@uykulupanda
|
Pırıl Şentürk… Babamın söyledikleriyle donakalmıştım adeta. Barut beni mi sevmişti? Babam kızının mutluluğuna engel mi olmuştu? Doğru ya babam ve onun kendince katı kuralları hep vardı. ‘Ailesi olmayanın ailesi olmaz.’ , ‘Ailesiyle yaşamayanı mutluluk bulmaz.’ Ve daha saçma bir sürü düşüncesi vardı. Barut yetimdi ve o muhtemelen Barut’u bununla vurmuştu. Ama hafif ama sertçe. Sesimin titremesine olanak vermeden cevapladım. “Evet baba. Tıpkı gelmemi istemediğinde bile buradan kopamayıp geldiğim gibi. Aslına bakarsan ben babamı özlediğim için gelmiştim ama sen beni zaten yıllar önce yetim bırakmışsın.” Duyduklarıyla boş ifadesi hızla öfkeyle doldu. Hızla kolumu tuttu ve öfkeyle konuştu. “Bir yetime gelin olmak mıydı hayalin de babana karşı geliyorsun? Görüyorum ki yaşın büyüdükçe aklın küçülüyor Pırıl. Baksana şimdide yetim birine eş olup öksüz bir çocuk büyütmeye karar vermişsin. İyiki o zaman öyle yapmışım da birlikte olmamışsınız. Allah bilir sen babanın değerlerini de hiçe sayardın.” Hala değerlerini savunuyordu. Her zaman öyleydi. Annem boşanıp onu terk ettiğinde bile. Ağladığımı gördüğünde hep kızardı ‘Nankörün arkasından ağlanmaz’ diye. Oysa büyüdükçe anlıyordu insan asıl nankörün çevresini nankör gören olduğunu. Dolu gözlerimle alaycı bir şekilde gülümsememi de ekleyerek konuştum. “Annem gibi değil mi baba? O da senin saçma değerlerini hiçe saydığı için boşandınız. Benide sokağa mı atacaktın yoksa? Ama görüyorsun baba. sokağa atsan daha mutlu olacak bir kızın var ve bunun tek sorumlusu sensin. Şimdi kolumu bırak. Oğlum üşüyor.” Babamı tanıyordum. Kolumu bırakması için ne demem gerektiğini de. keşke beş yaşında küçük kız olarak kalsaydım da babam hala beni değer yargılarının önüne koyabilseydi. Fakat şuan karşımda duran adam babam değildi. Benim babam beni terk etmişti istekler ve değerleri uğruna. Kendini çocuk, eş sahibi olmak değil askerlerini yöneten komutan sanmıştı. Fakat ben annemin kızıydım. Babamdan kaçak göçek buluştuğum annemin. Anneminde benimde babama asker olmaya niyetimiz yoktu. Babamın bize baba, eş olmaya niyeti olmadığı gibi. Onun gözünde öksüz bir çocuğu sahiplenmem, ona oğlum demem onu yok saymam demekti. Altı yaşındaki Pırıl’ın yapamadığını yirmi altı yaşındaki pırıl yapıyordu işte. Kolumu tutan eli yavaşça yere düştüğünde gözlerimde ona dair üzüntü aradı ama bulamadı. Bulduğu tek şey ise kırgınlıktı. Çokça kırgınlık. Gözlerimdeki kırgınlık onun gözlerine de taşmıştı. İşte asıl şimdi kızının da annesi gibi onun emrine girmediğini fark ediyordu. Pekala fark etmeye yalnızda devam edebilirdi. Biz Pamir’le acıkmıştık çünkü. Yanından geçin içeri girdiğimde aklıma gelenle gülümsedim. Evimin hangi binada kaçıncı katta olduğunu bile sormamıştı. Kendine mi bana mı güveniyordu? Binama geldiğimde demir kapıyı iterek içeri girdim ve asansöre ilerledim. Pamir’in eli hala kalbimin üstünde başı hala bana yaslıydı. Barut böyle bir şey yapmazdı ama, bu çocuk yaşıtlarına göre zayıftı. Aslında buraya getirme amacım birazda yemek yemesi mi sıkıntılı yoksa yemek vermiyorlar mı onu öğrenmekti. Sonuçta Barut haftada bir kere eve gidiyor olmalıydı mesleğinden dolayı. Asansör üçüncü katta durduğunda içeri Ali girmişti. Ali Özsoy. Eski yakın arkadaşımdı. Eski nişanlısı Doğa, Ali’nin benden hoşlandığını bahane edip Ali’den ayrıldığında