@uykulupanda
|
Herkese selamlar! Birazcık geç gelmiş olabiliriz ama bu tamamen benim asla klavyeme alışamamamdan dolayı olabilir... F klavye kullanıcısı olarak Q klavyeye geçmek benim için aşırı zor... Neyse sizi daha fazla tutmadan bölüme uğurluyor iyi okumalar diliyorum. Ha! Unutmadan kitabımız için oluşturduğum Spotify playlistinin linkini sizlerle paylaşıyorum umarım seversiniz: https://open.spotify.com/playlist/6dmKZsfTX6H1qGad00eFPJ?si=9937ae04b0b244eb
Pırıl Şentürk... Barut’un yokluğundan burnuma hoş kokular gelmiyordu. Bakalım altından ne çıkacaktı. Yarım tahta eniştemin çeyrek porsiyon kuzeni niye buradasın bakışları atmama daha fazla dayanamazdı ve dökülürdü muhtemelen. Arada ojelerim bozulmuş mu kontrolü yaparken keskin bakışlarımı üstünde tutmaya devam etmiştim. En sonunda ise dayanamayıp telefonunu çıkarmış ve Barut’un attığı mesajı göstermiş, ardından da konuşmuştu. “Valla Pırıl abla söylemeyeyim söylemeyeyim diyorum ama acaba sen bu aşkoluk mesleğin esnasında arada televizyon da mı açsan? Hayır koskoca şehrin her yerinde maden ocağı çöktü itfaiyeciler mahsur kaldı haberleri var. Sen hala bana atlamaya hazır güreşçi gibi bakıyorsun. Pes vallahi pes yani.” Cevap vereceğim esnada Elif’in aramasıyla telefona odaklanmış ve açmıştım. “Pırıl... Kocamı toprak yutmuş Pırıl. Kocamı almaya gidelim ne olur. Ya ölürse... ya ikinci çocuğunu görmeden duymadan ölürse? Ne yapacağım Pırıl?” karımın hamile olmasına ayrı, maden enkazında kalan adamların benimkinin ekibi olduğuna ayrı, Elif’in hamileliğini böylece öğrenmiş olmama mı şaşıracağımı şaşırmıştım. Sakin çıkmasını umduğum bir sesle konuşmaya çalışmıştım. “Tamam kuzum sakin ol sen bir. Minik yeğenime bir şey olmadan bekle beni. Geliyorum ben şimdi. Sakın korkma.” hızlıca portmantodaki ceketime ilerlerken eniştem beyin Çin malı sürümüne seslenip talimatlarımı sıralamıştım. “Ocakta yemek tencereleri var onları al ekmek dolabının üstündeki ısı koruyucuya koy sizin eve geçiyoruz.” kabanımı giyip eğilmiş ve Pamir’i kucağıma almıştım. Şakağından öpüp kokusunu içime çekmiş ve kendimi şarj etmiştim. “Anne. Baba gelmiycek mi? Küystü mü bise? Özsüy dileyim mi babadan?” hatalı olduğunu düşündüğü her zaman yaptığı gibi yine elleriyle oynamaya başlayıp başını eğmişti. Ellerini tutup dudaklarıma yaklaştırmış ve ellerini öpüp yanağımı alnına yaslayarak konuşmuştum. “Annem, bebeğim senin hiçbir suçun yok minik kıvılcımlı kekim benim. Babanın işi çok çok uzamış, işi uzayınca da Pamir’imin annesi yanıma gelsin diye mesaj yollamış anneye. Sende biliyorsun minik kıvılcımım baban kendi başına bir halt yiyemiyor. Anne babayı alsın gelsin olur mu bebeğim? Sonra hep beraber otururuz ama biraz Tuğçişle takıl olur mu?” Kafasını hafifçe oynatmış, oynatmasıyla da kıvırcık bukleleri yanağımı gıdıklamıştı. Bir çocuğun gerçek doğasının bu kadar masum ve sakin olması diğer çocukların niye bu kadar yaramaz olduğunu açıklıyordu. Benim oğlum tüm sakinliği çalmıştı kendine çünkü. Başka açıklaması olamazdı. Eniştem kadar