Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.Bölüm: Kardeş Yansıması

@uykulupanda

Pırıl Şentürk…

 

Gözüme gözüme giren güneş ışığıyla gözkapaklarımı kırıştırmış ve açmak istememiştim. Ne ara uyumuştum da perdeyi bile çekmemiştim acaba? En son Pamir kucağımdayken odada dolanıyordum. Sonra beş dakika yatağa uzanmıştım uykusu açılmasın diye. O ara uyuya kalmış olmalıydım. Barut boşa gelmiş olmalıydı o halde geri. Çünkü pamirin başı hala göğsümde ağırlığını koruyordu.

 

Elimi hafifçe üstümdeki başın saçlarına attığımda Pamir’in minik bukleleri yerine kısacık saçlar elime gelmişti. Kendime inanamayacağım kadar müthiş bir hızla gözlerimi açmış ve gördüğüm kişiyle kendime şoklardan şok beğenmeye karar vermiştim. Düz yatmıştım her zamanki gibi, üzerimde Pamir uyuyordu. Hatta elimin biri onun poposunda tutuyordu. Ancak birinin eli de elimin üstünde elimi tutuyor. Boşta kalan göğüs kafesimin üstünü de kafasıyla tutuyordu.

 

Bildiğiniz göğsümün üstünde uyuyordu. Barut Aslan! Barut Aslan göğsümün üstünde uyuyordu. Baba oğul üstüme yatmışlardı resmen. Başka şartlar altında olsak çok mutlu olacağım o manzara şuan bana sadece acı oluyordu işte. Karnımın üstünde uyuyan minik kıvılcım kıpırdanmaya başladığında hızla gözlerimi kapattım. Umuyordum ki uyandığı gibi babasını kaldırır ve Barut’u bu evden çıkarırdı. Ama ne yazık ki hiçbir plan gerçeğe uymuyordu.

 

Pamir uyanıp her zamanki gibi en tatlı sesiyle anneciğim dedikten sonra minik minik kıpırdayarak alıştığı göğsüme sırnaşmaya geliyordu ki, kocaman eller tarafından durduruldu. Ellerinin kocaman olduğunu fark etmeme sebep olan şeyse, Pamir kıpırdandığı için benim elim yanıma onun eli ise Pamir’in poposundan doğrudan açılan tişörtümün üstüne düşmüştü. İçimde kıpırdayan kelebekleri hisseder miydi acaba?

 

Sanki eliyle hafifçe okşamıştı değdiği bölgeyi sonrasında çevikçe Pamir’i tutup üstüne almıştı. Kısık ama yumuşacık hayalim olan bir sesle oğluyla konuştu. “Paşam anneyi uyandırmayalım biraz daha uyusun olmaz mı? Yoruldu dün hem.” Başka türlü de yorulabilirdim aslında ama bunu bilmesine gerek yoktu. Şimdilik.

 

Pamir bir iki mırıltı çıkartmış ardından kıkırdayıp aramıza yatmıştı. Ben ise uyku arasında dönüyormuş gibi yaparak Barut’a doğru dönmüştüm. Keşke zaman herkes için dursaydı da gözlerimi aralayıp bol bol bakabilseydim yüzüne. Kırıcı haber, ne yazık ki teknoloji o kadar gelişmemişti.

 

Pamir tekrar göğsümün üstüne minik başını koyduğunda uyku arasındaymış gibi yaparak kolumla sarmıştım ufak bedenini. Barut’un hafif gülümsediğini burnundan çıkan minik havayla anlamıştım. Beklemediğim şey ise bir anda bize doğru yaklaşıp kolunu belime koyması ve eliyle sırtımı okşayışıydı. Kim bilir belki o da yıllar önce benim onu öperken uyuyor numarası yaptığını anladığım gibi numaramı anlamıştı. Hakkını yemeyelim güzel numara yapıyordu. Fakat benim karşımda şansı yoktu. Ben en yakın arkadaşımın bilmem kaç farklı tür uyuma numarasıyla alıştırma yapmış kızdım, bir Barut Aslan’a mı yenilecektim?

