@uykulupanda
|
Pırıl Şentürk… Kucağıma oturduğunda eli kalbimin üstüne yerleşmişti. Başı sağ göğsümdeyken sessiz fısıltısı ağzından çıktı fakat Barut’un da benim de duyduğumuz bariz belliydi. “Anneciğim…” Duyduğum sözcükle odanın içi gibi benim içimde buz kesmiş kaskatı kesilmiştim. Eminim ki Barut’ta aynı haldeydi. Tek başıma yanarken birlikte üşüyorduk. Hızlıca toparlanarak boş elimle saçlarını okşamış ve onun gibi fısıltıyla konuşmuştum. “Minik kıvılcımım çok tatlısın ama ben anne değilim ki. Ben ablayım güzel kıvırcıklım.” Halbuki babası istese seve seve annesi olurdum. Kendim doğurmuş gibi severdim. Aslan’ın haberi olmasa da duygularımdan küçük Aslan hissetmiş gibi göğsüme sinmişti. Babamı sevmekten vazgeçmediğini hissediyorum der gibi atıyordu kalp atışları. Barut kendine gelerek masamın etrafını dolaşıp dibime girerek kollarını oğluna uzattı. Fakat bu sırada Pamir Ege daha çok göğsüme sindi. Bırakmamı istemiyor gibiydi. O böyle yaptıkça benim zaten bırakmak istemeyen evcimen anne ruhum daha çok sarmak istiyordu bu yaralı ufaklığı. Kendimi toplanmaya zorlayarak tekrar konuştum. “Hadi ama minik kıvılcım, babanı üzüyorsun bak. Hem istediğin zaman gelebilirsin buraya ben hep burada olacağım artık.” Eğer biraz daha ikna olup babasıyla gitmezse sanırım hayatım boyunca bırakamazdım. O kadar sevimliydi ki. Bebek kumralı lüle saçları, minicik poposunu büyüten bezi, yeşil gözleri, hafif çilleri andıran lekeleriyle öyle sevimli bir bebek adamdı ki on yıl ısırsam doymazmışım gibi bir havası vardı. Pamir Ege ikna olmuş gibi hafifçe başını göğsümden uzaklaştırıp gözlerime bakmaya başladı. Yüzümde gördüğü şey her neyse daha önce tanışmamış olmamıza rağmen inanmış gibi bakıyordu onu terk etmeyeceğime. Halbuki küçücük çocuk terk edilmeyi bilir miydi? Bilmeli miydi? Barut, Pamir’in gözlerime odaklanmasını fırsat bilerek hızlıca dibime girmiş ve hızlıca Pamir’i kucağına alıp geri çekilmişti. Ama ben o kısacık anda bile yıllardır özlediğim kokusunu almıştım. En azından aldığımı sanmıştım. Fakat aldığım koku yıllar önceki kokuyla uzaktan yakından alakalı değildi. Önceden daha çok meşemsi kokarken şuan aldığım koku şey gibiydi. Sağlık çalışanlarının üstüne nasıl ki hastane kokusu sinerdi. Aynı şekilde onun üstünde de itfaiye kokusu vardı. Hafif yanık ama hep temiz olan bir koku. Tam odadan çıkacaktı ki telsizi ötmeye başladı. Sahi ya üniformayla gelmişti buraya. Aşık olduğum adam üniforma içindeyken bile o kadar güzeldi ki. Telsizdeki adam “Şef, acilen intikal emri geldi. Gündoğdu mahallesinde dört katlı binanda yangın çıkmış ve hızla yayılıyor. Şimdiden sağ ve solundaki binalar yanmaya başlamış. Kontrol altına alınamıyor. Biz seni almaya geliyoruz. Bir dakika içinde çıkışa gel.” Barut bir Pamir’e bir telsize baktı ve umutsuz kalmış gibi başını eğdi. Sanırım Pamir’i bırabilecek vakti yoktu. Titrek ses tonumla konuştum. “İsterseniz, Pamir siz gelene kadar yanımda kalabilir. Mesaim bitmek üzere zaten. Aşağıdaki sağlık ve afet personeli lojmanında kalıyorum. Hem biraz yemek yemiş olur küçük beyde. Ama isteme-” lafımı