Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6.Bölüm: Arılı Günler

@uykulupanda

Pırıl Şentürk...

 

Aramızda ölüm sessizliği vardı. Umuyordum ki bu ölüm sessizliğinde benim cenazemi kaldırmıyordu buğulu gözlerine. Çünkü ikinci bir vazgeçiş bu minnoş kalbe fazla gelirdi. Ben ağabey ayağı toto ayağı yapacakken Barut bey R yaparsa hoş olmazdı. Buz gibi gözleri içimdeki yangını söndürürken kesik solukları içimdeki yaramaz kızı harlıyordu. Solukları dudaklarımdan kesilseydi olmaz mıydı ki?

 

Pamir'in hafif kıpırdanmasıyla başım ona dönünce Barut sanki ırzına geçmişim gibi bir anda bana dönüp bakmaya başlamıştı. Ne bakıyorsun lan kerhaneci diye sormak varken kendime engel olmuştum. Maazallah ya kültür kadınlığıma zeval gelirse. Önemli şeylerdi yani bunlar. Fakat bakışları cidden yüzümü delecek bir hale gelince daha fazla dayanamamış ve ismini söylemiştim. "Barut..."

 

Sesim onu kendine getirmiş gibi hafifçe sersemlemiş ardından çaktırmamaya çalışıp gözlerini kırpıştırmış ve sırıtmıştı. Gülmesene gavur herif eriyorum diyorum! Neyse ki son saniye ağzımın sularının akmasını engellemiş ve hala üstümdeki bedenin göğsüne ellerimi koyarak yine bana göre güçlü bir biçimde ittirmeye başlamıştım. Fakat galiba Barut beyin bu saatten sonra ağabey ayaklarıma dönüş yapacağı yoktu. Kendini karım da karım moduna almış gibi bir hali vardı. Ellerimin baskısı hiç yokmuş gibi üzerimde daha çok eğilmiş ve tekrar öpmeye başlamıştı. Dudağımı dişleriyle ezerken, elimin altındaki kalbi karşılık vermediğim için üzgün gibi atıyordu. Belki ben öyle anlıyor olabilirdim.

 

En sonunda ise galip gelen Barut'a olan aşkım olmuştu ne yazık ki. Gururum öbür tarafta görüşürsek iki çift lafım var sana! Öpücüğüne karşılık verdiğimi fark eden Barut'u o saatten sonra durdurabilene aşk olsundu. Ağzımın içine sıcaklığını yayan diliyle öpücüğümüz daha da derinleşmiş ve hırçınlaşmıştı. Pamir şuan uyansa harika çocuk gelişimi olurdu gerçekten.

 

Hafifçe göğsüne vurup dikkatini çekmeyi amaçladım. Gözlerini açtığında hafifçe kafamı Pamir'e doğru eğip, oğlunu işaret etmiştim. O ise hem Pamir'e bakmış hem de başucumdaki saate ve ardından istemeye istemeye üstümden çekilmişti. Göğsü göğsüme sürtünüp yana kayıp kalktığında hemen namus elden gidiyor hacı amca bakışı atmıştım. Ters ters yüzüne baktığımı gören Barut Aslan ise en iyi yapmaya başladığı işi yapıp sol elini boynuma koyup yüzümü yüzüne yaklaştırıp hafifçe dudaklarımı dudaklarına değdirip geri çekilmeden alnımı da öpmüş ve kalkıp masanın üstünde olduğunu yeni fark ettiğim üniformalarını giymeye başlamıştı.

 

O üniformasını giyerken yataktan kalkmış ve yatağın başındaki tokayla saçlarımı toplayıp konuşmuştum. "Eğer kahvaltıya kalacaksan karşı kapı banyo. Elini yüzünü yıka Pamir'i de uyandır inersiniz." Kıyamıyordum ne yazık ki bu ayıya işte ne yapalım. Odanın kapısını açıp mutfağa ilerledim. Hızlıca ilk iş çayı koyup portakalları meyve sıkacağına koymuş ve en iyi yaptığıma emin olduğum şeyi yapmaya karar verdim: yumurtalı ekmek.

