayı terk etti. Deniz bana manalı bir halde baktı.

“Ne?” diye sordu.

 

Ben de ona bakmaya devam ediyordum.

“Tamam. Peki Valide Hanım öyle olsun.” dedi.

“Deniz, kızım!” diye seslendim.

 

Yüzüne bakmaya devam ettim. O odadan ayrılırken onu izledim.

“Yardımın için teşekkür ederim.” dedim.

 

İşlerimi bitirmiş, valizlerim kapatmıştım artık. Valizi odamın bir kenarına bıraktım.

“Ne halin varsa gör. Valide Hanım.” dedi alıngan bir ses tonuyla ve yüz ifadesiyle.

 

Ardından odamdan hızla çıktı ve kendi odasına yöneldi. İsmail Efendi gerekli ayarlamaları yaptıktan birkaç saat sonra biletleri bana uzattı. Hemen o biletleri elinden aldım. Odamdan çıkıp, şirketle alakalı küçük çapta hasıl olan çalışmalardan ötürü kendi çalışma odama geçtim.

 

Ertesi sabah kapı sesi ile uyandık. O esnada yatağımda bir anda çalan kapı ile ürkmüş olmalıydım ki hemen yatağımdan kalktım. Üstümü başımı giyinip apar topar odamdan dışarı çıktım. O hızla koridordan geçtim ve köşkün kapısını açtım.

“Ufuk Bey!” diye, hızlıca kapıyı açıp şaşkın bir ifadeyle Ufuk Bey’e baktım.

“Lucia! Ah… çocuklar. Hoş geldiniz. İçeri geçin dışardan kalmayın. Çok teşekkür ederiz. Ufuk Bey.” diye hala sürmekte olan şaşkınlığım, hal ve hareketlerim devam ediyordu. Önce Lucia’ya sonra çocuklara sarıldım. Koridordan salona geçtik ve üstlerindeki paltolarını alarak bir kenara bıraktım.

“Eh… Nasılsınız bakalım? Yolculuk nasıl geçti?” dedim.

 

Hafifçe gülümseyerek ellerimi birbirine kenetleyip Lucia’nın yüz hatlarını incelemeye başladım. Uzun zamandır görüşmediğimiz için bu çok normal diye düşündüm. Lucia;

“Hoş bulduk. Tatlım. Biz iyiyiz. Sen nasılsın? Yolculuk iyi geçti diyelim. Duyduğuma göre memleketine taşınıyorsun! Neden peki?” diye, sıcak ve sorgulayıcı bir ses tonuyla sordu.

 

Aldığım bu karşılık neticesinde yüzüm düştü. Bana sorduğu sualleri kaile almayarak hemen yanımızda oturmakta olan çocuklarına döndüm.

“Çocuklar siz nasılsınız, bakalım?” diye, Lucia’ya bozuntu vermemek için çaba sarf ederek çocukların yüzüne sahte bir gülümsemeyle baktım. Çocuklardan biri,

“Biz iyiyiz, yenge.” dediğinde diğer kardeşi bana hafifçe bir gülümsemeyle baktı.


“Evet, iyiyiz yenge.” diye o sıcak sesiyle abisini sözleriyle destekledi.


Bir yandan hafif gülümsemeyle yüzüme bakmaya devam edip bir yandan da bana sarıldılar. Araya giren Lucia,

 

“Tamam. Çocuklar bu kadar yeter. Yengenizi birazcık rahat bırakalım öyle değil mi?” diye ikna edici ses tonuyla çocuklarına söylendi. Salonun atmosferinde bir süre sessizlik hâkim oldu. Sonrasında hâkim olan o sessizliği ilk bozan ben oldum.

“Kocam sağken beni aldatıyormuş. Bir ya da iki hafta öncesinden kapımın dibine bir zarf geldi. O zarfta…” dedim.

 

Başımı kaldırdım ve Lucia’ya bakmaya başladım. Acı ile dolan gözlerle beraber İki elimle yüzümü ovuşturarak derin bir çektim. İnanın ağlamamak için kendimi zor tuttum. Sırt aile huzurunu yeniden sağlamak pahasına kendimi ağlamamak için zor tuttum. Derin derin nefes alıp içimden “Ben güçlü bir kadınım.” diye düşünerek güçlü bir şekilde ayakta durmaya çalıştım. O sırada yeni uykudan uyanan ve hala üzerinde uyku sersemliği olan İsmail Efendi, odasından çıkıp salona geldi.

“Kim bu sabahın köründe kapıyı çalan?” diye, çatallaşmış sesiyle söylerken elleriyle yumuk yumuk olmuş gözlerini ovalamaya devam ediyordu. Üzerindeki uyku sersemliğini atmak için koltuklardan birine oturup kendine gelmek için bir süre beklemeye başladı. Sonra başını Lucia’ya ve yanındaki çocuklara çevirip birkaç dakika onlara bakmaya devam etti.

“Oh… Hala! Çocuklar! Hoş geldiniz?” dedi.

 

Hemen halasına ve kuzenlerine sarıldı. Lucia,

“Hoş buldum. İsmail Efendi.” dedi.

 

Samimi bir gülümsemeyle yeğenine sarıldı. O anda uyanan Merve, Deniz ve Güneş merak ve şaşırmış bir halde uykulu bir halde odalarından çıkıp salona girdiler.

Merve;

“Bir saniye bunlar Felix ve Mira mı?” Dedi şaşkın bir ses tonuyla.

 

Karşılıklı gülümsüyorlardı. Daha sonra Merve, halasına döndü. Lucia,

“Evet, ta kendileri. Merve” dedi.

 

“Halıcığım! Bunlar ne kadar da değişti böyle! Özellikle de Mira. Pek güzel kız olmuş.” diye karşılık verdi Merve.

 

Ardından Merve, eli ile Mira ve Felix’in yüzlerini okşadı. Sonrasında Deniz, halasına baktı.

 

“Lucia hala. Hoş geldin. Hepimiz seni çok özledik.” diye halasına sarıldı.

 

“Hoş buldum. Tatlım. Biz de öyle…” diye karşılık verdi Lucia.

 

Güneş, halasını gördüğü an salona gülümseyerek girip halasına sarıldı.



 

“Hoş geldin, halacığım. Nasılsın bakalım? Yolculuk nasıldı?” diye, meraklı ve şaşkın bir ses tonuyla konuştu.

 

Güneşin kuzenlerinin geleceklerinden haberi yoktu. Uzun zamandır onları görmemişlerdi. Kuzenleri çok değişmişlerdi. Ardından Güneş kuzenlerine dönüp,

“Ah! Felix! Mira! Hoş geldiniz. Sizleri görmeyeli ne kadar değişmişsiniz.” Derken bir yandan onlara sarılarak özlem giderdi.

 

Bir süre sonra Güneş çocukları alıp bahçeye çıkardı. Maksat büyükleri yalnız bırakmaktı. İsmail Efendi de dönmüş bizi izliyordu. Ancak onun bizi izlediğini hiç biz fark etmemiştik. İsmail Efendi,

“Kabalık ettim. Kusura bakmayın halacığım. Hoş geldiniz. Nasılsın bakalım?” diye sordu.

 

Lucia ile birlikte bir an da ürktük. İsmail Efendi’ ye,

 

“Sen orada mıydın evladım? Senin orada olduğunu hiç fark edememişiz. Gelsene…” dedim.

İsmail Efendi hemen halasının yanına gitti ve ona sarıldı. Sarılma faslı bitince yerine oturdu. Salondan benimle beraber İsmail Efendi. Deniz ve Merve vardı.

 

Lucia bana döndü ve taşınmamam için beni ikna etmeye çalıştı. Ellerimi tutup bana ciddiyetle baktı.

 

“Bak Leyla. Canım. Taşınmakla ilgili maalesef sana katılamayacağım. Ama haklı yanın da var. Yok değil. Fakat senin bir sorumluluğun var. Çocukların var. Mektebe gidiyorlar. Sen yanlarından olmazsan onlarla kim ilgilenecek? Hem taşınmak yerine birkaç günlüğüne memleketine gidip, ziyaret etsen olmaz mı? Taşınmak da nereden çıktı?” dedi.

 

Bana yalvarır sesiyle ve dolan gözleriyle bakmaya devam ediyordu. Bir yandan da ellerimi tutmuş, benim bütün yaşadıklarımı az çok anlamaya çalışıyor, beni teskin ediyordu. Lucia sözlerine devam etti.

“Hem de bu çocukları burada bırakmış bir halde!” Diye ekledi. En can alıcı noktadan vurmuştu. Ben de onun sorularına zor da olsa cevap vermek istedim.

“Lucia benim ne yaşadığımı, senin az ya da çok tahmin edebildiğini varsayaraktan şunu söylemek istiyorum: Benim o lanet olası adam öldükten sonra cereyan eden hadiseyi sen de öğrenseydin eminim ki benimle aynı fikirde olurdun.” dedim.

 

Dolan gözlerimle, ansızın sesim titremeye başladı. Ardından ellerimle birlikte bütün bedenim titremeye başladı. Çünkü o akşam o adam hayatımdan çıktıktan sonra beni bir başka biriyle aldattığından haberim dahi yoktu. Nedense öldükten sonra bu haberi biri ya da ya da birileri tarafından açıklandı. Yaşadıklarımı tahayyül edemiyordum. Sonrasında Lucia’nın sorusunu cevaplamak için kendimi toparladım. Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladım.