kesen onun sert ve aceleci sesiydi. “İsterim. Çok isterim Pırıl. Teşekkürler döner dönmez gelip alacağım şüphen olmasın.” Adımı güzel dudaklarıyla parlatıp oğlunu yanındaki koltuğa koyup başını öpmüş ve koşarak çıkmıştı odadan. Keşke benide öpseydi. Bana adımla mı seslenmişti o? Hatırlıyordu. Beni hatırlıyordu. Birkaç saniye kendime ayırıp içime çektiğim derin nefesi dışarı verip dikkatle beni inceleyen Pamir’e döndüm. “ Bak küçük kıvılcım. Nasıl çaldım seni babadan? İşte biz kadınlar böyle de mükemmel varlıklarız aşkım.” Utanmasam aşkoluğun kitabını bbile yazardım. Ama sanırım geri döndüğüm için beni reddeden babam daha da krizlere girerdi. Üzerime kabanımı giyip atkımı elime alarak Pamir Ege’nin yanına ilerledim. Koluk altlarından tutup kucağıma aldım ardından onu kaldırdığım koltuğa oturup elimdeki atkıyla vücudunu güzelce sardım. Tamam üzerinde kazak olabilirdi ama hem ateşi vardı hem de bağışıklık sistemi zaten düşük haldeyken hastalık kapması daha kolay olurdu Atkıyı güzelce sardıktan sonra tekrar kucağıma aldığımda minik ellerinden birini yanağıma koymuş, gözlerimin içine bakmış ve yine aynı şeyi yapmıştı. “Anneciğim…” Gözlerimin de kalbim gibi burkulmadığını umarak tekrar gülümseyip konuştum. “Küçük kıvılcımım, ben anne değilim bebeğim.” Pamir ise sanki önemsiz bir şey söylemişim gibi umursamamış ve elini yanağımdan çekip göğsümün üstüne koyarak tekrar az evvel masamda otururkenki pozisyonunu almıştı. Gülerek başımı iki yana sallayıp kapıyı açıp çıktıktan sonra anahtarıyla kitlemiş ve koridordan geçerek sağlık ocağından çıkmıştım. Beş dakikacık bir yürüyüş ardından lojmanın girişine yaklaşmıştım ki, arabasıyla beni bekleyen babamı görene kadar. Kucağımda sevdiğim adamın çocuğuyla babama yakalanmıştım. Çakmak çakmak gözleri sinirli sinirli etrafına bakarken beni görmesiyle bana doğru geliyordu ki kucağımdaki çocuğu fark ettti. Adımları durdu, gözleri dondu. Bu sefer ben ilerleyip yanına ulaştığımda ise söylediği tek şey “Demek o it herif on bir yıl sonra, çocuk sahibi bile olduktan sonra utanmadan karşına çıkıp sana hislerini söyledi. Hadi o söyledi peki sen kızım, sen niye başka birinin hayatına karışmış yetim bir adamı ve çocuğunu kabul ettin?” Barut Aslan… İndiğim itfaiye aracının kapasını kapattım. Biraz evvel ağacın birinden kedi ve sahibini kurtarmıştık. Hava son bir haftada yaşanan en güzel havaydı. Güneş günler sonra ilk defa ortaya çıkmıştı. Evren bana Pamir’i parka götürme emri veriyor gibiydi. Telefonumun çalmasıyla elimi üstümdeki itfaiye tulumunun iç cebine atıp telefonumu çıkardım. Arayan kişiye baktığımda Sevilay’ın aradığını gördüm. Kaşlarım benden istemsiz çatıldı. Bu kız beni aramaktan vazgeçmeyecekti değil mi? Ciddi anlamda fazla yapışkan bir karakteri vardı. Meşgule atıp geçeceğim sırada geçen gün attığı mesajı zihnnimdeki ses canlandırmıştı. Haftaya Pamir’le dışarı çıkacağız Barut. Bugün mü çıkacaklardı acaba teyze yeğen dışarı? Mantıklıydı tabi. Sonuçta tüm hafta yağmur yağmasına rağmen bugün hava oldukça güneşliydi. Bıkkınlıkla nefesimi dışarı vererek telefonu