yavaş kuzeni nihayet geldiğinde arabaya binmiş ve on dakikada Tuğçe kuşumun babaannesinin evine gelmiştik. Hızlıca içeri girmeden kapıdan Pamir’i bırakıp kaçmayı planlamıştım. Çünkü muhtemelen Elif kendi kendini yiyordu. Açılan kapıyla biricik oğlumu kucağımdan indirip aceleyle yanaklarına ve alnına minik öpücükler bırakmış ve minicik sırtına kollarımı dolamıştım. Onun da kolları boynumu bulurken minik dudakları enseme sıcak sıcak değmişti. Biricik bebeğimi uzun süre tek bırakmak içime sinmese de büyük hayvanat ayı kocamı -nerden kocam olduğunu sorgulamadığımıza inanıyorum- almaya gitmem gerekiyordu. Üniversitedeki ayyaş Hayri’yle evlensem bu kadar iş çıkışı mesaim olmazdı gibi bir hissiyat alıyordum son zamanlarda. Ev temizliği, koca bakıcılığı zor zanaatti. Pamir usul usul içeri girerken içeriden yarım yüzünü kaplayan kıpkırmızı gözleriyle gelen Elif’le bakışmış ve hızlıca sarılmıştık. Elimle sırtını sıvazlarken sakin olmasını fısıldıyordum kulağına. Çünkü biz sakin olmazsak kimse sakin olamazdı. Biz sağlık çalışanıydık. Dünya üzerindeki en yüksek sakinlik oranına sahip olmak bizim zorunluluğumuzdu. Arabanın anahtarını alıp direksiyona geçmiş ve hız koşullarına azami uyum sağlayarak maden ocağına gelmiştik. Fakat çöküntünün durumu gerçek anlamda zorlayıcı ve tehlikeliydi. Maden ocağı tamamen çökmemiş bunun yerine üç farklı noktadan kırılarak çökmüştü. Uzun bir hattın tamamının kırılmaması şanssa üç farklı yerin aynı anda parçalanıp bölgesel olarak sıkıntılı yerler olması tamamen şanssızlıktı. Biraz daha yaklaşacağımız esnada önümüze gelen polis memuru bizi durdurmuştu. “İzinsiz giriş yasak hanımefendi. Geri çekilip bekleyin lütfen sağlık ekibi ve itfaiye personellerine engel olmayın.” Uyarıları bir kulağımdan girip diğerinden çıkarken hastanemizin biricik doktorunun ambulans ekibimizle orada olduğunu görmemle polis memuruna dönmüş ve konuşmuştum. “Argun Beye sorun isterseniz Pırıl Şentürk ben ikincil yardım ekibinden. Yanımdaki hanımda ikincil yardım ekibinden Elif hemşiredir. Engel olmak için değil engel kalmasın diye buradayız.” Polis hemen Argun Beye ilerlemiş ve bir iki ağzının oynamasıyla Argun Bey bizim tarafa bakmış ve başını sallayıp polis memuruna onay vermişti. Polis memuru aldığı onayla başını sallamış ve hızlı adımlarla bizim olduğumuz yere gelip önümüzdeki siyah sarı koruma şeridini eliyle kaldırmış ve bize geçecek alan açmıştı. Ekibimizin yanına ilerleyip Elif’i ambulansa ilerletip orada oturmasını ve hemşire olduğunun bilincine varmasını ummuştum. “Kuşum zor evet ama sadece bize zor değil unutma olur mu? Göçüğün altında olan herkesin eve dönmesini sağlamak bizim en önemli zorluğumuz ve zorunluluğumuz. Benim güçlü Elif’e ihtiyacım var. Güçlü Elif hemşireye ihtiyacım var. Anlıyorsun değil mi?” transtaymış gibi olan hal ve durumunun etkileri azalmış gibi olurken hafifçe başını sallamış ve eline bıraktığım maske eldivenlerle bakışmıştı. Barut'un timinden birini görmek umuduyla etrafıma baktığım sırada Pamir Ege’nin amca diye