 

Ekmekleri orta kalınlıkta kesip bolca yumurtaya bulayıp kızmış tereyağıyla ekmekleri buluşturdum. İki tarafı da kızardığında yanımda peçeteyi koyduğum renklendirilmiş kil tabağıma yavaş yavaş yerleştirip aşağı yukarı on dakika sonra on beş ekmek dilimini hazırlayıp tabağa yerleştirmiştim. Masaya: reçel, zeytin, domates, salatalık, bal ve bir iki kahvaltılık daha koyup çay bardaklarını doldurmak için geri mutfağa dönmüştüm. Çay bardaklarını doldururken bacağıma sarılan minik böcekle kafamı hafifçe eğip boş elimle güzel kumral kıvırcıklarını okşamış ve öpücük atıp çayları doldurmak için kafamı tekrar çevireceğim esnada yaptığım hareketleri kapı pervazından izleyen Barut'la donup kalmıştım birkaç saniyeliğine.

 

Bozuntuya vermeden hızlıca çayları doldururken ezbere bildiğim eski bilgileri güncellemem gerektiğini düşünerek sordum. "Demli şekersiz?" ses gelmeyince arkamı döneceğim esnada belime sarılan kollarla donup kaldım. Kafasını boynumla omzum arasına koyup hafifçe gözkapaklarını kapatıp açmıştı. Güzel bu bilgi hala günceldi. Ayağımı hafif kaldırıp dizine vurup dirseğimle geri ittirmeye çalıştım. Ne yazık ki her zamanki gibi başarısız bir girişimdi. Tüm çaba ve uğraşlarım bir fayda vermeyince el mahkum boyun eğip çayları omzumda ek bir kafayla doldurmaya başladım.

 

Doldurduğum bardakları tepsiyle beraber alıp benden önce masaya ilerledi Barut. Onun çıktığı mutfakta minicik Pamir'imle baş başa kaldığımızda ona yaklaşıp eğilerek ellerimi koltukaltına koyup önce hafifçe kendime çekmiş ve kafasına minik öpücükler bırakmış ardından kucağımda Pamir'le masaya ilerledim. Barut'un oturduğu yer yerine karşıdaki ikili sandalyelere oturmuştuk Pamir'ciğimle. Yumurtalı ekmeklerden birini alıp üstüne reçel ve yağ sürüp Pamir'in tabağına koymuş ve Barut'a dönüp yüzüne bakmaya başlamıştım.

 

Gözlerini kaçıra kaçıra kahvaltı yaparken bir saniye bile gözlerimi Barut'tan ayırmayıp hak ettiğim açıklamayı beklemiştim. Tabi paşamızın açıklamaya niyeti sıfırdı. Öyle böyle kahvaltımızı yaptığımızda Barut Pamir'i kucağına almış ve ellerini yıkamaya götürmüştü. O sırada ben masayı toplamış ve odama giyinmeye gitmiştim. Kendimden beklenmedik bir hızla giyinip tekrar odadan çıktığımda Pamir'in kızarmış yüzüyle Barut'un kollarından kurtulmaya çalışmasını görmüşüm. Bir baba oğul bu kadar zıt olabilirdi. Gerçi belki de Pamir Barut'un çocukluğunun kopyasıydı. Bunu öğrenmem imkansıza yakındı sanırım.

 

Benim geldiğimi gördükleri gibi Pamir son kez babasının kollarını tutan ellerinden sıyrılmaya çalışıp başarılı olmuş ve son derece hızlı –bebek adımlarıyla- bir şekilde bana doğru koşmuştu. Bacağıma sarılan minik ellerle eğilip Pamir'i kucağıma almıştım. Eğilirken eteğimin açılmaması için ekstra dikkatliydim. Sonuçta karşımızda mağaralı bir insan evladı vardı. Gerçi karışmaya kalksa ağzına doğru kalkan elimle susup kalırdı ama olsun. Üzerimde açık mavi beyaz ince çizgili bir gömlek, koyu lacivert bir diz üstü etek vardı. Gömlek uçlarını eteğin içine koyup gömleği bol bırakmış ve üstüme az sütlü kahve tonlu bir kaban giymiştim.