cevaplayıp kulağıma koydum. Ne var diyecekken duyduğum cümle aklımı başımdan almıştı. “Barut Pamir’in yine ateşi var ne yapacağım?” oğlum yine mi yanıyordu? Ama ilaçlar iyi gelmişti? Aynil hanım ilaçlarını düzenli veriyordu oğluma. Tekrar ateşi çıkacak kadar ne olmştu ki? Uzun süre konuşmadığımı fark ederek konuşma gereği duydum. “Alnına ve koltuk altlarına sirkeli sulu bez koy geliyorum ben şimdi.” Telefonu yüzüne kapatıp hızlıca yüzbaşına gittim. Kapıyı tıklatıp gir demesini beklemeden girmiş bulunmuştum odaya. “Yüzbaşım.” Selam vermiş ve hemen konuya girme ihtiyacıyla konuşmuştum. “Yüzbaşım benim oğlan yine hastalanmış izniniz olursa gidip hastaneye götürmem gerekiyor.” Neyseki yüzbaşımız mmerhametli adamdı. Başını sallayıp cevap verdi. “Git bakalım Aslan. Ancak çabuk gel biliyorsun bu istasyonun sana ihtiyacı hiç bitmez. Sen olmazsan içeridekiler yalnız başlarına antrenman bile yapamazlar.” Cevap verecek kadar dinlemediğim anlaşılmasın diye başımı sallayıp teşekkür edip çıkmıştım odadan. Koşarak itfaiyenin arkasındaki araba otoparkına gelmiş ve arabamı bulup eve doğru yol almıştım. Eve geldiğim gibi arabayı kitlemeden içeri girmiştim. Fakat gördüğüm manzara sinir katsayımı arttırmaya yeterde artardı bile. Sevilay Hanım, elinde ojesiyle tırnaklarını boyuyor, benim oğlum koltukta kıvrılmış üşüyen bir halde yatıyordu. Geldiğimi gören Sevilay hemen ojenin kapağını kapatıp konuşmaya başladı. “Hah geldin mi? Kusura bakma tırnağım kırılıyordu da su koymak için kap ararken, ondan koyamadım sirkeli bez falan.” Simülasyon hatası falan mıydı bu kadın? Tırnağının küçücük çocuğun acı çekmesinden daha önemli olduğunu ona düşündüren neydi? “Hele bir bu çocuk iyileşmesin Sevilay, o tırnaklarında yangın çıkartır itfaiyeyi yanlış yönlendiririm. Akşama haberlere tırnaklarından yandı diye başlık atarlar.” Diyerek daha fazla muhattap olmadan Pamir’in önüne eğilip elimi alnına koyarak konuşmaya başladım. “Aslanım. Oğlum, ben geldim paşam. Hadi kalk babasının bir tanesi. Kalk babam.” Pamir zar zor açık tuttuğu gözleriyle yüzüme bakmaya başladı. Böyle baktığında ona benziyordu. Sevdiğim kadına. Pırıl’a. İki insanın hiçbir bağının olmamasına rağmen bu denli benzemeleri yasal olmamalıydı. Daha fazla oğlumda onu görmeye dayanamayacağım için hızlıca koltuk altlarından tutup kucağıma aldım ve oyalanmadan evden çıkıp arabaya geçtim. Bize en yakın hastane bir saat uzaklıkta olduğu için el mecbur sağlık ocağına gidiyorduk. Gelir gelmez ezbere bildiğim koridora ilerledim. Ben pek hasta olmazdım evet ama her ne hikmetse Pamir her ay hiç sekmez hasta oluyordu son zamanlarda. Geldiğim odanın kapısını tıklayıp içeriden ses bekledim. Gelebileceğimi söyleyen sesi duyduğumda buz kestiğime yemin edebilirdim. İçeriden gelen ses onu sesiydi. Pırıl’ın. Ama bu imkansızdı. Ankara’da okumaya gitmişti. Geri mi dönmüştü? Gözüne, yüzüne hasret kaldığım kadın geri mi dönmüştü? Sahi geri dönse değişir miydi ki? Sonuçta o zamanlar bile sevdiği biri vardı, dahası babası ölse bile beni kabul etmeyeceğini söylemişti. Üstelik şimdi hem çocuğum vardı