Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Ara, Bul & Yok Et.

@utangac_yazar.ylmz

 

   

 

Genelde işe gittiğim zaman masamın dağınık olmasını sevmem aksi takdir de yarın sabah masamın düzeltilmiş olduğunu görmezsem veya herhangi bir yerin dağınık konusunda ise benim titizliğimden kaynaklı olmasından nefret ediyordum. Çünkü düzenli olmak konusunda titiz olmayı sevemiyordum.

 

Bir süre kendi odama gittiğimde masamı düzelttikten hemen sonra, aynalı askı yerine yönelirken hemen yan masanın üzerindeki o telgraf çalışmaya başlamış, çalışanlarımdan telgraf memuru ise hemen o telgrafın diğer ucundan çıkan şerit kâğıdı o cihazdan kopararak hemen masanın üzerindeki kalemliğinden kalem ve bir parça kâğıdı alır. O şerit kâğıtta yazılan bazı yerlerine nokta, bazı yerlerine kısa bir düz çizgi yazıyor, olsa da telgraf memuru İshak Bey ise hemen bu şerit kâğıtta yazan o nokta ve kısa düz çizgileri tercüme ederek önündeki kâğıda yazdığında bana doğru doğru uzatarak,

 

‘’efendim, size gelmiş sanırım.’’

 

O elindeki bana uzatır. Uzatmaz. Hemen elindeki o not kağıdını aldığımda,

 

‘’Teşekkür ederim.’’

 

Ona karşı hafif gülümseyerek almış olduğum elimdeki küçük not kağıdını açmak için sabırsızlanıyordum. Ki o cümleyi okur. Okumaz.

 

Yüzümdeki şaşkınlığımı bir an saklayamaz oldum. Hemen yanımdaki çalışanımdan gizlenerek ve kimse görmeden bana o telgraftan gelen tek bir şey yazılıydı. Ve bu yazıyı her kim gönderdiyse bilinmeyen kişi olduğu kadar benim hakkımda da çok derin araştırma söz konusu olduğu kadar bilgiye sahip zannımca. Ancak o her kimse onun beni tanıdığı kesindi.

 

‘’ Biletin önceden alındı. Piri Beyler Tren İstasyonu. Türkiye, Bursa, 14 Nisan Çarşamba günü saat:13:00’de...’’

 

O an korkum ve tedirginliğim hala devam etmekteydi. Birkaç saniye sonra tekrar çalışma masamın üzerindeki telgraf cihazının o an aniden çalışmaya başlayınca bir anda gözüm yan masada çalışan İshak Beye öylece bakmaya devam ederken...

 

‘’Ne yazıyor. O kâğıtta. İshak Bey?’’

Merak içinde ona sorduğumda birkaç saniye sonra anladım ki bu yazının yine o bilinmeyenden geldiğini anlayınca. İshak Bey ikinci kez gelen şerit kâğıdı kopardığı zaman tam aynı soruyu tekrar soracaktım ki İshak Bey önce davranarak sorduğum soruya şu şekilde cevap verir.

 

‘’Detaylar sana bir posta kuryesi ile işyerine gönderilecek. Diye yazıyor. Patron.’’

 

Okur. Okumaz. O an yüzümü endişe ve tedirgin kaplayınca elimi İshak Beyin masasına doğru uzatarak o endişe ile acele bir şekilde...

 

‘’İshak Efendi. İshak efendi. Hemen o kâğıdı bana verin. Hemen... ‘’

 

İshak efendi bir şey anlamamış şaşkın bir vaziyette bana bakmaya devam not aldığı kâğıdı bana uzattığında bir çırpıda elinden alır. Almaz.

 

Hemen o kâğıdı imha ettiğimde bir anda yüzümün şekli bembeyaz olmuş, şaşkın vaziyetteyken bir yandan yüz ifademim endişeli ve korku dolu ifadeye yer vermişken, Bir yandan da odamın dışındaki o büyük salondaki diğer çalışanlarımın var olduğundan acele ile kimse beni fark etmeden odam dan dışarı çıkar. Çıkmaz. Göz gezdiriyordum. Çalışanlarımdan biri ondan şüpheli bir izlenimle gözetmeyeceğinden emin olana kadar etrafındaki çalışanları göz ucu ile bakınıyordum. Ki İshak beyden aldığım o bilinemeyen haberi alır. Almaz. Aklıma kalan şu düşünce hasıl oldu.

 

‘’Detaylar yarın mı!’’

 

Kendimce bu denile düşünce hasıl olduğu o an telgraf memuru İshak Beyden gelen yazıyı dikkate almayacağımı ve sözde gizli olan görevimin başında olmayacağımı hatırladım. Bir an... İş yerimdeki iş yoğunluğumu bitirdikten hemen sonra aynalı askıdan şapkamı ve paltomu aldığım gibi aynı yüz ifadem ile kapıyı açtığım gibi odamdan dışarı çıkar. Çıkmaz. İshak Bey,

 

‘’Nereye patron?’’

 

Tam ayağa kalmış, kapıya doğru gidiyordum ki meraklı gözlerle bakmaya devam ederken,

 

‘’sen işine bak. Bana soru sormayı kes. Ha eğer o bilinmeyenden bir haber daha gelirse umursamayıver.’’

 

Acele bir şekilde kapıyı açar. Açmaz. Tam kapıyı açmış gidiyordum ki İshak Bey arkamdan,

 

‘’Peki patron. Siz nasıl isterseniz.’’

Söyler. Söylemez. İshak efendi hemen önündeki işi ile meşgul olamaya başladığında ben çoktan binadan çıkmış, birkaç sokak ötede olan köşküme doğru tam binadan çıkacaktım ki salondaki çalışanlardan Ahmet efendiye,

 

‘’Ahmet. ‘’

 

‘’Efendim patron.’’

 

‘’Çıkarken dükkânın kapıyı kilit vurmaya unutma.’’

 

‘’Tamam patron.’’

 

Lacivert paltomu giymiş bir süre sonra köşküme doğru binadan çıktığımda bir yandan kafamdaki o karışıklığı toparlamaya çalışmaya. Bir yandan da adı sanı bilinmeyen bir tarikat tarafından gelen daveti düşünmeye başlamıştım.

 

Hemen birkaç metre uzaktan gelen faytonu çağırdım. Fayton yanıma gelir. Gelmez. Kapıyı açtım. İngiliz şapkamı başımdan çıkardıktan sonra gelen faytona bindikten hemen sonra elimdeki şapkamı sol dizimin üstüne sakince oturturum. Elimdeki bastonumu yere vurarak arabacı ise atına değişik bir melodi ile faytonun hareket etmesini sağladığında ben o an faytonun içerisinden dışarıyı izlemeye devam ederken önümdeki ahşap panelde küçük bir pencereden arabacının atı nasıl sürdüğünü izlerken arabacının yüz hatlarının görme şansını yakalamaya çalıştım ama sonraya erteleyip, daha sonraya bıraktığımda sonrasında tekrar pencereden dışarıyı izlemeye devam ettiğimde arabacıya,

 

‘’Şentürkler köşküne arabacı.’’

 

Pencereden gözlerimi ayırıp, başımı arabacıya doğru çevirdiğimde emrivaki sesimle ona söylediğimde ona,

 

‘’Siz nasıl isterseniz bayım.’’

 

‘’Buyurun. Efendim. İstediğiniz adrese geldik.’’

 

Arabacı oturduğu yerden iner ve nezaket kuralına uyarak bana karşı son derece nezaket göstererek faytonun kapıyı açınca bende içinde bulunduğum faytondan...

 

‘’Teşekkür ederim.’’

 

‘’Rica ederim.’’

 

Dediğimde arabacı bana gülümsemeye devam ederken o esnada ücretini ödediğimde

 

‘’İyi akşamlar. Evladım’’

 

‘’Size de iyi akşamlar Bay Şentürk.’’

 

Dizimin üstündeki İngiliz şapkamı nazikçe alıp başımın üstüne yerleştirmiş ve paltomu da almış bir an önce faytondan iner. İnmez. Karşımdaki köşke doğru yürümeye başlamış, hafifçe gülümsemeye ailemin yanına olmanın mutluluğunu yaşamanın heyecanıyla çoktan köşkün kapısının olduğu yere varmış, kapıyı tıklayarak kendi bildiğim melodi ile tıklamayı birkaç saniye sürdüğümde aniden köşkün o büyük görkemli kapı açılır. Ve bir anda gözüme ilişen Leyla olur. Beni görür. Görmez. Bana,

 

‘’Hoş geldin. Beyim’’

 

‘’Hoş buldum. Hanım.’’

 

‘’Beyim, sofra hazır. İstersen geçelim. ‘’

 

Ardından yemek çeşitlerini ve tatlı çeşitlerini salona taşıması için mutfağa gittiğinde,

 

‘’Merve, bana yardım eder misin?’’

Annesini mutfağa giderken görmüş olmalı ki oturduğu tekli kanepeden bir an önce kalkar ve...

 

‘’Şimdi geliyorum anne.’’

 

Hemen annesinin yanına mutfağa ona yardım etmeye gittiğinde,

 

‘’sen şu tatlıları al da gel. Bende şimdi geliyorum.’’

 

Dediğinde tatlılardan kestane şekerini görseli güzel bir geniş bir kâseye koyduktan sonra mermerin üzerine bırakır ki Merve o tatlıyı koyduğu geniş kâseyi alabilsin diye. Zira öyle de oldu. Merve mermerin üzerindeki o geniş kâseyi eline aldığı gibi sofranın olduğu yere yani salona doğru gider. Gitmez. Ardından da kurulu olan masanın üzerine o geniş kâseyi bıraktığı an leyla ise,

 

‘’Merve kızım mutfaktaki son tatlıyı alır mısın?’’

 

‘’peki anne...’’

 

Tekrardan mutfağa giderek o son tatlı çeşidini alır. Almaz. Sofraya geri döner. O esnada leyla mutfaktaki bütün yemek çeşitlerini salona getirmiş ve dahi yemek servislerini yapmıştır. Yemek servisini yapan leyla teker teker kızları olan Deniz ve Güneş ardından da İsmail efendiyi sofraya çağırdığı an da herkes sofradaki sandalyelere otururlar. Sonra kızlarından biri çıkıp der ki,

 

‘’anne bugün yemekte ne var?’’

 

Bir yandan önündeki yemeğini yerken bir yandan bardağını uzatarak...

 

‘’su alabilir miyim?’’ diye hatırlattığı andan annesi o anda masanın ortasındaki sürahiyi eline alarak kendisine uzatılan bardağı doldururken diğer yandan ona yemek çeşitlerini sayar.

 

‘’pideli köfte, kestane kuzu güveci, keleş güveci yemekleri var. Kızım.’’

 

Dediğinde önündeki tabağını alır. Almaz. Masadan tam kalkacağın esnada kızların Güneş hemen durumu anlar ve...

 

‘’anne ben alıyım.’’

 

Annesinin elindeki o boş tabağı aldığı gibi tam yemeklerin olduğu yere gidiyordu ki leyla araya girerek,

 

‘’kestane kuzu güvecinden olsun. Kızım...’’

 

O anda yemeklerin olduğu yere olduğu yere gittiğinde leyla elinden o tabağı alan kızına doğru bakarak...

 

‘’tamam yeterli. Kızım.’’

 

Dediğinde o güvecin üzerini kapattığı an elinde dolu tabağı ile geri dönerek annesine verdiğinde annesi kızı Güneş’e,

 

‘’çok teşekkür ederim.’’

 

Birbirlerinin yüzüne hafif tebessümle bakarken kızlarından Güneş ise,

 

‘’Rica ederim. Ne demek anneciğim.’’

 

Dediğinde hemen yerine hızlı adımlarıyla giderken o an tabağımı boş görmüş olmalı ki ortanca kardeşi olan Deniz onu kıskanarak araya girerek bana...

 

‘’baba ben alıyım.’’

 

Hemen hızlı adımları ile yanıma gelerek önümdeki o tabağı alarak ...

 

‘’Annemin aldığı yemekten mi?’’

 

Dediğinde bir an ona baka kaldım. Ve ona...

 

‘’Hayır. Kızım. Kestane güvecinde, ama az olsun.’’

 

Söyler. Söylemez. Bir an ona baktım ve...

 

‘’tamam. Yeterli.’’

 

Ardından yanıma gelerek o tabağı önüme uzattığında ona karşı hafif tebessümle bakarken ...

 

                  

‘’Afiyet bal şeker olsun.’’

Yemek faslını bitirdikten sonra çocuklar tam masadan ayrılıyordu ki onlara,

 

‘’Deniz, Güneş nereye böyle?’’

 

Onlara bilerekten kalmadan önce yapmaları gereken ile ilgili sordum. Deniz ‘de bana karşılık vermişti.

 

‘’ Baba ben odama ders çalışmaya gidecektim. Ama...’’

 

Dediğinde hemen sonrasında Güneş’e

 

‘’sen nereye gidiyorsun?’’

 

Sorduğum da Güneş ise,

 

‘’Baba ben de kitap okuyacağım. Zamanımı iyi değerlendirmem gerek. Bir türlü en sevdiğim kitabımı okuyamadım.’’

 

Bende onların masada çok önemli bir şey unuttuklarını hatırlatmak ve birazda onlara hatırlatarak...

 

‘’Hayır, Önce nimetleri bize bahşeden rabbimize dua edeceksiniz. Öyle kalkmalıyız. Masadan öyle değil mi?’’

 

Onlara uyarıda bulunduğumda. Deniz,

 

‘’ Tamam. Baba özür dilerim.’’ Cevap verdiğinde Güneş ise,

 

‘’Bir daha olmaz baba özür dilerim.’’

 

Çünkü hepsinin türlü türlü bahaneler ürettiğini biliyordum. Sofradan kalktıktan sonra köşedeki koltuğa oturmadan önce solda bulunan sehpanın üzerindeki günün gazetelerinden birini elime aldım. Koltuğa öylece otururken bir yandan elimdeki gazeteyi incelemeye başlar başlamaz çocuklardan biri soru sorarlar;

 

‘’ Baba, biraz mazinden anlatabilir misiniz?’’

 

Çocuklardan birine latife yaptığını sanmıştım. Ama her ne kadar anlatmak istemesem de gün gelecek geçmişimden her biri yüzleşecekti. Sonra derin bir iç çektim. Ve gazetemi yanımda duran masanın üzerine bıraktım. Daha sonra da hanıma kahve yapması için rica da bulundum.

 

‘’Hanım bana sade bir kahve yapar mısın? ‘’

 

‘’ Hemen yapıyorum.’’

 

Eşim Leyla bol köpüklü kahve yapması ile mutfağa geçer kahvesini hazırladıktan sonra da...

 

‘’Buyurun. Beyim. Kahveniz hazır. Dediğin gibi sade ve bol köpüklü.’’

 

Ben sol tarafta bulunan masanın üzerine koyuyordum. Ara sıra masanın üzerinden kahveyi aldım. Küçük küçük yudumlamaya başlamıştım.

 

‘’çok teşekkür ederim. Ellerine sağlık hanım çok güzel olmuş.’’

 

‘’Ne demek. Rica ederim. Beyim. Afiyet bal şeker olsun.’’

 

Oğlum ve kızlarım beni öyle dinliyorlardı ki, yanlarında top patlasa dahi ürkmezler, o derece yani.

 

Babam beni hayatta istememiş, hatta bana neredeyse düşman gözü ile bakmaya devam ederken aşırı derece psikolojik baskılar yapmaya başlamış. Öyle de devam ediyordu. Kollarımı sıvayıp, bir an önce iş bulmanın peşinde koşuyordum ki, önümde bir adam belirmişti. Beyaz gömleği, siyah takım elbisesi ve üstünde de uzunca uzanan paltosu vardı. Bana gülümseyerek beni kahve içmeye davet ettiğinde ise bende merak ederekten peşinden gittim. Lakin çok nazikti kendisi bir masaya doğru yöneldikten sonra Bay Kelvin Morris onurlu bir adama benziyordu. Üstündeki uzunca olan paltosunu çıkarıp masanın yanında bulunan sandalyenin üzerine yerleştirdikten sonra önce benim sandalyeme oturmamı istedi sonrasın da ise kendisi oturmuştu. Şapkasını başından alıp masanın üzerine sol yanına nazikçe bırakmıştı. Etrafındaki serbest olan garsonlardan birini yanına çağırarak ondan menü kitapçığını getirmesinde ricada bulununca garson ise şöyle söylemişti. (Hayhay Bay Morris) ona karşı hafif gülümserken onu tanır gibi söylemişti. Garson masanın yanımıza gelerek,

 

‘’ Buyurun Bay Morris.’’

 

Menü kitapçığını uzatarak Bay Morris,

 

’’ Teşekkür ederim.’’

 

Nazikçe menüyü o garsondan alıp, bana uzattığında ise,

 

‘’ilk misafirler’’

 

Bana karşı nezakette bulunduğunda hafifçe gülümseyerekten menü kitapçığını tekrar garsona uzattığımda,

 

‘’ Sade köpüklü. Lütfen’’

 

Sipariş verdikten sonra gözümü bir an gök yüzündeki cıvıldayan kuş sürülerinin kuzeye doğru gittiği ve bulutların siyah inci gibi kararması ile dengelerinin kaybetmesi sonucunda oluşan o büyük cazibeli ışık öyle gözümü kamaştırmıştı ki Bay Morris’i görmekten zorlanıyordum. Birkaç dakika sonra o büyük ses hasıl olmuştu. Sonra da (aman tanrım, bu ne inanılmaz doğa döngüsü idi öyle.) Diye kendimi bir türlü alı koyamıyordum.

 

Her ne kadar anlatmak istemesem de Deniz, Güneş, Merve ve İsmail Efendi benim bu mazide olan bitenleri çok merak ediyordu. Yaşadığım önceki yaşanmışlık mazileri neden bize anlatmak istemediğini daha yeni yeni çocuklarımın anladıklarını gözlerinden görmekteydim. Lakin çok da merak ediyordular. Anneleri ile nasıl tanıştığımızı merak edemeden yerlerinde duramıyorlardı şahsen. Ben köşe de duran antika saate bakıverdim. Ve saatin daha geç olmadığını anladığımda şöyle başladım. Hikayeme...

 

‘’Eskiden önce annenle ben daha yeni lisedeyken görüşmeye başlamıştık. O vakitler. Bir köşkümüz bile yoktu. Kendi kiralık evimiz vardı. Daha gençlik zamanlarımızdı. Annemin ve babamın gözünde halen daha küçücük bir çocuk gibiydim. Yaşım Yirmi yaşlarında falan... Yine de ailem beni nasıl küçükken seviyorlarsa. Şimdi de aynı maneviyatta bulunuyorlardı.’’
Kabaca anlatmaya devam ediyordum. Ki kızlarımdan Merve,

 

‘’Pe ki, baba daha sonra ne oldu?’’

 

Gülümseyerekten oğlum İsmail Efendi benim yerime şöyle cevap vermişti. Merve’ye,

‘’Biraz sabret istersen.’’

Heyecanına yenik haldeydi İsmail Efendi.

‘’Biraz bekleyin. Henüz o kısma gelmedim.’’

Bu arada hafif gülümsemeyi ihmal etmeyi de unutmadığım gibi hikayemi anlatmaya devam ediyordum. Deniz ve Güneş ise dizimin önünde çökmüş bir vaziyette, pür dikkat ile dinlerken aynı zamanda da başlarını hafifçe onaylar gibi sallamıştı. Merve ve İsmail Efendi, benim ile aramızda geçen o sıcak konuşmamızı onaylarcasına devam etmişti. Bende anlatmaya devam ediyordum.

‘’Sanki gökyüzü yarılmış kıyamet vakti gelmişti. Tuhaf hal almaya başlamış ve daha sonraki yerini hafif fırtınaya bırakan kara bulutların çıkardığı yıldırım ve o dehşet sesin sonlarıydı. Az önceki doğal üstü olay. Tabi o zamanlar annemizin, babamızın dizlerinin dibinde yaşıyorduk. Liseden mezun olduktan sonra da her ne kadar istemesek de annenizle yolumuz ayrılmıştı. Tabi o ana kadar birbirimize daha çok kenetlenmiştik. Ve birbirimizi daha da çok sevmiştik. Daha yeni yeni birbirimize güvenmiştik. Ve son olarak da ilk buluşma günümüz mezuniyet balosuna bana mezuniyetten bir hafta öncesinde ‘’Mezuniyet balosunda benim partnerim olur musun?’’ diye teklifte bulunmuştu. Sonra da o gün gelmiş, çatmıştı. Artık mezuniyet balosuna saatler kalmıştı. Ve bende bir o kadar da heyecanlıydım. Yani anlayacağınız. Bizim annenizle ilk ve son buluşmamız o gün, mezuniyet balosunda güzel bir dansla sonlamış oldu. Tam o esnada

Gökyüzü yine karartılı olmaya devam ederken hafif lodos fırtınaları ile esmeye, estikçe yüzümü okşar gibi. Ancak çok sürmemişti. Esiyordu lodos fırtınası. Ardından yerini sağanak yağmurlara bırakmış, yağmur öyle yağıyordu ki her damlası bile yerdeki özenle dizilmiş taşların arasındaki o küçücük kum tanelerini çıkartıyor. Bunun sonucunda ise kötüye giden doğa afetleri de olabilirdi. Ama olmadı...
Orta boyluydum. İçtenlikten ürksem dahi üzerimde şapkam ve üstümde uzunca paltom olmasına rağmen yağmur yağsa bile ıslanmam biraz daha geç olabilirdi.’’ Anlatmaya devam ediyordum. Oğlum ve kızlarım. Beni öyle dinliyordu ki ancak aralarında biri anlamıştı konunun atlatıldığını ardından da oğlum, İsmail Efendi şöyle başlamıştı. Söze,

‘’Bir şey sorabilir miyim, babacığım?’’

‘’Tabi ki de sorabilirsin. Oğlum.’’

Bütün ciddiyetim ile cevap verdiğimde oğlum soru sormaktan vazgeçmişti. Ve beni halimden anlayandan biriydi. Her ne kadar bu maziyi anlatsam da çocuklarıma bu maziden söze etmekten çok rahatsız oluyordum. Ve bitkinlik gelmişti. Artık kaçamazdım. Onca yaşadığım mazimden. Çocuklarım önümde ve pür dikkatle dinlemeye devam ederken bende hatırladığım kadar hikayemden anlatmaya devam ediyordum.

‘’ O masada iş teklifi yapılacaktı. Gökyüzü halen daha sürse de haleti sıfatım. Ağır başlılığım ile cazibeli görünümü olsa da çok çapkındım. Başında yer alan en can alıcı özelliğimden birisi ise, maddi yönden zayıf olabilmemdi. Bir mıknatıs gibiydim adeta. İş teklifine gelirsek Bay Morris’in iş teklifi ABD’de çalışmamı istemesi idi.’’
Kararlı olmam ve endişem ile cevabımı o bilinmeyen her kimse ona vermemiş olmam gün gelecek mazim beni tekrar hüzünlü olduğumdan anlamış gibi bakmaya başlamışlardı.

‘’Kızlarım, oğlum. Herkesin kendine göre özel küçücük hassas mazileri vardır.’’

Bir yandan çocuklarımı vazgeçirmek için ikna etmeye çalışıyordum. Bir yandan da artık bu maziyi onlara anlatmaktan pek hazzetmiyordum.

‘’ Nasıl istersen. Baba.’’