 

Az sonra giyeceğim çizmelerimle görünüşümü tamamlamam lazımdı. Normalde giydiğim şimşek mcQueen'li çoraplarımı içim kan ağlaya ağlaya çekmecede bırakmış ve beyaz düz bir çorap giymiştim. Çizme günümüzde bile istediğimiz çorabı giyemiyorsak bu erkolar harbili kapatılmalıydı. Kucağımdaki Pamir beycik kafasını boynuma koyup tatlı tatlı konuşmuştu. "Anneciğim çok güsel. Güsel anne, anne güsel. Anneciğim tayztlı kokuyor."

 

Ardından hiç beklemediğim bir şekilde gömleğin açık yakasından köprücük kemiğime saldırmıştı. Barut gibi bende şok içinde Pamir'e bakarken konuşmaya çalışmıştım. "Küçük Kıvılcımım ben yemek değilim. Beni yiyemezsin. Hadi çek ağzını hem parfümün tadı kötüdür." Hafifçe kucağımdaki küçük yamyamı geri çektiğimde zorluk çıkarmadan ayrılmıştı ama kapının önündeki ayakkabılığın aynasından gördüğüm köprücük kemiğimde aramızdan ayrılacak gibiydi.

 

Hızlıca çantama koyduğum kapatıcıyı çıkarıp oraya sürmeye başlarken aynadan gözlerimi Barut'a çevirip arka dolabı işaret ederek konuştum. "Şu dolapta en üstte siyah kutunun içinde bordo çizmelerim var onları çıkarıver bir zahmet. Uzunsun madem bir işe yara." Kaşlarını hafif kaldırıp itiraz etmeden dolaba ilerlemiş ve dolaptaki siyah kutuyu zorlanmadan çıkarmıştı. Onu oraya koymak için tabureye çıkan benim garibanlığıma bunu izletmesek olmaz mıydı? Kutuyu açıp içinden çizmeleri çıkarmış ve kutuyu ayakkabılığın düz bölümüne koymuştu. Bu sırada kapatıcıyı iyice yedirmiş ve minik tüpü çantama koyup ayakkabılığın oturma alanına oturup çizmelerimi giymiştim.

 

"Bir şey unutmadınız inşallah şefim? Çünkü sizi evime bir süre sokmayı düşünmüyorum. Sonra yatağımdan çıkıyorsunuz sabah." Dediğimde arsız arsız gülmüştü pis mağara. Başını olumsuz anlamda salladığında üçümüz de kapıya gelmiş ve benim kapıyı kilitlememi beklemiştik. Evden çıkıp asansörle binanın zemin katına ulaşmış ve çok şükür binadan çıkabilmiştik. Lojmandan çıktığımızda sağlık ocağı tarafına yürüyeceğim esnada Barut'un teklifiyle durmuştum. "Pırıl, istersen seni de bırakayım. Pamir'i eve bırakacağım zaten." Ses çıkarmadan arabaya ilerleyip ön koltuğa oturmuştum.

 

Ben buradaysam kimse ön koltuk prensesliğimi elimden alamazdı. Arabaya geçip motoru çalıştırdığında benim çenemin motoru da artık sorguya geçme emri almış gibi başlamıştı. "Ne zaman anlatacaksın bakalım Barut Aslan?" kısa bir bakışla yüzüme bakıp cevaplamıştı gayet rahat bir sesle. "Neyi anlatacakmışım Pırıl Şentürk?" sinirlerimin sabah sabah gerilmesi en hoşuma gitmeyen şey olabilirdi. "Neyi mi anlatacakmışsın? Sence de anlamakla ilgili bir sorunun yok mu Barut Aslan? Çünkü sabah uyandığımızda da aynı konu hakkında kavga ettiğimizi hatırlıyorum da ben? Mesela güya beni çok severken nasıl oldu da gidip evlendin? Ya da nasıl oldu da çocuk yapmaya karar verdin? Hatta en temelden alıyorum. Nasıl oldu da kardeşim dediğin kıza göz koyd-" devam etmeme izin vermeyen şey bana dönen sert bakışları ve ağzından çıkan kelimelerdi.

