@uykulupanda
|
İki yıl üç ay önce…
Eytuna Mahallesi’nde yine sakin günlerden biriydi. Hatta belki de ölüm sakinliğinin ev sahipliği yaptığı bir gündü. İlkbahar gecesinin soğuğu hafif hafif camları tıklatırken görevden istasyona dönmüştü Barut Aslan. Yan mahalledeki sanayide çıkan orta çaplı yangın dumanı yüzünden tüm itfaiye ekibinin yüzü is olmuş haldeydi. Neyse ki yangının çıkış kaynağı hemen fark edilmiş ve kimseye zarar gelmeden yangın söndürülmüştü. Elbette kimseye bir şey olmamıştı ancak yangının çıkış sebebi ihmaldi. Barut’un en tahammülsüz olduğu konuydu yapılan ihmaller. Haklıydı tabi bu kadar hassas bir konu olarak ele almakta. Sonuçta kim en yakın arkadaşını ihmal sebepli bir yangında kaybettikten sonra ihmalden kaynaklı bir yangında sakinliğini koruyabilirdi ki? Gerçi Barut için hiçbir yangının sebebi sakinlikle karşılanacak sebepler olmazdı. Ona göre yangınların büyük çoğu kişisel eylemlere dayalı itaatsizliklerden kaynaklıydı. Ormana atılan camdan yapılan binada kullanılan yalıtım malzemesine kadar her şey ihmal edildiğinde kurallara itaat bozulduğunda ölümcül sonuçlar doğururdu. Cep telefonunu çıkardı üniformasının cebinden. Saate bakmak için çıkardığı telefonun ekranında gördüğü cevapsız çağrılar onu dumura uğrattı. Normalde sadece Selvi’den olan çağrılar ekranında hemen gülümsediği güzel yüzünün altında olurdu. Fakat şimdi ekranı kaplayan o kadar fazla kişiden çağrı vardı ki. Ev sahipleri Adnan Bey, baldızı Sevilay, mahallenin emektar muhtarı Özkan Bey, yan komşu Fadime Hanım,… Bebeklerine mi bir şey olmuştu? Daha dokuz aylıktı. Ateşi mi çıkmıştı? Susmadığı için şikayet mi almışlardı? Panikler karısını aradı hemen. Telefon sonu gelmez gibi çalıp durmuştu fakat karşı taraftan cevap gelmiyordu. Normalde Barut’un karısı telefonu ilk çalışta açıp bıcır bıcır sıcacık sesiyle cilve yapardı. Peki şimdi niye telefon asla açılmıyordu. Telefon kapanmaya yüz tutarken açılmıştı. Telefonun açılmasıyla derin bir nefes aldı Barut. Telefon açıldı açılmasına ama açan karısı değildi. Telefonun diğer ahizesinde ağlayan titrek bir ses vardı. Karısı böyle ağlamazdı asla. Telefonu açan karışı değildi. Karısı neredeydi? Karısına bir şey mi olmuştu? Tabi ya oğulları Pamir Ege huysuzlandığı için açamamıştı karısı telefonu. Baldızı duygusal bir kadındı kesin yeğeni ağladığı için ağlamıştı sesi ondan böyleydi. “Baldız?” kafasında ürettiği en mantıklı senaryoya güvenerek sesinin çatallaşmasını engellemişti. Ama yüreğinde çoktan çatlaklar açılmıştı bile. Sakin kalmaya çalışarak bekledi Barut Aslan. Alacağı cevabı beyninde hazırdı bile. “Enişte Pamir Ege’nin yine gaz sancısı vardı çok ağladı ondan açamadı ablam.” Ancak duyduğu tamamen zihnindekine zıttı. “Enişte ablamı kaybettik…” sonrasını duymaya bile mecali yoktu Barut’un olduğu yere çöküp kafasını elleri içine alıp kafasına vurmaya başladı ritmik şekilde. Halbuki bugün on yedi eylüldü. Karısının doğum günü… İki yıl üç ay sonra… Pırıl Şentürk’ten… Yıllar sonra yeniden yaşadığım o güzel mutluluk kasabasına geri dönmenin mutluluğu ve heyecanı attığım her adımda üstüme yükleniyordu. Onu görmenin heyecanını inkar etmeyelim. Barut Aslan. Gönlümdeki yangın. Evlendiği gün mutluluğunu görmenin içimi yakacağını bildiğim için sessizce tercih listemi değiştirip biricik başkentimizi birinci sıraya yazmıştım. Evren bile daha fazla acı çekmeme kıyamamış olacak ki içten dualarımı duyup bana yardım etmişti. Kazandığım üniversitemde beşinci yılıma giderken Barut