@uykulupanda
|
Pırıl Şentürk... On dakikadır benim davarımı nasıl çıkaracağımızı planlıyor daha doğrusu planlamaya çalışıyorduk. Çünkü benim uzaktan baktığımda minik zannedip ciddiye almadığım omzundaki yara ona fiziki bana duygusal zarar verecek boyuttaydı. Evet belki bundan daha ağır vakalar, yaralanmalar görmüştüm ama bu an doktor olarak değil de kalbini sevdiğim insanın sevdiği kadın olarak başıma geliyordu. Titreyen ellerime tutuşturulan sıcak çay ellerimin üstüne titrememden kaynaklı hafif hafif sıçrasa bile beynimde dolanan pişmanlık her yerimi, her şeyimi yakan en büyük etmendi. Çok değil on dakika önce dalga geçer gibi bulduğum adamın kurtarıldıktan sonra kolunu komple kaybetme ihtimali içimdeki her şeyi kanımı bile fokur fokur kaynatıyordu. Yanlış anlamayın kolu olmaması ihtimali değildi benim korktuğum, zaten beyinsiz olmasından korkmayıp bundan korkmam tuhaf olurdu, benim korktuğum şey zaten kanatları çalınmış bir adamın yeryüzündeki kanatlarından birini kaybetmesiyle baş edemeyeceği gerçeğiydi. Barut öyle bir adamdı ki, dağlar kadar derdi olsa sırtlanır, belli etmez, yok sayardı ama yanlışlıkla bir karıncanın hayatını ayaklarıyla darmaduman etse bir ay o vicdan yüküyle yaşardı. Eğer şimdi kolunu kaybedecekse tüm hayatını kaybederdi. İşi, aşkı, vicdanı, çocuğu. Halbuki o güzel gözlerinin görmediği asıl şey aşkının da çocuğunun da ona delicesine bağlı olduğumuzdu. Attığım tripler söylediğim yalanlar bile sevgimin kırılmasından doğuyordu. Barut’un itfaiye ekibinden bir çocuk omzuma dokunduğunda transtan güçlükle sıyrılıp ona dönmüştüm. Gözlerimin içine bakarak konuşmuştu titrek sesiyle. “Yenge şefim iyi mi? İyi değilse de iyileştirirsin değil mi? Doktorsun yaparsın değil mi? Biliyor musun yenge, beni Barut ağabeyim yangından kurtardığında itfaiyeci olmaya kara vermiştim. Lütfen ne olursa olsun hayranı olduğum ağabeyimi kurtar yenge. Olur mu?” Buğulu gözlerine buğulu gözlerle bakıp başımı sallamış ve ayağa kalkıp benden on yaş genç adama sarılıp kulağına ne olursa olsun kahramanını kurtaracağımı söylemiştim. Kahramanın kahramanı olma fikrinin cazipliği ve kocamın başka hatunlarla göçük altında üst üste olmasının sinirini kullanarak duygusal tarafıma biraz ara verebilirdim. Yani sanırım. Ayaklandığım gibi kafamdan ve üstümden çıkardığım ekipmanları tekrar giymiş ve yanımdaki uzman itfaiye erlerine dönerek muhtemelen ponçik ponçik kızarmış gözlerimle savaşa hazır olduğumu belirtmiştim. Önce can sonra canan demiş atalarımızın izinden ilerleyerek önce Barut’un canını korumalı sigortalayıp ardından da beraber ‘insani şartlar altında’ kapana kısıldığı hanımla geçirdiği on yedi saat otuz altı dakikanın hesabını soracaktım. Pek tabi bu süre çıktığı saatle güncellenecekti. Geceden beri birlikte çalıştığımız itfaiye erleri iyi olduğuma pek emin olamasalar da bu kadar saati beraber geçirmemizin verdiği yetkiye dayanarak güvenmeyi tercih etmişler ve kıdemli olanları planlarını anlatmaya başlamıştı. “Omuzdaki parça ikinci sarsıntıyla olduğunu tahmin ettiğimiz bir şekilde omzunu tamamen delip geçtiği ve eklentisinden kopmadığı için yapabileceğimiz iki şey var. Ya kolu ampute etmek pahasına demiri kesip zaten yırtılmış kas ve bağ dokulara hepten zarar vereceğiz ya da –ki bu çok riskli ve hoşlanmayacağımız bir ihtimal- itfaiye erleri olarak bizler göçüğü tutarken doktorlar olabilecek en az hasarla parçayı çıkaracaklar ve açık yaralı olarak göçükten çıkaracağız. Ne yazık ki iki ihtimalde de kolunu tamamen kaybetme riski var ve yine ne yazık ki karar vermek için çok fazla vaktimiz yok.” Duyduklarımla etrafıma bakmış ve meslektaşlarımı gözden geçirmiştim. Argun bey vardı, ben vardım, dört hemşire arkadaşımız vardı ve annem vardı. Annem? Mikrocerrahi profesörü, doktor olmamdaki en büyük rol model olan