 

"Orada duracaksın Pırıl Şentürk. Doğruyu yanlışı, eğrisini doğrusunu bilmeden saçma sapan konuşmayacaksın. Yoksa siktiğimin direksiyonu umurumda olmaz ağzım seni susturmak için her türlü işe bulaşır." Emir veren tavırları beni iyice deli ettiğinde sağlık ocağına yaklaşan arabanın yavaşlamasını ve durmasını bekleyip kapıyı hafif aralayıp konuştum. "Anlatmadığın doğrun yanlışın sikimde bile değil hala anlamadın mı? Anlatman için verdiğim şansların tükenmeden anlatmadığın sürece hiçbir şey olmamış gibi davranacağımı sanma! Unutma Aslan yalanlar sadece acizliktir. Aciz bir adam olmadığını kanıtla ondan sonra çık karşıma." Gülümseyerek arka koltukta oturmuş bizi izleyen Pamir' e dönüp öpücük atıp "Görüşürüz bir tanem." Dedikten sonra elimle bay bay yapıp sağlık ocağına girmiştim.

 

Bu arada sağlık ocağı deyip duruyordum ama sağlık ocağı demek buraya hakaret sayılabilirdi. Minik bir hastane gibiydi. Dört mahalle içinde hastanemiz olmadığı için dört mahalle birleşip ortak bir hastane yaptırmak istemiş fakat bütçe yetmeyince yarım hastanecik olmuştuk. Üst katta cerrahi müdahale kısmı vardı. Yaralanan ve ağır yarası olan herkes ilk aşamada buraya gelir ve buradan transfer edilirdi. Ben ise alt kattan sorumluydum. Hafif hastaların katından. En azından tıpta uzmanlıktan istediğim puanı alana kadar buralardaydım. Üst katta çalışan doktor Argun beyin iki farklı uzmanlığı vardı. Genel cerrahi ve mikro cerrahi. Adam birimizin hakkını almıştı ama kimindi acaba?

 

Sol koridora dönüp odama gelmiş ve ardından kabanımı çıkarıp önlüğümü giymiştim. Bugün geri dönecekti çalışmaya canım arkadaşım: Elif Uyar. Biricik hemşireciğim. Üniversite yıllarımın renkli böceğiydi. Tabi sonrasında buranın şehir hastanesine tayini çıkmış ve gelmiş işe başladığı ilk yılında ise Yağız Uyar'la evlenmişti. Bizim kaderimiz itfaiyeydi Elif'le.

 

Gerçi onun evlendiği yılın yazında Barut evlenmişti ama... yine tesadüfi bir şekilde de Pamir'le aynı yaşlarda bir kızı vardı: Tuğçe Uyar. Minik Tuğçe öyle sevimli bir bebekti ki, maviş maviş etrafa attığı bakışlarıyla bile sizi kendine büyüleyebilirdi. Pamir Ege'nin yeşil gözleriyle kapışırdı. Ama gönlümdeki ses Pamir'in kazanacağını söylüyordu.

 

Öğlene doğru kapımın çalmasıyla kapıya ilerleyip kilidi açmış ve kapıyı açtığımda boynuma atlayan kişiyle ufak çaplı düşeceğiz krizi yaşayıp dengemizi sağlayarak sarılmıştık. Gelmişti benim deli fıstık. Doğum iznine çıkacağı zaman bebeğini yalnız bırakamayacağını fark edip istifa etmiş ve geçtiğimiz haftalarda buraya geleceğimi öğrendiğinde Argun beye iş başvurusunda bulunmuştu. Şanslıydı ki onun da hemşire açığı vardı. Hızlıca onaylanmış ve bugün de başlamıştı işe.