Hafif gülümseyerekten her biri cevap vermişlerdi.

Kısa bir süre sonra Leyla Hanım çocuklara yatmaları için,

‘’Çocuklar yatma vakti saat geç oldu, artık.’’

Leyla hanımı ise onlara yarın zinde kalmaların için ısrar eder...

‘’Anne, ne olur biraz daha!’’

‘’Hayır, olmaz çocuklar sonra sabah erkenden kalkamıyorsunuz.’’

‘’Hanım, biraz daha dursunlar. Daha sonra ben kendim uyutacağım onları.’’ Dediğimde çocukları ikna etmeyi başaramamıştım. Bile...

‘’Hayhay, beyim.’’ Eşim Leylam. Yüzüme güler iken. Oğlum ve kızlarım bunu duyunca çok sevindiler. Daha sonrasın bende devam ettim. Hikayemin diğer yarısını anlatmaya... Zaten öyle de oldu. Devam ediyordum aslında.

‘’ Başlayalım mı çocuklar!’’ dedim. Hafif gülümseyerek.

 

Oğlum ve kızlarım, büyük bir sevinç ile ne kadar anlatmaya devam etsem de o anlattıklarımın hepsi de gerçekti. Gerçek de olacaktı. Bir gün gelecek hepsi meydana gelecek kendi ailem tarafından oysa başka bir yolun yol damı yok muydu? Yok muydu bunun bir çaresi, bir çözümü? Derken devam etmeye konuyu bir an önce kapatmak için sıkılmış ve de bitkinlik gelmiş bir yandan da korku, endişe ve hüzünler içindeydim. Bunu anlattıkları için çünkü gün gelecek bütün aile öğrenecekti ve haberleri olacaktı biri tarafından.

 

‘’Bir vakitler evimden dolaşmak amacı ile çıkmıştım. Dolaşırken yanımda fark edilmeksizin ne vakittir de çıkmıyordum sokağa. Lakin bu sefer planladığım gibi özelliğimden hiçbiri işe yaramaz olduğu gibi, yanımdan geçen o güzel kokulu bayan yanımdan geçmişti birkaç saniye uzaklaşmıştı ki tesadüfen yere düşmüş vaziyette bir çeşit pusula gibi görünse de bir yandan endişeli olduğum kadar, diğer bir yandan ise korku dolu anlar yaşamaktaydım. Şüpheli pusuladan uzak durmaya çalışsam da merakımı bir türlü durduramıyor, Olsam dahi pusulayı elime alacaktım. Lakin paltomun iç cebinden beyaz eldivenleri taktığımda o an pusulayı bir şekilde açıp içindekini okumuştum.’’ Diyerekten, aniden kızlarımdan Güneş, merakını saklayamamış olmalı ki hikâye ile bir iki soru sormak istemişti.

 

‘’pe ki babacığım pusulayı neden eline almadın?’’ Soran Güneş, yüzündeki ifade ise azim dolu ve cevap beklercesine bekliyordu.

 

‘’Pusulayı elime almadım çünkü o zamanlar başım beladan kalkmıyordu. Diyerekten şüpheci davrandım. Kızım!’’ cevapladım. Ona karşı hafifçe gülümserken...

 

‘’Pe ki, babacığım pusulanın içinde ne yazıyordu?’’ bana soran İsmail Efendi’nin yüzü heyecan dolu bakıyordu. Ben ise ona gerçek cevabı değil de başka bir türlü cevap vermiştim.

 

‘’ Pusulanın arkasında Pera da buluşalım. Saat;15;00’de’’ Diye,

 

Çocuklarıma karşı gülümseyerek ve ciddi ve onların uyumaları gerektiğinden ötürü onlara uyumaları için odalarına gitmeleri için

 

                                                                                                                                    

‘’Hadi bakalım çocuklar, uyuma zamanı.’’ Söyleme gereksinimde bulunmuştum. Çünkü hem saat geç olmuştu. Hem de bu hikâyeyi anlatmaya devam edeceğimden emin değildim.

Elimdeki kahve fincanımı sol tarafında bulunan sehpanın üzerine bıraktıktan sonra oturduğum koltuktan ayağa kalktım. Çocuklarıma uyumaları için eşlik ettim. Oğlum ve kızlarım uykuya daldıktan bir süre sonra kahve fincanımın bulunduğu sehpaya doğru yöneldim. Birkaç adımdan sonra kahve fincanımı sehpadan elime aldım. O Amerikan mutfağa doğru birkaç adımlarla yöneldikten sonra orada bulunan muazzam desenli mermerin üzerine bir parça selpak yerleştirip, üzerine de elimdeki kahve fincanımı bıraktım. Yavaşça daha sonra da kendi yatak odamıza doğru birkaç adımlarla ilerledikten sonra içinde bulunan huzursuzluğu ile zorda olsa uykuya dalmaya çalıştım.

 

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde güne ilk gözünü açan, eşim Leylamdı. Bir an önce mutfağa doğru gittiğini yanımda olmadığından anlamıştım. Karım çocuklarıma karşın enfes bir kahvaltı masası hazırladıktan kızların odalarına doğru gitti. Onları uyandırmaya çalışıyordu.

 

Sabahın erken saatlerinde uyanmak zor olsa da tüm onlara karşı yaptığımız kötülük değil, aksine onların geleceği için çaba sarf ettiğimizde aşikardı. Önce karım Leylam, kız çocuklarımızın uyudukları odaya gitmişti. Daha sonra ben oğlumu uyandırmak içi onun odasına gittiğimde...

 

‘’Deniz, Güneş, Merve hadi bakalım uyanın çocuklar, saat.07,00 oldu.’’ Onları uyandırmaya çalışırken karım Leylam bütün uyku sersemliği ile ayakta durmaya hali olmadığını tahmin etmiştim. Ve tahminimde doğruydu.

 

‘’ Anne, beş dakika daha.’’ Dedi, Deniz, gözleri yumuk yumuk. Lakin yetişmeleri gereken bir okul servisi vardı. Sonrasında vaktinde yetişmeleri gereken okul saati vardır.

 

‘’Hayır. Olmaz.’’

 

Bir süre sonrasında Deniz, Güneş ve Merve okul servisine yetişmek için uykudan uyanmak için o derin uykuları ile mücadele yaptıktan sonra savaşı kızlarım kaybeder.

 

‘’Keşke hafta sonu olsa da okulda olmasa ne iyi olurdu.’’ Kızlarımdan en küçüklerinden biri olan Güneş, saçma sapan sözleri sarf ettiğini anneleri duyduğunda...

 

‘’Güneş. Saçma sapan konuşma. Zaten hafta sonu tatil.’’

 

‘’Sadece bir gün! Anne...’’

 

Söylediğinde annelerine o esnada üstündeki serseriliğini üzerinden atmak için lavaboya elini ve yüzünü yıkamaya gittiğinde bende oğlumu derin uykusundan zar zor uyandırmıştım. Ve baba oğul olarak ikimizde beraberlik içerisinde salondaki kahvaltı masasına geldiğimizde...

 

‘’Günaydınlar. Herkese afiyet olsun.’’

 

‘’Herkese günaydın, afiyet olsun.’’

 

Baba oğul ile hafif gülümseme ile söylediğimizde karım ve kızlarım da kahvaltı masasının etrafında oturmuşlardı.

 

Bütün aile masanın etrafında dizilmişti. Kahvaltı faslını bitirmiş, dua etmek için ellerimizi açmış, rabbimize dua ederken birbirlerinin yüzüne bakmaya başlamıştım. Bir süre. Herkes için bir çekinme, utanma ve nankörlük kaplamıştı. Her yerimizi. Her akşam olduğu gibi bu masadan kalkmadan önce ellerimi açar. Açmaz. Duamızı etmeye devam ediyorduk.

 

Ardından diğerleri de ellerini açar ve benim ile her kelime sonunda hep beraber tasdik ederler. Ve dua şöyle söylenirdi;

 

‘’Tanrım. Bize bu nimetleri bağışladığın için sana sonsuz şükürler olsun.

 

Rabbimiz, yurt dışında olan bazı ülkelerin yoksul ve yardıma muhtaç ülkelerin hastalara şifa, dertlilere deva ve borçlulara edalar ihsan eyle. Rabbim senden başka sığınacak ne bir kapı. Ne de sığınacak başka bir liman var. Rabbimiz sen her şeyi bilen, gören ve işitensin. Sen her şeye kadirsin. Âmin...’’ Diyerek söylediğimde.

 

Daha sonra hepsi birer birer masadan kalkarak bazı işleri yapmak üzere dağılırlar. Okula gitmek için hazırlık bitiminden sonra ise aniden köşkün büyük kapısı acele bir şekilde dışardan çalınır. O esnada kapı sesini ilk duyan karım dış kapıya doğru gider. O kapıyı açtığında...

 

‘’Bayan Şentürk çocuklarınız için rahatsız etmiştim. Sizleri.’’

 

Okula geç kalmış varsayarak endişeli ve tedirgin ile söylediğinde Ufuk Efendi. Karım Leylam da...

 

‘’Bizi düşündüğünüz için teşekkür ederim. Şimdi onlarda çıkıyordu zaten. Ufuk Efendi.’’

 

Hafif gülümserken karşılık verdiğinde ise, Ufuk Efendi...

 

‘’Rica ederim. ‘’

 

Sözde samimiyetli olduğunu ona göstermeye çalışır.

 

Çocuklarımızı alan okula servisi artık gitmişti. Ve birazdan da büroma gitmek için dışarı çıkaracaktım. Ki sevgili karım olan Leylama...

              

‘’Tatlım ben çıkıyorum.’’ Söylediğimde,

 

‘’Tamam. Geç kalma. Lütfen.’’

 

Beni daha çok önemsediğini ve sevdiğini belirttiğinde hafifçe gülümseyerek

 

Köşkün kapısından ayrılmadan evvel şapkamın ve uzunca olan paltomu üzerime giydiğim esnada şapkamı da alıp, öyle ayrıldım. Köşkümden Artık iş yerine doğru ana yolun kenarında bulunan kaldırımın üzerinden ilerlerken bir an çocuklarıma anlattığım mazinin geri kalanı bilinç altıma yerleştiğinden düşünmeden de kendimi alamıyordum. Pusulayı düşüren her kimse İngiliz beyaz desenli gömleği, üstünde ise, lacivert renginde uzun paltosu ve başında İngiliz tasarımını andıran şapka vardı. Ancak kim olduğundan da emin değildim. Çabucak kalabalığın içine karışmıştı.

 

Şaşkındım. Korkuyordum. Ve ne olduğunu anlamadan bir anda düşündüklerimi bir kenara atıp, gözüm uzaktan gelen eski klasik bir arabayı görmüştüm. Son anda onu durdurmayı başarmıştım. Şoföre de iş yerimin adresini vererek...

 

‘’Beni, buradaki adrese götürün.’’

 

Öylece pusulayı şoföre verdim. Şapkamı çıkardım. Sol dizimin üstüne nazikçe bıraktığımda elimdeki pusulayı çoktan aldığında şoförün sadece,

 

‘’Pe ki efendim!’’ Cevapladığımda,

 

Nihayet varmıştım. Şoför verdiği adrese vardığında acele bir şekilde otomobilin yolcu koltuğundan etrafı izliyordum.

 

‘’Geldik, efendim.’’

 

Otomobilden inmeden önceden ücretini ödediğimde o kadar acele ettim ki şoföre (Üstü kalsın) bile söylemeden çoktan otomobilden inmiştim.

 

Acele ile aşağıya indiğimde bir mağazanın o parlak camına baktığımda yüzümdeki ifademin bir an kireç gibi olduğunu, kafamın üzerinde İngiliz şapkamın olmadığı yeni fark etmiştim. Çünkü öldürülmek istendiğimi anladığımda ise bir hayli endişelenmiş ve de korkmama neden olmuştu. Ancak her ne olursa olsun. Bu işi yapmam için beni mecbur tutacaklardı.

Büro olduğu yeri görünce de adımlarımı hızlandırdım. Büroma vardığımda binanın kapısı açık bir şekilde ve bütün çalışanları yerli yerindeydi.

İçeri girdiğimde önce kendime sakin olarak başladım. Sonra hemen üstüme çeki düzen verdiğimde kapıyı açarak içeri girdiğimde çalışanlarıma...

 

‘’Günaydın, arkadaşlar. Hayırlı sabahlar.’’

 

Söylediğimde endişeli ve korkulu ifademi gizlemeye çalışarak onlara söylediğim de,

 

‘’Size de günaydın. Hayırlı sabahlar. Patron.’’

 

Çalışanlarımdan bazıları bana samimi bir şekilde karşılık verince büro kapısından içeri girdiğimde kendi odamdaki çalışma masama doğru giderken bir anda baskın olmuştu. Baskın olur. Olmaz. Büroma girdiğinde ellerindeki silahlarını orada birkaç müşterilerime ve çalışanlarıma tuttuğu anda...

 

‘’ Kıpırdamayın.’’

 

Dediğinde herkes can havli ile ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette ellerini yukarı kaldırmışlardı. Kapıdan en son giren iri yarı tanımadığım biri, adamlarından birine,

 

‘’00, Ne yapıyorsun? Git bana patronu bul. Hemen.’’

 

Emir verdiğinde (00) hemen benim odama tekme atarak kapıyı açar. Bende o esnada masamın altında küçük bir çocuk gibi saklanmıştım. Arkamdaki pencere açıktı. Ve ortalık savaş alanına dönmüştü. Adam sessizce beni arıyordu. Saklanabileceğim her tarafa bakınıyordu. Bense Endişe ve tedirgince masamın altından bir anda dışarı çıkıp, pencereden kaçtığımda

Beni arayan adamın elinde silahı, ‘’Dur. Ah Lanet olsun.’’

Dediğinde peşimden koşmaya başlamıştı. O sırada ben ondan kaçmaya deva ederken peşimdeki adam hariç savaş alanına dönen yerden peşimde olan diğerleri adamlar oraya bombalardan birini atar. Oradan ayrılır. Ayrılmaz. Onlarda beni yakalamak için peşimde olan adamın peşinden koşmaya başlarlar. Sonra her şey çok çabuk olmuştu. Bir den kendimi eski bir binanın içerisine onlardan kaçmaya devam ederken sonunda bir ara sokağa girmiştim. Ardından onlardan kurtulduğumu var sayarak yorulduğumu anladım. Bir süre kendime geldiğimde kaçmaya devam edecektim ki bir anda önümde üç kişi belirdi. Onları görür. Görmez. Hemen arkamı döndüğümde arkamda da üç kişi belirdiğinde o tanımadığım adamın sesi kulağıma gelmeye başlamıştı. O an ne yapabileceğimi düşünürken önceden tanımadığım kişi önümdeki üç kişiyi yararak beni kıstırdıkları yere geldi. Sonra da...

‘’Bizi neden bu kadar uğraştırdın?’’

Bende korkudan öylece donakalmış, o ise yavaş adımları ile bana yaklaşmaya başlamıştı.

 

‘’Öldürülmekten korktuğum için. Peki beni nasıl buldunuz?’’

 

Bana yaklaşmaya devam ederken bir yandan yüzünden acı bir gülümseme oldu. Beni sorgular gibi konuşmasına devam ediyordu.

 

‘’Ah. Sizi bulmak mı? O işte çok kolay oldu.’’

 

Daha sonra yanıma yaklaşmıştı. Yüzü yüzüme o kadar yaklaşmıştı ki içki kokusu burnumun direğini sızlatmaya yetmişti. Aniden gözlerimde nefretle dolu acı bir his dolu ona bakmaya devam ederken onu tanımaya çalışarak,

 

‘’Sen... Ben seni...’’ diye sorduğumda birkaç adım geri çekilerek...

 

‘’evet, tam üstüne bastın. Ama şimdi bunun için zamanımız yok. Bay Şentürk.’’

 

Söylediğinde hemen birkaç metre arkamdaki adamlarına elini işaret ederek yanıma geldiklerinde ellerinden kurtulmak için her ne kadar uğraşsam da Sonunda beni bayıltmayı başardıklarında beni bir şekilde buradan kaçırmayı başarmışlardı. Kendime geldiğimde ıssız boş bir arazinin ortasında bir kulübenin içerisinde, bir sandalyeye oturmaktaydım. Ve ellerimi kollarımı, ayaklarımı bağlanmış, gözlerim ve ağzımı da bantlamış, haldeydim. Adamlarından biri bir kova suyu kendime gelebilmem için böylece işkencenin başladığını geç olsa da anlamıştım. Bir süre sonra önümde sandalyenin konulduğunu gördüğümde karşımda yine o adam vardı. Tekrar onu tanımaya çalışaraktan yere olan yüzümü yavaş bir şekilde ona bakmaya çalıştığımda kafam dahil vücudumun bazı yerleri ıslanmış...

 

‘’Peki... Neredeyim. Ben?’’

 

Kesik kesik, titrek ve de acı dolu sesi ile sorduğumda karşımdaki oturan adamın üzerindeki lacivert paltosundan yeni yeni tanıdığımı fark ederek yüzüne bir kez daha baktığımda acı bir şekilde onun yüzüne karşı acı bir gülmeye deva ederken...

‘’Sen... sen benimi öldürmeye çalışıyordun?’’

 

Lacivert paltolu adam bunu duyunca etrafındaki adamlarına...

 

‘’Dışarı çıkın. Etrafı kolaçan edin.’’

 

Emir verdiğinde adamların altısı da kulübeden dışarı çıkmadan önce adamların biri yapmaması gereken bir şey yapmıştı.

 

‘’Siz ne yapacaksınız patron?’’ Soru sorar adamlarından biri.

 

‘’İşte bunu...’’

 

Beyaz renginde gömleği, üstüne ise, kısa lacivert paltosu ve Amerikan tipi şapkası ile kendisine soru soran adamına ters hareketi ve acımasızca bakarken adamını gözünü kırpmadan öldürür. Bu bakış tarzından. Hesap sorar gibi adamlarına şöyle söyler.

 

‘’Bir daha bana soru soracak olan olursa içinizden biri işte sonu böyle olur. Anladınız mı lan. ‘’ İçlerinden biri korkularından...

 

‘’Anlaşıldı. Patron.’’

 

Kalan beş adamı da arazide bulunan kulübeden dışarı çıkar. Nöbet değişerek etrafı kolaçan etmeye devam ediyorlardı. Adamlarının dışarı çıkmasını bekledikten Sonra silahını yerine koyduğunda tekrar bana dönerek...

 

‘’ Adım. Robert. Robert Watson. Bu şekilde inan bana tanışmak istemezdim. Ama mecburdum. ‘’

 

Benimle tanıştığında hala ellerim bağlıydı. Beni neden öldürmek istediğini yineleyerek tekrar sordum.

 

‘’Peki beni o gün öldürmeye çalıştın. Hem de zehirleyerek... Neden?’’

 

Ona karşı söylediğimde hem beni neden kaçırıldığımı bilmediğimden sorduğum soruya kaşlık bana...

 

‘’Dinle. Çok uzun zaman önce sen tarikatın bir üyesiydin. Gençliğinde işlemiş olduğun zehirlenmiş süsü verdiğin o cinayetin işleyerek tarikatın kurallarından birini çiğnemiş olduğundan tarikat seni şu an ihanetten suçluyor.’’

 

Bana ne anlatmak istediğini anlamakta güçlük çekerek...

 

‘’Ne...!’’

 

Üzerimdeki şaşkınlığımdan söylediğimde ona güvenmediğim belli olsa da Bay Watson bana karşı gülümseyerek sandalyesinden kalktığı gibi kulübenin kapısını açar. Kapının dışına gözcülük yaban adamına...

‘’Bana Steven’ı çağır.’’

Emir verdiğinde gözcü Steven’ı çağırmak için görev yerinden ayrılır. Kısa bir süre sonra Steven kulübeden içeri girdiğinde, Bay Watson ona doğru gelerek hemen adamının geri çekerek beni işaret ederek bir şeyler konuşmaya devam ettikten sonra Bay Watson bana doğru gelerek kulağıma bir şeyler fısıldayarak kapı sesinden onun kulübeden ayrıldığını anladığımda geriye kalan adamları bana türlü türlü işkence etmeye başladıklarında ben ona asla güven hakkını elinden kaybetmemişti. Ki... Bay Watson adamlarına beni yanına alması için adamalarına işaret verdiği anda biz çoktan ABD, Washington trenine binmiş, uzunca olan yolculuğu başlamak üzere trendeki personelden birine...

 

‘’Pardon, acaba yardımcı olabilir misiniz?’’

 

‘’Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim, bayım.’’

 

‘’Biletinde yazan koltuk numarasını bulamadım da bana yardım etseniz diyorum.’’

 

Trende bulunan personele karşın iyi olma rolünü oynaması kendisini çok daha masum birini anımsatmıştı. Ardından personelde...

 

‘’böyle buyurun.’’

 

Söylediğinde bilgilendirici konuşmasına devam ederek,

 

‘’Burası 13. Vagonun, 10 numaralı koltuğun bulunduğu süitiniz. Bayım.’’

 

Elinde özel çantası vardı. Kendine ait süitinin kapısını kapatınca, hemen elindeki çantasını yere koyar koymaz, çantanın içini açtığı gibi içindeki zaman ayarlı bombaları süitine yerleştirdikten sonra da geriye kalanları ise, çantasının kapayarak bir an önce omzuna alıp, süitin kapısını açıp sakince süitten çıkar ve koridorun içerisinden, on bir Numaralı vagonun kapısını açar ve oraya boş bir süit bulur kendine göre içeri girdiğinde ise, çantasını omzundan aşağıya doğru indirir ve koltuğuna sakinde oturur. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sessizce koltuğunda oturur vaziyetteydi bunların planlamasının nedeni ise adamlarından biri ona karşın ihanet içinde olmasıydı. Hemen peşine adam takıp olan biteni anlamıştı. Bay Watson’ın önceden ayarlamış olduğu adamlarından John. Bay Watson’ın şu an ki bulunduğu unvanını elinden almak için gözünü intikam bürümüştü. O kulübedeki adamları bir şekilde ikna ederek oradan ayrılır. Hemen arkasından bu iş için ayarladığı adamından Steven’ı üstüne düşen görevini bir şekilde yapmış, yanında bulundurduğu kâğıt, kalemi cebinden çıkarmış. Bay Watson’a not yazdıktan sonra bir şekilde kulübeden çıkmıştı. Şehre indiğinde telgrafhaneye gider. Ve önceden yazdığı notu Bay Watson’a gönderilmesini sağlar. Notun gönderilmesini sağlayan dikkat çekmeden kulübeye döner. Ancak kulübeye dönmesini zorlaştırmazlar. Aksine kulübeye dönmesinde hiçbir zorluk çıkarmazlar. Çünkü emir komuta o adamda olduğunu bildiklerinden bir sorun çıkmamıştı.

 

Bay Watson’a suikast girişiminde adamlarından Bay John. Paralı tetikçi bulur. Ve onunla buluşur. Buluştuğu kişi ise dünya çapında adı duyulmuş bir tetikçi olmasıydı.

 

‘’Adım, John. Bay John Wen.’’

 

‘’Benim adımda Benjamin.

 

‘’Tamam. Bay Benjamin. Size bir teklifle geldim. ‘’

 

‘’Nedir?’’

 

‘’Temizlemeniz gereken kolay biri...’’

 

Söylediğinde öncesinde sabıka dosyasını masaya onun önüne attığı anda,

 

‘’Eğer bu işi yaparsan sana 1 Milyon dolar öderim. Anlaştık mı?’’