“Hah… Bu arada çocuklarıma gelince Lucia. Onlar artık büyüdüler. Kendi başlarının çarelerine bakacak yaşta olduklarını düşünüyorum. Öte yandan Lucia. Onların seninle güvende olacaklarını düşünüyorum. En azından o ailenin içerisinde en güvenilir, en aklı selim düşünen sensin diye biliyorum. Ne olur. Beni kırma.” Diye, samimi bir ifadeyle söylediğimde hüngür hüngür ağlamaya başladım. Gözlerimdeki yaşlar sanki bir nehir gibi akıyordu. O esnada aklımda yine metanetli olmak vardı. Fakat daha fazla dayamamış, devam etmiştim ağlamaya… Sözde “Hani sen, kendine sıfırdan bir hayat kuracaktın? Ne oldu hayallerin?” diye kendi kendime hesap sormaya başlamıştım. Aklıma önceden kendime verdiğim söz geldi. O an durdum ve Lucia’nın elinin arasından elimi çekip, gözlerimdeki yaşları sildim.

“İsmail oğlum. Komodinin alt çekmecesini açıp, bize gelen o zarfı getirir misin?” dedim.

 

Titreyen sesimle oğluma baktım.

 

“Tabi ki… Valide Hanımcığım. Ne demek… Emir telakki ederim.” deyip yavaşça oturduğu yerden kalktı. Önündeki şöminenin yanında bulunan uzun ve görkemli komodine doğru birkaç adımda ulaştı. Hepimiz gözlerimizle İsmail Efendi’yi izliyorduk. Oğlum altındaki çekmecelerden birini açar ve ilk gördüğü şey olan büyük, geniş zarfla tekrar karşılaştı. Hayatımızı altüst eden zarfa baktı. Hemen eline aldığı gibi zarfa uzun uzun bakmaya devam etti. Beklemeye artık mecalim kalmamıştı. İsmail Efendi’ye seslendim.

“İsmail. Oğlum. Hadi… Ne bekliyorsun?” dedim.

 

Sesim çatallaşmış bir halde Lucia’nın bana uzattığı krem renginde olan mendilini aldım. Ona teşekkür eder gibi yavaşça başımı salladım. Daha sonra o mendille ara ara gözlerimdeki yaşları silmeye devam ettiğimde oğlum İsmail Efendi;

 

“Tamam. Valide Hanımcığım. Hemen geliyorum.” dedi.

 

Komodinin çekmecesini kapatıp, hızlı adımlarıyla elindeki zarfla beraber yanımıza geldi. Elindeki zarfı ise halası Lucia ‘ye verdi. Lucia o zarfın içerisindeki iğrenç belgeleri eline aldığında şaşkınlığa uğradı.

 

“Aman tanrım! Yüce İsa adına!” diye, ne söyleyeceğini bilemez halde, şaşkınlığını gizleyemez bir şekilde ve acınası sesiyle uzun uzun elindeki o resimleri ve şirkete ait belgeleri incelemeye başladı. Birkaç saniyeliğine belgelere bakmaya ara verip, önce benim daha sonra salonda bulunanların yüzüne bakmaya başladı. Ardından da Lucia konuşmaya başladı.

“Tüm bu resimler ve şirkete ait belgeler gerçek mi?” diye sordu.

 

Gördüklerine inanmak istemiyordu. Titreyen sesiyle derin bir iç çekti. İnkâr içerisinde elini ağzına götürdü. Gözleri elindeki resimlerde ve belgelerdeydi hala. Ardından da bana baktığında, kabul etmek zor da olsa ona cevap vermek istedim.

“Maalesef bu resimler gerçek. Dün oğlum İsmail Efendi bu zarfı getiren arkadaşı bulmuş ve ona sormuş. Bu zarf nereden geldi diye. Daha sonra o arkadaş ise, bana ‘Şirket’ diye söylemiş. Yani bu zarfın içerisindeki belgeler ve resimler doğru.” dedim.

 

Sesim hala hafiften titrek ve çatallı çıkıyordu. Bir o kadar da yüzüm düşmüş ve kendimi meşgul etmek için ellerimi birbirine kenetledim. Saçlarımla oynamaya başladım. Bir süre sonra gözüm hafif yaşlı bir halde tekrar Lucia’nın yüzüne baktım ve yavaşça ayağa kalktım. Ardından da herkes kalkmıştı zaten...

“Eh… Yolcu yolunda gerek.” dedim ve salondan ağır adımlarla tam yürümeye başlamıştım ki arkamdan Lucia şöyle söyledi;

“Leyla, bundan emin misin? Nedense içimde kötü bir his var ve ben gitmene müsaade etmek istemiyorum.” dedi.

 

Uyarıcı sesiyle bir anda kolumdan tuttu ve beni kendisine döndürdü. Bana yalvarır gibi bakmaya başladı. Sonra kolumu elinden kurtardım ve şöyle söyledim;

“Çocuklarıma iyi bak Lucia. Onlar sana emanet.”.

Gözlerimi ondan ayırdım ve salondan koridora doğru yürümeye devam ettim. Bavullarımı getirmesi için İsmail Efendi’ye,

“İsmail! Oğlum! Hadi… Gidip bavullarımı getir de bir an önce yol alayım.” diye seslendim.

 

İsmail Efendi;

“Hay… hay… Ne demek. Valide Hanımcığım.” diye, tatmin edici sesiyle karşılık verdi. Aceleyle yanımdan uzaklaşıp, bavullarımı almak için odama gitti. Bavullarımı koridorun girişine getirdiğini gördüm. Kızlarımla, oğlumla ve de teyzeleri Lucia ile vedalaştım. Kızlarım bana gözleri dolu bir şekilde koşarak sarıldı. Merve;

 

“Valide Hanım ama biz seni gerçekten çok özleyeceğiz. Keşke gitmeseydin.” diye alınmış bir ifadeyle konuştu.

 

Sarılma faslı biraz uzun sürdü. Merve o anda kulağıma,

 

“Kendine çok iyi bak.” diye kısık sesiyle söyledi.

 

Ardından sarılma faslını bitirip, derin iç çeken Merve, eli ile gözlerimde biriken yaşları sildi. Sonra da bana göz kırparak yanımdan ayrıldı. O anda daha bahçeden dönen ve yanında kuzenleri olan Güneş hızlı adımlarla sarılmak için bana doğru yürüdü. Yanıma gelen Güneş,

“Valide Hanımcığım. Memlekete vardığında ilk işin bize telgraf atmak olsun. Olur mu?” diye sordu.

“Tamam! İlk işim size telgraf göndermek olacak küçük hanımefendi.” diye, söylediğimde yaşlı gözümle ona göz kırptım.

 

İsmail Efendi taşıdığı bavulları Ufuk Efendi’ye teslim edip geri döndüğünde Deniz de son kez vedalaşmak için bana sarıldı. Uzun süre de öylece durdu ve şöyle dedi:

“Kendine iyi bak. Valide Hanımcığım. Yolun açık olsun.”

Deniz ile son sarılma faslımız sona erdiğinde birkaç adımla köşkün kapısından uzaklaştım. Onlara döndüm.

 

“Hoş çakalın, çocuklar.” diye söyledim.

 

Sesimde hafif kırıklık vardı. Köşkün o ahşap ve görkemli kapısından çıkıp birkaç adımda bahçeye doğru yürüdüm. Son kez dönüp, o görkemli köşküme bakmaya başladım. O sırada Ufuk Efendi yerdeki bavulu almıştı. Duygulu gözlerle çocuklarıma baktım. Ardından Lucia’ya doğru bir bakış attım.

 

“Çocuklarım sana emanet Lucia.” dedim.

 

Hala kırık ve çatallı sesimle söyledim bunu. Hemen ardından yüzüm düşmüş bir vaziyette tam arkamı dönmüş arabaya doğru gidiyordum ki oğlum İsmail Efendi,

“Bir saniye… Valide Hanımcığım.” diye seslendi.

 

Ufuk Efendi’den bavullarımı alıp arabacıya doğru ilerledi. Arabacı, İsmail Efendi’nin yere bıraktığı bavullarımı yerden aldığı gibi arabaya yerleştirdi. Ben de o arada yerdeki diğer bavulu elime almak için tam arabacı Ufuk Bey’in olduğu yere geliyordum ki;

“Siz zahmet etmeyin hanım efendi, ben hallederim.” dedi.

 

Hafif bir gülümsemeyle elimdeki bavulu alıp arabaya yerleştirdi. Arabacı arabaya varmamı bekledi. Sanki ayaklarım geri geri gidiyordu. Arabaya ulaştığım anda Ufuk Efendi arabada yerimi alabilmem için arabanın kapıyı açtı. Arabaya binip, yerimi aldım. Ufuk Efendi kapıyı kapattıktan hemen sonra penceredeki perdeyi araladım. Son kez onlara el salladım ve öylece bakakaldım. Aradan biraz zaman geçince perdeyi kapattım ve arabacı atları elindeki kırbacıyla dürterek ilerletti. Köşkümün bahçesindeki o görkemli demir kapı yavaşça açıldı

 

“Tren İstasyonuna. İstirham ederim.” diye, söylediğimde kapattığım perdeyi tekrar açıp, uzun süre pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Ufuk Efendi,

“Hay hay… Leyla hanımefendi.” dedi.

 

Söylediğim emri tasdik eder gibi karşılık verdi. Kırbaç sesi daha da artmış, kırbacın verdiği o acıdan atların sesleri acıyla çıkmaya başlamıştı. O acı ile atlar hızlandıkça hızlandı. Tren istasyonuna doğru yol aldık. O esnada ben de pencereden dışarıyı izlemeye devam ediyordum. Aradan geçen birkaç saat sonra büyük surlarla ayakta duran büyük bir yer gözüme çarptı. Aniden Ufuk Bey, yüksek sesle,

 

“Leyla hanımefendi. Geldik, efendim.” diye bana döndü.