koştuğu çocuğu görmemle hızlıca oraya gitmiştim. Stresten ve soğukkanlı olmaya çalışmaktan kafayı yemesine ramak kalmış bir yüz ifadesi gördüğüm yüzüyle benimkinin de ekibinin benim ekiple aynı huylara sahip olduğunu fark etmiştim. Eldivenlerimin steril poşetini yırtıp açarken -her ne kadar eldiven için hızlı ve yanlış bir karar olmuş olsa da- güven alabileceği bir ses tonum olmasını umarak konuşmuştum. “Merak etme geveze Barut hiç kimseye bir şey olmadan çıkarır onları. Hoş Yağız’ı içeride bırakırsa mutlu olurum ama Elif’in Barut’u Yağız’ın yanına gönderme oranı ful seviye olur hoş olmaz. Yani merak etme ve yüzündeki endişeyi sil. Etrafına baktığında senin endişene ihtiyaçları var gibi mi görünüyor?” Üzerimdeki darbe önleyici özel durum giysisinin fermuarını çekmiştim. Başka bir eksiğim olmadığına kanaat getirdiğimde tekrar yanımdaki stres çuvalına dönüp omzuna takılı telsizi almış ve düğmesine basarak konuşmuştum bir ses duyma umuduyla. “Dikkat dikkat doktor Şentürk konuşuyor. Sesimi duyan var mı? Telsiz ulaşamayacağınız bir konumdaysa etrafınızdaki demir plakalara hafifçe tıklatmanız yeterli.” Önümde duran ısı ve ses dedektörlerinde başlangıçta hareket olmadığında tekrar konuşup konuşmamak arasında kalırken ses dedektörünün ötmesiyle nerdeyse yedi kişi aynı anda dedektöre odaklanmıştık. Komşu ilçeden gelen itfaiye şefi hızla monitöre yaklaşarak sesin geldiği noktaları harita koordinatlarına işaretlemiş ve bana dönerek sormuştu. “Yaptığınız en ufak ses tekrar bir çöküntüye sebep olabilirdi. Biz bile bunu göze alıp yapmamışken siz nasıl rahatlıkla yapabiliyorsunuz? Size bu yetkiyi kim verdi?” “Biraz etrafınıza baksanız bana bu yetkiyi kimlerin verdiğini görürdünüz. Saatlerdir göçüğün altında bekleyen insanlar ve ailelerinin gözyaşları yeterli bir yetki. Ayrıca unutmayın ki zaten iki kere çöken bir maden ocağından bahsediyoruz. Neyi bekliyordunuz ses duymak için? Üçüncü çöküşü mü?” Elbette yaptığımın yasal hiçbir gerekçesi olmadığının farkındaydım ama öğleden sonra çöken bir madenden bahsediyorduk ve saat gece yarısıydı neredeyse. İçerideki insanların ne durumda olduğunu bilmediğimiz bir durumda üçüncü bir çöküşün gerçekleşmesi içeride olanlar için daha tehlikeli olabilirdi. Bekleyecek vakit yokken herkesin eylemleri hayati değer arz ederken beklemek bizim için sadece tehlikeydi. “İçeri girmek için hazırlıklarınız tamamlanmış olsa gerek. Açtığınız her göçükte arkanızda hazırda bekleyen bir sağlıkçıya ihtiyacınız olacak.” dediğimde aldığım cevap netti “Bizimle içeri mi girmek istiyorsunuz doktor hanım? Çok riskli. Hala çökme riski olan bir göçüğe hiçbir arama kurtarma bilgisi olmayan bir kadını sokacak değilim. Sizde diğerleri gibi ambulansın yanında bizim insanları çıkarmamızı bekleyin.” fakat onunda alacağı cevap netti. Ben Pırıl Şentürk’tüm altı yıl boyunca sadece okulda yatıp kalkmamıştım elbette. “Afad arama kurtarma gönüllü eğitimli personel Pırıl Şentürk ben. Lütfen gerekli hazırlığı yapın aramamız ve kurtarmamız gereken insanlar var.”