Zeliha hanım yani Ali’nin annesi bizim arkadaşlığımızı bitirmemizi istemişti. Kendince haklıydı tabi. Oğlunun nişanının bozulmasının bahanesinin ben olmam onun için saçmaydı. Zeliha hanımla annem çok yakın arkadaşlardı ve Zeliha hanım arkadaşının kızının adına laf düşmesin istemişti. Eğer Ali’ye karşı bir duygum varsa, ilişkimiz olabileceğini ama yoksa arkadaşlığımıza mesafe koymamı istemişti. “Kimin çocuğunu getirdin evine?” diyen sesle dönüp yüzüne baktığımda bana değil yere bakıyordu. O da biliyordu kimin çocuğunu eve getirdiğimi. Evime tek bir çocuğu alacağımı. Hafif gülümseyerek cevapladım onu. “Barut’un.” Başını sallayıp hafif gülümsemişti. Biliyordu Barut’u nasıl sevdiğimi. Evlendiği gün ne hale geldiğimi biliyordu. “Sonunda gördün ha çocuğunu. Yaşlı Barut Aslan ilgini çekmedi değil mi? Adam üçlülüklere geçti biz hala çıtırız.” Bu dediklerine kahkaha atabilirdim ama bu Pamir’i sarsardı ve hala hasta bir çocuğun beynini sarsmaya gerek yoktu. “Valla Ali bu adam doksan yaşına da gelse ben vazgeçemeyecek gibiyim. Büyü mü yaptı acaba?” bu sefer kahkahalık taraf o olmuşken hemşire susturuşu yapmış ve çocuğu işaret ettmiştim. Bunun üzerineyse “Doktor hemşirelerden rol çalıyor.” Demişti. Cevap vereceğim an asansör bizim kata gelmişti. Kafamla görüşürüz sonra yapıp inmiş ve tek elle kapıyı açmak için insanlık üstü performanslar uygulamıştım. Sonunda kapıyı açtığımda içeri ayakkabıyla girip Pamir’i koltuğa bıraktıktan sonra ayakkabılarımı çıkarıp ayakkabılığa bırakmış ellerimi yıkayıp salona gelmiştim. Başının olduğu tarafa oturup ellerime izin vererek saçlarını okşamaya başlamıştım. Saçları masumluğuna öyle güzel uyuyordu ki. Belki de babam karışmamış olsaydı bu güzel çocuk hayata gelmeyecekti. Benim çocuğum değildi ama öyle güzeldi ki. Sanki benim olsa böyle güzel olmazmış gibiydi. Hafifçe gözlerini aralamasıyla saçlarındaki elim yavaşlamış ve ritmi duraksamıştı. Gözlerime bakan cam gibi gözleriyle hafifçe kıkırdayarak tekrar anne demişti. O böyle güzel anne dedikçe benim içim acıyordu. Bu kadar küçük yaşta böyle yalnız kalması, daha bugün gördüğü bir kadına anne demesi içindeki o merhamet, içimdeki merhameti ve şefkati uyandırıyordu. Derince gülümseyip acıktığına emin bir şekilde konuştum. “Hadi kalk birtanem yemek yiyelim.” Üç yaşında bir çocuk dediklerimi ne kadar anladıysa o kadar anlamış olması gerekirken gözleri dolduğunda şaşırmıştım. Birden ağlamaya başlamış ve olduğu yerde hafif ayaklanıp boynuma sarılmış orada hıçkırarak ağlamıştı. Elim sırtını okşarken ne olduğunu sormaya cesaret etmek için tüm gücümü toplamıştım. “Ne oldu kuzum? İstemiyorsan yemeyiz birtanem ağlama. Tamam geçti.” O ise daha çok ağlamış ve söylediği tek şey “Kıyzma anne kıyzma. Söz dökmicek yiyicem.” Olmuştu. Ne yani yemeği dökerse kızacağımdan mı korkuyordu? Bir elimi ensesindeki saçlarına daldırıp diğer elimle sırtını okşamaya devam ederken kucağımda ağlayan bu çocuğun ne tür yaralara sahip olduğunu anlamaya başlamak içimi acıtıyordu. “Kızmam birtanem. Asla olur mu öyle şey? Sana asla kızmam biriciğim. Küçük kıvılcımım benim.” Nedensiz bir şekilde ona kıvılcım demem hoşuna gidiyordu. Kollarını boynumdan çekip ellerini önüne alarak kucağıma oturdu ve ellerine bakarak konuşmaya çalıştı. “Anne kıyzmıcak bana mı? Yayaşın!” Kolumun birini beline sarıp elimle ellerini