Elimdeki bileti cebime atıp, arabadan inmek için toparlanmaya başladım ve Ufuk Efendi’ye,

“Teşekkür Ederim. Kolay gelsin. Ufuk Bey.” diye söyleyerek hafifçe doğruldum.

 

Arabanın kapısını açıp, aşağıya indiğimde Ufuk Efendi’ye hafifçe gülümsedim. Ardından Ufuk Efendi, aşağıya indi. Kapının olduğu tarafa gelip içerideki bavullarımı eline aldı. Kocaman ve görkemli sütunlardan içeriye girmişti ki ben de birkaç saniyeliğine önümdeki görkemli sütunların olduğu binayı izledim. Ardından o beyaz ve görkemli sütunlardan içeriye doğru adım attım. İstasyondan içeriye doğru girdiğimizde güvenlik noktası ile karşılaştık ve görevlilerden biri Ufuk Bey’e doğru baktı.

 

“Bayım. Sizi böyle alayım. İstirham ederim.” dedi.

 

Hafif şüpheli ses tonuyla ve parmağıyla solunu gösterdi. Ciddi bir yüz ifadesiyle birbirine bakınmaya başladılar. Ardından Ufuk Efendi Memur Bey’e,

“Peki… Memur Bey.” diye hafif gülümseyerek sıcak ve samimi bir ses tonuyla karşılık verdi. Yere bıraktığı bavulları eline aldı ve güvenlik görevlilerinin yanlarına gitti. Bir yandan Ufuk Efendi’nin elindeki bavullarımı arıyorlardı bir yandan onu suale tutmuşlardı bir yandan da beni aramaktaydılar. Memur Bey,

“Kimliğinizi görebilir miyim?” diye sordu, büyük bir ciddiyetle ve de hala devam eden şüpheli ses tonuyla.

 

Hemen yanına gittim ve bayan memurlardan biri üzerimi aramaya başladı. Bir süre sonra arama bitti. O esnada memur beylerin Ufuk Efendi’yi sorgulamaları devam ediyordu. Memur Hanım,

“Kimliğiniz ve çantanız, hanımefendi?” diye sordu. Ben bu durumdan çok korkmuştum. Hiç bozuntuya vermeden,

 

“Tabi ki…” diye, sıcak ve samimi ses tonumla karşılık verdim. Kolumdaki çantamı araması için muhatabım olan bayan memura uzattım. Bir süre sonra çantamdan herhangi bir şey çıkmamış olmalı ki bayan memur çantayı bana geri uzattı. Bir süre daha kimliğime bakmaya devam etti.

“Yolculuk nereye?” diye sorarken kimliğimi incelemeye devam ediyor.

“Boston.” diye üzerimdeki tüm bıkkınlıkla cevap verdim.

 

Sorularına devam etti.

“Boston’a neden yolculuk ediyorsunuz, Leyla Hanım?” diye sual ettiğinde o an aklıma kimliğimi incelediği ve o kimlikte Türk isminin dikkatini çekmiş olması ihtimali geldi.

“Leyla Hanım, Türkiye tebaasından mısınız?” diye, sual geldiğinde ben de kendisine şöyle cevap verdim;

“Hem Türkiye tebaasından hem de Amerika tebaasındanım Memur Hanım.” dedi.

Kendisi başını onaylar gibi sallayıp kimliğimi bana geri uzattı.

“Buyurun! Geçebilirsiniz, Leyla Hanımefendi.” diye söyler söylemez çantamı alıp yanından ayrıldım. Hemen gişeye doğru yönümü değiştirdim. Ufuk Efendi’nin sorgusu hala devam ediyordu. Memur Bey,

“Bavullarınızın içerisinde ne var, Ufuk Bey?” diye sual etti.

 

Ufuk Efendi tam cevap verecekti ki o sırada müdahale ettim ve sual eden Memur Bey’e,

“Memur Bey. O bavulların içerisinde benim kişisel eşyalarım var.” dedim.

 

Her ne kadar bunu söylediysem de memur bey, masanın üzerindeki bavulları açtı ve içerisindeki kişisel eşyalarımı dışarı çıkarıp bavullarımı aramaya başladı. Diğer memur bey Ufuk Efendi ‘ye,

“Kimliğinizi alabilir miyim, beyefendi?” diye sordu.

Ufuk Efendi, hemen kimliğini çıkarıp, memur beye doğru uzattı. Memur bey eline aldığı kimliği bir süre incelemeye başladı.

 

Memur bey;

“Nereye yolculuk edecektiniz. Ufuk Bey?” diye sordu.

Ufuk Efendi;

“Yolculuk yapmayacağım. Lakin Leyla Hanımefendi’nin uşağı olduğum için kendisine eşlik etmek durumundayım, memur bey.”

Memur Bey;

“Peki… Siz Türkiye tebaasından mısınız Ufuk Bey?” diye sordu.

Ufuk Efendi;

“Hayır, Amerikan tebaasındanım. Zaten kimliğimde de gördüğünüz gibi soyadım (CONNEL) memur bey.” dedi.

Memur Bey;

“Peki… Ufuk Bey. Geçebilirsiniz.” diyerek kimliğini uzattı.

 

Ufuk Efendi, hemen ortaya saçılan eşyaları bavulların içerisine utanarak tıkıştırdı. Bavulları kapatıp, hızlı adımlarla yanıma yaklaştı. Artık beraber gişeye doğru yürümeye devam ediyorduk. Birkaç saniyeden sonra gişeye varmıştık ve Ufuk Efendi de o anda yorulmuş olmalı ki elindeki bavulları yere bıraktı. O sırada ben de gişede görevini icra eden, personelin yüzüne hafif bir gülümsemeyle baktım.

 

“Merhabalar. Kolay gelsin. Ben geçen hafta Boston Treni için bilet almıştım. Ne zaman buraya gelir acaba?” diye meraklı bir halde oğlumun önceden satın aldığı bilet ile alakalı bilgi almak için personele soru sordum. Sesim gayet sıcak ve samimiydi. Ardından da gişedeki personel bana hafifçe gülümseyerek baktı.

“Rica etsem. Biletinizi ve kimliğinizi kontrol edebilir miyim, hanımefendi?” diye sordu. Yüzünde yine o hafif gülümsemeyle bana bakmaya devam ediyordu. Elimi cebime attım ve cebimdeki bileti elime aldığım gibi gişe personeline uzattım. Gişe Memuru,

 

“Hanımefendi. Sanırım sizin birazcık acele etmeniz lazım. Boston yolcu treni yarım saat sonra burada olur.” dedi biletimi ve kimliğimi uzatarak.

 

Hemen uzattığı biletimi ve kimliğimi aldığım gibi Ufuk Efendi’ye döndüm.

“Hadi… Ufuk Efendi. Biraz acele etmemiz gerekiyor.” dedim. Ufuk Efendi hemen yerdeki bavulları eline aldı. Yolcu trenlerin geldiği yöne doğru acele bir şekilde hızlı adımlarla yürümeye başladık. Trenlerin geldiği yere vardık. Ufuk Efendi elindeki bavulları yere bıraktı. Boston yolcu treni istasyona vardı. Ufuk Efendi ile vedalaştım.

“Hoşça kalın. Kendinize iyi bakın. Ufuk Efendi.” dedim ve elini sıktım.

 

Sonra yerdeki bavullarımı elime aldım. Trene bindim. Kapıda bekleyen personele elimdeki bavullarımı tekrar yere bırakıp, cebimden çıkardığım bileti verdim.

“Hoş geldiniz. Leyla Hanım. Şurası…” diye, söylediğinde bir yandan elindeki bilete bakmıştı. Bir yandan da eliyle bana yolcuğumu geçireceğim yeri gösteriyordu.

“Hoş buldum. Teşekkürler.” diye nazikçe cevapladım.

 

Hemen bana uzatılan biletimi alıp, cebime attığım anda yerdeki bavullarımı elime aldım. Personelin bana gösterdiği odaya doğru yürümeye başladım. Ardından tren giriş kapısında görevini yapan personele,

 

“Teşekkür ederim.” diye, gülümseyerek karşılık verdim.

 

Kendisi de bana şöyle karşılık verdi;


“Rica ederim. Leyla Hanımefendi.” diye.

Girişten üç oda sonraki süit odaya doğru elimde bavullarımla yürümeye devam ettim. Odaya yaklaştığım anda kapıyı açtım. Tekrar bavullarımı elime alarak odadan içeriye girdim. Arkama bakmak için başımı hafif sola döndürdüm. O anlık endişelenmemle tanımadığım yolculara baktım. O kişilerde şüphelendirecek bir durum söz konusu değildi. Çünkü peşime taktıkları adamları görememiştim.

 

Birkaç oda gerisinde bir başka odanın kapısı açıldı. Dışarı koridora çıkan hafif sakallı, kahve renginde gür saçları ile lacivert uzun bir palto giyinen biri elinde çantasıyla o koridordan ilerliyordu. Koridorda kimse var mı, yok mu, diye etrafı kolaçan ediyordu. Elindeki çantanın içerisinden çıkardığı dinamitleri teker teker eline alıp, trendeki koridorun gizli bölmelerine ve çok göze batmayacak yerlere yerleştirip zaman ayarlamalarını yapıyordu.
Trenin Boston’a varmasına birkaç saat kalmıştı ve iki durak sonra tren durdu. Planlanan suikastken kimsenin haberi dahi yoktu. Bombaları ayarlayanlar çoktan trenden inmişlerdi. Sonra ansızın büyük ve şiddetli bir patlama oldu. Patlamanın üzerinden tam bir saat geçmişti ve bütün ekipler olay yerinde sanki bir karınca misalini çalışıyordu. Olay yerinde bulunan itfaiye ekipleri patlamanın ardından cehennem topuna dönüşen ve param parça olmuş trene ilk müdahaleyi yaparken bir yandan da ateşi söndürmeye çalışıyorlardı. Ambulans ekipleri yaralıları, ölenleri aramaya ve bulmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra kan revan içinde ve yarı baygın halimle birinin bana doğru koşarken siluetini silik bir şekilde gördüğümü hatırlıyorum. Bana her ne sorduğunu hatırlamıyorum. Yarı baygın ve kan revan bir halde oracıkta yatıyordum. Sorulan sorulara rağmen kendisine bir türlü cevap dahi veremiyordum. Ardından etrafındaki sağlık ekiplerine seslenip yardım çağrısında bulundu. Fakat bedenim daha fazla acıya dayamadı ve baygınlık geçirdim. Uzun süre de kendime gelemediğimi saatler sonra bir hemşire vasıtasıyla öğrendim.