 

Hoş numarası işime gelmişti tabi. Hayaller boyunca istediğim şeye sahip olmama yol açmıştı. Sırtımdaki eli enseme doğru usul usul ilerliyordu. Enseme geldiğinde saçlarımın diplerine hafif hafif masaj yapmaya başlamıştı. yüzüme yaklaşan yüzünü uyurken bile hissediyordum. Öpecek miydi? Benim gibi? Unuttuğu bir şey vardı ama. Ben Pırıl Şentürk’tüm. Ben istemedikçe kimse beni öpemezdi, sevdiğim adam bile.

 

Yavaşça uyanıyor gibi yaptım ve karşımda onu görünce şok olmuş yüz ifademi takındım. “Senin benim yatağımda ne işin var lan!” puslu ve yeni uyandığım için kısık sesimle kurmuştum cümleyi özellikle. Gülümsemiş ve sanki yatağımda izinsizce yatan benmişim gibi cevap vermişti. “Kardeşimin yanında uyuya kalmışım bir sorun mu vardı güzelim?”

 

Biliydim böyle olacağını. Neden böyle olmuştu ki? Neyse ki son kozumu hala oynamamıştım. Gülümseyerek konuştum. “Ah, öyle mi ağabeyciğim? Rahat uyuyabildin mi bari kardeşinin yatağında?” Şimdi Barut bey düşünsündü. Duyduğu ağabey kelimesiyle yüzü kusacakmış gibi bir ifadeye bürünmüş hemen ardından ise sırtımdaki eli belime inmiş ve Pamir’i ezmemeye çalışarak beni kendine doğru çekip gözlerimin içine baka baka konuşmaya başlamıştı.

 

“Pırıl, siktirtme kızım ağabeyini. Ne ağabeyi? Aramızda kan bağı göremiyorum Pırıl Şentürk? Aramızda olacak tek bağ gönül bağımız olur güzelim. Şimdi saçmalamayı kesip kalk elini yüzünü yıka giyin ben aşağıda bize kahvaltı hazırlayacağım? Sonra da seni işe bırakır Pamir’i eve bırakırım.” Kendini kocam tavırlarına bürümüştü bir anda.

 

Yemezlerdi Barut efendi, yemezler. “Hayırdır? Bir gece ben uyurken yatağıma girdin diye namusun mu kirlendi Barut Aslan? Nikahıma mı alayım seni küçük sıpa?” ciddi ifadeyle dinleyen adamın sonda duyduğu hitaptan sonra yüzünde gülmemek için yer yer mangala deseni çıkıyordu resmen. Gözünün altındaki beni gülmemek için kırıştırdığı gözleriyle kaybolmuştu.

 

“Hayırdır aslan parçası? Komik bir şey mi var? Evime ortakçı çıktın, hayır bir de emir veriyor paşama bak.” Hızlı hızlı konuştuğumda eli ağzımı kapatıp kahkaha atmıştı. Bir dakika kadar kahkaha attıktan sonra güzel sesiyle konuşmuştu. “Kızım ben parçası değil tam aslanım bir kere bu bir. Hayatımdaki en komik anı sorsunlar bu sabah derim bu iki. Sen bir sal kendini bana ben sadece evine ortak çıkmam hayatımın anlamı. Ama anlaşalım bak, kalbe ortaklık yok tek kişilik stüdyo daire olarak alırım orayı.”

 

Şapşal. Yemin ederim katıksız aptaldı bu çocuk. Kalbimin ona dubleks on beş artı otuz falan olduğundan nasıl hala bu kadar bihaber olabiliyordu ki? Acaba bizimkinin genetik zeka seviyesi mi düşüktü ki? Öyleyse umarım Pamir babaya çekmezdi. Ağzımın üstünden çekmediği elini ani bir kararla ısırmıştım. Hafifçe bağırıp elini çekerken konuştum açılan ağzımla. “Çok geç kaldın canım ya. Kentsel dönüşüme gitti orası. Tarla olarak kullanma kararı aldık.”