tutmuş ve hafifçe havaya kaldırdığım ellerini öpmüştüm. “O yüzden şimdi yemek yiyelim tamam mı minik kıvılcım?” minikçe yutkunup kafasını hafifçe sallamış ve kucağımdan inecekken tutmuştum. Kucağımda onunla mutfağıma ilerlerken Pamir, etrafa bakıyor ve yeni oyuncak görmüş çocuk gibi inceliyordu. Mutfağa gelip onu sandalyeye yavaşça bırakmış ve eğilerek onunla aynı hizaya gelip konuşmuştum. “Şimdi burada otur, ben sana yemek koyayım tamam mı biriciğim?” kocaman yeşil gözleriyle gözlerime bakıp başını sallamış ve beklemeye başlamıştı. gülerek ayağa kalkıp saçlarını karıştırmış ardından ocağa ilerleyerek çorbanın sıcaklığını kontrol etmiş ve bebek yemeği ısısında olduğuna kanaat getirip çorba kasesine koymuştum. Ardından kendim için de koymuştum bir kase. Çorbaları tepsiye koyarken arkamdan bacaklarıma sarılan kollarla duraksamıştım. “Anneciğim.” Gülümsemiş ve çorbaları tepsiye koyup tepsiyi tezgaha bırakarak arkamı dönüp Pamir’i kucağıma almış, koluma oturtup diğer elimlede tepsiyi tutmuştum. Kollarını boynuma pıtı pıtı giden benim kucağımdan inmek istemediğini belirtircesine sarmış başını boynuma yaslamış ilerliyorduk. Küçücük mesafeyi aşıp geldiğimiz masaya önce tepsiyi koymuş ardından kendi sandalyeme oturup Pamir’i kucağımda bırakmıştım. Anlaşılan bu küçük kıvılcım benden kolay kolay sıkılmayacaktı. Onun çorba kasesini önüme almış, masadaki ekmek sepetinden de iki dilim ekmeğe uzanmış ve onları da tabağın yanına koymuştum. Küçük tatlı kaşığıyla bir kaşık çorbayı alıp kaşığın altını tabağa sildikten sonra kaşığı Pamir’in ağzına uzatmış ağzını açmasını beklemiştim. Önündeki kaşığa şaşkınca bakarken gözlerini yavaşça gözlerime çevirmişti. Minik elinin işaret parmağını ağzıma uzatıp konuşmuştu. “Anne ayız buyda.” Çorbayı ona uzattığıma mı inanamamıştı yani? Bu çocuğa o evde ne yapılıyordu bilmiyordum ama aklıma gelenler başıma gelmezse iyi olurdu. Başını hafifçe öpüp konuştum tekrar. “Küçük kıvılcımım bu kaşık senin için bir tanem. Hadi ye birazcık.” Sonunda uzattığım kaşığa ağzını açıp karşılık vermiş ve kaşıktaki çorbayı midesine kabul etmişti. Gülümseyerek kaşığı tekrar çorbaya batırırken ellerini çırpmış ve kıkırdayarak konuşmuştu. “Anne güsel çoba.” Babası böyle dese ne sandın toprağım derdim herhalde. Ama iş oğluna gelince, hele bir de bana anne diyen bir çocuk olunca elim, ayağım, ağzım her yerim düğümleniyordu. Cevap vermek yerine tekrar başını öpmüş ve ikinci kaşığı uzatmıştım. Böyle böyle iki dilim ekmeği yemiş ve çorbasını içmişti. Doyduğunu belli ettiğinde açıkçası şaşırmıştım. Çünkü onun yaşında bir çocuğun tüm günü aç geçirip ufak bir kase çorbayla doyması tuhaftı. Bir ara bu durumu babasıyla konuşsam iyi olacaktı. Konu önemsiz konuşmayacakmışım gibi konuşalım bakalım. Dolapta dünden yaptığım ve tahminimce iyice kıvam alan sütlaçlar aklıma gelince gülümseyip kucağımda Pamir’le ayağa kalkmış ve buzdolabına ilerlemiştim. Kapağını açtığım buzdolabından hafif serinlik gelirken Pamir kafasını boynuma yaslamış dolaba bakıyordu. İki kase sütlaç çıkartıp birini mikrodalgaya koyarak süreyi kırk saniyeye ayarlamış ve dönen tabağı yalnız bırakıp çekmeceden tarçın çıkarmıştım. Kendiminkine koyarsam o da isterdi fakat ben Pamir’in herhangi bir alerji durumunu bilmediğim için tarçın fikrinden vazgeçtim. Mikrodalganın hazır olduğunu belirten bip