Barut Aslan... Uğuldayan kulaklarım başımı ağrıttığında çareyi yüzümü buruşturmakta bulmuştum. Göz kapaklarım hafifçe aralandığında bulunduğum yerin son hatırladığım yer olması son derece kırıcı bir aktiviteydi. Hele göğsümdeki ellerin hanımımın elleri olmaması daha kırıcı bir olaydı. Duyduğum tıkırtılarla tıkırtının geldiği yöne bakacağım esnada göğsümdeki ellerin sahibi olan hanımefendinin elinin biri hızlıca boynumu tutmuş ve kaşlarıyla yapma ifadesini yapmıştı. Yani en azından karanlıkta öyle anlaşılıyordu. “Kıpırdama. Sakın kıpırdama ya tekrar üstümüze düşerse? Kıpırdama ne olur kıpırdama.” aynı şeyleri ardarda tekrar ettiğinde içimde oluşan tek bir kuşku vardı. Bu kadında panik atak mı vardı? Ve varsa şuan burada olması onu nasıl etkilerdi? Ayrıca sırtımda nefes aldıkça acısı artan şey neydi? Ben böyleysem ekibim ne haldeydi? Telsizime uzanmak istersem şayet, sol omzumun ayakta kalmak için tek dayanağı altımda sıkışıp kalmış kadının omzu olurdu. Adını dahi hatırlamadığım kadına bakışlarımı çevirerek gözlerinin gözlerimle buluşmasını amaçlamıştım. En nihayetinde gözlerimiz buluştuğunda gözlerimi takip ettirerek telsizi işaret etmiş ve kısık ama sert bir sesle konuşmuştum. “Omzumdaki telsize ulaşmak zorundasın doktor. Buradan çıkabilmemiz sana bağlı. Anlıyorsun değil mi?” Birkaç saniye boş bakışlarının ardından titreyen elleri telsize uzanmış ve omzumdaki çıtçıttan çıkarıp bedenlerimizin arasına koymuş ve gözlerimin içine bakmıştı. Gözlerimle kırmızı düğmeyi işaret edip bas diye fısıldayacağım esnada telsizden gelen o ses beni odağına almayı başarmıştı. “Dikkat dikkat doktor Şentürk konuşuyor. Sesimi duyan var mı? Telsiz ulaşamayacağınız bir konumdaysa etrafınızdaki demir plakalara hafifçe tıklatmanız yeterli.” Sırtımdaki ağrı yok olmuşçasına yüzümdeki gülümsemenin genişlediğine yemin edebilirdim. Ben daldığım hayaller aleminde yaşarken bizim panikli doktor direkt tık tık başlamıştı. Halbuki telsizle direk iletişim kurabilirdik. Gerçi sanırım kan kaybından benim ağzımın dilimin pek de bir işlevim yoktu. Beynimi zaten Pırıl’ımın tesciliyle işlevsizliği kanıtlanmıştı. Canım devletim bana iyi dayanıyordu valla. Acaba dışarıda saat kaçtı? Acaba oğlum beni özlemiş miydi? Acaba Pırıl Şentürk beni özlemiş miydi? Görüşüm bulanıklaştıkça kafam kazan gibi oluyordu. Muhtemelen bunu Pırıl’a söylesem senin kafan zaten kazan gibi boş derdi. Ama şu an gerçek anlamda içim dönüyordu. Ölecek miydim yoksa daha sevdiğime kavuşamadan? Sorularla dolu beynim kafamın içinden çıkacak kadar zonkluyordu. Bedenimin siper olduğu doktorun bir anda iki tane olmasıyla muhtemelen kan kaybı ve oksijen düşüklüğünden birazdan bilincim kapanacaktı sanırım.