 

Pamir’in uykusunu açmadan hafifçe göğsümden kaldırıp odanın köşesindeki ikili yumuşacık kanepeye koymuş ve geri dönüp bir anda beni sırtüstü yatırıp üstüme ağırlığını vermeden uzanmıştı. Aramızda boşluk vardı elbette ama çok yakındı. Ellerimle omuzlarından ittirmeye çalışsam da kıpırdayacak gibi değildi. “Çekil Aslan. Başkasının olmuş olan bir bedene dokunacak kadar aciz değilim. Sende başkasının olacak bir bedene dokunmazsan iyi olur.”

 

O Barut’sa ben ateştim. Yanmak için bana ihtiyacı varken, benim onu yakmaya hiç niyetim yoktu. Elbette ki ruhum da bedenimde başka birine ait olamaz veya birine ait kılınamazdı. Ancak başka bir kadının izleriyle kirlenmiş bir bedene de şuursuzca dokunacak değildim. Siniri bozmuş olmalıyım ki gözleri ateşe gerek duymaz bir biçimde yanmaya başlamıştı.

 

Bir anda dudaklarını dudaklarıma bastırıp sertçe öpmeye başlamıştı. Ne oluyordu bu aşağılık yerde! Gitgide sert ve sinirli bir biçimde öperken bir yandan da sözlerimin verdiği ağırlığı anlamamı ister gibi üstüme ağırlığını bırakmaya başlamıştı. Ellerimi yanaklarına koyup ayırıyormuş gibi yaparak birazcık daha öpmesine izin verdiğimde eğer hemen ayırmazsam karşılık vereceğimin bilincindeydim.

 

Kendimi kendime getirip yüzünü zar zor ittirdikten sonra nefes almaya çalıştım bir süre. Bu süre boyunca ne o ne ben konuşmamıştık. Yeterince nefeslendiğinde ise tıpkı öpücüğü gibi sertçe konuşmuştu. “Başkasının olacak bir beden tabirin kadar saçma olan tek şey yıllar önce gerizekalı gibi babanın dediklerine inanmam. Gönlünün diline cahil kalmak hayatıma fazlalık olmak gibiyken başka insanlar ve bedenlerin aramızda var olması olacak olması gibi bir saçmalık söz konusu dahi olamaz Pırıl.”

 

“Oysa ki ben benden vazgeçip aynı ay evlenenin Barut Aslan olduğunu hatırlıyorum? Yoksa ne düğünün de mi yalandı? Babam gibi o kadına da mı kandın yoksa? Az ilerideki koltukta yatan çocuk da o günün en büyük kanıtı değil mi Aslan? Konuşsana! Aramızda başka beden yok haklısın. Aramızda bir ceset var Barut Aslan. Aramızda…” konuşmama devam etmek için işaret parmağımla uyuyan Pamir’i işaret edip tekrar sertleştirdim sesimi. “Aramızda şu koltukta yatan çocuğun annesinin cesedi var. Haklısın. Ama ne var biliyor musun? Keşke aramızda benim cesedim olsaydı da başka bir kadın değmemiş olsaydı ruhuna. Başka bir kadının değdiği ruhunla beni sevdiğini söylemen, sadece kalbimde kocaman bir yarık açıyor Barut.”

 

Onun için cümle benim cesedim olsaydı dediğim an bitmiş gibiydi. O andan sonra gözleri donuklaşmış sanki ruhu bedeninden çekilmişti. Evet köpek gibi seviyordum. Evet öl dese uğruna ölürüm, yoluna ölürüm. Ama bu ruhuna başka bir kadını karıştırdığı gerçeğini gizleyemezdi. Bizim sevdamızın cenaze namazı o gece kılınmıştı. Gerisinin önemi nehre düşen taş parçasından daha küçüktü.