 

Teklifini söylediğinde hemen dosyanın içerisine incelemeye başlar.

 

‘’Ödemeyi ne zaman ve nasıl yapacaksın?

 

‘’ Ödemenin yarısı şimdi. Diğer yarısı da iş bittiğin de ödenecek.’’^

 

‘’Pe ki benden tam olarak ne istiyorsun? Dostum.’’

 

Söylerken hala o dosyayı incelemeye devam ederken Bay Wen tetikçi ye doğru bakarak...

 

‘’Sende istediğim şu Bay Watson denen adamı bir kaza süsü vererek temiz bir suikast yapmanı istiyorum. Tamam mı?’’

 

Söylediğinde hafif gülümseyerekten dosyayı incelemeyi bitirdiğinde Bay Wen’in yüzün bakmaya devam ederken,

 

‘’Bence düşünmeme gerek yok. Bu işe hazırım.’’

 

Tetikçi kendisine sunulan teklifini kabul eder. Ve sonrasında...

 

‘’Peki sana nasıl güveneceğim. Neticede kendi patromun ölmesini istiyorsun. Değil mi?’’

 

Tam da o esnada masadan kalmış, oradan ayrılacaktı ki,

 

‘’Bana güvenmeni değil. Senin bana güvenmeni sağla. Yeter.’’

 

Tekrar o masaya geri döndüğünde hala oturmakta olan tetikçinin gözlerine o intikam dolu gözleri ile baktığında...

 

‘’Anladım da neden kendi patronunu bana temizletmek istiyorsun ki?’’

 

Söylediğinde tetikçiye o bakışını kaçırdığı anda...

 

‘’Çünkü hem Tarikatta olan yerini almak istediğimden... Hem de ailemi öldürdüğü için bu suikastı gerçekleştirmelisin.’’

 

Tetikçi ayağa kalkar. İki elini de cebine sokar. Ve Bay Wen’e karşı havalıymış gibi görünmeye çalışarak...

 

‘’ para senin paran patron.’’

 

Kendi adımın takma ismimi bulmuş ve çoktan bugüne kadar ki sahte kimliklerimi kirletmiştim bile. Artık onun ismi Bay When değil. Bay Azrail olarak anılacaktı. Bay John’dan Bay Watson’ın FBI gizli dosyasını elinden aldığı gibi siyah Mercedes arabasına biner ve oradan uzaklaşır. Suikast planını planlamak için öncelikle kendine ait otel de kalması gerekiyordu. Zorda olsa otel girişinde bulunan kişiye kendisine otel odasından olduğundan başka kimsenin bundan dahi haberi olmayacağını bildiğinden bir süre sonrasında polislerin çoktan haberi olmuştu. Otelin gişesindeki kişiye ise (Polis sirenleri yankıları veya başka bir şey anlarsam ve duyarsam seni yakarım.) düşünse de bunun doğru bir karar olmadığını anlamıştı. Çünkü Bay Watson o kulübedeki adamlarından birkaçına güvenmediğinden sadece adamından Steven’a bir pusula göndermişti. O direktiflere uyarak o hariç herkes uyurken beni o kulübeden kurtarmanın bir yolunu bulmuştu. Zorla bir trene bindirmiş, Washington D.C.ye kadar getirmişti. Sonrası zaten kolaydı. Yerimi pusula ile Bay Watson’a bildirerek beni daha önce duymadığım bir yere getirerek güvende tutmaya karar vermişti. Bende bundan habersizde planlarıma devam ediyordum. Aslında Bay Watson’a benzeyen birinin öldürecektim. Otel görevlisi ise, sorunsuz ve başka bir sorun çıkmayacağına dair dediğini kabul ettiğini ve elime 215 numaralı oda anahtarını korku ve endişeli bir şekilde verdiğinde o anahtarı. Benim ne kadar sinirli bir tavrım olduğumu anlamış, anahtarı elinden sert bir şekilde aldım. Ve anahtarın üzerinde yazan numaraya bakarak belirtilen numaralı odaya çıkmıştım. Odanın kapısını açtığım anda içeri girer, kapının arkasındaki askıya şapkamı ve paltomu tam çıkarıp bırakacaktım ki bir an aklım şüphelenmişti. Hemen odada bulunan telefonu elime almış. Kulağıma doğru yönelttiğimde ise girişte bulunan telefona bağlanmak için farklı bir tuşa basar. Basmaz, bir anda o adamın telefonda polisle ispiyonladığını duyduğumda...

 

‘’Alo, polis mi? Bir ihbarda bulunacaktım!’’

 

Yaptığım ilk hatayı geçte olsa anlamıştım.

 

‘’Demek ona güvenmekte hata yapmışım!’’

 

Hemen elimdeki dosya ile karşıda bulunan pencereden aşağıya atlayıp, Kaçmadan önce arabam ile basıp gidecektim. Ancak arabam da çok ters yerdeydi. Pencere ise binanın sağ tarafındaydı. Arabanın bulunduğu yer polis arabaları ile kaynıyordu. Beni bulmadı an meselesi idi. Yakınlarda çitleri aşıp ormana doğru hızlıca kaçmaya başlamıştım. Oraya gizlenmiş bir çeşit yer altı vardı. Bir an önce acele edip oraya doğru aşağıya indiğimde sığınmak artık mecburi olmuştu. Polisler peşimi bırakana kadar mecburen daha incesinde kazınmış yer altında kalmaya karar vermiştim.

 

Ertesi gün ağaçlardaki yaprakların çıkardığı o şırıltı sesi, ormanın güzelliği ve kuşların cıvıldamaları yankılanıyordu. Kulaklarıma. Gözlerimi açtığım zaman sabah olmuş ve gün çoktan açtığını anlamıştım. Yer altından çıkmak için üstü topraklarla örtülü kapağı aralıklı açmıştım. Etrafı kolaçan ediyordum. Kimsenin olmadığını anlayınca da kapağı tamamen açtığım anda hiç bulut yok gibi maviye bürünmüş olan gökyüzüne bakıyordum.

 

O gün yer altındayken hemen suikast planımı yapmış, hazır hale getirmiştim. Öncesinde polislerden gizlenerek şehir merkezine doğru gittiğimde farklı bir karaktere büründüm. Ve Bay Watson ile ilgili etraflıca sorup soruşturuyordum. Biraz uzun sürede sonunda adamımızın nereye gittiğini bulduğumda bir tren istasyonuna gittiğini ve gişeden bilet almış olduğunu öğrendiğimde bende o gişedeki personele doğru gittim. Gişeye gittiğimde ona bu adamı sorar. Sormaz. ABD’deki Washington biletini aldığını öğrendiğimde bende aynı biletten almış. Birkaç saat süren yolculuğun sonunda Washington’a gelmiştim.

 

Suikast planına gerçekleştirmem için kendime kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Akşama doğru planım hazırdı. Biraz bekledikten sonra tren hareket saati gelmişti. Yolculara ikazlar yapılıyordu. Hemen trene binip 9. Vagona varmıştım. Tam o sırada koltuk numarasını buluyordum ki Bay Watson’ın vagonu 1 ya da 2 vagon ilerde idi. Ve arkası bana dönük bir haldeyken göz ucu ile görmüştüm. Onu hemen hemen numaralı koltuğu bulmuş, oturmuştum.

 

Bay Watson ise, arkadaşı ile konuşmaya devam ederken, ben de oturduğum yerden takip ediyordum ve suikast planımı gerçekleştirmek için doğru zamanı bekliyordum. Lavaboya gitmek bahanesi ile bulunduğu yerden harekete geçtim. Koridordan geçerken Bay Watson’ın bulunduğu yere yüzümü hafif trenin sağ tarafına doğru süitin duvar tarafındaki pencereye doğru gizlice baktığımda kurbanı teyit etmek istedim.

 

Bay Watson’ın bulunduğu süitte önceden bomba düzeneği ile düzenlenmiştim. Bay John trene geleceğini biliyordu. Bay Watson bombayı uzaktan kumanda ile aktif hale getirdiğinde Washington D.C Union tren istasyona indiği anda basmıştı. O kumandaya bulunan kırmızı butona basması ile büyük bir gürültü ile sarsılınca trendeki vagonlar o patlamanın şiddetinde trendeki vagonları yarısı ayrılmıştı. Trende düzenlenen bombanın patlaması ile vagonları bir deprem gibi sallanıyordu. İnsanların endişesi, korkuları ile bazı insanların trende oluşan faciadan dolayı hayatını yitirdiğini ve bazı insanların

 

Bu olayın şokunu halen daha atlatamamasını, insanların çığlıkları yükselirken gökyüzüne bir anda patlamanın gerçekleştiği vagon çok büyük hasar almıştı. Ben ise patlamanın basıncı ile makinist tarafına duruyor ve yaralanmış bir haldeyken yüzümü tanınmıyordum, bile.

 

Patlamanın olduğu vagonlardan biri büyük bir gürültü ile ayrılmıştı. Ana bölmeden. Bende daha yeni yeni kendime geliyordum ki, bir an rüya görmeye başlamıştım. Hemen yanı başımda itfaiye ekipleri vardı. Her yaralı gibi muamele görerek personellerden biri,

 

‘’Bayım, bayım, iyi misiniz? ‘’

 

Halen baygın ve kendime gelememiştim. Ki diğer personelden biri...

 

‘’Jessica, o halen kendinde değil! Gel hadi onu ambulansların olduğu bölgeye doğru taşıyalım onu.’’

 

Ambulansın görevlileri beni sarsmadan ve hareket ettirmeden taşıdıklarını bile zar zor hissede biliyordum. İtfaiye görevlilerinden sonra artık ambulanstan olan personellerden biri benimle ile ilgilenmeye çalışırlardı.

 

‘’Bayım, bayım. Bana cevap verin? Eğer beni duyuyorsanız. Ban parmağınız ile işaret verin!’’

 

Ambulans personelini duyduğuma dair elimle bir işaret vermeye çalışıyordum. Ki Ambulans personeline...

 

‘’Evet, sizi duyuyorum.’’

 

Söylediğimde sesim titremeye başladığında o personel tekrar soru sorarak benimle ile iletişim kurmaya devam ediyordu.

 

‘’Bayım, isminiz nedir?’’

 

İletişim kurmaya çalıştığında ben daha fazla dayanamadan o tanınmaz yüzümdeki gözlerimi kapatmıştım.

 

Daha sonrasında dışarıda düzinelerce polisler, ambulanslar ve itfaiye kaza alanına girip ölen ve yaralanan insanları çıkardıklarında aileleri olanı varsa. Bir cenaze düzenlenerek önce toprağa sonra onların da dinlerinde kurtaracak olan yüce İsa’ya bedenlerini ve ruhlarına dua etmekti.

 

Geriye kalan yaralı ve halen yaşamakta olanlar yaralılar ambulans tarafından Washington devlet hastanesine getirilerek orada tedavi altına alınmışlardı. Diğer yandan geriye kalan yaşayan insanlar Washington’dan Londra’ya giden yolcu treni için yolcu bileti almak için devlet gerekeni yapmıştı. Buna bağlı olaraktan yaralılar hakkında hastanede iyileşene kadar yani taburcu olana kadar, kimse hastaneden kaçırılmasın ya da herhangi bir kaza olmasın diyerekten hastanede her türlü olağan üstü suikast planlarına göre tedbir almışlardı.

 

Gözlerimi açtığım an hastanede bir odanın içinde yatağın üzerinde uzanmış halde her yerimde sargılar. Kafamda bile sargılar vardı. Göğsümün üzerinde ve elimde olan kabloları kısacası her yerim kablolarla doluydu. Sağ tarafım da bulunan makinelere bağlı bir halde ben ise dinlediğim yerden ne yapacağımı bilmeksizin çok rahatsızdım ki bir süre sonra odanın kapısını tıklayan yabancı biri aniden korktuğum an başıma gelmişti. Diyerekten Kendimi savunmak için hemen kapı tarafındaki hazırda olan örtümün altındaki silahımın horozunu sessizce çekmiştim. Öylece kendimi belli etmeksizin beklemekteydim. Ki Kapı açıldığında,

 

‘’Müsait miydiniz?

 

Söylediğinde doktor olduğunu görünce hemen örtümün altındaki silahımın horozunu sessizce indirdim.

 

‘’Ben Oliver. Oliver Clara. Bugün sizinle ben ilgileneceğim.’’

 

Söylediğinde biraz olsun. Rahatlamıştım.

 

‘’ Sizi başka biri sandım! Ödümü kopardınız!’’

 

Dediğimde derin bir iç iç çekip, vermiştim.

 

‘’Sizi kontrol etmeye geldim.’’

 

Söylediğinde yatağın bitişiğinde entegre edilmiş masanın üzerindeki dosyaya bakmaya devam ediyordu. Beyaz önlüğünün cebinden dolma kalemini çıkarak dosyası ile ilgilenirken,

 

‘’Nasılsınız? İyi misiniz? Bay...’’

 

Söylediğinde benden cevap beklediğini biliyordum. Ancak tek hatırlayabildiği ben kimim? Sorusuydu. Bu doktor benden cevap beklediğinden adımı hatırlayamamam geçiştirerek Doktor Oliver’e,

 

‘’İyiyim, sadece sırtımda ve başımda biraz ağrımdan var, doktor bey.’’

Hemen ardından kendimi hafif sallamaya çalışmıştım. Ama en ufak silkinişte ağrılarım artarak devam ederken Doktor Oliver...

‘’Bunun olması pek tabi, çünkü ağır kazayı atlatıp bu hastaneye gelmeniz bile büyük bir mucize bence.’’

 

Ellerimi yüzüme götürmüştüm. An be an o esnada ne olduğunu bile hatırlamadığımı fark ederek...

 

‘’Peki, ben neden bu olayla ilgili bir şey hatırlamıyorum.’’

 

‘’Bayım, olayın daha atlatmadınız ki, daha’’

 

Doktor Oliver tam odadan çıkacaktı ki, odaya hemşire girdiğinde Doktor Oliver Bana doğru bakarak...

 

‘’Şimdilik sizinle hemşire hanım ilgilenecek.’’

 

Söylediğinde odadan dışarı çıkar. Hemşire hasta ile ilgili yapması gerekeni yapar. Gerekenleri yaptığında odadan dışarı çıkarken,

 

‘’Geçmiş olsun.’’

 

Dedikten sonra görevini bitiren hemşire odadan dışarı çıkar. Bende yatağın hemen sağında kumandayı alır. Televizyonu açar. Ve kanalları gezmeye başladığımda yerel bir haber kanalını bulmuştum. Son dakika haberleri için biraz beklemiştim ki,

 

‘’Bakalım haberlerde neler varmış!’’

 

Televizyondaki haber kanalı reklam arası vermişti. Bir süre sonra yine karıştırarak bir haber kanalı bulmuştum. Sonunda reklam arası bitmiş, haber kanalındaki son dakika haberi olan o günkü kazada yaşanan olaylardan bahseden haber haberi de...

 

‘’Sevgili seyirciler benim adım Michelle- Madison bu günkü haberimizin kaynağı, cumartesi akşamında gerçekleşen, tren kazasından bahsedeceğiz. Evet, Dedektif Conner bu kaza ile ilgili ne söyleye biliriz? Öncelikle bu bir tren kazası olarak gözükmese de araştırmalara göre bu bir tür suikast çeşidine benzer çantanın patlamanın olduğu yerde kullanılamaz hale geldiğini edindiğimiz haber kaynakları bize öyle söylüyor. Peki Bay Conner. Sizce bu olay bir kaza mı? Yoksa suikast mı?''

 

Söylediğinde televizyonu bir anlık sinirle kapattım. Ve dinlemeye uyumaya çekildiğimde polislerde arabaları ile gelmiş ve hastaneye yeni giriş yaptıklarını ve hastanedeki güvenlik görevlisine Bay Conner polis rozetini aldığı gibi hastane girişindeki güvenlik görevlisine gösterdiğinde içeri girerler. Hastane gişesine geldiklerinde...

 

‘’Merhaba, benim adım dedektif Conner. Washington’a bağlı olan polis departmanından komiser Bay Harry Liam Acaba Bay Azrail isminde şüphelinin yazılı ifadesini ala...’’

 

Söyleyemeden gişe görevlisi yetkilileri bekleterek...

 

‘’Bir saniye bayım.’’

 

Söylediğinde gişe görevlisi hemen eline telefonu alır. Hastanın doktoru Oliver’e.

 

‘’Evet, buradalar. Hımhım. Peki. Anladım. Doktor bey.’’

 

Elindeki telefonunu kapattıktan sonra gişe görevlisi, Yetkililere...

 

‘’Doktor Bey sizi odasında bekliyor.’’

 

Dedektif Bay Conner ve yanında bulunan Bay Harry Liam zemin kattan koridora doğru ilerler ve sağında bulunan asansörü çağırır. Kısa bir süre sonra dedektif Bay Conner daha sonrasında Doktor Oliver’in odasına gelirler.

 

‘’İşte geldik. Sonunda!’’

Dedektif Bay Conner ve diğer komiser 5. Kattayken Doktor Oliver’in odasına geldiklerinde kapıyı tıkladığında...

 

‘’Girin.’’

 

Dediğin Doktor Oliver işlerini yeni bitirmişti ki Doktor Oliver tekrar söze girdiğinde...

 

‘’Buyurun. Oturmaz mısınız.’’

Eli ile onlara karşılıklı tekli kanepeleri gösterdiğinde, Dedektif Bay Conner,

 

‘’Buna zamanımız yok Bay Clara.’’

 

Doktorun bu nazik teklifini geri çevirdiğinde Doktor Oliver,

 

‘’Madem öyle beyler. Asıl konumuza gelelim isterseniz. Siz işinizi hakkı ile yapmak istiyorsunuz. Ben de öyle. Ancak bu hastanın yazılı ifadesini almanız mümkün değil.’’

 

Dedektif ve komiser şaşırarak birbirlerinin yüzüne bakarak...

 

‘’Bakın. Bay Clara. Biz şüphelinin yazılı ifadesini almak zorundayız. ‘’

 

Dedektif ve komisere karşın Doktor Oliver onlara zorluk çıkarmamak için sözlerine devam ederken...

 

‘’Sizi çok iyi anlıyorum. Ama henüz size yazılı ifade veremez.’’

 

‘’Neden? Bay Clara. Neden? Hem Azrail ismi sizce de şüpheli değil mi?’’

 

‘’Baylar. O bir kazadan kurtulanlardan biri sadece. Ayrıca bu isminin takma olması bana hiç de şüpheli gelmedi. Belki ailesi ona öyle sesleniyordur. Belki arkadaşları ona öyle isim vermişlerdir. Yapmayın. Memur bey. Siz önünüze gelenleri şüpheli olarak değerlendiriyorsanız. Onu bilmem. Şüphelinizin yazılı ifadeye aklı melikelerinin yerinde olmamasından kaynaklı olmasıdır. ‘’

 

‘’İsterseniz haddinizi aşmayın. Karşınızda bir dedektif olduğunu unutmayın. Peki şimdi şüphelinin akli melikelerinin yerine tekrar gelmesi ne kadar sürer. Bay Clara?

 

‘’Onu bize zaman gösterecek. Baylar.’’

 

Bir süre onları bekleterek dosyanın içerisinden bir rapor kâğıdı çıkarır. Dedektife uzattığında...

 

‘’İşte bu da onun akli melikelerinin olmadığına dair rapor.’’

Söylediğinde dedektif ve adamları oturdukları koltuklardan ayağa doğru kalktığından her ikisi de elini uzatarak...

 

‘’bize yardımınız için çok teşekkür ederiz. Bay Clara.’’

 

Dediğinde dedektif ve adamları odadan çıkarı çıktıklarında bir süre koridordan asansöre doğru yürümeye devam ediyorlardı. Birkaç saniye sonra asansör geldiğinde kabine bindiklerinde adamlarından biri merakına yenilerek...

 

‘’Bay Conner. Sizce Bay Clara söyledikleri size bir şey ifade ediyor mu?’’

 

Söylediğinde pek inanmak istemiyordu. Ki dedektiften gelen cevap hiç de gecikmemişti.

 

‘’Araştırmalar devam ediyor. Liam.’’

Söyler. Söylemez. Elindeki rapor kağıdını Bay Liamın göğsüne tutuşturur. Ve öylece hastaneden çıkarlar.

Daha sonrasında bende hasta yatağından kalktım ve odasında bulunan pencerenin kanatlarını açtım. Onları göz ucu ile izlemeye devam ettim.

Sonrasında onların hastaneden çıktığını ve ayak üstü biraz tartıştıktan sonra polis arabalarına bindikleri anda hastaneyi terk etmişlerdi. Hasta yatağına geri dönerek yavaşça uzandım. Polislerin neden geldiğini düşünmeye çalıştığımda da başım felaket derecede ağrı saplandı. Ancak tüm çabalarım Boşa çıktığını varsayaraktan uzun bir süre sonra odaya yemekleri servis eden personel girmişti. Ve...

 

‘’Öğle yemeği zamanı geldi. Bayım!’’

 

‘’Öğle yemeğinde bugün ne var mış?’’

 

‘’Çorba, güveç ve birazda ekmek bayım!’’

 

Öğle yemeğini yatağın başucundaki plastik masaya bıraktıktan sonra yemeği dağıtan personel odadan dışarı çıkarken,

 

‘’Geçmiş olsun. Bayım.’’

 

‘’Teşekkür ederim.’’

 

‘’Rica ederim.’’

 

Dediğimde odadan ayrıldıktan sonra aradan birkaç dakikadan ayağa kalkarak, plastik masayı kendime çevirerek yemeği yemeğe başladığımda. Yemeğimi yerken hemen yanındaki ekmekten tam ısırık alacaktı ki, aklından şöyle bir şey geçiverdi.

 

‘’Sakın. Pusulayı ekmeğin içine koymasınlar!’’

 

Düşündükten bir süreliğine odanın etrafını kolladığımda ekmeği yarıp, ikiye bölerek içinde gizlenmiş bir pusulayı gördüğümde fark edilmeden hemen o pusulayı ekmeğin içinden hemen aldım. Ve hızlıca pusulayı açarak okumaya başladığımda o kâğıtta şöyle yazıyordu.

 

‘’Bay Azrail. Sizi bu hale sokanın müsebbibi size beni kurban gösteren kişidir. Bay Watson.’’

 

Hemen okuduğum pusulayı bir kâsenin içinde yakarak imha etmeyi başardıktan sonra o kâseyi de yatağın altına itekleyerek sakladıktan birkaç saniye sonrasından da önümdeki yemeğimi bitirdiğimde olaylar için tekrar geçmişimi hatırlamaya zorladım. Ama nafile. Her hatırlamaya çalıştığımda başım özellikle orta kısmı aşırı ağrıdığını hissettiğimi anladığımda bir süre sonra o müjdeli haberi vermek için içeri hemşire girer ve...

 

‘’Merhaba, bayım nasılsınız?’’

 

‘’iyiyim. Yani sanırım.’’

 

‘’Hadi gözünüz aydın!’’

 

‘’Ne oldu?’’

 

‘’Taburcu oluyorsunuz. Bugün işlemler başlar. Bayım!’’