 

"Çok özledim kızım seni! En son o gün canlı görüştük insafsız vicdansız!" hala yanımda konuşurken Barut'un düğününden o gün diye bahsederdi. Nereden bilebilirdi ki evlendiği adamın şefinin benim sevdiğim adam olduğunu ve sevdiğim adamın düğününe erkek tarafı olarak katılacağımızı. O düğünden beri buralara dönmediğim için Tuğçe bebekle tanışmamız görüntülü konuşmada gerçekleşmişti. Tabi bir de Elif'ciğimin attığı sosyal medya paylaşımlarından. Tam bir sosyal medya annesiydi.

 

"Bende özledim deli manyak! Yavrum biliyordun durumları nasıl gelseydim? Gelip birde evli mutlu çocuklu hallerini mi görseydim? Ay düşünsene çocuğun doğumu bana kalıyormuş bir de! ağlaya ağlaya doğuma girerdik artık." Söylediklerimle kahkaha atmış ve içeri geçecekken gelen mesajla bana dönüp hızlıca konuşmuştu. "Aşkım ben gideyim iş beklemez malum. Bir hasta gelmiş kaşı patlamış gidip dikelim bari."

 

Cevabımı beklemeden gitmişti. Odama geçeceğim esnadaysa koridor girişinde ağlayan bir çocuk sesi duymuştum. Bizim katta çocuk çok olurdu evet ama bu denli ağlayan bir çocuğun ailesi nasıl olurdu da hiç kılı kıpırdamadan dururdu? Saygısızlık düzeyi artan bir ülke olmaya doğru ilerliyorduk galiba. Sakince ellerim önlüğün cebinde koridorun girişine doğru ilerledikçe ağlayan çocuğun sesi gitgide tanıdık olmaya başlamıştı. hızımı arttırıp ilerlediğimde ise ağlayan çocuğun Pamir Ege olduğunu ve yaşlı bir kadın tarafından azarlandığı, hatta çeşitli yerlerine vurduğunu fark etmiştim. Çiğ sesiyle son derece yüksek perdeden bağırıyordu.

 

"Yetti artık bu yaramazlıkların çocuk! Bıktım senden artık! Güzelim kızın kafasına nasıl fırlatırsın bilmem kaç liralık biblomu?! Gelsin alsın elimden seni annen hadi! Sabahtan beri ölmüş kadını sayıklayıp sayıklayıp duruyorsun zaten kafamı ağrıttın!" acımadan vuruyordu küçücük çocuğa ve çevredeki herkes izliyordu. Dünya mı kötüleşiyordu, bizim insanlığımız mı?

 

Hızlıca ilerleyerek tekrar vurmak için kalkmış elini tuttuğumda ateş saçan gözler bana dönmüş ve kolunu elimden kurtarmaya çalışır bağırmaya başlamıştı. "Bırak! Bıraksana kadın! Bırak diyorum sana! Seni de mi döveyim istiyorsun?!" girişteki güvenliğe doğru seslenip kadını bırakmadan konuştum. "Hatip Bey! Bu hanımefendiyi çıkarın buradan! Hatip Bey!" kırklı yaşlardaki güvenliğimiz çağrımla hızlıca gelmiş ve kadını kolundan tutup çıkarmaya başlamıştı. Pamir bacağını tutarak yerde ağlarken kadın hala bağırmaya devam ediyordu. "Sen kim olduğunu sanıyorsun da beni dışarıya attırıyorsun! Gör sen, seni kovduracağım doktor!"

 

Kadının boş tehditleri eşliğinde hızlıca yere eğilmiş ve dizlerimin üstüne çöküp ağlayan Pamir Ege'ye yaklaşmıştım. Buğulu gözleri beni gördüğünde ağlaması daha da şiddetlenmiş ve "An-anneciğim. Ös-ösyür dilerim." Demiş ve başını önüne eğip ağlamasını kontrol altına almaya çalışmıştı. Acıyan bacağına dikkat ederek kollarımı sırtına sarmış ve poposunu dizlerimin üstüne alıp başını göğsüme koymasına izin vererek sıkıca sarılmıştım. Ardından ağlamasını durdurmak için teselli etmeye başlamıştım.