 

 

 

Barut Aslan…

 

Aramızda benim cesedim olsaydı da başka bir kadın değmemiş olsaydı ruhuna. Keşke söyleyebilseydim gerçeği. Keşke gerçeği okuyabilseydi gözlerimden. Avcunun içindeki göğsün içinde atan kalbin de kalbi sahiplenen bedeninde sadece ona ait olduğunu keşke haykırabilseydim yüzüne.

 

Keşke cesedim çıksaydı bu evden de yine de söyleyebilseydim gerçeği. Keşke o gece söz vermeseydim ona da anlatabilseydim tüm hikayeyi sevdiğim, güvendiğim, yoluna öldüğüm kadına. İşim tehlikeyken bir de aşkımı tehlikeye boğmak, benim gibi birinin tek kaderiydi sanırım. Turhan’a verdiğim sözler hayatıma urgan olurken nasıl hayata devam edip son emanetini koruyacaktım ki?

 

En yakın arkadaşımın Turhan Çalhan’ın, sevdiği kadını koruyamamışken, Pamir’i nasıl koruyacaktım? Donup kaldığımda aklıma gelen anılardan kaçmak için sevdiğim kadına sığınımayacak kadar pis bir adam mıydım gerçekten? Yetimlerin kalbi pis olurdu, Pırıl’ı kalbimde tutarsam o da kirlenir miydi tıpkı çocukluğum, gençliğim gibi?

 

Özel orman bölgesindeki yangını denetlemeye gittiğimiz gündü. Günün başı çok güzeldi aslında. Her zamanki gibi ekibimle sabah sporumuzu yapmış kapalı alan antrenmanlarına geçmiştik ki, sistemimizin alarmları çalmıştı. En uğursuz olanlardan biriydi çalan alarm. Yangın uyarı alarmıydı. Hepimiz bir dakika içinde kusursuz bir biçimde yanmaz giysilerimizi giymiş oksijen tüplerimizi ve baretlerimizi araçta giymek için yanımıza almıştık.

 

On dakikanın ardından vardığımız özel orman koruluğu dönemin ünlü bir fabrikatörüne aitti. Yangını öğrendiği gibi akın eden gazeteci sürüsü ve alan sahibiyle anlaşılıyordu. On yedi itfaiye eri hazırlanmış ve ormanı söndürmek için hortumları çıkarıp tanktaki suya bağlamıştık. Fakat su yetecek gibi değildi.

 

Hızlıca orman sahibine ilerleyip su sorduğumuzda, adamdan aldığımız cevap ormanı sulamak için herhangi bir sistem olmadığı için su deposu tarzı bir yerleri olmadığıydı. Hızlıca itfaiye baz istasyonuna bağlanıp hava tankerlerini ve hava itfaiye araçlarının bölgeye gelmesini talep etmiştik. Bu sırada Turhan, bölgede birilerinin olup olmadığını sormuştu. Ne ilginçti ki ormanın içinde bir patikada kimya atölyesi olduğunu öğrenmiştik. Yangın tam saatini bulmuş gibi çalışanların çalışma saatinde başlamıştı.

 

Kim bilebilirdi ki aslında yangını başlatanın onlar olduğunu ve onları kurtamak için en yakın dostumu kaybedeceğimi…

 

Ben, Yağız, Alper, Eren, Turhan ve Alptürk maskelerimizi takıp oksijen tüplerimizin basıncını ayarladıktan sonra hafifleyen yangnının içine doğru adımlamaya başlamış ve elimizdeki orman haritasından atölyeyi bulmaya çalışıyorduk. Bulduğumuz atölye bizi dumura uğratmıştı. Burası atölye denecek kadar küçük bir yerse şayet biz karınca çiftliğinde falan yaşıyor olmalıydık itfaiyede.

 

Üç katlı her katının 180-185 m² olduğu dikdörtgen bir plazmadan bahsediyoruz desek daha doğru olurdu. Muhtemelen yangının çıkış noktası da bu atölyeydi. Şansımıza hafif küfrederek ikili gruplara ayrılmıştık. Yağız Alper ile, Alptürk Eren ile, ben Turhan ile ekip olduğumda şansımıza üçüncü kat bize kalmıştı. Altı ekipmanlı adam olarak binaya emin adımlarla ilerlemiştik. Bizim kata çıkan merdiveni turlayıp ulaştığımızda katı ikiye bölüp kimyagerleri aramaya başladık. Yaklaşık on dakika süren arama sonucu iki kişiyi dışarı çıkarmayı başarmış ve herhangi bir başka kişi olup olmadığını kontrol ediyorduk.