 

Bu haber benim için o kadar hoşuma gitti ki ne kadar sevindiğimi inanın anlatmam. Ancak bilmediğim bir şey vardı. O bilmediğim şey ise benim akli melikelerimin kaybetmiş hastalar için özel kurulmuş. Akıl hastanesine nakledilmem olmamdı. Ve ne zamandır da bu haberi bekliyordum. Daha sonra hemşire bu konuşmadan sonra odadan dışarı çıkmış. Bir süre sonra da benim için hastaneden taburcu olduktan hemen sonra bir plan yapıp hastaneden kaçmayı düşünmem lazımdı. Ve ardından da yarım yamalak plandan sonra kaçmayı da başarırım. Sonra özel yapım tam elektronik suikast silahını satan bir tür dükkânın yolunu tutmuş ve dükkânın içerisine girdikten sonra dükkânda olan kişi ile ticaret usulüne göre...

 

‘’Bayım. Hangi silaha bakınıyordunuz acaba?’’

 

‘’Bir özel yapım tam elektronik suikast silahını arıyordum. Tabi mermisi ile beraberinde, dostum!’’

 

‘’Pekâlâ bir bakalım kalmış mı aynısından!’’

 

Satıcı iş yerine benim istediği suikast silahını bir süre aradıktan sonra bana doğru gelerek...

 

‘’Hey! Adamım eğer biraz beklersen ben sana depodan kalmıştı. Onlardan bakıp, getireyim.’’

 

‘’Peki, getir o halde şu lanet silahı ne bekliyorsun?’’

 

‘’tamam. Pekâlâ adamım gidip getiriyorum. İşte...’’

 

Satıcı o dediği çeşitten iş yerine var olduğunu ve depoya gidip orada adamı oyalamış,

 

‘’Bayım. O dediğiniz silahı buldum, mermileri ile.’’

 

‘’Ne kadar?’’

 

‘’ Mermileri ile 5800 dolar. Bayım.’’

 

‘’Bu silahın mermileri özel değil mi? Başka var mı?’’

 

‘’Bu üründen başka yok. Bayım.’’

 

‘’Teşekkür ederim. Dostum.’’

 

Silahın ücretini ödedikten sonra iş yerinden çıkmış ve bir taksiyi çağırdım. Taksi yanıma gelir. Gelmez. Hemen yolcu tarafındaki kapıyı açtım. İçeriye oturduktan sonra da...

 

‘’Bayım. Nereye götüreyim sizi efendim?’’

 

Üstü başıma çeki düzen vererek hemen yanımda koltuğun üzerindeki özel suikast silahını kabaca göz gezdirdiğimde...

 

‘’Londra, Mitcham Junction tren istasyonu. Lütfen!’’

 

‘’Hayhay. Bayım. Siz nasıl isterseniz.’’

 

Birkaç dakika sonra Londra Mictham Junction tren istasyonuna vardığını gören şoför...

 

‘’Bayım. Londra, Mitcham Juntion tren istasyonuna geldik. Efendim.!’’

 

‘’Ne kadar taksi ücreti?’’

 

‘’Efendim. 8 dolar.46 sent.’’

 

Taksiden inerken özel çantamı da yanıma almayı unutmadan. Ve tren istasyonundaki kavşakta yolcu trenini beklemeye başladığımda Bir süre yolcu treni gelir gelmez. Koşarak yolcu trenine yetişmeye çalıştığımda nihayet yetişmeye başardığımda kendimi sakinleştirerek kendime boş bir koltuk bulmaya başladım. Ki... sonunda biletimdeki numaralara göre sonunda oturacağım koltuk bulduğumda...

 

Londra şehir merkezine vardığımda saat 21,30’tu. Kısa bir anlığına düşündüğümde daha yeni hastaneden taburcu olduğumu ve neden bir otel bulup artan zamanımı dinlenerek geçirmiyorum ki, diye, düşünür olduğum biran. Tren istasyonundan yukarı merdivenlerden çıkar ve etrafına bakındığımda yakınlarda otel aramaya daldığımda. Bir süre sağıma, soluma yorgun bir şekilde bakmaya devam ediyordum. Ama maalesef ki uygun bir otel bulamamıştım. Birkaç adım yürüyerek köşeyi döner. Dönmez. Kaşımda bir otobüs durağı belirdiğinde adımlarımı biraz daha hızlandırarak kısa bir sürede Otobüs durağına varmış, (531) numaralı otobüse bindiğimde otobüs yeni hareket etmişti. Birkaç dakika sonra Cannot Street tren istasyonunu önünde indikten sonra 15/16 numaralı otobüse bindi. Dört beş dakika sonra St Pauls Churchyard (H) durağından indikten hemen sonra da geriye iki dakikalık bir yol kalmıştı. Ve çoktan yürümeye de başladığımda artık sağımda o dev büyüleyici kapı belirmişti. Ancak yorgun olmam ile o dev kapıya giremeden süzülüp yere yığıldığımı ve arkamda uzunca bir çanta ile beraberinde hatırladığımı ve gözlerimi aralıklı açmaya çalıştığımda ise sadece kulağıma gelen sesleri duyabiliyordum.

 

‘’Bu adamı hemen odasına çıkartın, hemen!’’

 

‘’Peki, ala patron.’’

 

Tasdik ederek onlarda. Elemanlarda beni yukarıdaki odalardan birine götürüp yatağa yatırdıktan sonra çalışanlardan birinin elinde birinde çantasını da yatağın hemen yanı başına bıraktığı anları bile haya meyal hatırlamaktaydım. Ameliyat dikişlerim atmış, kan boşalırcasına akıyorken, yüzümde ter damlacıkları yere damlıyordu. En son olarak bana yardım edenlerden biri...

 

‘’Adam illaki yorgundu da bayılmıştır. Lakin yüzündeki ter tanecikleri neydi öyle.’’

 

Düşünürken otelin elemanların biri aşağıya otel genel müdürü odasına giderek...

 

‘’Müdür Bey, karışmak gibi olmasın. Ama bu adamın çantası aşırı ağırdı. Biz bile o çantayı taşımakta güçlük çektik patron!’’

 

Otelin odasının içinde bir süre dinlendiğimde sabah olmuş, üstümü başımı ve sonra özel çantasını omzuma alır, odanın kapısını açtığım anda dışarı koridora doğru adımlarımı hızlandığımda merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladım. Otelin girişine gider. Ve oradaki personele...

 

‘’Bayım, kusuruma bakmayın dün gece kendimde değildim. Sanırım. Ben otel ücretini ödemek istiyorum.’’

 

‘’Tabi bayım.’’

 

Otel ücretini ödediği gibi çıkar. Otelden adımları hızlanmaya, merdivenlerden aşağıya doğru sanki, heyelan gibi hızlıca koşmaya devam ediyordum. Önünde bir tür güvenlik duvarı vardı. Yolcuları arıyor ve bütün çantalarını arıyordu. Ben ise endişeli, korku dolu anlar yaşıyor, bir anda put gibi çakılı kalma korkusu ile merdivenin ortasında ne yapmam gerektiğini bilmediğim halde hemen sakinleşmeye çalışıyor, eğer endişeli ya da korkmaya devam ederse önünde bulunan güvenlik duvarına bulunanlar hemen peşine düşüp onu yakalamaları an meselesi olurdu. Çantasına olan silahını kamuflaj olması bahanesi ile otelden çıkmadan önce giysi doldurmuştu. Çünkü İnterpol tarafından Washington D.C’de aranıyordum. O yüzden ki ne otel güvenliklerine ne polislerine. Ne de peşimdeki FBI ye hiç yakalanmaya niyetim yoktu.

 

Hemen çantamı omzumdan indirip yere çömelmeye başlamıştım ki polis ve güvenlik duvarında sabit duranların hepsi meşgul bir halde, bazıları insanları arıyor, bazıları da çantaları dökerek arıyorlardı. Ve bir an düşünce hasıl oldu.

 

‘’Kahretsin! Beni ihbar etmiş olmalı! Lanet herif...’’

 

Daha sonra ise, çömeldiği yerden ayağa kalkıp, çantasını omzuna alıp. Arkamı dönerek otelden kaçmak için başka bir alternatiflerin olduğundan onlardan kaçmaya başladım. Oysaki, yere çömeldiği an çantamı açıp içindeki silahını ve mermilerini sağlam yere saklamış ve x-rey cihazından bu çanta geçse bile ne silah ne mermi o çantada ne olduğunu anlamayacaktı. Ancak birçok ülkede arandığım için güvenlik alanına giderek kendimi göz göre göre yakalatamam. Bu aptallık olurdu. Bir yolunu bulup, otelden kaçmayı başarmıştım. Sonrada Londra dan uzaklaşmak için katedral kilisenin hemen güneyindeki Gatwick hava limanına giderek sırtımdaki sırt çantam ile birlikte merdivenlerden çıkarak havalimanına girdiğimde ilk işim bilet almak olduğunda kameralardan kaçarak bu sorunu çözmek olmamla birlikte Washington, Dulles uçağının kalkış saati yaklaştığında uçağın tünel kapısından içeri girdiğimde biletteki First Class bölümünden aldığım koltuk numarasını bulmaya çalışırken bir süre sonra bilette yazan koltuk numaramı ve koltuğun belli bir kısmına yazılı olan numarayı bulduğumda geriye kalan her koltuğun koridor tarafındaki emniyet kemerlerinin hemen yanında yazıyor, birkaç dakika sonra o yazılı olan numarayı bulmuş, koltuğa oturmadan evvel paltomu çıkarıp, üst tarafında bulunan elbiseler için tasarlanmış, bir tür bölme vardı. Üzerimden çıkarmış olduğum paltomu katladıktan hemen sonra o bölmeye bıraktıktan sonra omzumdaki ağır özel yapım çantasını omzumdan yere doğru indirirken,

 

Oturacağım koltuğun pencere tarafına koymuş, yolcu koltuğuna oturur. Oturmaz. Hemen emniyet kemerlerini takmış, bir süre sonra oturduğum yerden uzunca dar koridoru kolaçan ediyordum ki, hosteslerden biri bir ya da iki metre karşımda olduğunu ve önünde bulunan küçük bir araba. Arabanın üzerinde olan atıştırmalık dağıtmaya devam ediyordu. First Class bölümüne geri dönen bir süre sonra uçağın içinde bulunan arabanın üzerinde atıştırmalık ve içecek olan arabası ile benim olduğum yere doğru geldiğini görmüştüm. Tam bulunduğum yere gelmiş, ona karşı...

 

‘’Bayım, öncelikle uçağımızı tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizin istediğiniz bir şey var mıydı?’’

 

‘’ Jack Daniels. Lütfen?’’

 

‘’Hayhay, efendim. İyi yolculuklar. ‘’

 

Uçak hostesleri o küçük arabası ile yanıma geldiğinde yarım bardaklık istediğim içkimi hazırlayıp bana uzattığında elinden viski bardağımı aldığımda ara ara yudumlarken öylece uçağın pencereden bakarken birkaç saat sonra gideceğim yere vardığımda ne yapacağımı planlamaya başlamıştım. Planımı da tastamam bitirmiştim aslında... Lakin ufak tefek pürüzler vardı. Onları da düşünüyordum. Birkaç saat sonra uçağın içindeyken uçağın hızı ağır ağır yavaşladığını hissederek şu anda bulunduğum yerde uyurken gözümü daha yeni açtığımda kendime daha yeni yeni gelmeye başlamıştım. Ardından oturduğum yerden kalkıp üst bölmede paltomu alıp, giydiğimde pencere tarafında bulunan özel çantamı elime almış, omzuma yerleştirmiş, bir an önce uçaktan dışarı çıkmıştım.

 

Uçak pistine inen uçaktan bir an öce çıkışa gidip uçağa bağlı tünelden geçerek Washington D.C- Dulles Uluslararası Hava alanına sırtımdaki uzun bir sırt çantası ile çıkışa doğru yürümekteydim. Havaalanına geldiğimde sırtımdaki o özel sırt çantamı omzumdan indirdiğimde artık sağ elimde güvenlik noktasına kadar taşımaya devam ediyordum. Tam güvenlik noktasına birkaç metre kala intikam tekrar gözüme girmiş ve yine

 

Bay Azrail turnikelerden geçtikten sonra o kadar endişelenmişti ki hava güneşli ve açıkken normalde güneş gözlüğü takardı. Onu bile unuttu takmayı o derece yani, Washington’a ilk adımı attığında derin bir nefes çekti içinden çünkü buraya gelene kadar kırk dereden su içmiş gibi oldu kendisi. Bir an önce planladığı planın ilk adımını gerçekleştirmeye gelmişti sıra. O da Bay John’ın nerde olduğunu bilen birine sorarak ve araştırarak adamımızı bulmuştu. Bay John’ın nerde olduğunu bildiğini varsayaraktan ona...

 

‘’Bana bak eğer sorularıma düzgün cevap verirsen sana zarar vermem, anlaştık mı?’’

 

Adam inat etmiş. Bay John ile ilgili bütün detaylarını vermeyeceğini ve böylece yalnız olmadığını söyler. Bay Azrail elinin altındaki esire...

 

‘’Sana tek kelime bile etmem pislik herif!’’

 

‘’Demek öyle!’’

 

Bay Azrail, adamın elini ayağını bağlamış, çantasını omzundan indirip yere doğru özel yer ayrılmış zehirli hap için, oradan küçük bir hap çıkarır o gizli bölmeden sözde zehirli hapı ona zorla yutturmaya çalışır.

 

Bay Azrail kızgın ve çok öfkeli bir halde olunca bu kızgınlığı ve öfkeliği daha da artmaktaydı.

 

‘’Yut şu lanet hapı seni pislik. Yut şu hapı!’’

 

Biraz işkenceden sonra uğraş sonucunu vermiş olmalıydı. Bay Azrail’in elinde olan hapı adamın ağzına zorla tıkaması, ona kızgınlığını ve öfkeliğini anlamıştı sanki.

 

‘’Eğer ki, beni polise ya da herhangi bana zarar verecek birine ötersen seni gebertirim. Seni bu yuttuğun hap ile zehirlerim. Anlaşıldı mı? Anlaşıldı mı? Seni şişko domuz bu lanet zehrin panzehri bende... Yani dostum. Tam 24 saatin var. Ona göre düşün. Al bu numaramı bana ulaşabilmen için hadi kaybol seni burada daha fazla görmek istemiyorum.’’

 

Bay Azrail adamına o hapı zorla yutturduktan sonra onun hızlıca elini o pis ağzından çekip daha sonra mendille sildiğinde o küçük silahını da adamın kafatasından indirmişti. Adamın üstü başı paralanmış vaziyetteyken sokağa salmış nasıl olsa vereceği cevabını biliyorum diyerekten salmıştı o adamı.

Daha sonra da sokağa çıkıp biraz gezindikten bir süre sonra kiralık bir ev görür. İkinci katına bakmış kiralık yazısının altındaki numarayı telefonundaki küçücük tuşlara basarak, sonrasında solda bulunan yeşil renkli arama tuşuna basar ve Azrail şöyle konuşur telefondaki kiracısı...

 

‘’Merhaba adım Jona. Şu eviniz kiralık mı? Acaba!’’

 

Ciddi bir haldeyken lakin canı yine de yanıyor, küçük sızlamalar olsa dahi. Evin sahibi biraz düşündükten sonra şöyle söyler;

 

‘’Evet, kiralık ne olacak!’’

 

‘’Çok mu paraya ihtiyacın var, dostum?’’

 

‘’Görmüyor musun halimi parasızlıktan bakamaz oldum kendime.’’

 

‘’Peki ala öyleyse nedir bunun fiyatı?’’

 

‘’Fiyat mı? Şimdi mi? Şimdiye kadar senin gibi hızlı alıcıya hiç rastlamamıştım bayım.’’

 

‘’Bu evin eski. İki katlı olduğunu var sayarsak fiyatımız. Bayım.’’

 

‘’150 dolar bayım.’’

 

‘’Peki ala biraz pahalı fiyat lakin almaktan başka çaremde yok yaşlı dostum.’’

 

Bay Azrail yaşlı adam ile nasıl buluşacağı konuyorlardı. Ardında parayı nakit ödeyip, evi kiralayacaktık, ancak yaşlı adama pek güvenmese de mecburdu bu evi kiralamaya. Bir zaman sonra yaşlı adam Bay Azrail’in söylediği yere gelir ve şöyle yersizce konuşur onunla;

 

‘’Kira param nerde?’’

 

‘’Burada çantanın içinde. Kaçmıyor ya!’’

 

Bay Azrail çantasını omzundan yere doğru indirir ve çantayı açar. Elini çantanın içine girmesi ile avucunun içinde bir iki balya parayı adama kabaca atar.

 

‘’Kiramız ödendi mi, bayım.’’

 

‘’Ödendi bay…’’

 

Kiracının arkasına sessiz gelir. Kulağına,

 

‘’Sakın. Aynasızlara öteyim. Deme. Yoksa seni bulur. Kafanı Gövdende bulamazsınız. Bilmem anlatabildim mi?’’

 

‘’Pek. Bay...’’

 

Diyerekten sözü yarım kalmıştı adamın ağzında. Kiracı kiralık evi nerede olduğunu göstermek için onu o eve götürürken,

 

‘’Bay Jona gelin size evinizi gezdireyim!’’

 

‘’Kiralık değil mi, bayım?’’

 

‘’Hah evet, tabi unutmuşum yaşlılık işte. Ne yapacaksın ihtiyar!’’

 

Yaşlı adam ve Bay Azrail masadan işi bitince garsonu çağırır ve ona kredi kartını verir, bir kutu içinde. Garson ise, kutuyu aldığı gibi masrafların ödeneceği gişeye doğru yönelir. Bir süre sonra Bay Azrail masadan ayrılır gişeye doğru adımlarını atmaya başlar. Ve kredi kartının dört haneli şifresini yazarak ödediğinden polisin bu kart ödemesi yüzünden bu işletmeye baskın vereceğini bilmediğinden böyle bir sorun çıkacağını bilmiyordu. Yanındaki yaşlı adam ile kiralık evin yolunu tutarlar. Bir süre sonra kiralık eve ulaştığında ise yaşlı adam...

 

‘’İşte geldik, bay Jona.’’

 

Bir an önce evin kapısını açmasını bekliyor yaşlı adamın. Lakin daha kilit mekanizmasına girmeden elinden düşürmüş, Bay Azrail çok endişelenmişti. Çünkü her an polisler az önce buluğu kahvelerin içtikleri Kafe’ye baskın vermiş olabilirlerdi. Bay Azrail yaşlı adamın kilidi düşürmesine çok kızmış ve endişeli bir haldeydi. Azrail, öfkeli haldeyken yaşlı adama karşı şöyle sözlerini sarf ediyordu. Bay Azrail,

 

‘’Seni yaşlı budala. Daha elindeki kilidi tutamaz olmuşken parayı nasıl tutacaksın yanında kahrolası herif.’’

 

Yaşlı adam çok alınmıştı. Hatta o kadar alınmıştı ki Bay Azrail’e evini bile gezdirmekten vazgeçmişti. Sonrasında yaşlı adam onu terk edip gider. Bay Azrail yaşlı adamın arkasından...

 

‘’Ne halin varsa gör.’’

 

Bay Azrail, kilidi o adamdan aldığı gibi, evin kapısını açmış, evin girdiğinde etrafına bakınan Azrail ilk görüşte evin yeni sanıp, aradan bir süre sonra göz gezdirir ve evin duvarı boyasız olduğu halde dökülmeye başladığı zeminde bulunan döşemeleri öyle çürümüştü ki şansı varsa bir tarafını kırmaz umarım. Evin ilk birinci katına biraz bakındıktan sonra farklı yerlerde geniş pencerelerin olduğunu, kiracıları kandırmak maksadı ile evin dış görünümüne çok özenmiş sanırım. Dış kapısı sıra dışı olduğu kadar binanın dış kaplaması ile ilgili yatırım yaptığı kesin tabi. Artık binanın ikinci katına göz gezdirmek umudu ile binanın iç kısmında bulunan merdivenden ikinci kata çıkmıştır. Etrafa bakınırken farklı bir tasarım yoktu aslında tek farkı kocaman bir dışardan değil de içerden balkon tasarımı yapılmış, büyük bir evdi. Üst katta pek eşya yoktu tabi. Duvarlardaki boyalar rutubet olması beraberinde eski bir masadan farksızdı. Zemin kat için bu kadar iyi haber veremem size birkaç farklı yerde çürümüş döşeme tahtaları ve katın her odasında üst kattaki duvarlara olan rutubetin aynısı burada da vardı. Ve bunun dışında hiçbir şey yoktu aslında.

 

  

 

İNGİLTERE,

 

LONDRA HEARTHROM HAVALİMANI...

 

GÜNÜMÜZ.

 

Eski delme çatma evinde odanın camından gün batımı yaklaştığı anda zaman gitgide kısalıyordu. Kısa bir vakitten sonra karanlıklar çöker şehrin üzerine. Hava zifiri karanlık olduktan sonra farklı giyindiğinde dış kapıyı açıp, dışarıya çıkarken de dış kapının içerisinde bulunan kapının kilit mekanizmasındaki kilidi oradan aldığı gibi dış kapının dış tarafındaki kilit mekanizmasına kapıyı kilitlemek için üstüne alır. Öyle kilitler binanın dış kapısını. Çıkar gider pazarın yolunu tutar. Pazar da kumaş satan yere vardığında bir süre kumaşlara bakındıktan sonra gözü biran döşek çeşitleri olan ayrı bir yere görür. Oradan bir tanesini seçip satıcıya ücretini ödeyip, çıkar o kumaş yerinden. Kimseye fark edilmeksizin adımlarını biraz hızlandırmaya başlar. Evine doğru gider yine. Evine vardığında ise elini paltonun sağ cebine daldırır ve anahtarı alır avucunun arasına. Dış kapının anahtar mekanizmasına çalıştırır ve kapı açılır. Azrail içeri girer. O gece çok yorulmuştu. Bir an önce döşeği yere serip uyumak ve dinlemek ister vücudu. Satın aldığı döşeği yere serer ve yatıp uzanır ve kısa süre içinde uykuya dalar.

 

                                                                                                                                    

 

Ertesi gün gözlerini ilk o an yattığı yerdeydi. Her ne tarafa dönerse de dönsün. Sonuçta yumuşacık bir yatak olmak bir yana hala bu döşemenin üstünde uykuya daldığı an bile üşüyüp titremekten kemikleri sızlardı. Ancak üstüne bir şeyler almasaydı. Belki de titremekten vücudunda kırılmadık kemik kalmazdı. Hiç vakit geçirmeden bir an önce uzandığı yerden kalkar. Yere serdiği döşemeyi ve üstüne çektiği yorganı kaldırıp, salonun bir köşesine bıraktığında daha sonra dışarı çıkmak için hazırlanır. Otele hiç dönmeyeceğine ilişkin olarak hazırlıkları bittiği vakit o özel çantasını da unutmuyor değil. Dış kapının iç taraftaki gözünden anahtarı oradan alıp kendi omzunda özel çantası ile dışarı doğru kapıyı da kilitlemeyi de ihmal etmeden dışarı çıktığında bir şeyler atıştırmalık için restorasyonuna gider. Fakat bahsettiği kafe ile evinin arasındaki mesafe çok uzak olduğundan. Her an polislerin baskın yapacağını düşündüğünde 2. Kurbanın planını tamamlamıştı. Hem endişeliydi. Hem de Kafe’nin yolunu tutmaya başladığında kaldırımın üzerinden adımları ile seyrek bir şekilde hareket ediyordu ki karşı şeritten gelen bir polis aracı devriye atıyordu bulunduğu sokaklarda hemen acele etmişti. Ana yolun karşısında bulunan bir ara sokağa doğru koşmuştu. Onlardan kurtulmak için birkaç dakika bekledikten sonra polis aracını üstünde bulunan sirenlerin ahenkli renkleri hala daha ara sokağın içine doğru gitmesi ile beraberinde ikaz sesleri şehrin her yerine yayılıyordu. Öyle keskin bir sesi vardı ki kulağımı tırmalarcasına beynine işliyordu. Sonrasında ara sokağın içinden ilerleyerek diğer ana yola giden tarafını bulmuştum. O kafeden birkaç metre mesafe gerideydi ama yayan yürürsem oraya ulaşmıştım. Düşünüyordum. Yayanda olsa ulaşmıştı o bahsedilen kafeye biraz etrafa bakındıktan sonra orada bulunan müsait bir masaya oturur. Birkaç dakika sonra masaya gelen garson...