 

"Geçti anneciğim. Geçti bebeğim. Geçti bir tanem. Anne burada geçecek bebeğim." Elimle saçlarını ıslak yüzünden çekip burnumu saç diplerine yaslayarak kokusunu içime çekmiştim. Hafif hafif kafasına öpücükler kondurarak boş elimle sırtına şekiller çizmiş ve sakinleşmesi için çabalamıştım. Oturduğum yer çevremdeki insanlar hiçbir şeyin önemi yoktu. Tek önemli olan kucağımda canı yandığı için ağlayan ama canı yandığı için suçlu hissedip özür dilemeye alıştırılmış masum çocuktu.

 

Barut Aslan...

 

Sevdiğim kadın anlat diyordu. Sürekli ve sadece anlat diyordu. Anlarım diyordu. Anlatabilir misin demiyordu. Kardeşim ve kardeşimden öte gördüğüm iki insanın gözümün önünde yok oluşlarını nasıl anlatabileceğimi bilmediğimi bilmiyordu.

 

Turhan'ın mektubunu aldığım gibi Selvi'ye mektubunu götürmek için yola çıktığımı ama çıktığım yolun sonunda yağmalanmış bir eve vardığımı bilmiyordu. Evin içinde çeşitli yerlerde kan lekeleri olduğunu tuvaletteki çöpte pozitif hamilelik testi olduğunu bilmiyordu. Günlerce evin içine bırakılan tek notun peşine sadece beş kişi düştüğümüzü bilmiyordu. Polisten yardım almaya çalıştığımızda polisin Çalhan'ların tarafında olacağını bilmediğimizi bilmiyordu.

 

Günler sonra bulduğumuz Selvi'nin geçmişteki Selvi'yle alakası olmadığını bilmiyordu. Turhan'dan hamile olduğu için kaçırılıp düşük yapsın diye aç susuz soğuk odaya bırakılmış, her gün karnına boş şırınga batırılmış bir kız bulacağımızı kimse bilmiyordu. Onu kurtarmak için bebeğin benden olduğunu söylediğimizi, mecbur olduğumuz için evlendiğimizi bilmiyordu, dna testi için doktora Turhan'ın itfaiyeye katılmadan önce bağış yaptığı kan bağış hastanesini bulup yalvar yakar yüksek rüşvetle bir tüp kan alıp onu teste verdiğimi bilmiyordu. Pamir'i korumak için girdiğim yasadışı işleri bilmiyordu.

 

Selvi'nin her gün kriz geçirip hastanelik olma düzeyine geldiğini bilmiyordu. Alelacele evlendiğim gün onun gittiği saatte ağlayarak gidişini izlediğimi bilmiyordu. Evlendikten sonra doğum yapana kadar türlü türlü psikolojik şiddete uğradığını ben hariç kimse bilmiyordu. Bu kadar olayın kalbine ağır gelip tek yurt kardeşimi benden alacağını bilmiyordu hiç kimse. Pamir'i emzirirken kalp krizi geçirip öldüğü gerçeğini duyduğumda ikinci kardeşimi kaybetmenin verdiği acıyı hiç kimse tahmin dahi edemezdi.

 

Bıcır bıcır sesiyle küçüklüğünde bile peşimden gelen tatlı kızın ağabeyciğim sesinin günlerce kulaklarımda uğuldadığını kimse bilmiyordu. Her telefonu açtığımda yaptığı kardeş cilvesiyle "Ağabeyciğim canım." Deyişinin her telefon çalışında aklıma geldiğini, hala telefon titrediğinde kalbimin sızladığını bilmiyordu kimse.

 

Sevdiğim kadın anlat dedikçe yaşadığımız tüm kötü haller aklıma akın ediyordu. Hala etrafımızda onlardan birileri olabilirdi. Her geçen gün Pamir'in Turhan'a benzemesi zaten gittikçe riskli hale gelirken bir de yaşanılanları kalbimdeki kadına bile olsa anlatmak Pamir'in canını tehlikeye sokacak bir ihtimalse yapamazdım. Kardeşlerimden kalan tek emaneti koruyamazsam yaşamama gerek kalmazdı.