                                    

 

                                            

WESTERLY GENEL SAĞLIK HASTANESİ

 

 

 

 

 

 

1933 yılında olmamıza rağmen belki de görüp, görebileceğiniz en ihtişamlı ve bir o kadar da zamanına göre modern hastanelerden biriydi; Westerly Genel Sağlık Hastanesi. Daha birkaç saat önce sağlık durumum kötü olmasına rağmen tekrar içimde bir umut yeşertip, hayata tutunmaya başarabilmiştim. Eski sağlığıma kısmen de olsa kavuştum, diyebilirim. Şimdi Westerly Genel Sağlık Hastanesi yoğum bakım odalarından birinde kolumda serum takılı bir halde hala uyumaktaydım. Koridordan buraya doğru gelen bir ayak sesini duymaya başladım. Hatta ayak sesleri de diyebilirdim. Çünkü bu ses her kiminse yanında birileri vardı ve giderek bu odaya doğru yaklaşıyorlardı. Hah… bu arada şimdi odanın kapısını tıklaması lazım, diye düşündüm. Tam da beklediğim gibi kapı zamanında tıklandı. Doktor içeri girdi.

“Adım Kenneth Steven. Bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz. Bakalım?” diye sorduğunda kendime daha yeni geldiğimden sorusunu cevaplayamadım. Doktor cebinden kalemini çıkardı ve ağır adımlarıyla yatağının dibindeki masaya gidip dosyalarla ilgilendi. Kendimi toparlamaya çalıştım. Ardından Doktor, Steven’ a,

“Bugün daha iyiyim. Doktor Bey” diye, kısık sesimle ve hafif gülümsememle birlikte karşılık verdim. Doktor, Steven,

“Alice!” diye, başını hemen yanında durmakta olan hemşireye çevirdi. Sıcak sesiyle seslendiği anda hemşire Alice,

“Buyurun. Doktor Bey.” diye hafif gülümsemesiyle karşılık verdi. Doktor Steven,

“Hastayı muayeneye başlayabilirsiniz.” Dedi, emir veren bir ses tonu ile.

Dosyalarla işi biten Doktor, Steven, elindeki kalemini tekrar cebine koyarak ve bana döndü.

 

“Geçmiş olsun. Bayan Şentürk.” dedi.

 

Ben de kısa bir gülümsemeyle karşılık verdim.

“Sağ olun. Doktor Bey.” diyebildim sadece. Doktor Steven odamda çıktı. Hemşire Alice hemen yanıma gelerek muayeneye başladı. Bir süre sonra muayeneyi bitirdi.

“Geçmiş olsun.” diyerek gülümsedi.

 

Dosyaları doldurmak için yatağın ucuna gitti. İşini bitirip elinde dosya ile odamdan çıktı. Koşar adımlarla kendisini koridorun yanına bekleyen Doktor Steven’in yanına gitti.

 

Bir pazartesi günü yatağımda uyanmış, pencereden gökyüzünün ne denli masmavi olduğuna bakıyordum. O maviliğe eşlik eden birkaç bulutun arkasından görünmekte olan sabah güneşi gözlerimi kamaştırdı. O gün hastaneden taburcu olacak hastaların arasındaydım belki de.

 

Aradan birkaç saat geçti. Westerly Genel Sağlık Hastanesi’nde yaşayan bir ölüyü dışarıya çıkarması Doktor Steven için hiç de kolay değildi. Lakin Doktor Steven bu planın her detayını masa başında oturup kara kara düşünmüştü. Benim bu hastanede bir şekilde gizlenmem ya da hastaneden gizli bir şekilde dışarıya çıkarmam için bir çare düşünmüş olmalıydı. Ancak herhangi bir sorun olmaması için bu plana kimseyi ortak etmemesi gerekirdi ki plan sorunsuz yürüsün. Daha doğrusu tekrar o ne olduğu belirsiz kişilere yakalanmamak için Doktor, Steven’in gerçekleştireceği bu planı eline yüzüne bulaşmaması lazımdı.

 

Doktor Steven ve Hemşire Alice odalarında çıktılar. Üç kat yukarıda bulunan odaya ilerlediler. Odaya geldiklerinde doktorun elindeki birkaç dosyanın arasında taburcu olabilmem için bir dosya da bulunuyordu. Dosyaların elinden kayıp düşmemesi için bir yandan sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Bir yandan acele eden Doktor Steven öte yandan üçüncü katın koridorundan geçerek nihayet odama vardılar. Odanın kapısını açmadan önce ikisi de biraz soluklanmak için birkaç saniyeliğine duraksadılar. Doktor Steven, Hemşire Alice ile yapacağı planın ilk etabını gerçekleşmesi için planını tekrar anlatmaya karar verdi.

 

“Şimdi planın üzerinden bir kez daha geçelim. Odaya gireceksiniz. Her zamanki gibi gerekenler neyse yapacaksınız. Dediğimi anladın değil mi?” diye, ciddi bir yüz ifadesi ve uyarıcı bir ses tonuyla Hemşire Alice’e yüzüne bakmaya devam ediyordu. Birazdan gerçekleştirecekleri o planı tekrar anlattığında Hemşire Alice;

“Demek istediğinizi anlatım. Peki ya hasta merak eder de soru sorarsa ne cevap vereyim?” diye biraz endişeli biraz da meraklı bir halde Doktor Steven’in yüzüne bakmaya devam etti. Doktor Steven ise,

“O vakit gereken cevabı verirsin. Siz sadece plana sadık kalın ve yapmanız gerekenleri yapın. Anlaşıldı mı? Ancak bu plan hakkında ikimiz dışında kimseye bir tek kelime dahi bahsetmeyin.” diye Hemşire Alice’e hala uyarılara devam ediyordu. Hemen ardından da Hemşire Alice,

“Anlaşıldı. Doktor Bey.” diyerek yüzünde ciddi bir ifadeyle, başı ile tasdik etti. Doktor Steven;

 

“Anlaşılmayan herhangi bir şey var mı?” diye, uyarıcı sesiyle sordu. Hemşire Alice şöyle cevap verdi:

 

“Hayır. Doktor Bey.” diye.

“İyi… Güzel! Siz şimdi kapıyı açın ve yapmanız gerekeni yapın. Ardından ben odaya gireceğim. Dikkat çekmemeye çalışın.” diye sessizce, son derece sakin, ciddi ve bir o kadar da kararlı bir ses tonu ile konuştu.

 

Doktor Steven Hemşire Alice’in yanından uzaklaşıp koridorun başına kadar yürüdüğünde Hemşire Alice, odanın kapısını açtı. Doktor Steven’in planı işlemeye başlamıştı. Odada kaldığı süre boyunca Hemşire Alice gerekeni yapmış, dosyada yazan “Hasta taburcu olabilir.” İşlemini başlatmıştı. Fakat bundan benim haberim yoktu. Çünkü eğer bilseydim sorunsuz ilerleyen plan sekteye uğramış olabilirdi. Hemşire Alice gereken muayeneyi yaptıktan sonra odadan dışarı çıktığında gözleri hemen kendisini koridorun başında bekleyen Doktor, Steven’ı aradı. Doktorun yanına gitti ve elindeki dosyası ona verdi. Doktor Steven kendisine uzatılan dosyayı eline alıp, Hemşire Alice ile birlikte kadavra başvurusu için merdivenlerden üç kat aşağıya indi. Toplantı odasına birlikte girdiler.

“Bir sorun çıktı mı Alice?” diye, meraklı bir şekilde sordu. Çünkü planın sekteye uğrayacağından çok korkmuştu.

“Hayır. Doktor Bey.” diye cevapladı Hemşire Alice.

 

Doktor Steven’e hafifçe gülümsedi. O sırada Doktor, Steven meraklı suallerine devam etti.

“Peki… Size herhangi bir soru sordu mu?” dedi.

 

Hala meraklı ifadesi ve de hala sorgulayıcı ses tonu devam ediyordu. Hemşire Alice,

 

“Hiçbir şeyden şüphelenmemiş olmalı ki sormaya gerek duymadı. Doktor Bey” diye, bıkkın, sıkılgan ses tonuyla cevapladı.

 

Başını çevirip etrafı kolaçan etti. Doktor Steven,

“Şimdilik çıkabilirsiniz.” diye, buyurdu.

 

Ardından Doktor Steven hastanın durumunu incelemek için dosyayı önüne aldı. Hemşire Alice de toplantı salonundan çıkıp koridorun sonundaki odasına yöneldi.