 

‘’Hoş geldiniz, bayım!’’

 

‘’Hoş buldum.’’

 

‘’Bir isteğiniz. Arzunuz var mı? Efendim.’’

 

‘’Şu menüden istiyorum.’’

 

Menü kitapçığındaki seçili kahvaltıyı garsona gösterdiğinde...

 

‘’Peki efendim. Siz nasıl istersen bayım’’

 

Birkaç dakika sonra garsonlardan tek ile tuttuğu kahvaltı tepsisi ile masaya doğru geldiğinde...

 

‘’Buyurun efendim. Kahvaltınız.’’

 

Azrail garson masadan ayrılmadan evvel endişeli bir şekilde garsonun ağzını araması sebebiyle...

 

‘’Geçen hafta yine bu kafeye gelmiştim bir şeyler içmiştim. Yaşlı adamda vardı yanımda, yine bu masadaydık. O gün birileri geldi mi?’’

 

‘’ Evet bayım.’’

 

‘’Peki kim gelmişti?’’

 

                                                                                        

 

‘’Bilmiyorum. Ki... Patron geldiği zaman ona sorarsınız.’’

 

‘’Yoksa sizin adınız. ‘’

 

‘’Hayır, hayır delikanlı beni başkasına karıştırdın. Benim adım Jonas. ‘’

 

Gelen garsona yalan söyleyerek yüzümde de sahte bir gülümsemeyle ona kısa bir bakış attıktan bir süre sonra kahvaltımı bitirdikten bir süre garsonu bulunduğu masasına çağırır. Bu sefer ki farklı bir garsondu.

 

      

 

‘’Hesap. Lütfen...’’

 

‘’Peki bayım.’’

 

Garson Bay Azrail’in bulunduğu masayı terk eder. Bir süre sonra Azrail’in masasına seyrek adımlarla belirdiğinde aynı garson...

 

‘’Buyurun. Efendim.’’

 

Azrail garsonun uzattığı o hesap kutusunu alır. Ödeyeceği miktar ne kadar olduğunu öğrenmek istediğinden kutuyu açar. İçindeki yazılı olan rakamı sessizce okur. Sonrasında ise, sol arka cebinden cüzdanını çıkarıp masanın altından o birkaç kredi kartını çıkarır. Cüzdanın içinden elindeki bulundurduğu nakit parayı kutunun içine bırakır. Ve karşısındaki garsona uzattığı anda masum rolünü o kadar iyi oynamaya devam ediyordu. Bir süre sonra garson nakit paranın üstünü getirdiğinde...

 

‘’Teşekkür ederim. Evlat...’’

 

‘’Üstü kalsın. Evlat...

 

‘’Çok teşekkür ederim. Bayım.’’

 

Garson mahcup bir tavrı ile utanarak uzaklaştı, Bay Azrail’in yanından adımlarını sıklaştırdı daha fazla bu adama karşı mahcup olmayayım. Erken ayrılmıştı. Bay Azrail’in o hafif gülümsemesinden yine soğukkanlılığını daha yitirmediğini yüzünün aldığı halinden belli oluyordu. Bulundukları masanın hesabını kapatır. Kapatmaz hemen masada ayrılmaya baktı bir an üzerindeki giysilerin ağırlığı bir cüssesi ile biraz kalıplı bir fiziği vardı. Elini çabuk tutmak kendi için en güvenli yapabileceğim şeydi. Birkaç dakika kaldırımda durmuş yorulmuştu. Artık biraz dinlense her halde fena olmazdı. Biraz bekledikten sonra gözüm uzaklardan bir taksi görüyor gibiydi. Fakat bundan emin olmak için biraz daha bekleyip yaklaşmasını beklemekti. Yaklaştıkça belli oluyordu. Elimi kaldırdığımda yanımda durması için elim ile şoföre işaret veriyordu. Bir güvercinin ölümle pençeleşmesi gibi çabalıyordu. O lanet şoförün karşısında. Uzun süre boyunca çabalamanın sonucunu elde ederken o taksi yanımda durmuş, bana nazikçe davranması için yalvarıyor. Hatamın telafisi olaraktan bırakın size nazikçe davranmama müsaade edin lütfen... Düşüncesi bana karşı özel harekette bulunuyordu sanki. Bay Azrail kendince şaşırmış dona kalmıştı taksi şoförünün karşısında adeta ne yapacağını bilmeksizin şoför yolcu koltuğunu kapısını açarak aşağıya doğru inerekten acele bir şekilde Azrail’in bulunduğu kapıyı ona karşı açmıştı. Çünkü hala hatırlamadıklarım. Geçici hafızam kaybı devam ederken o an şoför beni anlamış olmalı ki,

 

‘’Buyurun bayım.’’

 

Şoförün ona karşı bu kadar zahmete girmesi bile şaşırtıcı olmadığından Bay Azrail de ağrı hissettiğinden kırık sesiyle...

 

‘’Teşekkür ederim.’’

 

Şoför kafasını onaylar gibi yapar. Hemen arabanın direksiyonuna doğru hızlı adımlarla varır. Çoktan şoför arabayı sürmeye başlamıştı. Birkaç dakika sonra Azrail’e nereye gitmek istediğini söyler.

 

‘’ Aziz Paulus Katedrali kilisesine lütfen!’’

 

Şoför bunu söylemesini beklemiyordu. Birkaç dakika sonra şoför arka tarafa oturan Azrail’e doğru gözleri arabanın dikiz aynasından bakıyordu. Ona söylediği kiliseye geldiklerini ve müşterinin şoförün ücretini ödediği anda şoför onu dikiz aynasından görünce parayı istemediğinde...

 

‘’Ücret istemez.’’

 

Arkada oturan Bay Azrail sol tarafında özel çantasını kucağına alır. Çantanın sargısını omzuna oturtur ve şoförün gelip kapıyı açmasını beklerken şoför direksiyonun olduğu yerin sol tarafında bulunan kapıyı açar. Açmaz. İndiğinde seri bir şekilde Azrail’in bulunduğu yolcu kapıyı açar. Bay Azrail taksiden ayağa kalkar. Bundan sebebi ile bütün inceliğini şoförün Azrail’e karşı davranışını başı ile onaylar. Ve arabadan dışarı çıkan Azrail, hafif gülümsediğinde normal adımlarla hemen karşısında bulunan katedralin kilisesine doğru harekete geçer. Biran evvel, o an adımları ile yürürken katedraline Azrail’in telefonu çalar. Elini sağ cebine daldırır. O çalan telefonunu elindeyken telefonun ekranına baktığında kurbanlarından biri arıyordu. Bay Zehirli olarak görmüştü. Ve telefon hala çalmaya devam ediyordu. Kısa bir süre sonra düşündükten sonra ne düşündüğüne karar vermişti. Onu aradığını ve bir an daldığı hafif gülümseyerek düşüncesini belirttiğinde...

 

Nihayetten sessizce kendi içinden ağzından çıkmış biran evvel devam eden o hafif gülümsenin ciddi ve kararlı bir şekilde açar o sürekli çalan telefonunu artık dermanı kalmamıştı. Çalan telefon zil sesine dair. Açar açmaz cevap verir, onun adına sarf ettiği sörleri biran onun yüzü olmasa da sesi vardı. Artık kulaklarında olan ses sanki bir deprem zelzelesi gibi sesi vardı. Yoksa! Aman tanrım yoksa ölüyor mu? Kalbin yarısı iyiliklerle dolu ve yarısının kişinin nefsi ağır gelmiş olmalı ki bir yandan iyi davranıyor insanlara. Bir yandan kötü bir biçimde davranıyor olmuştu. İnsan toplumlarına bazı insanları ister zarar versin. İster masum olan kişileri

Sebep ilişkisi olmaksızın bir cana kıymak bu kadar kolay mıydı? İşte bu kişi ilk kişinin canına aldığında başka canlara kıymaya da devam etmeye ediyor da. Ben neden inancım yeterli olmasa da yine de inancım vardı. Yani bu işi bırakamıyordu. Sanki bağımlısıymış gibi gözünü tekrar intikam kaplamıştı. Bay Azrail’e omzunda özel çantası ile katedral kilisesine doğru hareket ederken biran hala çalmaya devam eder. Telefonu açar ve karşıdaki kurbanı ile...

 

‘’Alo, buyurun kimsiniz?’’

 

‘’Beni tanımadın mı? Ben o esir alınıp, zehirlediğiniz kurbanlardan biriyim. Birisini arıyordun. Bende o kişinin nerden olduğunun üzerine hayatım adına anlaşma yapmıştık ya hani!’’

 

‘’tamam. Her neyse. Şimdi seni hatırladım. Nerede o?’’

 

‘’Araştırmalarıma göre bay John Wen şu anda Londra tren istasyonundan indikten sonra seni arıyormuş. Yani sizin onu izlediğinizden emindi. Kısacası patron bu bir çeşit tren kazası değildi.’’

 

‘Evet. Patron para karşılığında kiraladığı adamlarım Wen’in peşine gönderdim onları. Her saniye bana haber gelmeye devam ediyor.’’

 

‘’Nerde o alçak?’’

 

‘’Patron senin işini bitirdikten sonra, Washington’ geri döneceğine dair haber geldi kulağıma. ‘’

 

‘’Eğer oraya giderse önce onu sonrada beni infaz ederler.’’

 

                                                                                                                                    

 

‘’Aynen efendim. Bunun için tarikatın yeterince ikna etmesi için İngiltere’ye geldi. ‘’

 

Telefon kulağını parçalamış sanki sapır olmuştu. Adeta. Çünkü bu haber karşılığında endişelenmiş ve de korkmuştu. Telefonun karşısındaki telefonun kimin kulağında olduğu onun halen umursamıyordu. Sonuçları bildiği halde... Bay Azrail...

 

‘’Tarikatın büyük bir projesi var.’’

 

Belli adamlar vasıtası ile zehirlenen adama oradan da Bay Azrail’e telefonun mesaj dürtüsü çaldığında karşısındaki zehirli herif ona kısa ve öz kelime kullanarak şöyle mesaj attığında...

 

‘’20.05.2020’de saat;15.00’da yer; İngiltere, Londra – Aziz paulus katedral kilisesine bağlı yeni meydanda...’’

 

Bay Azrail hemen acele edip üstüne giymiş olduğu siyah paltosunun iç tarafında bulunan derin cebinde elin daldırırken biraz zorlansa dahi bir parça mendil ile kalem avucunun içine almış elini daldırdığı cebinden çıkarmış ve telefonu açarak ana ekranda bulunan mesajlar bölümünde, gelen mesajlar kısmına bakarak eline aldığı mendile kalem vasıtası ile yazmıştı o telefondaki mesaj içeriğini beyaz mendile yazmış katedral kilisesine, o büyük muazzam binaydı Bay Wen’e dair planladığı suikast planını burada gerçekleştirecekti. Telefonundaki saate baktığında öğleye doğru 12.00 ‘idi hemen binanın etrafını birazcık dolaşarak incelemeye başlar. Sonu açık bir büyük bir pencere bulur. İlk önce özel çantasını omzundan alarak dik olarak yere sabitleyince yere özel çantasını sabitlediği gibi üstüne basarak yukarıdaki pencereye ulaşmaya çalışırlar ve sonra başarır. Lakin yere sabitlediği özel çantası için birkaç dakika almaya çalıştı ama olmadı yapamadı. İçeri tarafa girerek gizlice sessizce etrafı kolaçan ederek o koskocaman dev kapıya doğru yönelir ve kapıyı açsa dahi o kapı geriye doğru açılması için büyük bir insan gücü gerekirdi, ilk önce sol tarafındaki kapıyı tüm gücüyle geriye doğru iterek yere sabitler sol kapıyı sonrasında sağ tarafındaki kapıyı geriye birazcık hareket ettirdiğinde yere sabitler o sağ taraftaki kapıyı dışarı çıkmış binayı dolaşan Bay Azrail o özel çantayı kaptığı gibi alır ve kilisenin ana kapısından içeri çantası ile içeri girmişti. O binanın surlarına ulaşması için bir yol bulması gerekse de bu çok zor olmalı. Çünkü bu devasa bina tam bir labirent gibiydi. Binanın her köşesinde surları ile çok ihtişamlı görünmesinden bir yana labirent olarak tasarlanması enteresandı.

 

Birkaç gün aradan geçtikten sonra Bay Azrail’in adamı arar ve telefonu çalar durur. Cevap verir, Bay Azrail telefonundaki zehirli adama...

 

‘’Patron şu bana vereceğiniz panzehri vermeyi ihmal etmeseniz artık.’’

 

Bütün soğukkanlılığı ile sözde zehirli adama

 

‘’Yalan söyledim. Zehrin vücuduna yayılmıştır. Yani sana iyi yolculuklar. Bay Ölü herif...’’

 

Telefondayken ona karşı çirkeflik yaparak ve tüm soğukkanlılığı ile

 

Telefonun diğer tarafında olan kişi ise biran da öfkelenerek kendini tutamamış sözleri bir zehir gibi Bay Azrail’in kulağına...

 

‘’Ne! Seni psikopat herif.’’

 

                                                                                                      

 

Bazı çirkin hakaret etse de Bay Azrail hem suçlu hem de güçlüymüş gibisinden adamın yüzüne kabaca tavır sergileyerek kapatır kulağındaki telefonunu. Bay Azrail zehirli adamın ile ilgili bütün bilgilerini detaylarını ve hatta kendi cep telefonun daha paltosunun iç cebine koymadan, bir kenara doğru gider ve sallar o cihazdaki hattından kurtulur. Kimse ama kimse ona artık ulaşamaz.

Bir süre göz gezdikten sonra Hristiyanların ibadetini tamamladığı yere doğru yönelir. Eline ince kırmızı mumlardan bir tane alır. Mumun ucunu bir parça ateşe doğru yaklaştırarak o ince zarif mumu yakmayı başarır. Ve sonra inandığı yüce İsa’ya dualarını ettikten birkaç dakika hala yanmakta olan kırmızı renginde zarif mumunu dua sonrasında parmaklarını ıslatır. Hemen karşısındaki pederin şu anda olduğu kısma geniş bakış açısı ile inceleyerek. Arkada bulunan duvar mı? Yoksa çürük bir tahtadan mı ibaret olduğunu anlamak için bir yandan da tuhaf şeylerin döndüğüne inanmaya devam ediyordu.

 

Uzunca ahşap koltukları olan ve önlerinde pederin sürekli duraksadığı kısım ve bu binanın görkemi Bay Azrail’i etkilemişe benziyor olması ile beraberinde Azrail pederin bulunduğu kısımdan gözlerini o manalı duvardan bir saniye bile ayırmıyordu.

 

Lakin bu bulmacayı çözmesi için önceden ilk girişte gözlerini kilisenin iç mimarına biraz daha detaylıca inceleme fırsat bulabilseydi bu manalı duvarı çözmesi biraz daha yeterli olacak gibi düşünmüştü.

 

Bay Azrail pederin şu an yapmakta olduğu ibadetini tamamlamasını ve beni bu yaptığım veya işlemekte olduğum günahlardan arındırın peder düşünüyordu. Hristiyanların bir bu kilise için değil. Bütün kiliselerde olduğu gibi elini kolunu sallayıp istediği gibi serbestçe dolaşmaya da hakkı yoktu. Çünkü burası cinayet yeri olmadığından tetikçi iyi bir seçim yapmıştı. Onun için kilise kamuflaj süsünü gördüğünden dikkat çekmiyordu. Başkaları tarafından. Kilisenin etrafına Bay Azrail’in dolaşan gözleri hala dolaşmaya deva ediyordu ki pederin Bay Azrail’in ibadetinin tamamlanmış sonucunda etrafı surların arasında bulunan büyük kapıya doğru dolaşmaya başlar. Ancak ne yazık ki yine incelemeye zamanı kalmadığı anlar. Suikast planını gerçekleştirmek için bir ya da iki saat vakti kaldığını da bilmediğinden acelece etrafı göz gezdirip geçmişti.

 

Peder ayinini tamamladıktan önünde bulunan o iki surların arasındaki büyük kapıya tekrardan gitmeye çalışır. Nihayet surların eli ile ittirdiği büyük dev kapı surların yakınına gittiğinde yüzünü binanın önünde bulunan diğer iki surlara doğru iyi bakmaya ve incelemeye başlar.

 

Kısa bir süre sonra binanın o karışık bulmaca gibi olan iç tasarımı ne kadar mükemmel olsa da Bay Azrail bir çaresini bulmuş gibi görünmeye çalışıyor gibiydi.

 

Pederin biranda düşlerine takılan daha doğrusu düşünmekte olduğu cümleler (acaba neden kilisenin iç mimarına öylece bakıyor.) Diye düşünmeye devam ederken endişelenmeye başlar. Biraz da korkmaya başladığında şüphe içinde olmalı ki...

 

Tam peder endişesini, korkusunu ve şüphesini gidermek bir din görevlisi olarak soru soracaktı ki Bay Azrail önceden söze girip sohbete başlamıştı.

 

‘’Bu binanın iç mimarının tasarımına ve güzelliğine hiç doyum olmuyor doğrusu değil mi? Peder.’’

 

‘’ Evet. Atalarımızdan kalanlardan eski bir mabet yeri...’’

 

Cevaplamıştı. Biraz olsun ayak üstü küçük sohbet yapması pederin ona karşı endişelerini, korkularını ve şüphelerini gidermekmiş amacı. Lakin başarabildi mi? İşte orası muamma. Çünkü Bay Azrail’in davranışı ile beraberinde suikast planın ilk adımını gerçekleştirmek için pedere planlarından sadece ilk parçasından kurgulayarak ve birazda yalan sözlerini sarf etmiş olmasından bir yana peder önceden Bay Azrail’in biraz olsun rolünü anlamıştı.

 

                                                                                        

 

Peder onunla bir süre muhabbet ettikten sonra evine gitmek için bulunduğu Aziz Paulus katedrali kilisesinin önünde bulunan iki surların arasındaki heybetli, büyük ve dev kapıyı açar ve dışarı çıktığı gibi evinin yolunu tutar kendisi. Ancak pederin artık ona karşı şüphesi dahi kalmadan Bay Azrail’in neyin peşinde olduğunu tahmin bile edemiyordu. Çünkü ona karşı güvenini kazanmış ve olayın akışı tetikçiyi hoşnut etmişti.

 

Azrail ayinin yapıldığı yere giderek o muazzam üzerinde çeşitli simgelerin olduğu ve en kötüsü de normal duvar olarak görünümü olması ile beraberinde o gördüğü dehşet duvara yaklaşarak eli ile ilgi çeken ya da gizli bir çeşit şifreli kilit sistemi de olabilirdi. Şüphesi ile duvarda olan şifreli girişi bulmaya devam eder. İçerisinde bulunduğu kilisenin fırtına öncesi sessizliğini bozmaya başlamış olmalı ki birileri Azrail elini biraz daha çabuk tutarak birkaç dakikada o muazzam duvardaki kilit şifreyi bulmuş olmasıydı.

 

Binanın içerisinde bulunan çekme katına çıkmak için duvardaki iki farklı şifreli kilit sistemi vardı. Biri sağ tarafa, öbürü de sol taraftaydı. Sağ taraftaki şifreli kilit sisteminde bir üçgeni temsil eden şekilli girişti. Ancak sol taraftakinin şifreli kilit sistemi... Bu biraz daha değişikti. İlkten neye benzediğini anlamadım. Ancak gökyüzündeki yıldızları anımsatıyordu. O duvardaki şifreli kilit taşların birinin pederde olduğunu yani Aziz Paulus Katedralin kilisesini yöneten kişide olması Bay Azrail’i fena yanıltmış olmalı ki pederin biran da eve çeşitli işleri nedeni ile bahanede bulunması yanından kurtulmak istemiş olmasından kaynaklıydı.

 

Bay Azrail’in önceden bilmediği bir şey daha vardı. Çeşitli yalanlar kurgulayarak anlatmıştı her şeyi. Maksat kendini bulmasını zorlaştırmak ve Azrail’in pederin güvenini kazanmış olmuş olmasıydı. Ancak pederin bilmediği bir husus daha vardı. Ondan Bay Azrail kesin bulması ve özel şifreli kilit taşını alarak ondan kurtulmaktı niyeti.

 

Bu simgeli ve muazzam duvarın sol tarafındaki o değişik olan taşı yıldız simgesine benziyordu. Bay Azrail’in bu taşı bulması biraz daha zorlaşacaktı. Tabi kalan 1 saat zamanını ihmal etmemesi şartıyla...

 

                                                                                                       

 

Saat: 18:00 suikasta kalan zaman 59 dakika Bay Azrail pederi yakalamayı başarır. Elini kolun bağlayıp, pederin ona karşı davranışları ve can havli ile yalvarışını seyirci kalmıştı. Lakin ne kadar yalvarsa yalvarsın. Karşısındaki tetikçinin ayağına kapanacaktı ki Azrail buna müsaade etmez. Bir kedinin boynundan tutarcasına onu ayağa kaldırmıştı. Halen daha merhamet diliyor olması Bay Azrail’in gözün ahmaklık olmalı ki artık ona katiyen acımayacaktı. Hemen onu şehirden uzaklaştırır. Issız ormanın ortasında inşa edilmiş, kulübeye doğru götürüp içeri girerler. Girdiklerinde ise kenarda olan sandalye görür. Ve pederi uzunca ipi ile sandalyenin etrafına sıkıca bağlar. Pederin işini bitirmek için sağ elini arka tarafına götürdüğünde kemerine sabitlediği kısa namlulu ve 9 milimetrelik kurşunlu silahını çıkarır. Meydana... ve ona doğru tutar. Ondan sonra pederin gözünü korkutmak maksadı ile ağzındakini istediği bilgileri alması ile sol elini pederin ağzına götürmeden önce Peder’e...

 

‘’Ben soru soracağım sende cevaplayacaksın anlaşıldı mı? Eğer yanlış bir cevap vermiş olursan gözümü kırpmadan seni öldürürüm anlaşıldı mı? Anlaşıldı mı?’’

 

Peder sandalyede bağlı bir vaziyetteyken başı ile onaylar gibi harekette bulunur ona karşı.

 

‘’Aferin yavaş yavaş adam oluyorsun.’’

 

Sol elini götürdüğü ağzında bandı acımasızca çıkarıp açar. Konuşması için tetikçi ’ye başı ile onaylar. Peder...

 

‘’Tamam. Tamam. Yalvarırım sana. Bana bir şey yapma. Öldürme beni ne olursun. Tanrı aşkına yalvarıyorum sana.’’