Pırıl Şentürk... Yaklaşık kırk, kırk beş dakika sonunda göçüğün bir bölümünde oyuk açılmış ve oyuğun tepesine sarkıtma vinç getirilmiş ve üç kişinin bağlanabileceği şekilde ayarlanmıştı. İlk olarak tıkırtı sesinin ve sıcaklığın gitgide azaldığı maden ocağının derin kısmına girecektik. Oradan aça aça başa kadar gelmekti şimdilik plan. Benimle birlikte iki itfaiye eri daha hazırlığını tamamlamış ve aşağı inmeye hazır hale gelmiştik. Argun hocanın hazırladığı paramedik ekibine başımla yaklaşmalarını işaret ederken kaskı kafama geçirmiş güvenlik kilidini ayarlıyordum. “Buyurun Pırıl hocam?” kaskımı düzeltirken hızlıca bir iki talimat vermiştim. “Şirin şimdi ben içeri girdiğimde sizden ricam taşınır sedyeyi ve-” lafımı bölen Şirin’in gülümsemeye çalışan sesi olmuştu. “Isı koruyucu battaniye ve her ihtimale karşı adrenalinle taşınabilir defibrilatör değil mi hocam?” bu kadar sevimli ve bilgili yeni mezun olmuş bir paramediğe sahip olmak onun açısından saha deneyimi, bizim açımızdan hastaların kurtulma umudunun artması demekti. Hızlıca başımı sallayıp gülümsemiş ve içeri gireceğimiz yere doğru ilerlemiştim. Üçümüzde bellerimizden çelik halatlarla vince bağlanmış ve iniş için açılmış oyuğa yavaşça indirilmeye başlamıştık. Gözlerimle hızlıca ortamı tararken çivilerle kaplı tahtanın altındaki adamı görmemle omzuma takılı telsize eğilip adamın koordinatlarını belirteceğim esnada yanımda bulunan itfaiye şefi bey benden hızlı davranıp bildirmişti. Yavaş yavaş göçüğe hasar vermeden aşağı inip minik iki adımla adamcağızın önüne geldiğimizde ise manzara hiç hoş ve sağlıklı değildi. Sadece direğin altında kalmamıştı. Aynı zamanda direk adamın kalbinin üstüne saplanmıştı. Doğal olarak direğin üstündeki paslı çivilerse bulduğu boşluğa saplanıp kalmıştı. “Buradan çıkarabilmemiz için direği kesmemiz gerekecek ama direk kalp bölgesinde. Direği keserken oluşacak titreşimler kalbe zarar verebilir...” Kendi kendimi durdurmuştum çünkü eğer güzeller güzeli gözlerim beni yanıltmamışsa -ki yanılttıkları tek konu Barut Aslan olurdu- direğin kıyafeti yırttığı yerde, yani kalbinin üstündeki deride dövmesi vardı. Bu dövme alelade bir dövme değil, Sitüs inversus totalis dövmesiydi. Tıp dilinde iç organlarının ters olduğunu bildiriyordu. Cümlemi niye tamamlamadığımı merak edip sorgulayan gözlerle bana bakan itfaiye erlerine dönmeden hastaya ilerleyerek hem dövmeyi daha net görünür hale getirmek hem de direk yüzünden muhtemelen kanla dolan akciğerindeki kanı boşaltmak için göğüs tüpü takacağım alanı seçerken hızlıca konuşmuştum. “Direği kesebiliriz. Şanslıyız ki hastanın göğüsün üstündeki dövme bize bu yetkiyi verebilecek bir etmen. Ben sol akciğer için tüp takarken direği sabit tutabilir misiniz?” önce açtığım dövme bölgesine bakmış ardından gelip bir ucu boşta olan direği tutmuşlardı. Onlar