hem de her an ölebileceğim bir mesleğe sahiptim. Benim duygularım olamazdı. Olmamalıydı. Düşüncelerimden soyutlanıp oğlumu aklıma getirerek içeri girdim. İçeri girdiğimde gördüğüm yüz hayatım boyunca gördüğüm en güzel yüzdü. Önceden de şimdide. Sanki o da benim gibi donakalmış gibiydi. Ama bunun imkansız olduğunu haykıran beynim her zaman haklı olduğu gibi şuanda da haklıydı. Hafifçe öksürür gibi boğazını temizleyip şikayetimizi sorduğunda dudaklarının arasından çıkan o sözlere verebilecek o kadar çok cevabım vardı ki. Ama o cevapları vermeye hakkım mı vardı? Kim olarak? Neyi olarak? Kalbimi çaldınız doktor hanım iade olarak sizinkini istiyorum diyebilecek yüzüm mü vardı sanki? Kendimi topladığımı umarak konuştum. “Doktor hanım benim oğlanın yine ateşi çıktı. Aslında düşmedi yani. Mehmet abi bakmıştı dün ilaçta vermişti ama hiç etki etmedi.” Anladım der gibi kafasını sallamıştı. Kafasını sallaması bile hala aynıydı. Güzel dudaklarını tekrar araladı ve konuştu. “Sedyeye uzandırın oğlunuzu. Mümkünse kazağını çıkarın. Ateşi olan bir çocuğa bu kadar kalın giydirmemelisiniz.” Hem laf sokup hem de pıtı pıtı sedyeye yaklaşırken öyle tatlı görünüyordu ki. Bunu gören tek gözün benimkiler olması için hayatımı bile verirdim. “İsmi neydi küçük beyin?” sorusuyla kurduğum kapısını ellerimle yıktığım hayal dünyamdan çıkmıştım. Onunkine benzer bir ses tonu kullanmaya çalışarak cevapladım. “Pamir Ege Aslan” usulca gözlerini kırpıp sedyeye doğru ilerledi. Fakat muayeneye başlamak yerine sedyenin yanındaki dolaba eliyle hafifçe tıktıklayarak konuştu. “Tık tık güvenli bölgeye geliş izni var mı? Gelebilir miyim?” Tek bakışla Pamir’in doktorlardan korktuğunu anlaması inanılır gibi değildi. Çünkü bana göre oğlum tamamiyle benim gibi duygularını gizli kapaklı yaşardı. Asla belli etmezdi. Pamir’in hafifçe kafasını sallamasıyla yavaşça yaklaşmaya başlamıştı Pırıl. “Pamir bey bu saçlarınızın olay oluşu şaka mı? Kalbimden vurdunuz vallahi beni, aşık oldum size. Şöyle bir arkanızı dönünde sırtınızın güzelliğine de bakalım.” Önceden mahalledeki fadime hanımın küçük kızıyla abla gibi ilgilenirken de çok güzel olurdu. Şimdi oğlumla ilgilenirken de çok güzeldi. Hayatı oyyunca güzeldi Barut. Hayatı boyunca. Sırtını dinledikten sonra, elini Pamir’in alnına koymuş ve kendince ateşini ölçmüştü. Ardından ateş ölçerle tekrar ölçmüş ve tahminini doğru tutturmuş olacak ki hafifçe dudakları iki yana kaymıştı. Masaya geri dönüp aldığı boğaz çubuğuyla tekrar Pamir’e yaklaştı. “Peki o güzel dişlerimiz ne alemde bakabilir miyim?” demiş ve her dokktora direnen oğlum itiraz dahi etmeden bir çırpıda ağzını açmıştı. Babasının sevdiği kadına ayrıcalık tanıyordu paşam. Bir dakika kadar ağzının içine bakktıktan sonra geri çekilip kocaman gülümsemiş ve tekrar konuşmuştu. “İşbirliği için teşekkürler küçük bey. Sizinle daha sonra tekrar karşılaşmalıyız.” Masasına doğru ilerleyip masadaki renkli şekerlerden birkaç tanesini alarak pamire vermişti. Hala o aptal şekerlemeleri seviyordu. Sessizliğin hakim olduğu oda beni rahatsız hissettirdiği için konuşma