sesleri eşliğinde kucağımda Pamir Ege’yle mutfakta olmak terapi gibiydi. En azından aklımdan geçen düşünceleri şimdilik dinlenmeye itiyordu. Hangi adam bu kadar şapşal olabilirdi? Duygularından bana bahsetmeden önce gidip babama bahsetmesi öyle aptalcaydı ki. Daha aptalca olanıysa, babam onun önünü kestiğinde benden umudu kesip başka birine gitmesiydi. Bir bakıma onun açısından bakıldığında umudu kesmesini anlayabilirdim. Çünkü babam ona sevdiğim biri olduğunu söylemiş ve peşimi bırakmasını istemişti. Ama gidip Selvi’yle evlenip çocuk sahibi olmasını haklı çıkaracak hiçbir sebep yoktu. Pamir’in mikrodalgadaki sütlacını da alıp masaya koymuş ve çekmeceden yeni bir tatlı kaşığı alıp gelmiştim. Pardon gelmiştik. Sanırım Pamir bey bundan sonraki hayatında koala yavrum olacaktı. Sevimli ve minik koalacık. Tekrar masanın başındaki sandalyeye oturup Pamir’in kucağımdaki yerini ayarlamış ve onun ılık sütlacını yedirmeye başlamıştım. İlk defa sütlaç yiyormuş gibi verdiği tepkiler o kadar şirindi ki, biraz daha devam etseydi sütlaç yerine onu yiyebilirdim. Kapı çaldığında sipariş ettiğim bebek bezlerinin geldiğini tahmin ediyordum. Umarım Barut gelmezdi şuan. Daha Bay Kafasına Eseni Yapar’ a ne yapacağıma karar vermemiştim. Tecrübeli anne pozlarımla kapıya ilerleyip kapıyı açmadan delikten bakmıştım. O kadar tıp okurken beynimizi akıtmıştık ama aptal da değildik vesselam. Gelenin kurye olduğunu görüp kapıyı açmış ve sipariş poşetlerimi almıştım. Bebek bezi, minik uzun kollu bir zıbın, pudra, pişik kremi, emzik, biberon, bebek ıslak mendili,… maşallah deneyimli anne pozumuz sadece görünüşte kalmamıştı. Başımı sallayıp hafif baş selamıyla kuryeyi yollayıp kapıyı kapattıktan sonra, elimdekilere bakan Pamir’e bakmaya başlamıştım. Sen ona bakarsın o başkasına dedikleri buydu sanırım. Ateşi yemek yerken düşmüştü ama uyurken tekrar çıkmaması için az sonra Pamir’e ılık bir duş aldırmış, yeni beziyle zıbınını giydirmiş ve yatağa yatırmıştım. Babasının ne zaman geleceği belli olmadığı için uyku saatlerinden mahrum olmasını istemezdim. Elimle sırt üstü yatan minik kıvılcımın karnına şekiller çizerken, o ise uykulu gözlerini kapatmamak için direnip yüzüme bakmaya devam ediyordu. Bu sevimli bebekciğin annesinden ayrılmak zorunda kalması çok kırıcı ve adaletsizdi. Fakat ölen birine dur diyemezdiniz, doktor olsanız bile. Pamir sonunda gözlerini kapatmış ve minik nefesleri düzene girmişti. Şimdi benim ağlama mesaisinin başlama zamanıydı. Odadan çıkarken kapıyı hafif aralık bırakmış ve olası bir uyanışa karşı olabildiğince yakında bulunmaya hazır şekilde odadan çıkmıştım. Salondaki favori koltuğuma oturup, yaşanabilecek ihtimalleri kafamda kurmuş ve binlerce farklı mutlu senaryoya ağlamıştım. Ama en güzel senaryo, babamın sevdiğim adama sevdiği var diye yalan söylemediği, sevdiğim adamın sevgisini yüreklice taşıyıp gelip benimle konuşması ve mutlu olmamızdı. Ne tuhaftı ki kafamda kurduğum hiçbir senaryo gerçeğe dönemeyecek kadar geç kalmıştı. Tıpkı Barut’un geç kalışı gibi. Tıpkı Barut’a geç kalmam gibi. Aradan ne kadar saat geçtiğini bilmesem de kapının tıklanmasıyla saate bakmış ve gecenin ikisi olduğunu görmüştüm. Gelenin kim olduğunu biliyordum fakat güzel görünmek için çabama gerek yoktu. Sonuçta benden sonra gözüne güzel gelen biriyle birlikte olmuştu. Hatta sevgilerinin