 

O sırada Doktor Steven’ in niyetin de beni taburcu etmek değil, kısa süreliğine nabzımı durdurup, bir ceset gibi tabiri caizse bir kadavra olarak başka bir hastaneye göndermekti. Zaten o hastaneden de gün içinde kadavra için yapılan başvuru da olumlu sonuçlanmıştı. Doktor Steven, toplantı salonundan çıkıp, en üst kata çıktı. Dosyamı Baş Hekime gösterip, kadavra başvurusu için gereken olumlu sonucunu kendisinden istirham etti. Aldığı sonuca sevinen Doktor Steven hemen beş kat aşağıya inip, kendi odasına ulaştı. Gereken prosedürü kâğıt üstünde tamamladı. Ardından Hemşire Alice’i çağırdı. Hemşire Alice yanına gitti. Hemşire Alice;


“Buyurun, Doktor Bey.” dedi, tiz sesiyle ve hafif ciddi yüz ifadesiyle. Doktor Steven’ in odasına girdi. Doktor Steven’ in çalışma masasının önündeki koltuklardan birine oturdu. Onu pür dikkatle dinlemeye koyuldu. O esnada Doktor Steven’ in çalışma masasının üzerinde birkaç dosya vardı. Biri hastanın durumunu izah eden dosyaydı, diğeri ise hasta için önceden kadavra başvurunun olumlu neticelendiğine dair dosyaydı. Doktor Steven,


“Alice. Hasta için başvuruda bulunduğumuz husus ile ilgili yanıt geldi.” diye, sıcak ses tonuyla konuştu.

 

Doktor Steven gelen sonuçtan memnun bir şekilde gülümseye devam ediyordu. Ardından da kadavra başvuru detayı ile ilgili dosyayı eline aldı. Karşısında oturmakta olan Hemşire Alice’e uzattı. Hemşire Alice kendisine uzatılan dosyayı eline aldığı gibi oturduğu yerden bir süre incelemeye başladı. Hemşire Alice,

“Bu! Bu! Bizim hastamız Leyla Şentürk’ün dosyası. Hocam!” dedi, şaşkın bir ses tonuyla.

 

Bu ses tonu yüzüne de yansımıştı. Ardından bu şaşkın ifade gülümsemeye dönüştü. Doktor, Steven;

“Evet, Aynen öyle. Başvuru sonucunu duyar duymaz ben de sizin kadar sevindim, desem yeridir.” dedi.

 

Hemşire Alice’e uzattığı dosyayı tekrar geri aldı ve çalışma masasına bıraktı. Hemşire Alice;

“Hem kendi ülkesinde de iyi korunur. Yani malumunuzdur ki burada epey başı dertteydi zaten.” dedi.

Doktor Steven;

“Evet, evet! Çok iyi söyledin. Biz zaten üzerimize düşeni yaptık, yapıyoruz. Gerisi onlara kalmış.” dedi.

Hemşire Alice;

“Peki, hastayı ne zaman taburcu ediyoruz Doktor Bey?” diye sordu.

Doktor Steven;

 

“Bugün geç oldu. Taburcu saatini kaçırdık. Zaten, dosyadaki tarihe baktıysan eğer yarın akşam bizim hastaneden çıkış yapması lazım. Tabi bir canlı olarak değil. Bir ceset olarak ilgili hastanın bu hastaneden bu şekilde çıkış yapması zaruri. Aksi takdirde iş diplomatik krize dönüşebilir.” diye açıklamada bulundu.

 

Hemşire Alice düşünceli bir şekilde;

 

“O halde ben sizden hastanın durum dosyasını istirham edeyim.” dedi.

Yaptıklarından memnun bir halde hafifçe gülümseyerek karşılık verdi. Doktor Steven hemen dosyayı Hemşire Alice’e uzattı. Ardından birbirlerine gülümsediler. Hemşire Alice, dosyayı Doktor Steven’ in elinden aldıktan sonra koltuğundan kalktığı gibi odadan çıktı. Koridorun sonundaki merdivene doğru yürümeye başladı. Merdivenlerden üç kat yukarı çıkarak odama girdi. Hemşire Alice;

“Merhaba. Bugün nasılsınız, bakalım? Ağrınız var mı?” diye sordu.

 

Kısık sesi ve gülümsemesiyle beraber elinde hasta durum dosyamı yatağın dibindeki masaya koydu. Bir süre o dosya ile ilgilendi.

“İyiyim. Hiç ağrım falan yok. Zaman ilerledikçe durumum iyiye doğru gidiyor sanırım.” diyerek hafif bir gülümseme ile hemşireye karşılık verdiğimde; hala dosya ile ilgilenmeye devam ediyordu.

“Size bir müjdem var. Bugün hastaneden taburcu oluyorsunuz.” diye, büyük bir sevinç içerisinde sözlerine devam etti.

 

Bu habere çok sevinerek o anda hemşireye sarılmak istedim. Gözlerimden mutluluk gözyaşları akmaya başladı. Hemşire benim ağladığımı görünce şöyle karşılık verdi:

“Ne oldu Leyla Hanım? Yoksa bir yeriniz mi ağrıyor?”

Şaşkın ve telaşlı bir hali vardı. O anda yanıma geliyordu ki ben de ona;

“Yok… Yok. Hemşire hanım. Bu yaşlar. Mutluluk yaşları.” diyerek karşılık verdim.

 

Sözlerime dayanamamış olmalı ki hemen yanıma gelip bana sarıldı. Bir süre öyle sarıldık ve sonra birbirimizden ayrıldık. Hemşire Alice gereken muayeneyi yaptı. Beni farklı bir yatağa aktarıp, başka bir odaya götürdü. Hemşire Alice,

 

“Doktor Bey birazdan yanınıza gelir. Bayan Şentürk.” diye, söylediğinde, gülümsemeye devam ediyordu.

 

Dosyayı olduğu yere bırakıp, birkaç adımda odamdan çıktı. Bir süre sonra, Doktor Steven geçici olarak kalbimi durduracak küçük şişeyi bana içirmek içeri girdi. Doktor Steven,

“Merhaba. Bayan Şentürk. Bugün nasılsınız bakalım?” diye sorduğunda ağır adımlarıyla odanın ortasına gelerek bana hafif gülümsüyordu.

“İyiyim. Doktor Bey.” diye gülümseyerek karşılık verdim. Doktor Steven,

“Size önemli bir şey söylem lazım. Bayan Şentürk.” derken benden bir şeyler sakladığı aşikardı. Bir süre sessizlik oldu. Bana ne söyleyeceğini zaman ilerledikçe merak etmeye başladım.

“Evet, buyurun. Doktor Bey! Bana ne söyleyecektiniz?” diye sordum.

 

Meraklı sesimle ve endişeli ifademle ona bakakalmıştım. Doktor, Steven;

 

“Tamam. Ben size…” diye, tam söz başlayacaktı ki hastanenin içinden silah sesleri, bağırışlar ve sağa sola kaçışlar başladı.

 

Zira şirketin adamları çoktan hastaneye girmiş; hemşire, temizlikçi, güvenlikçi demeden kim varsa katletmeye başlamıştı. O sırada başımı çevirerek odanın çıkışına doğru odaklandım. Neyse ki Doktor Steven yanımdaydı. Birkaç saniye sonra da Hemşire Alice odaya acele ile girdi. Hemşire Alice,

“Doktor Bey! Hastanenin girişi eli silahlı adamlarla dolu ve oradaki herkesi katlediyorlar.” derken söylediğinde yüzünden korku ve endişe akıyordu.

 

Doktor Steven, Hemşire Alice’nin yüzüne ciddi bir ifade ile baktı. Doktor Steven,

“Onlar bizim peşimizde değil, Bayan Şentürk’ün peşindeler. Demek yarım kalan işlerini bitirmeye geldiler.” dedi, düşünceli bir şekilde.

 

Hemşire Alice ve Doktor Steven hemen bana baktılar. Doktor Steven,

“Bana güveniyor musunuz?” diye sordu.

 

Demek sonunda beni buldular, diye düşündüm. Şirketin adamları hastanede önlerine çıkan herkesi öldürüp gittikçe bu odaya yaklaşıyorlardı. Bağrışmalar ve silah sesleri devam ediyordu. O anda Doktor Steven;

“Hadi ama… Zamanımız tükeniyor ve bizi bulmaları an meselesi. Bayan Şentürk.” dedi, panikle.

 

Bir an önce cevap verebilmem için beni acele ettiriyordu ki hemen o anda cevap verdim,

“Bilemiyorum. Daha sizi tanımıyorum bile. Ama emin de değilim.” diye.

İçimi büyük bir endişe ve korku kapladı. Ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemez bir halde Doktor Steven’e baktım. Doktor, Steven sözünü tekrarladı.

 

“Zaman tükeniyor. Hadi!” dedi acele ile. Ardından,

“O zaman bana başka çare bırakmadınız. Bayan Şentürk.” diye, kısık sesiyle ve ciddi yüz ifadesiyle hızla elini beyaz önlüğünün geniş cebinden çıkardığından bana yaklaştı. Elinde küçük bir şişe vardı. Hemşire Alice’ye baktı. Doktor Steven,

 

“Alice! Sen koridoru kolaçan et. Bize bir çıkış yolu bul.” diye, emir kipiyle söylediği anda Hemşire Alice,

“Peki… Doktor Bey.” deyip kendisine verilen emri yerine getirerek hızlıca odamdan koridora çıktı.