gereği duymuştum. “Nesi var oğlumun doktor hanım?” hafif bükülen dudaklarıyla tekrar konuşmuştu. “Merak etmeyin endişelenecek bir şey yok. Küçük bey biraz fazla üşümüş buna bağlı olarak da bademciklerimiz azıcık büyümüş. Şimdi en tatlısından bir şurup yazıyoruz minik beye. Hiçbir şeyi kalmayacak daha sonrasında. Ama mutlaka şurubu tok karna içtiğinden emin olun.” Ben dinlerken yorulmuştum söylerken nasıl yorulmamıştı bu kadın? Sözsüz bir şekilde başımı sallayarak onayladım söylediklerini. Pamir’e ilerleyip koltuk altlarından tutup sedyeden indirdim. Tam masadaki reçeteyi alıp Pamir’i kucağıma alacağım sırada beklenmedik bir şey olmuştu. Pamir arkama saklanmak yerine paytak adımlarla Pırıl’ın yanına gitmiş ve ‘kucağına al beni’ emri veren hareketini yapmıştı. Pırıl onu kırmayıp kucağına aldığındaysa başını göğsüne yaslamış ve bizi şoka sokacak o kelimeyi söylemişti minicik ağzıyla. “Anneciğim.” Şoku ilk atlatan taraf olarak hemen Pamir’i kucağıma alıp odadan kaçmak isterken Pamir, Pırıl’ı öyle sıkı tutuyordu ki bırakın Pamir’i almayı zorlarsam kızın kıyafetleri bile yırtılabilirdi. Dolayısıyla istesemde uzanıp kucağıma alamazdım Pamir’i. Sağ olsun beni zor durumda bırakmak istemeyen Pırıl, durumu devralıp konuşmaya başlamıştı. “Minik kıvılcımım çok tatlısın ama ben anne değilim ki. Ben ablayım güzel kıvırcıklım.” Bu sefer almak için uzanmıştım ki iyice Pırıl’ın göğsüne sokulmuştu küçük sıpa. Pırıl ise bu harekete gülümsemiş ve elini oğlumun kıvırcık saçlarında biraz gezdirip tekrar konuşmuştu. “Hadi ama minik kıvılcım, babanı üzüyorsun bak. Hem istediğin zaman gelebilirsin buraya ben hep burada olacağım artık.” Belki bunları Pamir’e söylemişti ama benim gözüm, kulağım, aklım, kalbim her şeyim o son cümlede kalmıştı. Hep burada olacağım. İmkansızım biri için kurduğum hayaller gün geldiğinde boynuma urgan olur muydu? Beni sevmesi imkansız bir kadının her gece süslediği hayallerim bir gün beni damaduman eder miydi? En acilinden bu odadan çıkmalıydım. Bu yüzden hemen hızlıca eğilip Pamir’i kucağıma aldım. Bu sırada aldığım tek şey oğlum olmamıştı tabi. Onun o güzel hayat dolu kokusu burnumu yeniden yaşam havasıyla bezemişti. Hızla geri çekildiğim için kendime sonra sövebilirdim. Fakat şuan önceliğim bu odadan kaçmaktı. Tıpkı hayatım boyunca her zorluktan kaçtığım gibi. Tam çıkmak için kapıyı açmıştım ki telsizden gelen sesle olduğum yere sabitlenmek zorunda kalmıştım. “Şef, acilen intikal emri geldi. Gündoğdu mahallesinde dört katlı binanda yangın çıkmış ve hızla yayılıyor. Şimdiden sağ ve solundaki binalar yanmaya başlamış. Kontrol altına alınamıyor. Biz seni almaya geliyoruz. Bir dakika içinde çıkışa gel.” İşte şimdi arabeski damardan yemiştik. Pamir’i nereye bırakacaktım? Göreve nasıl gidecektim? Görev geldiğinde hayır deme lüksümüz yoktu. Fakat çocuğumu yolun ortasında kaç saat süreceğini bilmediğim bir görevden dönmemi beklemesini söyleyecek halimde yoktu. Kara kara ne yapacağımı düşünürken meleksi sesiyle düşüncelerimi duymuş gibi konuşmuştu. “İsterseniz, Pamir siz gelene kadar yanımda