 

İşte Barut Aslan’ın asırlık felaketi o an gerçekleşti. Turhan’ın yeni birini bulduğunu telsize söylemesiyle onu doğu ilerleyecektim ki, birden son derece yüksek kuvvette bir patlama olmuş ve katın yarısı havaya uçmuştu. Gözlerimin odaklandığı şey ise, omuz başından itibaren kopan sol kolundan zıt yönde havada süzülen arkadaşımdaydı. Turhan diye attığım feryatlar kulağıma fısıltı gibi geliyordu.

 

Binadan nasıl inip koşarak yanına gitttiğimi bilmiyordum. Ekibimin üyelerinin sağlam olup olduğunu kontrol etmek bile şuan umursadığım bir şey değildi. Kardeşim ölüyordu. Can kardeşim ölüyordu. Onun ölme düşüncesi içimdeki merhameti öldürüyordu. Yanına vardığım Turhan, beraber göreve çıktığım o adam değildi. Yüzünün neredeyse tamamı yanmış, sağ gözü erimiş ve yüzüne akmış, kolundan durmaksızın akan kanla bu adam benim kardeşim değildi. Tutabileceğim bir yeri olduğunu hiç sanmadığım için başının dibine çöküp dizlerimin üstüne oturduğumda gözlerim etrafı bulanık görüyordu.

 

“Kardeşim… Turhan’ım gitme oğlum ne olursun gitme lan. Tek ailem sensin olum gitme lan.” Benden çıktığına bile inanmadığım ses konuşurken Turhan hafifçe gülümsemeye çalışmış ve titreyen boğuk bir sesle konuşmaya başlamıştı. “Affet koçum. Ne senin…ne de Selvi’min da-daha fazla yanında…kalamıyorum gibi. Siz-sizlere mektup… mektup bıraktım. Va-vasiyetimdir onlar. Affet kar-kardeşim. Af-affet yanında daha fazla kalamayacağım için.” Zar zor konuşması bittiğinde ağzına biriken kanı, yanık yüzüne kusmuş ve ağzından son nefesi çıkmıştı.

 

“Benim kardeşim ölmez. Ölmedi değil mi? Alper… öldü mü bizim kardeşimiz? Laubali pezevenkimiz… bir daha ibnelik yapmayacak mı?” üstümdeki giysiyi yırtıp ateşe atlamak istiyordum. Hemen o an oracıkta geberip gideyim istiyordum. Alper ve Yağız kollarımdan tutup beni kaldırdıklarında, Ümit ve Ahmet sedye getirmişlerdi üstünde siyah torbayla. Ceset torbasıyla. Kardeşimin hayali siyah takım elbiseyle beyaz kuğusunu öpmekken, siyah ceset torbasına saracaklardı. Ölüler acı hissetmezdi değil mi?

 

Koluma girenlerden kurtulup yere çökmüş ve ardından Turhan’ın göğsüne alnımı dayayıp ağlamaya başlamıştım. “Oğlum söz verdin lan. Söz verdin! Senin muhtar kızı gibi gitmeyeceğim dedin lan! Oğlum bu adam zaten aşktan yaralıyken niye bir de ailesini siktin attın lan?!”