 

Korku ve endişeli bir tavır sergilemişti. Tetikçi Bay Azrail,

 

‘’İlk soru. O kilisenin şifreli duvarın sağ tarafındaki şifreli şekilli kilit taşı nerede?’’

 

Pedere karşı öfke ve sinirli bir şekilde soru sormuştu. Ancak peder o kadar korkmuştu ki böyle bir korkunç olay onun ilk defa başına geliyordu. Peder...

 

‘’ Tamam. Sakin ol. Tamam. Şimdi sana anlatacağım. Lanet olsun. O dediğin taşı da hayal/meyal hatırlıyorum. Sanırım. Bu orman da bir yerlerde bir toprak zeminin altında özel kutunun içinde galiba. Ancak beni çözmeden bu yeri bulmanız zorlaşabilir. Hem bu orman çok geniş kolay kaybolursunuz.’’

 

Korku dolu gözlerle cevap vermişti. Ancak peder bu işin sonunda kendine dair ne olacağını tam kestiremiyordu. Muhtemelen namlunun ucuna susturucu takmış, sessiz bir şekilde işini bitirecek olmalı. Ama öyle olmadı.

 

                                                          

 

Bay Azrail şimdilik istediği cevabı almıştı. Sandalyeye elini ve ayağı bağlı bir şekilde oturan pederin ağzına elindeki bant birikiminden bir parça daha kopararak ağzına öylece yapıştırmıştı. Daha fazla bağırmasın. Ortalığı velveleye vermesin düşüncesiyle bir nevi tedbirini almıştı.

 

Pederin yüzüne tuttuğu silahını yavaşça yere doğru indirdiğinde kendi belindeki, kemerin arasına sıkıştırmıştı. Pederin zar zor oturttuğu sandalyesine doğru yöneldiğinde ona yaklaşırken pederin endişeli, korku dolu gözleriyle ve kuşkulu tavırları ile tetikçi Bay Azrail pederi öldürmeyecek tam tersini düşünmüştü. Pederin oturduğu sandalye doğru yönelir. Yönelmez. Tamamını çözmemek şartı ile sadece ayağını çözmüştü. Eli bağlı pederin uzunca birikmiş ipini tutmaktan zorlanıyordu. Pederin can havli ile çırpınıyor, lakin onca çırpınışlarına rağmen tetikçi Bay Azrail’in ne kadar sinirli ve aşırı derece de asabiyetini zorlasa da gün karamasını beklemesi gerekse de artık zaman gittikçe azalmaya deva ediyordu. Hedefin gelmesine 40 dakika kalmıştı. Çünkü günün kararması çok uzun sürmeyeceği gibi pederin ölümü de vakit azaldıkça ve hava karardıkça yaklaşıyordu. Kısa süre sonra hava kararır. Pederin artık özgür bırakacağı sandığı bu özgürlük aslında bir daha asla uyanmayacağı anlamına geldiğini de az ya da çok olsa dahi Bay Azrail’in ona karşı olan davranışından anlamış gibi olmalı olsa gerekse de Bay Azrail elindeki topladığı ipe sertçe kendine asılarak pederin kendine doğru bitkin bir vaziyetteyken ona toslamasına neden olmuştu. Tetikçi Bay Azrail’in pedere karşı sergilediği işkenceden aynı zamanda pederin yüzüne acımasızca ve öldüresiye bakarak...

 

‘’Artık yolun sonuna geldik. Hah peder! Düş önüme bakalım. Bana o taşı sakladığı yere götüreceksin. ‘’

 

Kulübenin kapısını açtığında pederi bir hayvan gibi eli ile kapıdan dışarı sertçe atar. Elinde birikmiş ipinden biraz bollaştırarak onu ağaçların ve hayvanların bol olduğu ormana serbestçe bıraktığında bir insan değil de hayvan olarak davranıyordu. Kısa bir süre sonra tetikçi Bay Azrail’e eli ile sol tarafa doğru gitmesi için işaret verircesine o tarafa gider. Peder’e ona karşı halen daha hayvan muamelesinde bulunarak pedere...

 

              

 

‘’ Hadi... hadi devam etsene peder. ‘’

 

Pederin ilerlediği yerde bir dakikadan sonra peder gördüğü ilk şeyin küçücük bir nehir olduğunu şifreli taşa çok yakın olduklarını o uzunca ipten işaret vermişti. Ancak ortalık zifiri karanlık ıssız bir ormanın ortasında soğuk hava olması ile beraberinde tetikçi Bay Azrail’in bulmak istediği şifreli taşı bulduktan sonra peder ne yazık ki ölecekti. Karanlık, soğuk ve nerde olduğunu bilmediği bir ormanda ölmesinden ve cesedinin aç hayvanlar tarafından ruh bedenden ayrıldığı zaman geriye kalan o cansız bedeni yiyor olacaklardı. Acımasızca ve de iyi ziyafet çekecekti. O vahşi hayvanlar.

 

Birlikte pederin o kastettiği nehri geçmeye karar verdikten sonra kısa bir süre sonra ipin ucuna pederin eli bağlı vaziyetteyken ağzındaki yapıştırılmış olan bant parçasını çıkarmasının bir yolunu bulmuştu. Birkaç dakika sonrasında peder. Bağırması sonucunda kısa süreli de olsa...

 

‘’Aman tanrım. O lanet herif ağzındaki bandı çıkarmış.’’

 

Diye. Düşünür. Ancak tetikçi Bay Azrail halen daha kurbanının kaçmasından korktuğunda hemen peşinden koşmaya başlar. Elindeki ip yularını biriktirerek bağlı olan pedere doru hem koşmaya devam eder. Hem de hala eli bağlı olan pedere bağırarak...

 

‘’Tamam, bekle biraz orda. Seni aptal herif!’’

 

Hemen bir yandan normal adımları ile adımlarıyla yürümeye başlar. Bir yandan da elindeki ip birikintilerini sararak ilerlemeye devam eder. Pederi biraz hırpalamaya başlar. Kurbanına karşı işkencelerden de uzak kalamamıştı. Öyle ya da ne de olsa onun için yaşayan bir ölü gibiydi. En sonunda peder yapılan işkencelere daha fazla kaldıramayacağını anlayınca...

 

                             

 

‘’Durun, durun. Tanrı aşkına. Sizin tanrınızdan hiç korkun yok mu? ‘’

 

Bitkin bir vaziyette artık yürüyecek dermanı kalmadığını anlamıştı. Tetikçi Bay Azrail’in kurbanı olan pedere karşın...

 

‘’Daha fazla benden zulüm görmek mi istiyorsun hadsiz köpek. Hemen konuşsan iyi olur. Yoksa seni köpeklere yem ederim. O ağzındaki bant parçasını neden çıkardın? Söyle...’’

 

‘’Çünkü sana taşı bulduğumuzu nasıl söyleyecektim? Sanırım küçük sandığı birkaç metrelik toprak altında zaten. Böylece ben de serbest kalacağım. ‘’

 

Korku dolu gözleri ile kuşku dolu tavrı ve en can alıcı yeri, bu işin sonunda ölüme gideceğini bilmiyordu. Zavallı... kaderine kala kalmış olması çok üzücü. Tetikçi Bay Azrail’in pedere karşı öfkeli bir tavırla...

 

‘’Seni ahmak. Aptal herif öylece rahat bir şekilde yaşayacağını mı sanıyordun. Seni hergele. ‘’

 

Bu sözü pedere karşı söylerken yüzündeki o ifadeyi görmeniz gerekirdi. O kadar acımasızca ve vicdansız biri ki kurbanlarına karşın hala kendi hayatı bile umurunda değilmiş gibi davranıyordu. Pederin ona olan cevabı çok acınır bir şekilde çırpınan yoksul biri gibi...

 

‘’Ne! Beni öldürecek misin yani? Ne olur size yalvarıyorum. Benim çocuklarım var. Ya senin? Senin ailen var mı? Çocukların var mı? Hah. Seni vicdansız herif. Sen... sen bir katilsin katil. Tanrı bilir senin ailen bile yoktur. Belki de?’’

 

Elindeki ipi sararak pedere doğru normal adımlarıyla ilerledikten sonra pedere elini uzatmasını söyler. Havanın zifiri karanlıktan gün açmasına birkaç saat kalmış, biraz mavi renk tonundan. Biraz da beyaz renginin karışımından meydana çıkan o derin renk çıkmıştı, gökyüzüne. Belindeki kemerin arasından çıkardığında onu yine pedere doğru tutuyor...

 

‘’Elindeki bağlı ipi çözeceğim. Senden burayı hemen kazmaya başlasan iyi olur. Anladın mı? Sana anladın mı? Dedim.’’

 

Ancak pederin aklına önceden ayaklarından bağlı ipten kurtulmuş ve şimdide elinde bağlı olan iplerden kurtulmuş, taşın saklı olduğu yeri kazması için elini çözdükten sonra peder yanlış hesapladığı kurnazlıklarla yürütülen planın gerçekleştirmek üzere tetikçi Bay Azrail'e karşın bir süre daha onun emirlerini biraz daha karşı gelmemesini gerektiğinin rolünü yapmak olduğunu anlayan peder Bay Stewart Hector, tetikçi Bay Azrail ‘e...

 

‘’Tamam, tamam. Anlaştık. Ama bu kadar derinde olan kutuyu toprak altından çıkarmak için bir şey lazım.’’

 

Gereken rolü oynamıştır. Yalvarır ses tonu ve bitkin bir vaziyetteyken o yalvarır ses tonu ile onun gözleri içine bakarak rolünü başarılı bir şekilde oynamıştı. Tetikçi Bay Azrail de peder Bay Hector’a...

 

‘’Tamam. Ama çabuk bul şu lanet şeyi. Eğer geriye yanıma dönmezsen. Ne olacağını biliyorsun. Değil mi?’’

 

Eli ve ayağı iplerden kurtulan peder Bay Hector aklındaki kaçış planını bir an evvel gerçekleştirmek üzere tetikçi Bay Azrail’den yavaşça uzaklaşır. Ve ilkten olduğu gibi kutunun saklı olduğu toprağı kazmak için küreğe benzer bir şey bulmak üzere uzaklaşır, yanından. Sonrasında da kutunun yerini kazmak için kullanacağı şeyi bulmaktan vazgeçip adımlarını bir an hızlandırmaya başlamıştı. Hızlı davranmaya ve koşmaya deva eder.

 

Koşarken de ölüme doğru koştuğunu bilmiyordu. Ancak ne bir çare vardır. Ne de yardımcı olacak biri. Tetikçi Bay Azrail bir süre peder, Bay Hector’un geri dönmesini beklemeye devam eder. Sözde o küreğe benzer bir şey bulmaktan zorlansa gibi düşünmeye başlar. Daha sonra biraz daha bekleyelim diye karar verir. Fakat bu kararın yanlış bir karar olduğunu bilmiyordu.

 

Lakin tetikçi Bay Azrail’in unuttuğu bir konu vardı. O da Bay John’un ona verdiği suikast planının gerçekleştiremediğidir. Eğer ki bulunduğu yerden ayrılacak olursa da şu anda bulmuş olduğu kutunun içinde saklı olan kilit taşını bir dahakine bu taşı bulmaktan zorlanacağını da bilmediğinde yanındaki ağaçtan bir dal koparır. Bulduğu şifreli taşın gömülü olduğu yere geri döneceğine dair işaret bırakır. Artık ne yapacağını bilmiyordu. Çıkmaz sokağa girmiş gibiydi kendisi. Önünde iki seçenek vardı aslında. Ya şu an bulunduğu yerden ayrılıp pederin aramak için peşinden koşarak gidecekti. Ya da Bay Wen’in ona verdiği suikast görevini gerçekleştirecekti. Aksi takdirde Bay Wen bir kaza süsü sonucunda öldü olarak gösterilecekti.

 

Birkaç saniye sonra kararını vermişti. Tetikçi Bay Azrail onu öldürmek için peşinden gitmişti çabucak. Çünkü karar vermesi için hiç de zamanı yoktu. Öyle de oldu.

 

Bulunduğu yerden kafasındaki kuşkuların sonucunda hemen ayrılır. Koşar adımları ile adamın peşinden onu bulmaya çalışır. Gün içinde zaman ilerledikçe gökyüzünün sıcaklığı artmakta olan sıcaklık tetikçi Bay Azrail’in Peder, Bay Hector’u bir an önce bulması ve öldürmesi için başka bir plan yapması gerekliydi.

 

Kurbanın peşinden hızla koşmaya devam eden zanlının işe yarayan kulakları öyle bir duyuyordu ki kurttun kulakları gibi en kısık sesleri bile anlayabiliyordu. Onun hakkında ne yapması gerektiğini getirebiliyordu aslında. (Ah, lanet olsun. Adam kaçmış. Onu bulursam bu sefer yaşatmam. Ne olursa olsun.) düşünerekten böyle bir düşlere kapıldı. Bir anlığına da olsa öfkelenmişti.

 

Gözlerini öfke ve intikam hırsından dolayı peder Hector’un peşini bir türlü bırakmıyor. Hem duyduğu sesler neticesinde oluşan algılardan yola çıkar. Ve ardından da alınan kararların sonucunda sağ tarafa doğru yönelir. Koşarken elini belindeki silahını çoktan eline almış, öylece peder Hector’un peşinden giderek hızını artırmaya devam ediyordu.

 

Bir süre sonra çalılıkların o küçücük dallarından birine takılan bir çeşit bez parçasını andırır. Bir bez parçası bulmuştu. Peder Bay Hector’un üstünde giydiği elbisenin üzerinde yani kalbinin üzerinde bulunan cebin içinde nazikçe yerleştirilmesi sonucunda göz yaşlarını sildiği açık mavi renginde olan bez parçasının pederin cinayet zanlısından koşarak kaçarken çalıların o kara dallarından birine takılmıştı.

 

Tetikçi Bay Azrail’in kuşkularını güçlendirmesi bakımından önceden fark etmesinden dolayı elindeki silahını diğer eline almış, o cinayetlerin işlediği kirli elleri ile dokunmuş ve almıştı. O temiz, narin ve rengi de güzel olan bez parçasını delil varsayılaraktan üzerinde giymiş olduğu paltosunun iç cebine apar topar atmış, o temiz ve narin bez parçasının tüm özelliği bu eli kirli adamın sayesinde kaybetmişti. Ardından peder Bay Hector’un peşinden koşmaya bir süre devam ettikten sonra ormanın sonunda o ağaç topluluğunu olduğu alanı görür. Tek şeritli yolun üzerindeki arabaların aşırı seyrek olduğu yolun kenarında devriye aracı görür. Bir süre düşünmesi sonucunda beklemeye karar verir. O yol kenarındaki polis devriyelerin oradan uzaklaşmasını bekler. Bir süre sonra devriye araçları gittiğinde...

 

Bay Azrail’in içinde peder Bay Hector’un izini kaybetmiş gibi bir his varmış gibi öylece yol kenarına etrafa bakmaya devam eder. Bir süreliğine yol boyunca umutsuz bir şekilde koşmaya başlar. Daha sonra Peder Bay Hector ile ilk karşılaştığı o katedral kilise binasına doğru yönünü değiştirir. Bir süre sonra da o kiliseye varmıştı. Tetikçi Bay Azrail’in gözleri bir an etrafı izlemeye devam ederken gözleri gökyüzündeki bir parça bile bulut olmadığını aksine bugün için aşırı derece de sıcak olması ve öyle sıcaktı ki sanki cehennem ateşini gibi kızdırmıştı o denli asfaltı.

 

Öyle bir kızdırmıştı ki tetikçi Bay Azrail’in şu anda giymekte olduğu kundurasının altı sökülecekti neredeyse.

 

Aziz Paulus Katedral kilisesi binasına geçte olsa ulaşan tetikçi Bay Azrail aklındaki kayıp arama ile ilgili planını gerçekleştirmek için katedral kilise binasının aşağısında bir iki blok ilerisinde bulunmakta olan bir çeşit telefon kulübesine doğru yönelir. Kulübenin içine girer. Girmez. Telefonu eline aldığında diğer elini cebine daldırarak birkaç bozuk demir paralardan bir tane çıkararak telefon cihazının üzerine bulunan para bölmesine bozuk parayı usulca o para bölmesine ittikten sonra ardından Washington D.C ye ait polis merkezini +1 360... ile başlayan telefon numarasını çevirmeye başlar. Numarayı tuşladıktan sonra birkaç saniye sonra telefonu karşısına ilk çıkan kişi telesekreterdi.

 

‘’Marysville polis departmanı. Size nasıl yardımcı olabilirim.’’

 

‘’Merhaba. Bir kaçırılma ihbarında bulanacaktım.’’

 

Kendi ismini veremiyordu. Çünkü hem sabıkası çok kabarık olduğundandı. Hem birkaç cinayetten olduğundan. Hem de vatandaşlık kimliği olmayan biri için vatan hainliğinden birçok yerde aranıyordu. Ayrıca ceza evine girmesi an meselesiydi.

 

‘’Bayım. İsminizi öğrenebilir miyim?’’

 

Bu sorunun ardından nasıl cevap vereceğine dair biraz düşünen. Tetikçi Bay Azrail’in önceden düşündüğü plan yavaş yavaş mahvolmaya başlamıştı. Her an. Her şey olabilirdi. Artık bazı atladığı detaylar onun aleyhine işlemeye başlamıştı. Birden aklına Washington D.C ye geldiği trene binmeden önceki güvenliğin sorularına nasıl cevap verdiyse buna biraz farklı bir taktik düşünerek bir cevap verebilirdi. Telefonun karşısındaki kişi cevap bekleyen telesekretere şöyle konuşacaktı. Ancak bir süre telefonda konuşmayan tetikçi Bay Azrail geç kalınca...

 

‘’Bayım. Orada mısınız? Bayım. Bayım iyi misiniz?’’

 

‘’Evet. Buradayım. Şey, kusuruma bakmayın dalmışım! Ne sormuştunuz?’’

 

‘’Bayım. İsminizi sormuştum.’’

 

‘’Ah evet. Özür dilerim. Ama gerçek adım.

 

‘’Adım. Benjamin Tylor.

 

‘’Peki Bay Tylor.

 

‘’Aziz paulus katedral kilisesinin Pederi Bay Stewart Hector’un kayıp olduğunu ihbar edecektim.’’

 

Tetikçi ve telesekreter arasındaki konuşma esnasındayken de biraz kuşkulu. Biraz da tedirgindi. Çünkü kendisinin gerçek kimliğinin açığa çıkmasından biraz olsun çok endişeliydi. Ancak pederin ismini telefondaki telesekretere söyleyerek pederin bir an önce kayıp olarak aranması, bulunması ve bulununca da öldürmek için bir nevi kayıp ihbarında bulunarak onu aratacaktı. Telesekreter...

 

‘’Birazdan Sizi kayıp bürosu dedektifi Conner Carol’ a bağlayacağım. Bayım. Bir saniye...’’

 

Kısa bir süre telefon çalmaya devam ettiğinde...

 

‘’Merhaba. Bayım. Size nasıl yardımcı olabilirim?’’

‘’Merhaba. Dedektif Carol. Bugün 19:00’da hala kayıp olan Aziz paulus katedral kilisenin pederi Bay Hector hakkın kayıp ihbarında bulunmak istiyorum.’’

‘’Peki Bay Tylor. Hiç kayıp olan kişiyi gördünüz mü?’’

Bu konuşmanın ardında bıyık altı gülerekten nihayet gerçek konu olan peder Bay Hector hakkında yapılan öldürme planını an ve an hatırlayınca bıyık altından gülmeye devam ediyordu.

 

‘’En son geçen hafta görev yaptığı katedral kilisesinde görmüştüm. Kendisini. Memur bey.’’

 

‘’Peki Bay Tylor . Bay Hector. Sizin neyiniz olur. Akrabanız filan mı?’’

 

‘’Evet, tabi ki bizzat benim yeğenim olur. Kendisi...’’

 

‘’Peki yeğeninizi son gördüğünüzde bize biraz boy, kilo, en son görüldüğü yer vb. gibi tariflerde bulunabilir misiniz?

 

‘’Tabi ki, memur bey. Ne demek... 1,65 cm orta boylu, 70 / 80 kilolarında ve biraz yaşlı ve 50 ile 55 yaş arasında olan biri, dedektif. Umarım size yardımcı olabilmişimdir.’’

 

‘’Evet, tabi Bay Tylor. Verdiğinizi bilgiler için çok teşekkür ederiz. Kayıp ihbar sistemi oluşturuldu. Lütfen yurt dışına çıkmayın. Sizi her an bu numaradan arayabiliriz. Size iyi akşamlar dilerim.’’

 

‘’ Tekrar iyi akşamlar. Memur Bey.’’

 

Telefonu kapattıktan kısa bir sonra da o kulübeden dışarı çıkar. Çıkmaz. Yoldan gelmekte olan taksicinin yanına gelmesi için işarette bulunur. Taksicinin tetikçin Bay Azrail’in yanına geldiğinde arabanın yolcu kapısını açtığı anda yerdeki siyah uzunca olan çantasını alır. Öyle taksiye binmişti. Taksiye binen Bay Azrail...

 

‘’LSE High Holborn Hoteline. Lütfen.’’

 

‘’Peki. Bayım.’’

 

Bu sayfaya kadar A4 geçildi.

 

Şoför taksiyi Bay Azrail’in ona söylediği adrese sürmeye başlamıştı. Bir süre sonra istenen adrese geldiğinde şoförün ücretini ödediğinde...

 

‘’Üstü kalsın. Dostum.’’

 

Taksiden inen tetikçi kapıyı kapattığında bir ara sokağa doğru yürümeye, LSE High Holborn otelinin yolunu tutar. Otelin kapısına geldiğinde elindeki çantası ile otelin kapısından içeri girdiğinde doğruca otelin resepsiyonuna kendini bulduğunda görevli...

 

‘’LSE High Holborn Hoteline Hoş geldiniz. Efendim. Nasıl Yardımcı olabilirim.’’

 

Bay Azrail elindeki siyah uzunca olan çantasını yere bırakır. Resepsiyondaki görevliye...

 

‘’Hoş bulduk. Oda kiralayacaktım.’’

 

Hafif gülümsemeyerekten bakmaya devam ederken görevli...

 

‘’Tabi. Kaç gün kalmayı planlıyorsunuz? Efendim.’’

 

Bay Azrail’e karşı aynı şekilde gülümsediğinde tetikçi...

 

‘’ Şimdilik 4 gün kadar kalmayı düşünüyorum.’’

 

‘’Kimliğinizi alabilir miyim?’’

 

‘’Tabi ki...’’

 

Kısa bir süre düşündüğünde sağ elini siyah paltonun sol iç cebindeki önceden ayarladığı sahte kimliğini çıkarır. Çıkarmaz. Resepsiyondaki görevliye verdiğinde...

 

‘’Sizi biraz bekleteceğim.’’

 

Kimliğini aldığında hemen dört günlük otel girişinin kaydını oluşturur. Aradan birkaç saniye sonra...

 

‘’Buyurun. Bay Tyler.’’

 

Elindeki kimliğini gülümseyerek uzatırken...

 

‘’5. Kat 202. Oda. Bay Tyler.’’