kalabilir. Mesaim bitmek üzere zaten. Aşağıdaki sağlık ve afet personeli lojmanında kalıyorum. Hem biraz yemek yemiş olur küçük beyde. Ama isteme-” Hayatımdaki tek doğru sevdiğim kadındı. Bunu hayatımın çeşitli yerlerinde tekrar tekrar hatırlıyordu. Şuan da onlardan biriydi. Belki de hayatımda kendimden bile çok güvendiğim yegane kişiydi ve şuan oğluma bakabileceğini işime gitmemi söylüyordu. Aptal beynim ve kalbimin en doğru tercihisin Pırıl Şentürk. Lafını tamamlamasına bile izin vermeden atlamıştım ortaya. “İsterim. Çok isterim Pırıl. Teşekkürler döner dönmez gelip alacağım şüphen olmasın.” Sonrasında oğlumu koltuğa bırakıp başını öpmüş ve odadan çıktığım gibi koşarak bahçe kapısına gelmiştim. Verilen bir dakikanın dolmasına yedi saniye kalmıştı çünkü. Geldiğini gördüğüm itfaiye aracıyla hızlıca oraya yöneldim. Yavaşladığı gibi açık kapıdan içeriye girdim ve kapattım. Hızlıca yangına dayanıklı formamı yani lacivert olanı turuncu olanın üstüne giydim. Şef baretimi de kafama geçirip geriye kalan kamerayı omzumdaki yerine tutturduğumda hazırrdım. Olay mahaline varmak üzereydik. Vardığımızda karşılaştığımız manzara tamamiyle feciydi. Neredeyse sıra sıra olan binaların tamamı yanmıştı. Ve yangın hala devam ediyordu. “Su hortumlarını çıkarın!” diye direktif vermemle hemen hortum takımları çıkarılmış su bağlanmış ve vanalar açılmıştı. Bizi arayan mahalle muhtarı Şükran hanım yanıma geldiğinde en önemli soruyu yöneltmiştim ona. “İçeride kimse var mı?” kafasını yok anlamında salladığında en azından can kaybı olmayacağı için şükrederken, içeride gördüğüm kıpırtıyla kaşlarım çatıldı. İçeride kimse yok muydu? O halde şuan yanan ateşin ortasında bulunan silüet hayalet miydi? “Dedektörü getirin çabuk!” İçeride birileri vardı. Pırıl’ı sevdiğim kadar emindim ki, içeride birileri vardı. Dedektör geldiği gibi hızlıca radarını açmış ve beklemeye başlamıştık. Çok değil otuz saniye kadar sonra radar öterek sinyal vermişti. Fakat asıl sorun içeride bir değil dört kişinin olmasıydı. Hızlıca ekibime dönerek konuştum. “İçeri giriyoruz! Fatih, Yağız,Duran,Alper! Hazırlanın giriyoruz!” Bir dakika içinde hepimiz maskelerimizi takmış oksijen tüplerimizi sırtımıza geçirip, bağlamış ve baretlerimizi değiştirmiştik. Hazırlandığımızda Türker hepimizin oksijen tüplerini ve baretlerini kontrol etmiş ve eliyle hazır işareti yapmıştı. Kolumu kaldırıp içeriyi işaret etmiş ve önden koşar adım yürümeye başlamıştım. İçeriye girmek için kapıyı ittirmeye çalıştığımızda arkasında bir şey olduğunu anlamıştık. Muhtemelen biri kapının arkasında çıkamadan bayılmıştı. “Testere!” dediğimle önüme gelmesi bir olan otomatik testereyi alıp kapıyı tam ortadan ikiye kesmeye başladım. Ortadan kesmemin sebebi üst kısmı açarak bedeni hafif kaydırıp kapıyı açabilmekti. Böylece hem kapının arkasındaki kurtulacaktı hem de diğer üç kişi. Kapıyı kestiğimde Alper üst bölümden içeri eğildi ve adamı omuzladığında geri çekildi. Geri kalan üç kişiye dört kişi kalmıştık. “Fatih, Yağız bu kat sizde!” diyerek Duran’la üst kata çıkmıştık. Çıktığımız gibi anlaşmışcasına iki