Aslan’ın eşinin vefat ettiği haberini almıştım babamdan. Allah şahidimdi ki, Barut Aslan’ın ağladığı kalbimin en içinde hissederken ağlamadan duramamıştım. O başka bir kadın için ağlarken ben onun için ağlayarak uyumuştum. Bebekleri olmuştu sahi. Acaba yeniden evlenmiş miydi? Mutlu olmak hakkıydı. Bebekliğinden beri acıdan başka bir duyguyu tatmayan adamın gözleri evlenirken bile parlamıyordu. Ama çocuğu olunca parıl parıl olmuştur. Buna adımın Pırıl olduğu kadar emindim. Acaba bebek Aslan da babası gibi kıvırcık mıydı? Barut yıllardır saçlarını işi için sıfıra yakın kestirse de lise zamanlarında hep kıvırcıktı. İsminin neden Barut olduğunu arkadaşlarıyla konuşurken duyduğum gün elimi ağzıma kapamasam hıçkırarak ağlayacak hale gelmiştim. Sesi yine kulaklarımın dibine gelince kendimi anıların boşluğuna usulca bıraktım; “Oğlum ateşini bulsana sen ya.” Kahkaha atarak söylemişti Oğuz bunları. “Bilader ben anamı babamı bulamamışım ateşi nerden bulayım?” demişti tonuna aşık olduğum ses. “Abi harbiden hiç mi iz yok? Hani ne bileyim güvenlik kamera kaydıdır, fotoğraftır hiç mi bir şey yok?” diyen ses ise mahallenin sevimli erkek çocuğu Ali’ydi. Lakabının Sevimli erkek çocuğu olmasının sebebi annesinin küçükken onu yolun ortasında leğen ve gül motifli life dalin sıkarak yıkamasıydı. Banyoda yıkamamasının sebebi ise daha komikti aslında. En son banyoda yıkamaya kalktığında banyoda bulunan şofbeni duş başlığını çekerek düşürmesiydi. O günden beri her duş zamanı evin önündeki yolda yıkardı Ali’yi güllü lifiyle. “Yok aslanım olsa aramaktan vazgeçmezdim ki. Kim vazgeçer anasının kokusunu aramaktan? Ama sahip olduğum tek iz bırakıldığım yüzüme bulaşan soba kömürün siyah lekeleri. Bulunmayı o kadar istememişler ki siktiğimin yerine ismimi bile bir şeye yazıp bırakmadan bırakmışlar lan.” Sonlara doğru çatallaşan sesiyle saklandığı duvardan çıkıp boynuna sarılmak istemişti Pırıl fakat yapsaydı azar yiyebilirdi. Neymiş sekizinci sınıf bir öğrenci lise son sınıf üstelik sınıf tekrarı yapmış belalı bir tiple haşır neşir olmamalıymış. Halbuki Barut Aslan ailesini aramak için on sekiz olur olmaz bir yıl ara vermişti. Müdire hanım bunu bilmesine rağmen inatla reddediyordu herhangi bir kız öğrencinin Barut’a yaklaşmasını. Albera Hanım’a göre yaptığı son derece doğru bir davranıştı tabi. Neticede kimsesiz bir çocuk yüzünden kasabanın nüfuslu ailelerini karşısına almak istemezdi. Barut’un canının acıdığını hisseden can dostu Ege ortamdaki atmosferi dağıtmak ister gibi ağzını aralamıştı. “Oğlum şöyle düşün lan en azından yüzünde biraz siyahlık vardı da adın Barut oldu. Ya Kömür olsaydı, ya Berkecan olsaydın. İyi tarafından bak kardeşim.” Barut’un buruk tebessümünü görmemişti Pırıl duvar yüzünden. Ama kalbi hissetmişti içindeki acının hala geçmediğini. Kapının tıklanmasıyla daldığım anılardan çıkmam bir olmuştu. Sahi bugün Eytuna Aile Sağlık Ocağı’ndaki işimde ilk günümdü. Yıllar sonra bir kez daha memleketime dönme sebebim tıpta uzmanlık sınavına hazırlanana kadar çalışmak için aile hekimliği yapmaya karar vermemdi. Şans eseri bizim kasabanın da hekimi geçen ay tayin olmuştu. Hemen tayin tercihlerimi yapıp çocukluğuma geri dönmüştüm. Ona da geri dönmek isterdim halbuki. “Girin.” Dememle içeriye tek kişi girmişti kucağında çocukla. Barut Aslan. Yıllardır kaçtığım aşkım. Telaşlı yüzü göz göze gelmemizle dumura uğramıştı. Boğazımı temizleyip gözlerimi kaçırarak sordum. “Şikayetiniz neydi?” “Kalbimi çaldınız doktor hanım