kadın? Buradaydı. Ünlü mikrocerrah Ferah Olgun buradaydı. Hızlıca etrafımdan soyutlanarak anneme koştuğumda kollarını açmış ve ihtiyacım olan kalp sıcaklığını her zamanki gibi bana hediye etmişti koşulsuzca. “Anne... iyi ki geldin annem. Her zaman olduğun gibi ilaç gibi geldin anne. Yardım et bu şapşal kızına olur mu?” annem hiçbir cevap vermeden toz dolu saçlarımın tepesinden öpmüş ve gözlerimin içine bakarak konuşmuştu. “Benim kızımın en az benim kadar mükemmel gözlerini kıpkırmızı hale getiren o herifi göster hemen annene canım kızım. Mükemmel manikürlerim ve ben senin için intikam alacağız. Hadi gidelim de beyefendiyi güneş ışığına kavuşturalım. Hoş benim kızımdan güzel ışık kaynağını nerden bulacaksa.” Annemin kızı olmadığımı söyleseler dilimi gösterip nasıl yani der inkar ederdim. Bizimki de öyle bir anne kız uyumuydu işte. Canım annem... Hızlı ama itfaiyecilerin adımlarının üçte biri falan olan adımlarımızla ilerlemiş ve itfaiye erlerine yaklaşıp ameliyatı göçükte yapacağımızı konuşmuştuk. Argun hoca, annem, iki itfaiye eri ve ben içeriye inecektik ve Önce Barut beyin altında kalan kadını çıkarmayı deneyip ardından Barut’un kas ve kemik dokuları için ameliyata başlayacaktık. Gerekli hazırlıkları azami bir hızla tamamlayıp aşağı inmeye hazır hale gelmiş ve vinç sayesinde desteklenen çöküntünün içine vinçten sarkarak girmiştik. Annemin yanımdaki kendi kendine konuşan heyecanlı sesi durumdan istemsiz soyutlanmamı ve kıkırdamamı sağlamıştı. “Ay aynı bungee jumping yapmak gibiydi! Tekrar yapmaya şansım olur mu acaba?” İtfaiye erleri de gülmemek için kendini kasmış ve tamamen aşağı inene kadar sessiz kalmışlardı. İndiğimiz gibi yarı baygın kadına ulaşmak için ekstra çaba göstermiş ve kayarak çıkabilmesi için gerekli boşluğu ayarlamıştık. Boynuna boyunluk takılmış ve çıktığında takılması için serum hazırlanmıştı. Yavaşça kaydıra kaydıra Barut’un altındaki minicik kadını havasızlıkta boğulmaktan kurtarmıştık. Fısıldayarak konuşuyordu. Daha doğrusu sayıklıyordu. “Bilincim açık... bilincim açık... bilincim açık... dextra... lateral... medial... proksimal...” tıbbi terimler sayıkladığına bakacak olursak gerçekten de yukarıda ki manyak bir doktorun deneyimsiz ve panik ataklı haliyle inatla aşağı indiği dedikodusu doğruydu. Ne diyebilirdim ki, ülkenin en manyağını severken kime manyak ya da deli diyebilirdim. Kadın vinçle yukarı çıkarılacağı sırada göçüğün titremesiyle barutun bedeni kadının bedeninden açıkta kalan boşluğa doğru kaymaya başlamıştı. Anlık olarak yapılabilecek en mantıklı ve en az hasarı alacağını savunduğum yöntemi yapmıştım hızlıca. Sarsıntının şiddeti artmadan kendi bedenimi Barut’un bedeninin altına kaydırmıştım. Tabi açılan boşluk hayli küçük olduğu için çokta tamamen girmeme gerek kalmamıştı. İşin sonucunda Barut Aslan’ın başı göğüslerimin üstünde kalmıştı. Bir kolumu belinde sabit tutarken diğer elimle nerdeyse çığlık çığlığa bir sesle telsize bağırmıştım. “En ufak sallantının hayati önemi olduğunun farkında değil misiniz siz? Bu ne saçmalık?!” karşı taraftan zorlanarak çıkan bir ses gelmişti cevap olarak. “Vincin halatı koptu... göçüğün etrafındaki halatı şimdilik bizler tutuyoruz yedek halat gelene kadar. Olabildiğince elinizi çabuk tutun. Halatın ne zaman geleceği belirsiz.” Ayva severdim de bu kadarını aynı günde yemek hoş değildi tabi. Annemlere dönüp zoraki gülümsememle konuşmuştum. “Sanırım yeni ameliyathanemiz bize dayanamadı. Başlasanız mı beyler hanımlar? Tercihen ezilmek istemem de.” birkaç saniye şok etkisi yaşayıp hızlıca Barut’un omzuna yaklaşmış ve morfini enjekte etmişlerdi. Hoş kütük gibi baygındı zaten ama olsundu. Annem bana dönüp konuştu. “Bu kadar yakından izlemeye dayanabilecek misin Pırıltım? Seni prenses yetiştirdim ben.” tuhaf bir şekilde Barut’un