 

O esnada Doktor Steven tekrar bana döndü. Elindeki o küçük şişeyi uzattığı anda hemen elinden aldım ve şişeyi açtım. Birkaç saniye elimdeki şişeye baktıktan sonra şişedekini bir dikişte bitirdim. Elimdeki boş şişeyi bir kenara bıraktım. Aradan biraz zaman geçince gözlerime bir ağırlık çökmeye başladı. Sonra uykum geldi. O sırada Doktor, Sekter birkaç adımda odanın bir kenarında bulunan giysi dolabına yöneldi. Daha önceden giysi dolabına bıraktığı iki tane boş ceset torbasını aldı. Hemen yanındaki boş hasta yatağına ceset torbalarını bıraktı. Dışarda çatışma sesleri devam ediyordu. Fakat son iki patlamadan bir süre ortalık sessizliğe büründü. Sadece ayak sesleri gelmekteydi. Sesler giderek odama yaklaşıyordu. Doktor Steven silahını çıkarıp endişeli ve korkulu bir şekilde kapıya doğru tuttu. Kapı açılır açılmaz silahını içeriye giren kişiye doğrulttu. Lakin kapıdan gireni görünce afallayarak silahını indirip beline koydu. Zira odaya hızla giren Hemşire Alice’ti. Doktor Steven,

“Ah… Sen miydin? Öyle bir anda odaya girince...” diye, şaşkın sesiyle söylendi.

 

Ardından beni hasta yatağımdan kaldırıp, hemen yanındaki boş ceset torbasına yerleştirdi. Daha sonra Doktor Steven Hemşire Alice’ye baktı. Doktor Steven,

“Aşağıya durumlar nedir?” diye, merakla, endişeli ve korkulu bir ses tonuyla sordu.

 

Hemşire Alice,

 

“Hastanenin giriş katı ve diğer katlardaki hastalar, personeller, hemşireler, doktorlar ve bütün herkesi öldürmüşler. Her yer kan gölüne dönmüş. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyorlar. Doktor Bey.” dedi elindeki silahını beline sıkıştırırken... Hemen ardından ceset torbasının fermuarını kapatan Doktor Steven, torbayı getirdiği sedyeye aktardı. Doktor Steven, Hemşire Alice’e bakarak.

“Sen şimdi koridora çık. Etrafı kolaçan et. Ben de sedyeyle beraber hemen arkandan takip edeceğim. Tamam mı?” diye sordu.

Doktor Steven bir eliyle sedyeyi sürerken diğer eli ile belindeki silahı çıkardı. Birlikte etrafı kolaçan etmeye başladılar. Hemşire Alice,

“Peki... O zaman.” dedi, doktordan bakışını ayırıp.

 

Belindeki silahı eline alarak kapıya doğru ilerledi. Kapıya doğru her adım atışında sesler daha da artıyordu. Bir süre sonra kapıyı açan, Hemşire Alice, artık beyaz önlüğünü çıkardı, ardından Doktor Steven da önlüğünü çıkardı. Silahlarıyla etrafı kolaçan ederek sedyeyle birlikte ilerlediler. Ansızın koridorun başında iki adam belirdi. Bay Steven’ in arkadan gelen sesleri duyunca bir anda arkasına döndü. Silahıyla iki el ateş edip iki adamı da etkisiz hale getirdi. Hemen önüne dönerek sedyeyi sürmeye devam etti. Koridorun sonuna birkaç metre kaldığında ansızın soldaki hasta odasından bir adam Hemşire Alice’i engellemek için üzerine atladı. Bayan Alice bir süre o adamla boğuşmaya başladı. Her ikisinin elinde de silah vardı. Birden silah sesi duyuldu. Silahtan çıkan mermi duvara isabet etti. Hemşire Alice, silahını ateşleyerek adamın beynini domates gibi etrafa sıçrattı. Doktor Steven hemen ona elini uzattı. Koridoru geçip yangın merdivenine ulaştık.

 

Doktor Steven sedyedeki ceset torbasını omuzladığı gibi Hemşire Alice’e gözüyle işaret etti. Hızlıca merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladılar. Ellerindeki silahlarla etrafı hala kolaçan ederek bir an önce bu ceset yığınların olduğu binadan çıkmak istiyorlardı. İlacın etkisinin geçmesine iki dakika, kırk saniye kalmıştı. Ne var ki ben uyanmadan yangın merdiveninden çıkıp doğruca arabaya ilerlediler. Arabaya önce Hemşire Alice, ardından da ceset torbasıyla birlikte Doktor Steven bindi. Yangın merdivenin çıkışında beliren birkaç adam daha ellerinde silahlarıyla koşmaya devam ediyordu. Hemşire Alice son anda onları fark etti. Elindeki silahı onlara doğrulttu ve birkaç el ateş etti. Arabacı Alvin Cedric, bir anda elindeki kırbacıyla atlara vurduğu gibi araba hızlandı. Arabacı Alvin atlarıyla limana doğru ilerlemeye başladı. Yangın merdivenindeki adamlar da arabaya binip bizi takip etti. Westerly Polis departmanından da bir araba peşimize takılmıştı. Şirketin adamları araba seyir halindeyken bir yandan arabayı kurşunlamaya devam ediyordu. Bir yandan da polis arabası bizi yakalamaya çalışıyordu. Araba limana doğru hızla ilerlerken Doktor Steven ve Hemşire Alice onlarla çatışmaya devam ediyordu. Doktor Steven o esnada çatışmaya ara verip kontrol etmek amacıyla ceset torbasını hemen açtı ve bir süre gerekli kontrolleri yaptı. Ardından hemen torbanın fermuarını kapattı. Hemşire Alice de bulunduğu kabinin penceresinden silahı ile birlikte dışarıya doğru uzanmış arka tarafa doğru durmak bilmez bir şekilde ateş ediyordu. Ansızın arabacı Alvin Cedric;

“Bay Steven! Bay Steven! Limana yaklaşıyoruz. Efendim.” dedi.

 

Yüksek sesiyle hem kurşunların hedefinde olmamak için kendini koruyordu hem de elindeki kırbacı atların sırtına acımasızca daha hızlı ve daha sert vuruyordu. Elindeki kırbacı her vuruşunda atlar hissettiği acıdan dolayı daha yüksek ses çıkarmaya devam ediyordu. Kurşunlar arabanın üzerine yağmur gibi akıyordu. Arabanın pencerelerinden arkadan gelen adamlarla çatışmaya devam eden Doktor Steven ve Hemşire Alice silahlarının şarjörlerini yenilemek için pencereden içeri hızla çekildiler. Bay Steven,

“Sakın durma! Arabayı limana doğru sürmeye devam et. Bizim bir an önce bunlardan kurtulmamız lazım. Hem de hemen!” dedi.

 

O sırada hala uzaktan arabaya doğru ateş etmeye devam ediyorlardı. Arabacı Alvin Cedric.

“Bay Steven. Limana son bir buçuk saat kaldı. Efendim.” dedi.

 

Sesi yine yüksekti. Hala atlara vurulan kırbaç sesleri, atların çığlıklarına neden oluyordu. Sonunda pesimizdeki adamlardan kurtulmuş, izimizi kaybettirmiştik. Doktor Steven ve Hemşire Alice silahlarıyla etrafı kolaçan etmeye devam ediyordu. Etrafta kimsenin kalmadığını görmenin mutluluğu ile pencereleri kapatıp arkalarına yaslandılar. Bir süreliğine ellerinde silahlarıyla öylece sessizce oturdular. Bir anda akıllarına gelmiş olmalıyım ki ceset torbasını kontrol ettiler. Doktor Steven, arabacı Alvin’e,

“Şimdilik onlardan kurtulduk. Dostum.” diye seslendi.

Hemşire Alice, arabacı Alvin Cedric’e bir an baktı.

“Ne kadar yolumuz kaldı. Bay Alvin?” diye merakla sordu. hala endişeli yüz ifadesi yüzünde asılı duruyordu. Bay Alvin ise;


“Matmazel. Az önce de söylediğim gibi limana ulaşmamıza bir saate yakın bir zaman kaldı.” dedi.

 

Tatmin eder gibi sesiyle söylediğinde arabacının ağzında bir melodi çıkıyordu. Atlara vurduğu kırbaç sesleri ve atların sesleri de azalmıştı. Araba ilerledikçe sağa yönelip yavaşlamaya başladı. Bu hareket Doktor Steven’ in şüphelenmesine neden oldu. Doktor Steven arabacıya,



 

“Ne oldu? Neden yavaşladı bu araba? Arabacı cevap versene!” diye sorduğunda tedbir açısında hemen silahına davrandı.

 

Tam o esnada Hemşire Alice silahına davranmıştı ki Doktor Steven, diğer eli ile Hemşire Alice’ye müdahale etti. Hemşire Alice,

“Bay Steven!” dedi, titrek sesiyle çekinir bir halde.

 

Doktor Steven, Hemşire Alice’e,

“Ah! Lanet olsun! Sen bekle… Alice.” dedi.

 

Ona uzun uzun bakmaya başladı. Ardından Hemşire Alice elini silahından çekti. Bunu gören Doktor Steven başını hafif onaylar gibi salladı. Ardından elindeki silahın ucu ile pencerenin perdesini araladı. İlerideki polis barikatını gördüğünde hemen elindeki silahıyla perdeyi kapatıp kendini hafifçe içeri çekti. Arabacı,

“Bay Steven! Önümüzde bir grup polis ekibi var ve yolu kapatmışlar.” dedi.

O anda arabacının da korktuğu sesinin titremesinden anlamıştı. Arabacı hemen arabanın görünmemesi için arabayı yolun kenarına iyice yaklaştırdı. Hemşire Alice, Bay Alvin’e,

“Peki buralarda limana giden kestirme bir yol yok mudur Bay Alvin?” diye, samimi sesiyle sordu. Bay Alvin,

“Aslında bir tane var.” diye cevapladı.

 

Bay Steven hemen araya girerek,

“Öyle bir yol var mı Bay Alvin?” diye, sorunca Bay Alvin Cedric;

“Birkaç arşın geride kaldı, efendim.” diyerek karşılık verdi.