iade talep ediyorum.” Deseydi ya bir anda. Şoklara girseydi bu naçiz vücut. Hemen kendini toparlayarak boğazını temizledi. Uğruna ölebileceğim ses tonuyla konuşmaya başladı. “Doktor hanım benim oğlanın yine ateşi çıktı. Aslında düşmedi yani. Mehmet abi bakmıştı dün ilaçta vermişti ama hiç etki etmedi.” Anladım dercesine başımı salladım ve sedyeyi işaret ettim eldivenlerimi takarken. “Sedyeye uzandırın oğlunuzu. Mümkünse kazağını çıkarın. Ateşi olan bir çocuğa bu kadar kalın giydirmemelisiniz.” Steteskopumu elime alıp yavaş yavaş yaklaştım sedyeye. Bedenlerimiz yaklaşıyordu uzak duran ruhlarımıza inat. “İsmi neydi küçük beyin?” diye sordum sakin bir ses tonuyla. Küçükken korktuğum yerde şimdi bu küçük erkek çocuğu oturuyordu. Evet evet bir doktor olarak en büyük korkum sedye ve bana doğru gelen doktorlardı. “Pamir Ege Aslan” dedi o da benimkine benzer bir alt tonla. Yavaşça sedyeye yaklaşıp sedyenin yanındaki dolaba işaret parmağımla tıktık yaptım ve sevimli olduğunu umduğum bir sesle konuşmaya başladım. “Tık tık güvenli bölgeye geliş izni var mı? Gelebilir miyim?” Pamir Ege ürkek bakışlarına rağmen babasından aldığı cesurluğuyla hafifçe kafasını sallamış ve gözlerimin içine bakmaya başlamıştı. steteskopumun ucunu elimin içinde çaktırmadan ısıtırken kıvır kıvır saçlarına iltifat etme gereği duydum. “Pamir bey bu saçlarınızın olay oluşu şaka mı? Kalbimden vurdunuz vallahi beni aşık oldum size. Şöyle bir arkanızı dönünde sırtınızın güzelliğine de bakalım.” Şirince gülüp sırtını da döndüğünde usulca steteskopumu sırtına yasladım. Nefesleri hırıltılıydı. Muhtemelen ciğerleri birazcık üşümüştü ya da astımı vardı. Elimi uzatıp alnına koyduğumda ateşi çokta yüksek sayılmazdı zannımca. Ama yok sayılacak kadar düşük değildi. Ateş ölçerle ölçüp baktığımda ise yanılmadığımı gördüm. 37.5 derecedeydi. Elime masa üstünden aldığım tahta çubukla Pamir Ege’nin yüzüne doğru eğilip “Peki o güzel dişlerimiz ne alemde bakabilir miyim?” dediğimde itiraz etmeden ağzını açmıştı. Çubukla dilini çekip baktığımda sonuç tahmin edilebilirdi. Bademciklerimiz şişmişti. Sonucu bulmanın memnuniyetiyle doğrulup Pamir’in elini tutarak konuştum. “İşbirliği için teşekkürler küçük bey. Sizinle daha sonra tekrar karşılaşmalıyız.” Ardından masaya doğru ilerleyip masadaki çocuklar için yapılan doğal şekerlerimden birkaç tanesini Pamir’e uzattım. Elimdeki şekerleri almakta tereddüt ettiğinde açık eline şekerleri yavaşça bırakıp o güzel buklelerini elimle hafifçe dağıttım. Bu sırada uzun süredir sessiz olan Barut konuştu. “Nesi var oğlumun doktor hanım?” o oğlum dedikçe benim içim titremişti. Fakat bozuntuya vermeden masama doğru geçerken konuşmaya başladım. “Merak etmeyin endişelenecek bir şey yok küçük bey biraz fazla üşümüş buna bağlı olarak da bademciklerimiz azıcık büyümüş. Şimdi en tatlısından bir şurup yazıyoruz minik beye. Hiçbir şeyi kalmayacak daha sonrasında. Ama mutlaka şurubu tok karna içtiğinden emin olun.” Başını sallayıp minik oğluna ilerledi ve tek hamlede sedyeden yere indirdi. Pamir Ege ise ikimizi de şaşırtarak masamın etrafından dolaşıp sandalyemin dibine geldi ve onu kucağıma almam için kollarını uzattı. Küçük bir çocuğun masum isteğini reddedecek kişilikte biri olmadığım için istediğini yerine getirdim ve onu kucağıma oturttum. Kucağıma oturduğunda eli kalbimin üstüne yerleşmişti. Başı sağ göğsümdeyken sessiz fısıltısı ağzından çıktı fakat Barut’un da benim de duyduğumuz bariz belliydi. “Anneciğim…” |
0% |