bakarken ben de üstümdeki cekette bulunan transkriptlerden kırmızı olanı alıp bulguları ve olay anında olacak müdahaleleri ve her ihtimale karşı organlarının ters olduğu detayını yazmıştım. “Doktor Hanım işini bitirdiğinde bekleyerek vakit kaybetmeden hızlıca direği keselim ve hastayı hastaneye gönderelim.” itfaiye şefi beyin talimatıyla hakikaten de ben tüpü takıp ciğerdeki kanı boşalttıktan sonra temkinli bir şekilde direğin tamamını olmasa da göğsünde az kalacak şekilde kesmişlerdi. Yukarıda hazır bekleyen sedyeyi çağırıp dikkatlice hastayı sedyeye yatırmış sedye başında bulunan şeffaf plastik transkript paketine yazdığım kağıdı koymuş ve yine aynı dikkat ve özenle dolu sedyeyi yukarı yollamıştık. Ardından itfaiye erleri, hassas inşaat makineleri ve vinç yardımıyla biraz daha yolumuzu açmış ve ilerlemiştik. Geldiğimiz noktada hain eniştemin beni görünce nasıl ayağıma geldin ama köle bakışlarıyla denk gelmiş ve geri gitmek istemiştim. “Baldız... bakıyorum da enişteni bayağı seviyorsun ha.” elimle alnıma vurmuş ve bıkkın ses tonumla konuşmuştum. “Sen bir taraflarınla her yerleri dağıttığın için toplamak bize düştü ne yapalım. Bana kalsa kal burada da karın beni keser. Sıkıştığın bir yer var mı? Yaran var mı? Gerçi domuz gibisin ama.” muhtemelen az evvel kurtardığımız adama gidiyordu fakat maden çökünce burada kalmış olmalıydı. Solucan gibi durmuş ve ciddiyete bürünmüştü bir anda. “Sanırım sağ uyluğuma maden ocağının temel demirlerinden biri girdi ama birkaç saat geçtikten sonra uyuştuğu için hissetmiyorum... Mesleğimi etkileyecek bir şey yoktur değil mi Pırıl?” Mesleği onun her şeyiydi. Mesleğinden olmak onun asıl ölümü olurdu ama yarayı görmeden bir şey diyemeyeceğimi biliyordu. Yine de şimdilik hafif bir gülümsemeyle konuşmuştum bütün doktorlara otomatik güncellemeyle gelen o ses tonuyla. “Olmaması için elimden geleni yapacağım. Şüphen olmasın.” gelen cevapsa çok netti. “Hiçbir zaman şüphem olmadı.” Hızlıca üçümüzde yanına ilerlemiş ve bacağının etrafındaki molozları parça parça uzaklaştırmış ve yaranın boyutunu görmemizi sağlamıştı. Demir üst uyluğundan girmiş ve dizini parçalamıştı. Bacağın kurtarılması bile şansken mesleğine dönmesi imkansıza yakındı bu hale gelmiş bir bacakla. Ama bunu dördümüzde sesli dile getiremezdik. İtfaiye erleri bir beton parçasına dokunduğu esnada Yağız’ın bacağındaki demir titremiş ve Yağız’ın acı çığlığı sanki tüm açıklığı titretmişti. Hızlıca çantamdaki ağrı kesicileri çıkarmış ve en etkilisini hızlıca uygulamıştım. Bana dönüp konuşmuştu. “İyi tarafından bakalım hissediyorum değil mi? Bu da demek ki hasar çok büyük değil. Değil mi?” elimle ağzına vurmuş ve konuşmuştum. “Senin çenen niye hala sağlam Yağız? Çeneni de ben mi kırsam ki? Eğlenirdik.” İtfaiye erlerine dönüp ileriyi işaret etmiş ve Yağız’dan uzaklaştığımızda