 

Yumruklarım kalbinin üstüne inerken etrafımdaki her şey uğultu gibi geliyordu. Kısa bir süre sonraysa her şey karanlığa büründü. Bacağıma saplanan şırıngadaki sakinleştirici kaynayan kanımı soğutuyordu. En azından şimdilik…

 

Saatler sonra hastane yatağında kolumda serumla uyandığımda önümmde açık televizyon ve televizyonda Turhan’ın ölüm haberi vardı. Ünlü Çalhan ailesinin tek ve asi çocuğu Turhan Çalhan’ın çalıştığı işte kahramanca öldüğünü anlatıyordu haber. Bir an sonra ise satın aldığı ormanda kaçak kimya atölyesi kuran adamın tutuklandığı sahneler süslüyordu ekranları. Kimyagerlerin üzerinde çalıştığı yasaklı deneyin dozajının aşımı sonucu çıkan patlamada üçü ölmüştü. Çalhan ailesi, o kaçık piçin yakasını bırakmıyordu.

 

Kapının açılmasıyla içeri yüzbaşı girdiğinde hızlıca ayağa kalkıp saygı duruşuna geçmiştim. “Rahat. Sana şehit mektubu getirdim şefim. Eğitmen Çalhan’ın son mektupları. İki tane var üstündeki notta ikisinin de sana verilmesini istemiş.” Ellerim titreyerek mektuplara uzandığımda sanki Turhan gözümün önündeydi. Başımla yüzbaşına teşekkür ettiğimde beni yalnız bırakıp odadan çıkmıştı. Üzerinde adımın yazdığı mektubu bağımlıymışım gibi titreyen ellerimle açmaya çalıştım. Birkaç dakikanın sonunda açtığımda ise kendimi okumaya hazırlamıştım.

 

Sevgili Aslan…

Her zamanki klasik girişi yapacağımı düşünmezdim ama, eğer bu mektubu okuyorsan ben çoktan beraber gittiğimiz görevlerden birinde –muhtemelen gözünün önünde- şehit düştüm demektir. Son on yılımızı aynı zamanları kesiştirerek yaşadık.

 

Kesişen zamana ihanet eden ben olmak istemezdim, özür dilerim. Devrem, kardeşim, kanım, canım, ciğerimmsin oğlum lan. Valla bak. Bizimkilerden kaçıp geldiğim ilk insansın oğlum. Ne bok yemeye geldin demeyen tek kişisin lan. Vay be ne kadar pezevenk bir adamım lan kan kardeşimi hayata yalnız bırakıyorum. Düğününde karşılıklı oynayamayacağım. Oğlum mezarımı siksen laf etmem bu saatten sonra.

 

Ama ne olur Selvi’mi koru kardeşim. Ölmüş birinin koruyabilecek gücü olmazmış. Benim gücüm sana geçsin, koru Selvi’mi. Koru canparemi. Oğlum biliyorsun lan annemleri. Kızın peşine adam bile taktılar. Ben öldükten sonra rahat bırakmazlar Selvi’mi. O da yalnız bizim gibi. Tek koyma onu yalnızlığın çukuruna devrem.

 

Üzerinde tırnak ucu kadar hakkım varsa helal olsun kardeşim. Allah şahidim, şu iğrenç dünya da bir senin hakkın büyük bende. Oğlum onaltı yaşındaydın ağabey oldun lan bana. Evden kaçan asi zengin bebesine ağabey oldun.

 

Barut… kalbinin içindeki hatunu yalnız bırakma oğlum. Bak ben bıraktım şimdi. Kesin mezarımda köpek gibi pişmanlıktan ters dönmüşümdür lan ben. Ha bu arada geçen çekmecende bulamadığın bin lirayı ufak bir iş için aldım kardeşim anlarsın ya? Helal et bak! Öbür tarafta senin yüzünden ekstra bronzlaşamam.

 

Ben gidiyorum koçum. Haklarımız helal, kanımız vatana feda olsun kardeşim. Ateşini başkasına bırakma. Barutların yağmurun altında anadan üryan kalır sonra. Hadi bay!

 

Turhan Çalhan…

  

 

 

Kalbimdeki kırıkları çıkarıp bileklerimi kesebilsem her tarafımdan acı akardı. Ama hala güçlü olup teslim etmem gereken bir mektup vardı. Hala güçlü kalıp yönetmem gereken bir ekip vardı. Hala güçlü kalıp kavuşmam gereken bir sevda vardı.

 

 

Loading...
0%