 

Odayı kiralıktan hemen sonra resepsiyondaki görevliden kimliğini alır. Almaz. Üzerindeki siyah paltosunun sol iç cebine koyduğunda giydiği siyah paltonun altındaki desenli gümüş renkli ceketinden normal bir iş adamı gibi tavır sergilerken sol iç cebinde cüzdanını çıkartır. Ve içerisindeki kredi kartı eline aldığında resepsiyondaki görevliye kiraladığı odanın ücretini öder. Bir süre sonra da...

 

‘’Teşekkür ederim.’’

 

Ödeme işlemi biter. Bitmez. Resepsiyondaki görevlinin elindeki 202 numaralı kartı kat görevlisini çağırdığı esnada kat görevlisine verdiğinde kulağına (5. Kat.) Diye fısıldadığında tetikçi Bay Azrail de yerdeki siyah uzun çantasını alır. Ve otelin asansörüne giderken kat görevlisi yanına gelerek...

 

‘’Yükünüzü ben taşıyabilirim. Efendim.’’

 

O çantayı almak için kat görevlisi sol elini uzattığında...

 

‘’Peki. Teşekkür ederim.’’

 

Sağ elindeki uzun siyah o çantayı kat görevlisinin eline çantayı verdiğinde...

 

‘’Çok teşekkür ederim.’’

 

5.kata çıkma için kendilerini asansörün kabinin içerisinde bulduklarında Bay Azrail’in yanındaki kat görevlisi hemen beş numaralı tuşa basar. Kısa bir süre sonra da 5. Kata gelen kabinin içerisindeki kat görevlisi...

 

‘’Lütfen. Buyurunuz. Efendim.’’

 

Sağ elini kabinin çıkışını ona gösterdiğinde Bay Azrail kabinden koridora çıktığında hemen arkasından kat görevlisi kabinden koridora çıktığında ona yetişir. Kat görevlisi hızlı davranarak elindeki oda giriş kartı ile önündeki 202 numaralı odanın kapısını açar. Ve elindeki o çantayı ile odanın içerisine girer. Girmez. Çantayı bir köşeye bıraktığı an odadan dışarı çıktığında...

 

‘’Buyurun. Oda kartınız.’’

 

Elindeki oda kartını ona verir. Bay Azrail de kendisine uzatılan kartı aldığı esnada cebinden banknotlardan kat taşıyıcıya bahşiş verdiğinde...

 

‘’Sağ olun. Efendim.’’

 

Kendisine uzatılan bahşişi almış ve hemen yanından uzaklaşmıştı. Tetikçi Bay Azrail kendi odasına girdiğinde hemen televizyona yönelir. Yanındaki kumandayı eline alır. Almaz. Televizyonu açar. Ve sesini de yeterli kadar yükselttikten sonra çabucak odanın içerisindeki pencerelerin yanına gider. Dışarıya kendini göstermeden etrafı kolaçan etmeye başlamıştı. Bir süreliğine de olsa yoldan gelen gidenleri aralıklı olarak baktığında diğer pencereye doğru gider. Gittiği o pencerede kolaçan etmeyi sürdürüyordu. Ertesi sabah yeni uyanmıştı. Uyanır. Uyanmaz. Kendine gelmesi için bir süreliğine üzerindeki serseriliğine atması sebebi ile beklediğinde ayağa kalkar ve elini ve yüzünü yıkaması için banyodaki lavaboyu kullanması için banyoya doğru gider. Ve özensiz bir şekilde ellerini ve yüzünü havluda kuruladıktan sonra banyodan çıktığı gibi öncesinde eşyalarının olduğu dolabı açar. Ve üst başını giyinmesi için rast gele kıyafetleri alır. Giyindiğinde kalan eşyaları da aceleden bavuluna atar. Fermuarını kapatır. Tutacağından tutarak yatağın üstünden yere indirdikten sonra Bazayı açar. İçerisindeki o uzun siyah çantayı alır. Almaz. Bazayı kapattıktan sonra yatağın üstüne koyar. Koymaz. Çantayı açar. İçerisindeki öncesinde satın aldığı suikast silahını birkaç özel mermi ve bir de hazırladığı tesiri güçlü olan zehirli iğne bulunmaktaydı.

 

O çantadan sadece ihtiyacı olan zehirli iğne idi. Ve tüm bunlara yaparken de çıplak elle dokunulması gerekiyordu. Bir an düşünceye daldığında daha sonra da o iğneyi çantadan almaktan vazgeçer. Bir anda çantayı kapatır. Kapatmaz. Yine aynı yerine bazayı açar. İçerisine koyar. Ve kapatır.

 

Telefonun yanına giden tetikçi Bay Azrail. Telefonu eline aldığında oteldeki resepsiyonu arayacaktı ki vazgeçmeye kararı aldı. Ve elindeki telefonu yerine bıraktı. Çünkü önceki kurbanlarını öldürürken yaptığı o hatayı tekrar yapmak istememişti. Bu arada kahvaltı saatine yarım saat vardı. Tetikçi Bay Azrail bir acele ile yeni aldığı cep telefonunu oradaki masanın üzerinden aldığı gibi iç cebine koyar. En son olarak da oda kartını yanına alarak saat on buçuk kahvaltısına yetişebilmesi için bir hızla odasından çıkar. Çıkmaz. Koridorun bitiminde asansöre biner. Restorasyona gitmesi için üstü numaralarla dolu panelden bir tuşa basar. Birkaç saniye sonrasında asansörün kapısı açıldığı anda artık koşmasına gerek kalmamış, hafif koşmaya bıraktığında restoranda gelmişti. Restoranda gelen tetikçinin ise sessizce restoranın içerisinde açık büfeden istediği yiyecek-içecek alıyordu. Kendine göre müsait tek iki kişilik masalardan birine elindeki kendi eli ile hazırladığı kahvaltı menüsünü seçtiği masaya bırakır. Sora da koltuklardan birini kendine doğru çekerek oturur. Sabah kahvaltısına devam ederken masanın kenarına bıraktığı telefonuna beklemediği mesaj sesi gelir. Tetikçi Bay Azrail kahvaltısına biraz ara vererek masanın hemen kenarındaki telefonunu eline aldığında arkasına yaslanarak o beklenmedik mesajı tuş kilidini açtığı anda o görüntülü mesajı çoktan görmüştü. Gelen o mesaj ise tetikçinin Londra’da olduğu zamanlarda Aziz Paul us kilisesinin piskoposu Bay Hector’un ailesini, ayarladığı adamlarının vasıtası ile kaçırıldığı hem bir kanıttı. Hem de çeşitli işkencelerin gördüğü bu ailenin görüntülerini gördüğünde tetikçi Bay Azrail’in yüzü hafif gülümsediği anda büyük keyifle yarım kalan kahvaltısına devam eder. Birkaç dakikadan sonra bilinmeyen bir numaradan mesaj sonrası masanın üzerine bıraktığı telefonu anı bir şekilde çalmaya başlar. O sırada tetikçi Bay Azrail kafasını telefonu kahvaltısını bırakır. Ve kafasını biran da o çalan telefona doğru döndürdüğünde telefon sessizleşir. Ve tekrar kahvaltısına odaklanan tetikçi Bay Azrail şüphelenerek yavaştan başladığı kahvaltısını ara ara sonra hızlanarak bitirmişti. Ara ara içkisinden yudumladığında başından beri gözünün ve kulağının odaklandığı o masanın kenarındaki telefonu tekrar çalmaya başladığında yine o bilinmeyen numara idi. Bununla beraberinde her kimse çok ısrarcıydı. Telefonu eline alan tetikçi Bay Azrail artık telefonu açmaya karar vermişti. Ve telefondaki o yeşil tuşa bastığı anda telefonu kulağına yaslanması bir olur. Her ne kadar tanımakta zorlansa da onu arayan 2. Kurbanı eski patronu Bay Robert Watson onu aradığında...

 

‘’Sen… sen… sen bu numarayı nereden buldun?’’

 

‘’Sanırım M16 içerisinde adamlarım olduğunu unuttun galiba...’’

 

Espri yaparak ona hala senden üstün olduğunu hatırlatır.

 

‘’Sana son bir iyilik. Hemen o otelden çık. Hemen... Şu anda M16 ‘da ne kadar adam varsa bulunduğu o otele baskına geliyorlar.’’

 

Onu uyarır. Uyarmaz. Emir kipi ile onun o otelden kurtulmasını istemesi aslında kendi çıkarı içindi. O bahsettiğim çıkar ilişkisi ise, onu öldürmek yerine bu işi tarikatın yapmasını seçmişti.

 

‘’Peki numaramı nereden buldular. Bilgileri… ‘’

 

Endişeli, korku ve de tedirgin bir şekildeyken söyler.

 

‘’İstersen kurbanlarını öldürmeden önce intikam hırsından sebep düşündüğün planlandığın o planların hangilerinde hata yaptığını bir düşün?’’

 

Yüzü biran kireç gibi olmuş, hatta o esnada garsonlardan biri yanına gelerek (Bayım iyi misiniz?) soracakken tetikçi elini kaldırarak gelmemesini işaret etmişti. Telefondaki devam ederek...

 

‘’Bu işleri bilirsin. Bay Azrail. Bu gibi işler hata kaldırmayan işlerdir.’’

 

Küçük de olsa ona ipucu vermişti. O andan sonra derin düşüncelere boğuşan tetikçi artık bunun zamanı olmadığını anlayarak bir an öce acele etmeye karar verir. Ve telefonu yüzüne kapatır.

 

Bu haberi alır. Almaz. Hemen masadan telefonunun alır ve masadan ayrılır. Asansörün sağındaki düğmesine basarak asansörü çağırmıştı ki bunun zaman kaybı olduğu anlar. Ve merdivenlerden odasına çıkmaya başlar. Hızlı bir şekilde. O uzun koridora geldiğinde artık odasına yaklaştığın anlar. Ve daha hızlı koşarak odasına ulaşır. Elini cebine daldığında oda kartını eline aldığı gibi cebinden çıkarır. Odasına girer. Girmez. Hemen Bazaya doğru yönelir ve açar. Ve içerisindeki o uzunca olan siyah suikast çantasını kaptığı gibi eline alarak odanın çıkış kapısına doğru yönelir. Yönelmez. Kapıyı sessizce açarak aralıklı bir şekilde açtığında önce bedenini çantası ile kafasını dışarı çıkararak o uzunca olan koridorun sağını/solunu kolaçan ettiğinde kimse olmadığını anlayınca da hemen koridorun sonunda yangın merdiveni için ‘’çıkış’’ kapısına doğru çabucak ilerler ve o yangın merdiveninden inmeye başlamıştı. Yangın merdiveninden kaçan tetikçi Bay Azrail sırtında sırt çantası ve elinde bavulu ile tam merdiveni yarılamıştı ki önceden Londra polisinin M16 ile iletişime geçer. Geçmez. Onlara bilgi geçerek M16 ekiplerince bir süre sonra an be an otele baskın yaptıklarında ikinci bir ekipte binanın etrafını hız kesmeden sarmaya başlamışlardı.

 

Oteldeki bütün insanlar nereye kaçacaklarını şaşırmış, öylece sağa sola kaçışmaya koşuşurken o esnada çığlıklar birbirine karışmıştı. İnterpol o otele baskın yaptıklarında otelin içerisindeki insanlara ve personellere...

 

‘’Yat yat yat... kimse kıpırdamasın.’’

 

Otel girişinden içeri girdiklerinde her biri yük sesi ile söylediğinde arkasındaki ekiplerden birine...

 

‘’ 3. Ekip aramalara başlayın.’’

 

Hepsi birden başlarını onaylar gibi sallar. O sırada semadan gelen helikopter sesleri yankılanmaya devam eder. Verilen görevlerini yerine getirmeleri için üst kattaki bütün odaları, koridorları, asansör ve asansör boşluğunu yangın ve akla gelebilecek bütün kaçış detayları gözden geçirerek aramalarına deva ederlerken bir yandan da adamlarına emir verene ait telsizi de susmak bilmiyordu. Çünkü bu adam uluslararası her suç işleyişinde sabıka dosyası kabarık olmuş ve de ülkelerce listenin birinci sırasını almıştı. O yüzden kaçacak bir yeri yok. Er yad a geç bulunacaktı. Geriye kalan ekiplerde bulunduğu yeri atlamadan aramaya başlamış, devam eder. Ancak M16 içerisinde ekiplerini yöneten...

 

‘’Otelin müdürü kim?’’

 

Bağırmış, hemen sonra orada bir yerde korkudan titrek elini hava kaldırdığında elini kaldırdığı o adam...

 

‘’Sen, buraya gel. Hadi... acele... acele.’’

 

Hemen yanına gelerek yakasından tuttuğu gibi...

 

‘’Bu katili gördün mü? Gördün mü dedim?

Yüksek sesle cebinden bir yerden bir eşkal resmini ona gösterdiğinde ise gözünün içine bakarak otel müdürü de...

 

‘’Bilmiyorum. Ben... ben... ben. Görmedim.’’

 

Kekeleyerek, korku dolu gözleri ve de ürkek sesi ile söylediğinde...

 

‘’Bak, eğer bana yalan söylüyorsan bunu çabuk anlarım. Anladığım gibi de seni tutuklattırırım. Ömür boyu gün yüzü göremezsin. Anladın mı? Anladın mı dedim sana?’’

 

Adam korkudan ne yapacağını bilemeden başını evet der gibi salladığında hala gözü önünde tuttuğu o katilin eşkalini tutmaya devam ederken tekrar o gördüğü resmi incelemeye başladı ve devam ettiğinde...

 

‘’E-e-e-v-v-e-t-t-t’’

 

Kekeleyerek söylediğinde cevabını tekrar yineleyerek...

 

‘’evet, evet o aradığınız bu adam.’’

Resmideki zanlının eşkalini tespit etmişti ki,

 

‘’Gel bu-...’’

 

Tam o esnada otel müdürü ile güvenlik duvarına doğru gidecekti ki sözünü kesen telsizin şırıltısı olur. Ve o şırıltıdan sonra da oteli kıyı bucak arayan ekiplerden biri...

 

‘’Delta 1’den Kartal 2’ye... Delta 1’den Kartal 2’ye..’’

Telsizi kapatır. Müdüre gösterdiği eşkal kâğıdını ceplerinden birine koyarak telsizini eline alarak telsizi açtığında...

‘’Delta 1 dinlemede.’’

Ciddi bir ifadeli sesle.

 

‘’efendim. Aradığımız zanlı burada yok. Çoktan kaçmış.’’

 

‘’anlaşıldı.’’

 

Telsizi kapattığında resepsiyonun yanına gider. Bir sonraki aramalardan haber beklediği sırada...

 

‘’Lanet olsun.’’

O kızgınlığı ve öfkesi ile anlamadan sesini yükseltir. Birkaç dakikalardan sonra üçüncü ekipten telsiz sesi gelir.

 

‘’Delta 1’den Şahin 3’e... Delta 1’den Şahin 3’e.’’

 

Elindeyken telsizi açar ve aynı ses tonu ile konuşmaya başladığında telsizi kapatır.

 

‘’Şahin3 dinlemede.’’

 

‘’ Bir şey bulabildiniz mi. Şahin3?’’

 

Bir umutsuzca söylediğinde...

 

‘’Şahin3’ten Delta1’e yangın merdivenin çıkışına yakın şüpheli bir çanta bulduk. Efendim.’’

 

Sonunda küçük de olsa bit umut ışığıydı bu. Daha sonra da eli ile kalan ekiplerine işaret ederek...

 

‘’Delta1’den Şahin3’e. O şüpheli çantayı da alıp, yanıma gelin. Zanlı yakınlardan bir yerlerde olmalı. Fazla uzaklaşmış olamaz. ‘’

 

Otelin girişinin olduğu kısma gelen M16 ekipleri ile otel dışına çıktıklarında diğer üçüncü ekipte orada bekliyorlardı. M16 lideri onlara...

 

‘’sen... hemen gel yanıma.’’

 

‘’Emredin efendim.’’

 

‘’Hemen adamlarını da alıp, o adamın peşinden gidin. Ve onu bulmadan gelmeyin.’’

 

‘’Emredersiniz. Efendim.’’

 

Yanından ekibiyle ayrılır. Ayrılmaz. Yanlarından uzaklaştıklarında kalan diğer lideri ve ekipleri arabalarına binerler ve doğruca Londra polis emniyet müdürünün olduğu yeri arar. Otel binasından ayrılan o kalabalığın yarısı o bölgede araştırmasına deva ederken diğer alfa ekip ise merkez binalarına doğru gittiklerinde Londra bölgesi de dahil olmak üzere bütün ülke çapında aranmaya devam ediyordu. Fakat otele baskın yaptığı esnada tetikçi Bay Azrail çoktan yangın merdiveninden kaçmayı başarmış, kameraların bulunduğu yerlerden uzak durmayı ve saklanarak son kurbanında cinayetini de işledikten sonra bu şehirden, bu ülkeden, aramaların olmadığı başka bir ülkeye seyahat etmeyi ve geriye kalan ömrünü sürdürmeyi düşünmüştü. Ama eğer ki bir tahminde bulunursak şu an için pek de doğru bir zaman değildir. Sizce sizi bu konuda sizin fikriniz nedir? Açıkçası çok merak ediyorum. Doğrusu.

 

Şehirlerde ve ülkelerde var olan kameralardan, ışıklardan, ATM’lerden, aklınıza gelebilecek her türlü kamera bulunduran objelerden sokaklardan ve caddelerden uzak durmaya devam ediyor. Seçtiği güzergâh kör noktaların olduğu ve kamera bulunmadığı ara sokaklardan geçerek polis ve sivil polislerden kaçabilmekti. Ama biraz istatistikleri bozarak otelden birkaç mil uzaklaşarak çoğunlukla ara sokakları kullanan tetikçi bir başka ara sokağa girmiş, artık koşmaktan yorulmuş, nefes nefese kalmıştı. Ki biraz dinlenmeye karar verdiğinde o esnada adımlarını yavaşlatmıştı. Etrafını kolaçan ederken gözüne çöpe atılmış, giysi mağazasının arka kapısından defolu şapkalardan, üstlüklerden giyinir. Sonra da yoluna yoluna devam eden tetikçi ana yolu görür. Ve adımlarını daha da seyrek atmaya başlar. Sessizce... artık ara sokağın sonuna varmış, kendini belli etmeden etrafına bakar. Kısa bir süre sonra da kendine çeki düzen verir.

 

Yolun birkaç metre ilerisinde bir ATM’nin kamerası ve hemen yanında kavşakta olan ışıklar vardı. Elini başındaki şapkanın güneşliğini yere doğru indirir. Ve sakin bir şekilde dikkat çekmeyecek şekilde yolun karşısındaki ara sokağa doğru ilerler. Güneye doğru koşmaya devam ederken beşinci sokağından koşarak hızla kaçmaya çalışırken artık bacaklarının ağrısından koşamaz hale gelmişti. Karşıya baktığında bir atıştırmalık büfeye benzer yer olduğunu hemen arkasında elektronik mağazasının olduğu yere gelmiştim. Uzun süre boyunca binaların etrafına bakmaya devam etmenin sonucunda araba parkının olduğu yerde ise kamera olmadığını anladığında az da olsa rahat nefes almıştı. Her ne kadar Uluslararası çapında aransa da araştırılsa da ve aklınıza gelebilecek en kötü muameleyi hak ettiğimi düşünüyordu. Ancak kurbanlarını öldürmeden yakalanmayı aklından çoktan çıkarmıştı. O nedenle ki özenle kaçmanın da cabası...

 

Birkaç adım attığı esnada oradaki park edilmiş arabaları incelemeye başlamıştı. Dikkat çekmeyen veya göze batmayan bir araba çalması gerekmekteydi. Kendine göre araba çabucak incelemeye devam ediyordu ki nihayetten kendine göre bir araba bulmuştu. Bile...

 

Açık gri tonunda ve simsiyah camları vardı. Arabanın etrafına şöyle bir baktığında bir aklına önünde ve arkasında olan plakası gözüne ilişti. Bir süre düşünce alıkoyduğunda tetikçi bir yandan bunu düşünmeye ne zaman vardı. Ne de koşarak kaçmaya takati kalmıştı. Kolumun dirseği ile Arabanın ön sağ kapısının çamını kırarak kapıyı açtım. Şanslıydım ki arabada alarm falan yoktu. Eğer öyle olsaydı çoktan hapı yutmuştu. Sırt çantasını bir an önce arka koltuğa atarak elimden kurtardığımda sonra arabayı sürmek için düz kontak yapmak için direksiyonun altındakini sökmeye başardığında hızla oradaki renkli kablolardan ikisini eline alarak bulmuş, birbirine temas ettirerek çıkan kıvılcım ve ara ara arabanın zıpladığı başarını yarısında olduğunu göstergesi olaraktan kabloları temas ettirmeye devam ediyordu ki arabayı düz kontak yapmayı başarmıştı. Çabalarının sonucu boşa gitmemişti. El frenini indirdikten sonra vitesi bire getirerek hemen gaza yüklendiği anda elektronik otoparkın güneyin birkaç metreden sonra artık bir başka restoranın hemen önündeki geniş otoparkın ortasından geçtiğinde otopark çıkışına gelmiş ve ani fren yapmasına neden olan dördüncü sokakta ana yolda arabaların birkaç metre sıra olmuştu. Ama ışıkların daha yeni yeşil ışığa geçmesi ile sırada bekleyen arabaların daha yeni yeni hareket etmeye başlamıştı. Otoparkın çıkışında birkaç saniye bekleyen tetikçi yakalanacağından ar arda kornaya basmaya başlamış ve de devam ediyordu. Sabırsızca...

Sırada bekleyen araçların da kornaya basmaya başlamıştı. Orta kısım dağılmaya başlamış ve yol gittikçe seyrekleşmeye başladığında otoparkın çıkışına yakalanmaktan tedirgin ve korku içerisinde etrafına bakmaya devam eden tetikçi yolun boş olduğunu zamanı yakalamış arabayı tekrar sürmeye devam ederken dördüncü sokağın yolunda hız kesmeden ilerlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra arabanın hızını artırarak daha çok hızlanmaya başlamıştı. Araba yavaşlamaya mecbur kalmış hemen önündeki kavşak belirmiş kırmızı ışığın yeni yanması ile arabaların uzunca yığıldığını gören tetikçi Bay Azrail tekrar hızını artırarak bir an önce önündeki araç yığının geçmeyi düşünmüştü ama aklına kestirme yolu gelir ve ani bir karar ile herhangi caddeden ilerler. Kısa süre sonra sağa dönerek kuytu köşeden içeride ara sokağındaki Petrol istasyonu görür. Yakıt almak için arabayı benzinliğin yanına gelerek durdurduğu anda aracın kapısını açtığı anda iner. Ve arabaya yakıtını doldurması için bir süreliğine benzinliktedir. Birkaç dakika sonra yakıt ikmalini tamamladıktan sonra arabanın kapısını açarak şoför koltuğuna oturur. Aracı çalıştırdığı anda bir anda gaza yüklenerek o petrolü terk eder. O anda arkasında market sahibi ne kadar bağırarak seslense de nafiledir. Bir an önce tekrar ana yola dönmek için çaba sarf eder ve başarılı olur. Ancak bir yandan M16 ve Londra polis teşkilatları da peşindedir. Arabayı yolda seyir halinde hızla giden tetikçi Bay Azrail yakasını bir yandan başındaki bu M16 ve Londra polis belasından kurtarmaya çalışır. Bir yandan da kurbanlarını çeşitli yollardan suikastının hayalinin kurar. Hemen paltosunun sağ iç cebindeki telefonunu çıkararak o kayıp olan kurbanlarından birisi ile iletişime geçer. Ona önceden telefonuna mesaj olarak gelen görüntüyü aynısını göndermişti. Ve böylece hem tehdit etmişti. Hem de istediği her şeyi yaptıracak konuma getirecekti. Aradan çok geçmeden tetikçi Bay Azrail’in telefonu çaldı. Çalan telefonunu ise son derece umutlu bir hisle kulağına yasladığında karşısındaki o kayıp kurbanlarından biri Aziz Paulus Kilisenin piskoposu Bay Hector idi.