 

Doktor Steven elini iç cebine atarak cebinden çıkardığı bir kese altını arabacı Bay Alvin’e uzattı. Arabacı tam kendisine uzatılan bir kese dolu altını alacaktı ki Bay Steven ansızın elini geri çekti.

“Eğer bizi o kestirmeden götürürsen bu içi altın dolu keseyi sana veririm. Anlaştık mı?” diye sordu.

Doktor Steven hafifçe gülümseyerek Bay Alvin’ in yüzüne bakmaya devam etti. Doktor Steven,

 

“Ancak olur da bize bir yanlış yaparsan o zaman seni pişman ederim. Hayatının bundan sonraki bölümünü dört duvar arasında geçirirsin. Tamam mı?” diyerek Bay Alvin’i tehdit etti.

 

Doktor Steven, Bay Alvin’ in yüzüne ciddi ve acımasızca bakmaya devam etti. Arabacı,

“Tamam. Tamam. Siz kazandınız. Ben sizin ne demek istediğinizi çok iyi anladım, efendim.” diye, ürkekçe yanıtladı. Ardından Bay Steven,

“Bunu söyleyeceğini zaten tahmin etmiştim.” dedi.

 

Oturduğu yerde büyük bir özgüven ve memnuniyetle ayak üzerine attı. Ellerini birbirine kenetlemiş bir halde dizinin üzerine hafifçe bıraktı. Hemşire Alice de ona uzun uzun baktı.

“Bence o kadar rahat olmayın isterseniz. Sonuçta polisleri ve o adamları henüz atlatmış değiliz.” diye, küçümseyici bir ses tonuyla söylendi.

 

Doktor Steven’in bu rahatlığı Hemşire Alice’i kızdırmıştı. Ardından hemen arabacı Bay Alvin’e dönerek,

“Bizi hemen o bahsettiğiniz yoldan Boston Limanı’na götürün, Bay Alvin.” dedi.

 

Hemşire Alice ‘in sesini yükseltmesi ve Doktor Steven’e olan sert bakışı nedeni ile Doktor Steven hemen eski haline döndü. Doktor Steven,

“Beş dakika rahatlayalım dedim. Onu da çok gördün.” diye söylendi. Hemşire Alice’in yanıtı gecikmedi.

“Kusura bakmayın ya… Ben, sizin kadar meşrebi geniş olamıyorum. Malum peşimizde hala adamların olması beni tedirgin ediyor. Bu yüzden de tedbiri elden bırakmamak gerekiyor, beyefendi.” diye söylendi.

 

Doktor Steven, Hemşire Alice’nin karşısında kendisini mahcup hissetti. Önce boğazını temizledi. Sonra düşük sesiyle,

“Evet, arabacı. Gidelim. İstirham ederim!” dedi.

 

Bay Alvin,


“Peki, efendim…” diyerek karşılık verdi.

 

Arabacı değişik bir melodiyle elindeki kırbacı tekrar atlara vurarak arabayı geri çevirdi. Tam araba ilerlerken birkaç arşın ilerimizdeki barikatta bulunan polislerden biri bizi son anda fark etti.

“Hey! Durun. Size diyorum. Beni duymuyor musunuz?” diyen polisin sesi ay ışığının aydınlattığı sokakta yankılandı.

Hemşire Alice;

“Lanet olsun! Bizi fark ettiler.” dedi.

Endişeli, korkulu bir şekilde Doktor Steven’a baktı. Aynı anda aceleyle silahlarını ellerine alıp, kabinin pencerelerinden polis barikatına doğru baktılar. Araba hareket etmeye başladığında polisler de arabaya ateş etmeye başladı. Kurşunların bazıları arabaya isabet etti. Doktor Steven ile Hemşire Alice de silahları ile karşılık vermeye başladılar. Arabacı Alvin ise elinden geleni yapıyor, arabayı hızla kestirme yola doğru sürmeye devam ediyordu. Doktor Steven, Bay Alvin’e,

“Biraz daha hızlı arabacı. Biraz daha…! Yoksa yakalanacağız.” diye bağırdı.

 

Bay Alvin’in ağzıyla çıkardığı melodi ve atlara vurduğu kırbaç sesi daha da artmıştı. Atlar daha da hızlı gitmeye başladı. Bay Alvin bir an önce peşlerindeki polis devriyelerine izini kaybettirme ümidiyle dışı ahşap, iki, üç katlı ve oldukça kalabalık bir yola saptı. Bay Alvin,

“İnanın elimden geleni yapıyorum, efendim.” dedi.

 

Bir yandan arabaya gelen kurşunlardan kendini öte yandan atlarını korumaya çalıştı. O sırada aceleyle Bay Steven’a cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Bay Steven;

“Elinden geleni değil, yapman gerekeni yap. Arabacı!” dedi.

 

Bunu duyan arabacı Bay Alvin, sinirlenmiş olmalı ki elindeki kırbacı intikam atlara salladı. Arabacının sinirlendiğini anlayan Hemşire Alice hızlı bir şekilde çatışmaya kısa bir ara verip gibi pencereden kendini geri çekti.

“Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz Bay Steven?” dedi azarlarcasına.

 

Doktor Steven’ı pencereden öfkeyle çektiği gibi hemen arkasındaki koltuğa attı. Yüksek sesiyle ortalığı inletti. bir anda göz göze geldiklerinde Hemşire Alice, kahverengi alacalı gözleriyle, bukleli saçlarıyla, sert bakışlarıyla ve savaşçı ruhuyla Doktor Steven’a karşı geldi. Doktor Steven;

“Alice… Şu an çatışmanın ortasındayız ve sen bu konuya mı sinirlendin gerçekten?” dedi gözlerini kısarak ve de Hemşire Alice’i ikna etmek ister gibi yüzüne baktı. Hemşire Alice;

“Bay Steven! Adamı rahat bırakın. İstirham ederim. O üzerine düşeni yapıyor zaten. Siz de yapsanız sevinirim.” dedi.

 

Doktor Steven bıkkınlıkla,

“Of ya… Alice. Tamam.” dedi.

 

Ardından yerinden kalkıp, yarım kalan çatışmaya devam etti. Arabanın yön değiştirdiğini fark ettiklerinde silah sesleri azaldı. Etrafı ağaçlarla dolu bir bozuk patika yolda olduklarını arabanın belli belirsiz titrediğinden anladılar. Etraf zifiri karanlık olmasına rağmen, geceyi güneş gibi aydınlatan bir ay sık ağaçlarının arasından ara sıra göz kırpıyordu. Bir süre sonra patika yolun bittiğini arabanın titremesi azalıp araba tekrar sağ tarafa doğru yöneldiğinde anladılar. İleriki tabelada “Revere St” yazdığını gördükten hemen sonra peşlerindeki polis devriyelerinden kurtulduğunu anlayan Doktor Steven ve Hemşire Alice hemen pencerelerden arabanın kabinine döndüler. Bay Steven,

“Polislerin böyle bir anda peşimizden kaybolmaları beni şüphelendirdi.” dedi.

 

Endişelendiği her halinden belliydi. O sırada arabacı ilerlemeye devam ediyordu. Hemşire Alice’in gözlerini Doktor Steven’ in üzerinden çekip oturduğu yerin yanındaki perdesi çekilmiş, pencerenin dışındaki ay ışığının vurduğu sahil ve deniz manzarasına çevrildi. Bir süre manzaraya daldı. Arabacının arabayı sol tarafa doğru sürmesiyle içinde kayıp olduğu deniz manzarası da gözünün önünden silinip, gitti. Hemşire Alice,

“Polis devriyeleri neden peşimizi bırakmış olabilir, sizce Bay Steven?”
diye, meraklı ve şüpheci bir tonda sordu. Kahverengi, alacalı gözlerini pencereden ayırıp karşısında oturan Doktor Steven’a dikti. Doktor Steven;

“Bilemiyorum. Üst düzey yetkili birinden emir almış olabilirler.” diye cevapladı. Hemşire Alice,

“İç işleri bakanından mı bahsediyorsunuz?” diyerek hayretle Doktor Steven’a baktı.

Doktor Steven başını iki yana salladı. Hafifçe eğilir ve zeytin siyahı olan gözlerini Hemşire Alice’nin alacalı kahverengi gözlerine dikmiş bir vaziyette sözüne devam etti.

“Hayır. Demek istediğim bu iş İç işleri bakanlığının da boyunu aşar. Bize kalır.” dedi.

Bir süre göz göze bakışmalar devam ettiler. Birden araya arabacı Bay Alvin girdi.

“Efendim. Boston Limanı göründü.” diye, söylediğinde o anda Hemşire Alice kendine gelip, konuya daha hâkim olmak için tam cevap verecekti ki Doktor Steven konuşmaya başladı. Doktor Steven,

“Tamam. Bay Alvin!” diye, havalı sesiyle söylediğinde ansızın ruhunu kıskançlık kaplayıverdi.

 

O esnada gözlerini Hemşire Alice’ye çevirdi. ortalık bir süreliğine sessizliğe büründü. Konuşmanın yerini üstü kapalı vücut işaretleri aldı. Sessizliğini bozan Hemşire Alice oldu.

“Limana yaklaşıyoruz. Bay Steven.” dedi.

 

Keyifsiz sesiyle bunu söylediğinde aynı zamanda hafif gülümseyerek Doktor Steven’a baktı.

“Bunu biliyorum. Zaten.” dedi, Doktor Steven.

 

Ukalalığını korumaya devam ediyordu. O esnada elini yavaşça ceketinin iç cebine daldırdı. Önceden ayarlanmış gemi bileti ve iki tane talep formunu olan kağıtları çıkardı. Kağıtlardan birini Hemşire Alice’e uzattı. Hemşire Alice,

“Teşekkür ederim. Bay Steven.” diye karşılık verdi.