konuşmuştum. “Beton parçasını kırmadan çıkarmanın bir yolu yok mu? Demir tendonlara çok yakın. Anlıyorsunuz değil mi? Bunun sorumluluğunu alamam, alamayız. Adam bizim yanlış bir müdahalemiz yüzünden ampute edilebilir.” Birkaç saniye öylece kalmış ve son kararı duymak için itfaiye şefine bakmıştık. Derin bir nefes alıp vermiş ve hem bizimle hem telsiziyle konuşmuştu. “Hastayı beton plakayla birlikte çıkaracağız hazırlanın.” içimden teşekkürlerimi yağdırmış ve harekete geçmek için hazırlanmıştım. Kendi omzumdaki telsize eğilip düğmesine basmış ve Elif’in olduğu kanalda konuşmuştum. “İtfaiye erlerinden Yağız Uyar bulunmuştur. Şehir hastanesine sevki yapılmak üzeri çıkarılacaktır.” Göçüğe ikisi itfaiye eri biri paramedik olmak üzere üç kişi daha inmiş ve altı kişilik bir ekip olarak Yağız’ı taşımaya başlamıştık. Kral edasıyla giderken kafasını tutmakta zorlanıyor gibi bir hali vardı. Muhtemelen kan kaybı, yaranın içindeki demirin pas oranı, oksijensizlik gibi etmenlerin içinde saatler boyu beklemek bilincini korumasını zorlaştırıyordu. Başarılı olmasını umduğumuz en az sallantıyla yukarı çıktığımızda gözlerime çarpan tek kişi koşarak gelen arkadaşımdı. Koşarak gelmesini engelleyen şeyse Yağız’ın bacağındaki kocaman demir parçası ve ona bağlı betonu görmesiydi. Aklından geçenleri tahmin edebiliyordum. Yağız’ı ambulansa yerleştirmeye gitmek yerine kalan beş kişiye bunu devredip hızlıca eniştemin karısına ilerlemiş ve sıkıca sarılmıştım. “Güçlü dur! Güçlü durmak zorundasın Elif. Sen yıkılırsan o mahvolur. Daha hiçbir şey belli değilken lütfen en kötüsüyle sınana zihnini. Yeğenlerim için. Lütfen güçlü kal ve o ambulansa bin. Tamam mı?” Derin derin nefesler almış ve usulca elleriyle gözyaşlarını silmiş ardından gözlerime bakıp kafasını hafifçe eğmiş ve ambulansa doğru koşmuştu. Bu onun dilinde teşekkür etmekti. Yağız’ın ambulansını gönderdikten sonra tekrar göçüğe girmiş ve aynı doğrultuda ilerleye ilerleye sabah ezanına kadar onuncu kişiden sonrasını saymadığım kadar insan çıkarmıştık. Sabah ezanının ardından aydınlanmaya başlayan güneşle artık göçükte kalan son kişiyi kurtarmaya gidiyorduk. En azından son olduğunu sanıyorduk diyelim. Göçükte açtığımız yeni açıklıkla Barut’un yaralı sırt ve omzu görüş açıma girerken Barut’un iri bedeninin altında başka küçük bir beden görmek beni ve benimle birlikte yanımdaki itfaiye erlerini şoke etmişti. “Tek kişi demişlerdi? Beyefendi doğurmadığına göre bu sanıyorum hanımefendi kim? Bilgisi verilmedi?” Yanımdaki itfaiye erlerinden biri hızlıca konuşup yanlarına doğru ilerlemişti. “Kim olduğu umurumda değil ama bu herifi nasıl çıkaracağımız kısmı bende yok şu an. Ayı gibi.” ne ayısı canım domuzdu bu adam yaban domuzu ama yüz kilo olup salak salak insanların üstüne gelenlerden. Göçükte bile insan sevgisi bitmiyordu paşamın baksanıza. |
0% |