‘’Yalvarırım. Ailemi bırak. Onlarla işin yok. Senin işin benimle. Ne istiyorsun?’’

Acıklı ve yalvarır sesi yankılanmıştı. Tetikçinin kulağına.

 

‘’Ne is-ti-yor-sun?’’

 

O acıklı ve yalvarır sesi yükselmiş, ona güvenmekten başka çaresi kalmamış gibi...

 

‘’Bay Hektor. Bay hektor. Bay hektor. Aslında sen benim ne istediğimi çok iyi biliyorsunuz? Ama bu biraz da sana bağlı tabi...’’

Hafiften gülümser. Ciddi sesi ile söylediğinde o esnada arabayı Port Gordner şehrinin yoluna yön verdiğine...

 

‘’Beni- beni mi istiyorsun? Tamam. Tamam. Geleceğim.’’

 

Artık avcıya kendini teslim etmişti. Yapacak hiçbir şey yoktu. Ve ilk kurban kanı çok yakında dökülecekti. Daha sonra tetikçi Bay Azrail mekân ve saat bilgisini bir çırpıda söyler.

 

‘’birazdan sana nerde? Ve saat kaçta? Bulaşacağını göndereceğim yere geleceksin. Anladın mı? Sa- na be-ni- anladın mı? Dedim.’’

Onu tehdit, hırçın ve acımasızlığı ile söylemiş, sonra da telefonu yüzüne kapattığı anda aradan bir iki dakika sonra sözde ona nerde ve saat kaçta buluşacağının mesajını atar.

 

‘’Plan değişti. Her nerde ise, Spit and Sawdust restoranına 14:00’de orada ol. İki saatin var. Acele et. Yoksa ailen ölür.’’

 

An be an telefonun ekranını kapatır. Kapatmaz. Kurbana nerden olduğuna dair konumunu atmasıyla hemen hareket geçtiğimde kaldığım LSE High Holborn Otelinden kısa zamanda her ne kadar kaçmayı başarabilsem de peşimde M16 ekipleri ve şehrin polis teşkilatından kaçmayı başarabilmiş miydim? Orası bilinmez. Ama şunu biliyorum. Eğer yakalanırsam ait olduğum tarikat peşimi bırakmadığı gibi hemen yakalar. Yakaladığı gibi de hemen infazını yapar. Bütün yollar kapatılmış, bütün kameralardan aranıyordum. Helikopterden hala arandığımı bilerek sürekli sürekli çalıntı bir arabayla olabildiğince dikkatli bir şekilde Aziz Paul katedral Kilisesine gitmek için çabalar harcarken birden cebimdeki telefonum titremesiyle hem seyir halinde giden arabayı kontrol etmeye devam ediyordum. Hem o anki bilinmezlik hissiyatıyla elimi cebime daldırmamla beraber elime alıp, telefonun ekranın baktığımda gelen mesajın Londra tapınak tarikatın olduğu çok belliydi. Ve o mesajda...

 

‘’Aziz Paul Katedral Kilisesi baş piskoposu Steven Hector’un peşini bırakın hemen... peşindeki o pisliklerden de kurtul hemen... kurtulur. Adamlarım senin her adımını takip ediyor. Sakın bir yanlışlık yapma.’’

 

O anda endişeli ve tedirginlik hissi yüzümde belirdiğinde bir yandan peşimdeki M16 dan bir yandan da yerel polislerden nasıl düşünürken arabayı Tower Brindge köprüne sürerek bir süre hızımı artırarak ilerlemeye devam ederken aynı zamanda onlardan nasıl kaçacağımı düşünmeye devam etmeye ederken o an yandaki ön yolcu koltuğun üzerindeki çalmaya başladığında o sırada hemen o telefona uzanıp, elime aldığımda baktığımda bir an içimde bir ürperti oldu. Hemen o hala çalan telefonun ekranında (bilinmeyen numara) ile birlikte o an ki ani bir kararla telefona cevap vermemle yavaşça kulağıma götürdüğümde. O korkuyla ...

 

‘’Hemen Spit and sawdust Restoranına gel. Seni adamlarım karşılayacak...’’

 

O an peşimdeki tüm yerel polisler M16 ajanları peşimde gök yüzünde yakından gelen helikopter sesleri dolmaya devam ediyordu. Ansızın beni yakalamaları an meselesiydi. Arabamla son sürat hıza tezat onlardan uzaklaşamaya devam ediyor, önümdeki dönel kavşaktan ileriye doğru sürmeye devam ediyordum. Ani bir kararla A201 yolundan tekrar hızlanarak önceden bana mesaj atılan o restorana doğru birkaç mil ileriye gittiğime odak noktama iliştiğinde o tedirgin ve o korku ile başımı arkaya otomobilin arka tarafına birden döndürdüğümde hızla etrafa kolaçan ettiğimde o uzaktan seslerden peşimde olmadığını, artık izimi kaybettirmeyi başarmıştım. Bir yandan da arabamı yaklaşmakta olduğum o restorana gözümde daha da belirginleşmeye devam ederken o sırada helikopter sesleri uzaktan gelmeye devam ederken tedbiren arabayı sürerken aracın direksiyonuna doğru hafif yaklaşarak ön camdan yukarı doğru her ne kadar bakmaya çalışsam da birkaç saniyeliğine arabanın seyrini fark eder. Etmez. Hemen arabanın kontrolünü tekrar hâkim olduğumda o restorana artık geldiğimi anlayınca hızla arabayı restoranın önündeki park alanına park ettim. Ve hemen arabadan iner. İnmez. Kapıyı sertçe üzerine vurmamla restoranın girişi kapısının yolunu tutmam ile kapıdan içeriye girmem bir olduğunda içerideki çalışanlar şaşırarak bana baktıklarında onlara bakarak elimi özür diler gibi işaret ettiğimde gözlerim hemen bir boş masa bulup, o masaya oturduğumda çalışanlar ve orada bulunan herkes bana kısa kısa bakışlar atmaya devam ediyordu. Ki garsonun yanıma gelmesi sadece birkaç saniye sürmemişti bile... Garson ile karşılıklı gülümserken ...

 

‘’Buyurun. Efendim.’’

Bana gülümserken benim yüzümde sahte bir gülümseme olduğunu sadece bir tek ben biliyordum. Ardından garsona,

 

‘’Menü alabilir miyim?’’

 

Aynı sahte gülümsemeyle karşılık verdiğimde...

 

‘’Tabi ki...’’

 

Yanımdan ayrılmış, menülerin dağıtıldığı o masanın kenarındaki menülerden birini alıp, hemen bana yaklaşarak yanıma geldiğinde...

 

‘’Buyurun. Efendim.’’

 

Aynı sıcak ses tonuyla söylediğinde bir süre yanımda beklemeye başladığında hemen bir acele ile karar verip, kendisine...

 

‘’Şundan istiyorum. İçecek olarak korona...’’

 

Elimdeki menüyü tutarak, ona atıştırmalıklardan birini gösterdikten sonra elimdeki menüyü ona uzattığımda hemen elimdeki menüyü alır. Almaz. Yanımdan ayrıldığında hemen diğer çalışanlara seslenerek az önce sipariş verdiğim menüyü söylediğinde bir süre beklemekle beraber iç cebimdeki telefonumu çıkartıp, masanın üzerine bıraktım. Ve ellerimi masanın üzerine kenetleyerek oynamaya başladım. Bir süre sonra elinde tepsiyle aynı garson yanıma geldiğinde...

 

‘’Buyurun. Efendim. Siparişiniz.’’

 

Yüzünde hafif bir gülümseme ile bana baktığında bende ona yüzüme peyda olan sahte gülümsemeyle karşılık verdiğimde elindeki tepsiden sipariş verdiğim ara menüyü ve içkimi masanın üzerine bıraktığı anda gözlerim önce bir an yaka kartına yazan ismine takıldığında (Aaron Baldwin) yazılı olduğu gördüm. Ardından da ellindeki tarikatın üyelerine verdiği o yüzükten parmağında var mı? Yok mu? Diye ellerine odaklandı. Sonrasında hemen gözlerimi ondan ayırıp, tekrar masadaki menüye bakar gibi yaptım. Ve tekrar o garsona baktığımda...

 

‘’Çok teşekkür ederim. Aaron...’’

 

Hem yüzüne sahte bir sırıtmamla bakışlarım son bulurken, hem de hızlı bir cevap verip, onu geçiştirmek adına önceden parmaklarında hiçbir yüzük olmadığını gördüğümde şimdi ani bir karar vermemle beraberinde onun tarikattan olmadığına kani olduğum o kısa bir andı. Benim için, daha sonrasında garson da hızlıca...

 

‘’Afiyet olsun. Efendim.’’

 

O sıcacık sesiyle söyler. Söylemez. Hemen yanımdan ayrıldığında bir yandan ara ara içkimden yudumlar alıyorken. Bir yandan da atıştırmalıklardan ağzıma atıyordum ki o esnada hemen yanımdaki o geniş pencerenin tamamı uzun katmalı camdan olan pencereye benzer yerden etrafı kolaçan ediyordum. Öte yandan tarikattan gelecek o adamları beklemeye devam ediyordum. Ki… o esnada mutfak bölümünden tamamı siyah ve resmi görünmeye çalışan adamlar içeriye doluşmaya başladığını resepsiyondaki camlardan gördüğümde hemen önüme odaklanmamla bana doğru gelen siyah ceketli, kimisinde siyah. Kimisinde beyaz gömleği, siyah pantolon, bazılarının yüz hatlarının kirli sakallı olduklarının ve siyah ayakkabısıyla tam dört kişi geldiğini ilk gördüğümde biliyordum. Zaten... ardından hiç bozuntuya vermeden önümdeki yarım kalmış atıştırmamı yemeye ve yarım içkimi içme devam ettiğimde...

 

‘’Oturmaz mısınız?’’

 

Sahte bir nezaket eşliğinde onları masama oturmaları için davet ettiğimde o sırada yemeğimi bitirim. İçkimden de son bir yudum aldığımda onlar davetime icabet etmeyip, içlerinden biri...

 

‘’Tarikat size çok kızgın Bay Jhon When... Yoksa Azrail mi demeliydim. ’’

 

Ciddi ve güvensiz bakışlarıyla bana kısa bir süreliğine bakmaya devam etti. Ve ardından yüzünü hafif arkadaki adamlarına doğru dönemsiyle adamlarından birine elini şıklatınca o adamlardan biri harekete geçip, bir yandan ağır adımlarla bana doğru yaklaşıyor. Bir yandan da elindeki kolonya ve mendili hazır ederek bana doğru yaklaşmaya devam edince ansızın birden yanıma iyice sokulduğunda iyice tedirginlik, korku ve endişeli olmakla beraberinde önceden hazır ettiği mendili eliyle hızla burnuma ve ağzıma bastıracağı sırada kendimi geri çekerek...

 

‘’Durun ne yaptığını sanıyorsun? Kendinize gelin. Ben tarikat üyesiyim.’’

 

Artık gerek ellerimle olsun. Gerekse de ayaklarımla elimden geleni her ne kadar yapsam da o herifi kendimden uzaklaştırmayı her denediğimde can havliyle işte o çırpınmalar başlamıştı.

 

‘’Yapmayın. Ne olur?’’

Son çırpınışlarım devam ettikçe yanımdaki o herif var gücüyle de olsa elindeki kolonyalı mendili acımasızca burnuma ve ağzıma bastırdı. Bastırdıkça da beni güç bela bayıltmaya çalışsa da o son çırpınışlarım arasında artık ağzımdan çıkan kelamlarım yarım yamalak çıkmaya devam ediyordu. İşte beni benden almaya, şu hayattan güç bela koparmaya çalışıyor, bir yandan emir veren o herif diğer adamlarına...

 

‘’Şu hainin elini, ayaklarını hemen bağlayın. Hemen...’’

 

Duyduğumda adamları ellerinde iple hızla yanıma gelir. Gelmez. Ellerimi ve ayaklarımı bağladıklarında artık son çırpınışlarımdan eser yoktu. Çünkü yanımdaki o herif var güçleriyle beni bağladıklarında canlı bedenden daha çok artık cansız bir beden olmuş, şuurumu kaybetmem an meselesi idi. Ve ansızın yarım yamalak duyar gibi olduğum o ses geldiğimde duyduğum kadarıyla...

 

‘’Ağzını bantlayın.’’

 

Söylemişti sanırım. Son hatırladığım adamlarından biri beni sırtladığı gibi restoranın arka çıkış kapıdan kapısı açık bir şekilde bekletilen siyah uzun kasa araba olduğunu ve arabanın içerisine kabaca beni uzatmasıyla aracın hareket etmesiyle daha fazla dayanmamış, şuurumu kaybetmiştim. Bir süre sonra yavaşça kendime gelmeye başladığımı anlayınca kesik kesik gördüğüm ilk şey uzun ve geniş koridorun duvarlarında belli mesafelerde asılı olan gaz lambaları koridorun içerisinde peyda olan zifiri karanlığı az çok aydınlatıldığı bu uzun koridorda ayaklarım yerlerde sürünerek tarikatın olduğunu o görkemli mekânın olduğu kapıya doğru yaklaşıyordu. Fakat başıma ne geleceğini hala bilemezken öylece ayaklarım sürünerek o görkemli kapıya ulaştığımı kapının çıkarttığı o gıcırtılı sesinden kapının açıldığını o anda anlamıştım. Başımdaki çuvaldan hiçbir şeyi göremiyordum. Kapıdan içeri girdikten sonra tarikatın adamlarıyla beraber merdivenlerden sürüklenerek ilerlediğimi bir kez daha anladığım. Ansızın kendimi bir sandalyede oturtulduğumu hissettiğimi anladığımda son duyduğum yarım yamalak sesin hasıl olduğunu zar zor anladım.

 

‘’Şu başındaki çuvalı çıkarında kendine bir gelsin.’’

 

Yanımda verilen emirleri yerine getirmesi halinde durmakta olan adamalarından biri nihayetten başımdaki siyah çuvalı çıkardığında, o an ağzımdaki bandı da hızla çıkarttığında her ne kadar dudağımda kısa süreli acı ile karşı karşıya kalsam da buna alışmamla beraber yapılan işkencelere de alışmıştım. Ansızın yüzüme soğuk su çarpmasıyla o anda üstüm, başım hep su içinde kendime gelmeye çalışırken üzerimde siyah çizgili ceket, siyah gömlek, düzenli uzun saçlarım ve sakallarım ve siya ayakkabımla öylece sandalyede oturuyordum. Uzun baygınlık geçirmekle birlikte gözlerimi ilk açtığım saniye de kısmam bir olması aslında gözlerimin acımasından dolayıdır ki o an birkaç saniye beklediğimde ansızın gözlerimi açmış, şimdi daha iyi görmeye başlamış, kendimi daha iyi hissediyor, ansızın açıklama yapmak için konuşmaya başladığımda ise...

 

‘’Efendim. Ben tam Aziz Paulus Katedraline gitmiş bana verdiğiniz görevimi tamamlayacaktım ki o an da çok önceden sadece dünyada eşi benzeri olmayan tarihi bir parçayı bulmak için...’’

 

Birden karşımda oturan Londra tarikat lideri sol elini kaldırdığı anda susmak zorunda kalmış, bir yandan da korku ve endişeli seslerle açıklamamı yapmaya çalışırken konuşamamıştım ki birkaç saniye sonrasında liderimiz bir anda...

 

‘’Açıklama yapmak, çaresizlik belirtisidir. Bay When . Ve görüyorum ki bizleri bir kez daha görevinde başarısızlığa mahkûm ettin.’’

 

Hem hesap sorar gibi sesi ile konuşmuştu. Hem de başını hafif sağ tarafına yatırmış, bana öylece bakıyordu. Ki… o sırada her iki tarafında hazırda bekleyen adamlarından birine işaret ettiğinde o adamlardan biri hemen önünü ilikleyerek yanına geldiğinde karşımda oturan lider o adamın kulağına bir şeyler fısıldadığını bu korkulu ve tedirgin gözlerle gördüğümde bu masada yer alan başka üyelerde buna şahit olmuştu. Ve ansızın o gözlerin gördüğü anıların arasında kulağına fısıldayan o adam hızla başı ile söylenen her neyse ona tasdik ederek, birkaç adım geri çekildiğinde o anda etrafa göz gezdiğimde mekânın içi zifiri karanlığın peyda olduğu fakat içeride olan sütunlarda asılı duran meşaleler ve karşımdaki giriş kısmından gelen o ışık süzmesi ister. İstemez. Mekânın içerisindeki zifiri karanlığı az çok giderse de Londra Tarikat Liderinin de arkası o ışık hüzmesine ters kaldığı onun yüzü görülmediği gibi masadaki diğer üyelerin yüzü de göremiyordum. Bir yandan adamlar biri uzunca olan masanın sağından diğeri de o uzun masanın solunda yanıma doğru gelirken Londra Tarikat Lideri konuşmasına devam eder.

 

‘’Oylamaya oyuncu değişikliğini sunuyorum.’’

 

Kararlı ses tonuyla ansızın Londra tarikat lideri önce teker teker masada oturan ve kendisini pür dikkatle dinleyen üyelerin yüzlerine sonrasında ise en son olarak bana bakışını bir süre sürdürdüğünde yine başı sağ tarafa doğru hafif yan yatırmış bir şekilde son bulurken aynı zamanda arkamdan ismini dahi bilmediğim her kimse onun bilinmezliklerle dolu, merak dolu ve şüphe uyandıracak ayak sesi hasıl olduğum da Kulaklarıma... yüz ifadem korkulu, endişeli ve tedirginlik ifadesi canlanırken birden karşımdaki büyük liderden bir ses peyda oldu.

 

‘’Kabul edenler.’’

 

Hızla gözlerimi masada yer almış üyelerin yüzlerine gezdiğimde yine tedirginlik ve korku hasıl olurken aynı masada yer aldığım arkadaşlarımın bir çoğu ellerini kaldırmış, infazımı gerçekleştirebilmeleri için oy verirken Londra Tarikat Lideri oturduğu yerden başta ben olmak üzere başını hafiften düz tutarak bana baktığında arkamda belirmeye devam eden o şüpheli ayak sesleri ile birlikte hasıl olan balta sesleri de duyulmaya baş gösterdiğinde ben daha korkmuş, daha da şüphelendiğimde o isimsiz adam iyice arkama yanaştığında ansızın o elindeki baltaya kaldıracağı o esnada Londra Lideri, oylamaya çoğunluğunu görür. Görmez. Fakat tarikat, verilen görevlerini ifa etmeyip, ya da savsaklama anlaşılırsa veya icra edeceği görevinde başarısız olduğu kanıtlarla sabit bulunup, tarikat içerisindeki büyük liderler kesinlikle öncelerden belirtilenen cezaları usulüne göre oyalama çoğunluğuna göre kabul edilir. Kişi herkesin gözü önünde liderler vasıtasıyla infaz edilir. Günümüzde de benim başıma gelen bu aslında…

 

Oturduğum sandalyemin arkasından o isimsiz cellat şimdilerde liderin iki dudağın arasından çıkacak kararı o sözü beklemeye devam ediyordum ki işte mekânın içerisinde doluşan o cümle şimdi peyda olmuştu.

 

‘’Kabul edilmiştir.’’

 

Söylemesiyle o isimsiz cellat elindeki baltayı havaya kaldırmasıyla başıma vurması bir olmuş, artık beden başsız olmuş, kan damarda durmaz olmuş ve her yer kan revan olmuştu. Ve en kötüsü de beden artık cesetten farksız olduğunda Londra lideri bir işaret salladığında yine yanlarındaki hazırda bekletilen adamlarından önünü ilikleyerek aynısı gibi lider yanın gelen o adamın kulağına bir şeyler fısıldadığında bu sefer birkaç adamların o isimsiz celladın yanına geldiğinde öncelikle elindeki ağzı kan bulaşmış o gösterişli baltayı elinden alır. Almaz. Yerine götürür. Sonrasında da kalan diğer adamlar önündeki kanlar içindeki bu cesedi sandalyeden kaldırdıkları gibi ardından kanlı olan yerlerin temizliği yapılırken ardından Londra lideri hala ayakta bekletilen o isimsi celladı ciddiye alarak başını sağına hafiften yan yatırarak ona bakmaya başladığında orta kesim kumral saç kesimiyle, pürüzsüz yüzü, kan kırmızısı ceketi, mat beyaz gömleği, sağ kolunda gösterişli takılı bir kol saati, siyah papyonu, yine kan kırmızı pantolonu ve siyah kalın tabanlı parlak ayakkabısıyla yeni tanışacağım görev arkadaşlarımın ve liderimizin karşısına çıktığımda ilk olarak karşımda oturmakta olan Londra Lideri başladığında…

 

‘’Hoş geldin. Bay Connor.’’

O soğuk sesiyle ciddiyetini korumaya devam ediyor. Hem başını tekrardan sağ tarafına hafif yana yatırmıştı. Hem de sol elini kaldırıp, benim oturmam için nezaket içerisinde istirham ettiğinde ben de buna binaen yavaşça oturduğumda ancak gözlerimi tek bir yere odaklanarak o anda tek gördüğüm, yüzleri karanlıklarla çevrili olan Londra Liderine bir süreliğine daha baktığında o an anladım ki bu ve bu gibi tarikatların büyük gizlilik koşullarla yürütüldüğünü ve tek bir yerden yönetildiğini anladım. Masada yer alan diğer görev arkadaşlarım ve Londra Liderinin benden çok fazla büyük beklenti içerisinde olduklarını bildiğim için bendeniz de...

 

‘’Hoş buldum. Efendim.’’

 

Gayet işinde hırslı, yaptığı hiçbir işten pişmanlık hissetmeyen, kararlı ve yıllardır süre gelen o intikam dolu sesim ile Londra Liderine söylediğimde Liderin başını düz bir konuma getirip, sonra da (evet) söyler gibi başını hafifçe salladığında o an karşıladığım ses tonumla sevindirdiğini bana gösterdiğinde bundan sonraki icra edeceğim görevlerim ile alakalı büyük beklenti içerisinde olan diğer görev arkadaşlarım ve arkadaşlarıma aynen şöyle söylediler. Ve bende karşı cevap verdim.

 

İNGİLTERE;

 

‘’Hoş geldiniz. Bay Connor.’’

 

‘’Hoş bulduk.’’ -Bay Connor.

 

FRANSA;

 

‘’Sizden güzel haberler bekliyoruz. Bay Connor’’

 

‘’Elimden geleni neyse yapmaya hazır. Ve nazırım.’’- Bay Connor

 

ALMANYA;

 

‘’Hoş geldiniz. Bay Connor.’’

 

‘’Hoş bulduk.’’- Bay Connor.

 

A.B.D

 

‘’Sizden büyük beklentiler içerisindeyiz. Bay Connor.’’

 

‘’Eminim benden iyi neticeler alırsınız.’’

 

            

 

Loading...
0%