odaya aynı anda girmiştik. Girdiğim odada küçük bir kız çocuğu yatağında baygındı. Fakat asıl sorun tam yanındaki perdenin yanıyor ve tam olarak saniyeler içinde eriyerek dökülecek olmasıydı. Hızlıca koşarak kızın bedenini bedenimle kapatmıştım. Yanan perde ve perdenin takılı olduğu erimiş plastik sırtıma ısı yayıyordu fakat önemli değildi. Önemli olan bu küçük çocuğu korumuş olmamdı. Sakin kalmaya çalışarak kızı kucağıma aldım ve evden çıktım. Çıktığımda telsizde söyledikleri gibi bir tek benim çıkmadığımı fark ettim. Normalde görevlerdeki hızımla ünlenen ben bugün hem hasar almış hem de hızımdan ödün vermiştim. Çünkü çocuklar kutsaldı. Kız çocukları daha kutsaldı. En nihayetinde beş saat çabayla yangını söndürmeyi başardığımızda üsse dönmek üzere araca binmiştik. İrfan’a dönerek “Beni sağlık personel lojmanına bırakıver kardeşim Pamir’i alacağım.” demiştim. Alper her zamanki gibi sırıtarak konuşmuştu. “Abi, yaralarını saracak doktorlar hemşirelerde buluyorsun vay be. Hani bize?” Yanında oturan Yağız Alper’in ensesine vurmuş ve cevap vermişti. “Saçmalama oğlum komutanımın aşk hayatı mı var sanki oğlunu almaya gidiyor. Sahi komutanım doktor hanım güzel mi? Güzelse bende sizinle geleyim Pamir paşayı almaya.” Tam seveceğim dediğim anda böyle yapıp kendi kendini yakıyordu ya o daha ironikti. “Güzel olsa bile size ekmek çıkmaz beyler sevdiği var.” Ezbere bildiğim o cümleyi bugünde burada kullanmıştım. Sevdiği var. On dakika sonra lojmana geldiğimizde kaçıncı katta olduğunu bilmediğim için girişteki güvennliğe sormuş ve yedinci katta olduğunu öğrenmiştim. Asansöre binmiş ve yavaş yavaş büyük buluşma anına doğru çıkmıştım. Yedinci kata geldiğimde gözlerim onun kapısını aradı. Bir iki kapıya baktıktan sonra dördüncü kapı yani elli ikinci dairenin kapısına gelmiştim. Pamir’in uyuyabileceğini düşündüğüm için kapı ziline basmak yerine sadece tokmağa iki kere tıklatmış beklemeye başlamıştım. Kapı birkaç dakikanın ardından açıldığında gördüğüm yüzle donakalmıştım. Ağlamıştı. Ağladığını gördüğümde nefesimin kesildiği kadının bakışlarını ördüğümde ise dudaklarım mühürlenmişti. Kendime engel olamadan sordum. “Neden ağladın, ağlıyorsun?” o ise sanki komik bir şey söylemişim gibi hafif gülümsemiş ardından ellerini yumruk yapıp göğsüme hafifçe vurmuş ve konuşmuştu. “Bize ağlıyorum. Kaybettiğimiz yıllara ağlıyorum. Babama inanmana ağlıyorum, ağladım.” Ne diyordu bu kız. Anlamadığımı belirtme ihtiyacı hissettim. “Ne diyorsun? Anlamıyorum.” Dediğimde hafifçe sırıtıp kısık sesle konuşmuştu. “Aptal birine aşık olmakta benim gariban kaderim galiba. Sevdiğim biri olduğunu varsayıp öylece giden bir aptal.” Bana aptal mı diyordu? “Sevdiği olan bir kadına yapışamazdım Pırıl. O kadar karaktersiz değildim. değilim.” Kurduğum cümleden sonra sinirlenmiş gibiydi. Yumruk olan elleri ard arda göğsüme değerken “Sevdiğim adam sendin lan! Güya itfaiye şefisin ama gönül şefliğin sıfır puan kırıyorum yani.” Dediğinde asıl şok olan bendim. Sevdiği adam, birini seviyor diye içim yana yana gittiğim kadının sevdiği adam, ben miydim? |
0% |