en büyük kanıtı bizzat benim odamda uyuyordu değil mi? Kapıya doğru ilerlerken üstüme ne zaman giydiğimi bilmediğim gri depresyon hırkamı nafakamı getiren eski kocama kapıyı açmaya giden eski eş gibi önüme kapatmış, kollarımı bağlamış ilerlemiştim kısa holde. Kapıyı yine delikten kontrol edip açmak için kendimi telkin ettikten sonra yavaşça açmıştım. İlk birkaç saniye donakalmış ardından hafif titrer bir sesle sormuştu. “Neden ağladın, ağlıyorsun?” aptallığına ağlamam bir anlığına komik gelmiş olmalıydı ki hafifçe gülümsemiştim. Ardından gülümsememin yerini alan öfkeyle elim yumruk olmuş ve göğsüne vurmuştum sertçe. Bana göre sertçe. Bu pislik yeni aşk yaptığı gibi kasta yapmıştı anlaşılan. “Bize ağlıyorum. Kaybettiğimiz yıllara ağlıyorum. Babama inanmana ağlıyorum, ağladım.” dediğimdeyse restoranda maymun görmüş goril gibi bakıp “Ne diyorsun? Anlamıyorum.” demişti. Bu adam mı fazla aptaldı, yoksa ben mi fazla üstün zekaydım? Ağlıyor olmasam söylediklerine kahkaha atabilirdim ama gülümsemekle yetindim. Ağzımın içinde kısıkça kendinle konuştum farkında olmadan. “Aptal birine aşık olmakta benim gariban kaderim galiba. Sevdiğim biri olduğunu varsayıp öylece giden bir aptal.” Kendime söylediklerimi duymuş olmalıydı ki ona aptal demem zoruna gitmiş ve sert sesiyle konuşmuştu. “Sevdiği olan bir kadına yapışamazdım Pırıl. O kadar karaktersiz değildim, değilim.” Sevdiğim adam… sevdiğim adam sevdiğim bir adam olduğunu iddia ediyor ama geçmişte ona olan bakışlarımı görmüyordu. Artık iyice arttırdığı sinir katsayımın hiçbir şeye tahammülü kalmamıştı. Yumruk olan ellerim art arda göğsüne vururken bir yandan da hafif sert bir bağırışla konuşuyordum. “Sevdiğim adam sendin lan! Güya itfaiye şefisin ama gönül şefliğin sıfır, puan kırıyorum yani.” Dediğimdeyse ellerimi tutmak için havalanan elleri uzay boşluğunda asılı kalmış yüzünde oluşan ifade oğlunu maymunlarla arkadaş olurken yakalamış gibiydi. Tüm vücudunu saran şok dalgasından sonra başını sağa sola sallamış ve kendine gelmeye çalışarak sorgulamaya başlamıştı. “Nasıl bendim Pırıl? Hayır bu mümkün değil. Ben… babanla konuştum. Bu imkansızdı Pırıl. Senin beni sevmen imkansızdı. İmkansızdı. İmkansızdı.” Beni değil de kendini inandırmaya çalışır gibi bir hali vardı. Elleri başının iki yanına gelmiş ve sanki benim başım eğilmedi benim başım koptu evresinden kendini korumak ister gibi başını tutuyordu. Bu hali bana onun evlendiği günkü halimi anımsatmış ve içten içe sevdiğim adama üzülsem de, süründüğüm kadar sürünmeliydi. Bir yılan olmadığım kalmıştı sürünmekten, onun yüzünden. Mis gibi iki sürüngen takılırdık işte. Gülümsemiş ve tekrar konuşmuştum. “Barut Aslan. Geçmiş geçti bitti. Artık sana dair zerre duygum yok. Aramızda herhangi bir ilişki de olmaz bu saatten sonra. Beni kardeşin gibi gör. Pamir Ege içeride, odamda uyuyor. Her türlü evime gireceksin zaten. Hazır gelmişken yemek yemek ister misin? Abi kardeş yemek yiyelim.” Şuan ortaya attığım yangın sanırım alarmlarını çaldırmaya yeterdi. Eğer içinde hala bana karşı bir duygusu varsa bunu anlamalıydım her şeyden önce. Çünkü ne Selvi’ye zarar vermek ne de onun bıraktığı yeri işgal etmek istemezdim. Ona abi dememle başı keskin bir sertlikle havaya kalkmış ve gözlerini gözlerimle bağlamıştı. Ama geç kalmıştı. Çünkü artık onun sürünme devri başlıyordu. |
0% |