 

Doktor Steven’dan da cevap gecikmedi.

“Rica ederim. Ne demek…” derken sıcak sesine hafif gülümsemesi eşlik ediyordu. Bir anda siyah ceset torbasından nefes sesleri duymaya başladılar. Hemşire Alice ve Doktor Steven kısa bir süreliğine irkildiler. Kendine gelen Hemşire Alice, harekete geçip, ceset torbasının fermuarını açtı. O esnada ceset torbasından dışarıya sıçradım. Kendime gelebilmek için bir yandan derin derin nefes alıp vermeye başladım. İçinde bulunduğum ceset torbasından kurtulmam için Doktor Steven ve Hemşire Alice bana yardım ediyorlardı. Etrafa şaşkınlıkla bakınmaya devam ediyordum ve en son Hemşire Alice’e bakakaldım.

“Bay… Bayan Alice! Ben neredeyim? Neler oldu?” diye, korkulu gözlerle sorduğumda soğuk bedenimle hala ısınmaya çalışıyordum.

 

Titrediğimi gören Hemşire Alice hemen üzerindeki paltoyu çıkarıp, üzerime örttü. Doktor Steven konuyu değiştirerek araya girdi.

“Bayan Şentürk! Bayan Şentürk!” diye, seslenmeye başladığında birden ona dönüp hayretle bakmaya başladım. Sözlerine devam etti. Doktor Steven,


“Siz iyi misiniz? Nasılsınız?” diye sual etti.

“Daha iyi olacağım, Bay Steven.” dedim.

 

Kendimi iyi hissetmek ister gibi ona bakmaya devam ettim. Hemşire Alice araya girdi.

“Eminsiniz değil mi? İyisiniz yani!” diye, sorduğunda ben de başımı sallamaya başladım. Hemşire Alice’e,

“Daha iyi olacağım. Daha iyi olacağım. Ama biraz zamana ihtiyacım var.” dedim.

 

Ardından ceset torbasından çıkıp kenardaki koltuklardan birine oturmayı istesem de bütün vücudumun buz gibi olması bana engel oldu. Bayan Alice yanıma sokuldu ve bana koltuğa geçmemde yardım etti. Bayan Alice sözüne devam etti.

“Bayan Şentürk. Uzun süre boyunca tarikatın adamları ve bütün şehrin polisleri ile çatışmalara devam ettik ve sonunda onları bir şekilde atlatmayı başardık.” diye, söylediğinde birden başımı merak eder gibi Bayan Alice’ye döndürdüm.

 

Onu merakla dinlemeye devam ediyordum.

“Peki ya…! Şimdi? Ah…” diye, tam konuşuyordum ki hala alışmaya çalıştığım bedensel olarak bu ani soğuk-sıcak geçişinin süreci bana engel oldu. Sorularıma devam edeceğim sırada Bay Steven araya girdi.

“Bayan Şentürk. Bayan Şentürk. İstirham ederim! Artık kendinize gelmeniz lazım. Kendi iyiliğiniz için. İlacın etkisinin geçmiş olmalı. Uzun zamandır uyuyordunuz. İlacın bu kadar kuvvetle tesir etmesi bünyenizin zayıflığından kaynaklanıyor olmalı.” diye konuştu.

 

Doktor Steven bana hem metanetli olmamda yardım ediyor hem de bir an önce kendime gelebilmem için destek oluyordu. Gökyüzündeki mavi ve beyaz renk tonları sürekli yer değiştiriyordu. Bir süre devam etmekte olan hafif meltemli rüzgâr hasıl olmuş, ardından denizin dalgaları ve martı sesleri peyda olmuştu. Boston Limanı’nda daha önce hiç olmadığı kadar fırtına öncesi sessizlik olmuştu. O esnada Bay Steven’ a döndüm.

“Tamam, artık hazırım. Gidelim.” diye, tatmin edici sesimle konuştuktan sonra gözlerimi onun gözlerinden ayırdım ve başımı hafif sallayarak sözlerimi tasdik ettim.

 

Araba hala Boston Limanı’nda duruyor ve Doktor Steven da başını sallayarak beni onayladı. Ardından Hemşire Alice’ e döndü.

“Seni önden git. Etrafı kolaçan et. Bayan Şentürk de arkadan gelir. Ben de arkanızdan etrafı kolaçan ederim.” diye, emredercesine uyarıcı ses tonuyla konuştu.

 

Ciddi bir yüz ifadesine büründüğümde Hemşire Alice’ ten yanıt gecikmedi.

“Anlaşıldı. Evraklarımı alayım. İstirham ederim.” diye, istekli ve hatırlatıcı sesiyle yanıtladı.

 

Doktor Steven gözlerini ona çevirdi ve bıkkın bir yüz ifadesiyle karşılık verdi. Doktor Steven;

“Sen ne zırvalıyorsun? Evraklar sende ya!” dedi.

Hatırlatıcı sesiyle hiç gecikmeden ona bunu söylemiş, aralarında tuhaf bir iletişim hasıl olduğunu her ne kadar anlasam ben anlamamış gibi davrandım. Hemşire Alice’de,

“Ah…! Doğruya… İnsanda akıl mı bırakıyorsunuz Bay Steven?” diye, şaşkınlığın verdiği sesiyle beraber bir anda bütün ceplerini aramaya başladı.

 

Kısa süre içinde ilgili evrakları buldu. Bir yandan da eliyle alnına o şaşkınlığı verdiği yüz ifadesiyle birlikte hızla vurdu. Hemşire Alice,

 

“Tüh! Buradaymış.” dedi.

 

Doktor Steven muzipçe göz kırparak gülümsedi. Ardından,

“He… o kadar aklını almışım demek!” dedi. Hemşire Alice hızla cevabını verdi.

“Her neyse… İşimize dönelim.” dedi.

 

Utangaç sesiyle bu sözü söylediğinde Doktor Steven,

“Hadi bakalım. Bu seferlik böyle olsun.” dedi.

 

Hemşire Alice, Doktor Steven’ in söylediğini hiç umursamadan eline silahını aldı ve kabinden dışarıya uzandı. Etrafı kolaçan etmeye başladı. Boston Limanı oldukça tenha görünüyordu. Etrafta dolaşan birkaç insandan başka kimse yoktu. Tabiri caizse in cin top oynuyordu. Hemşire Alice arabadan inip temkinli bir şekilde ilerledi. Arkasında kalan arabaya bakmaya başladığında peşinden ben de arabadan indim. Bir süre Hemşire Alice’ in peşinden ilerledim. Arkamdan da Doktor Steven arabadan indi. Aceleyle arabacı Bay Alvin’in ücretini ödedi. Ardından bilet kontrol ve güvenlik noktalarının olduğu yere doğru hızla ilerledik. İçimde kötü bir his vardı. Sanki tarikatın adamları pusu kurmuş bizi bekliyordu. Etrafı korku ile kolaçan ettim. O esnada bilet kontrol ve güvenlik noktalarına vardık. Güvenlik kontrol memurlarından biri,

“Merhabalar. Hepiniz hoş geldiniz.” dedi.

 

Hemşire Alice;

“Hoş buldum. Memur Bey.” diyerek yüzünde sahte bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kontrol memuru;

“Kimliğiniz ve biletiniz. İstirham ederim.” dedi.


Hemşire Alice giydiği açık kahverengi paltonun cebinden bir evrakları çıkardı ve güvenlik memuruna uzattı. Güvenlik Memuru,

 

“Tamam. Siz geçebilirsiniz.” diyerek kontrol ettiği evrakları geri uzattı.

 

Hemşire Alice’in arkasından ben de geçiyordum ki güvenlik memuru beni durdurdu.

“Siz nereye gidiyorsunuz? Ben size…” diyerek tam sözüne devam edecekti ki araya Bay Steven girdi.

 

“Bir sorun mu var?” diye sordu.

Ardından güvenlik memuruna göz kırparak sözüne devam etti.

 

“Sorgu suale gerek var mı? Nedir bu teamül?” Dedi, sinirli bir yüz ifadesiyle. Kontrol Memuru,

“Yok. Bir şey… Efendim.” dedi.

 

Korkudan geri adım attı. Doktor Steven daha da sinirlendi.

“Eh… Daha ne? Hadi geri bas. Sizinle uğraşacak vaktimiz yok şimdi.” diye öfkeli sesiyle ve de yüz ifadeleriyle tam kontrol memuruna el kaldırmıştı ki sonrasında bu gayri ihtiyari hareketinden vazgeçti. O sinirle cebindeki evrakları çıkardığı gibi kontrol memuruna gösterdi. Doktor Steven konuşmasına devam etti. “Bakın. Bizim dokunulmazlığımız var. Dolayısıyla yanımdakilerin de dokunulmazlığı var. Yani bize en ufak hareketinde soluğunu hapishanede alırsın. Ona göre…” dedi.

Öfkeli tavrıyla kontrol memuruna parmağını sallıyordu. Elindeki kâğıdı cebine sokması ile hızla geri çektiğinde kontrol memuru;

“Tamam. Beyefendi. Geçebilirsiniz.” diye sinirli ve canı sıkkın bir tavırda yanıt verdi.

Güvenlik kontrol noktasında birlikte ayrıldık. karşıdaki Türk yolcu gemisine doğru yukarıya doğru uzunca uzanan merdivenden çıkmaya başladık. Gemiye adım atacağımız sırada bir anda bir el silah ateş sesi kulaklarımızda çınladı. Aniden vaveylalar gökleri deldi. Herkes bir anda can havli ile koşuşturmaya başladı. İçler acısı bir durum söz konusu olmuştu. Vurulan… vurulan… Bay…?

 

 

--------------------------------------------S.O.N******************************************

Loading...
0%