gözleri hafif baygın bakmaya başlarken hatırlamayacağının rahatlığıyla konuştum. “Anne senin kızını şu an kanı saçıma adam amazon kadınına çevirdi. Sen panik olma da şu gözümün önündeki güzelim omuzdaki yarayı bir hallediver. Biliyorsun torunun bizi bekliyor.” burukça gülümsemiş ve Argun hocayla birlikte aşırı koordine bir biçimde yarayla ilgilenmeye başlamışlardı. Gerekli tetkikler yapılmadığı için ne yazık ki körlemesine yapılacak olan ameliyat işkencemiz resmi olarak başlamıştı. Boştaki elimi boynuna sarıp şah damarını parmaklarımla hissedşyordum. Henüz demir parçaya değmeden göğsümün üstünde hissettiğim ıslaklıkla başımı eğdiğimde Barut’ u kan kusarken görmüştüm. Pekala sakin kalma kotamı doldurmak üzereydim ve tabularımı yıktıracak adam göğsümün üstüne kan kusmuştu. “Kan kusuyor! Anne kan kusuyor! Anne siyah! Siyah kan rengi siyah! Demirde pas mı var?!” annemse benim aksime oldukça sakin bir sesle konuşmuştu. “Dikkatimi dağıtmanı istemeyiz tatlım. Sonuçta körlemesine çekeceğim ya hani çubuğu. Ayrıca çok damadım olası varsa ölmeyiversin.” dediklerinin ardından normal bir hızla fakat benim içimden çekilmiş gibi hissettiren bir yavaşlıkla çubuğu Barut’un omzundan çekmiş ve Argun beye dönüp konuşmuştu. “Argun! Her zamanki gibi formumuzdayız bak! Sıfır kan sıfır yanılgı. Görev başarılı hadi dikelim ve kalanı hastanede yapalım.” Çubuğun vücudundan çıkmasıyla Barut’un iniltileri göğüslerim aracılığıyla bana ulaştığında elimle kısa saçlarını okşamış ve elimi yanağının üstünde tutmuştum. İki yaşlı kurdun duymayacağı ve Barut Paşa beyin hatırlamayacağını umarak fısıldamıştım. “Buradayım sevgilim... kurtaracağım seni... tuttuğum her söz gibi bunu da tutacağım...” Barut’un yüzünü izlemeye daldığım esnada ne kadar zaman geçtiğini bilmemekle birlikte yanımıza yaklaşan sağlık çalışanlarıyla itfaiye erlerini görmemle kıpırdamamdan beklemeye başlamıştım. Barut'u yavaşça üstümden alıp sedyeye yatırmış ve yukarı çıkarmak için hazırlandıkları esnada Barut aşkını haykırmak istercesine fakat kedi ciyaklaması gibi çıkan sesle adımı mırıldanmıştı. “Pırıl... Pırıltım... güzelim... Pervin’im...” Pervin de kimdi? Ve neden benimle aynı masada adı geçiyordu. Bunu sorgulamayı sonraya bırakarak şimdilik asıl önemli konunun üstünde durma kararı almıştım. Belli etmiyordum belki de ama zihnim haberi aldığı anda un ufak olmuş bu saate kadar nasıl dayandığımı bile anlamamıştım. Böylelikle hayatın ne kadar kısa ve ani olduğunu fark etmiştim. Tabi bu Barut’a işkence etmeyeceğim demek değildi ki. Sadece gözümün önünde işkence ederdim artık. Minnoş bir kızdım ben sonuçta kıyamazdım öyle uzaktan işkencelere.
Kazadan dört gün sonra... Barut Aslan... Sızlayan başım, ağrıyan omzum bir tarafımdan aldığım nefesler eşliğinde bilincim açılırken karnıma doğru hissettiğim ağırlıkla her yeri dört kez gördüğüm gözlerimi karnıma indirdiğimde kafası yaslı hanımımı görmemle yüz kaslarım gülümsemeyi tekrar öğrenmişti. Dokuz kilometre ötemde olsa dahi tanıdığım yüzden dört tane görmek beni ölmüşümde cehennem mi cennet mi demişler ben Pırıl’ı seçmişim gibi bir şeydi. Kafamı omzuma doğru çevirdiğimde ise kolumun tamamının sargılı olmasını görmemle başımdaki sızı kendini hat safhada göstermiş gözlerim hemen Pırıl’ıma dönmüştü. Acının esamesi yüzünü gördüğümde okunmuyordu. Pırıl’ın kıpırdamasıyla yüzümdeki gülümseme artarken, sevdiğim kadın başını kaldırmış açık gözlerimi gördüğünde hızlıca oturduğu yerden kalkmış eli alnımı bulmuş ve rahatlamış bir nefes vererek eğilip yumuşak dudaklarını alnıma değdirmiş ve fısıldamıştı. “Çok şükür sonunda uyandın... hayata yeniden hoş geldin...” ardından hayal ürünüm müydü yoksa sesi mi çok kısıktı anlamamıştım ama gözlerim tekrar kapanırken duyduğum son cümle “Hayatıma hoş geldin sevgilim...” olmuştu. |
0% |