 

Öyle böyle on dakika sonunda eve gelmiş ve Pamir'i arabadan zorla indirmiştim neredeyse. Bu aralar sürekli huysuzlanıyordu eve geldiğimizde. "İnmicem! Baba kötü! Gitmiycem işte! Anneye götüy beni!" kaldırıma oturup ağlamaya başlamasıyla iyice işi yokuşa sürmeye başlamıştı. Eğilip önüne oturdum ve elimi minik yüzünde gezdirdim. Gitgide babasına benzeyen yüzünde. "Ama oğlum eve gitmemiz lazım paşam. Hem annenin işi var. Üzme babayı olmaz mı?" ağlamaya devam edip kollarını birbirine bağladığında umutsuzca kucağıma alıp eve yürümeye başladım.

 

Oğlumun ağlamaması için her şeyi yapardım ama benim yüzümden kurtulabilecek bir can kurtulamazsa kendime verebilecek bir hesabım bile olmazdı. Kucağımda debelenen Pamir'le eve varıp kapıyı açmıştım. Sevilay ve Aysun hanım içeride oturmuş kendilerine hazırladıkları kahvaltılarını yapıyordu. Geldiğimi gören Sevilay hızlıca ayağa kalkmış ve yanımıza gelmişti. "Barut... hoş geldin! Bizde tam kahvaltı yapıyorduk katılmak ister misin?" uzun tırnakları koluma değdiğinde bir iki adım gerileyip yüzüne bakmadan konuşmuştum.

 

"Sevilay, işe geç kalacağım size afiyet olsun. Aysun Hanım maaşınızı bugün akşam yatıracağım. Pamir'i odaya bırakıyorum. Mümkünse öğlen yemeği yediğinden emin olun henüz iyileşmedi." Aysun hanım hızlıca ayaklanıp kafasını sallamıştı. Pamir'i yukarı çıkarıp odasına bırakmış ve başına öpücük bırakmıştım. Çıkacağım esnada ise bacağıma yapışmış ve ağlayarak fısıldamıştı. "Giytme baba koykuyorum."

 

Kucağıma alıp yatağına oturdum. Elimle yanağındaki yaşları silerken başının üstüne öpücükler kondurup konuştum. "Paşam, ama babanın çalışması lazım. Hem bak bugün güzel güzel otur söz hafta sonu anneye gideriz olur mu paşam?" istemeye istemeye başını sallayıp yatağındaki yorganın altına girip başını yastığa koymuş ve yorganı başına kadar çekmişti. Bu hali tıpkı annesi gibiydi. O da yurtta ne zaman gelemezsin desem aynı böyle yatardı yatağına.

 

Yorganın üstünden başını öpüp odasından çıktım. Kapıdan çıkacağım sırada Sevilay peşimden gelmişti. "Barut, dün gece eve gelmedin neredeydin? Merak ettim?" tüm sakinliğimle ona dönüp konuştum net bir şekilde. "Sence merak etmen gereken ben miyim Sevilay? Ben dış kapının dış mandalıyım. Pamir senin öz yeğenin değil mi? Enişten yerine yeğenini merak etmen gerekmez mi? Yeğenin için kalıyorsun ya evimde?" titreyen bir sesle cevapladı. "Ha-haklısın tabi kusura bakma düşüncesizlik ettim." Kapıyı açıp yüzüne kapatmadan önce son kez konuştum "Tekrarı olmazsa iyi olur Sevilay Kılıçaslan. Tekrarı olursa sana tanınan ayrıcalıkları nasıl elde ettiğini hatırlatmaktan çekinmem."

 

Kapıyı kapatıp çıkmış ve geç kalmak üzere olduğum işime doğru hızlıca arabayı sürmeye başlamıştım. İtfaiyeye vardığım gibi telefonumdan saate baktığımda 09:09 olduğunu gördüğüm saatle yıllardır içimden dilediğim dileği tekrar geçirmiştim. Sevdiğim kadın mutlu olsun. Yıllardır saatler çifte geldiğinde dilek dilerdim. Selvi'den geçmişti bu alışkanlık bana.

 

İçeri girdiğimde ekip yine her zamanki gibi sabah sporunu yapıyordu. Başlarında dört yıldır bizimle çalışan ekip sağlık koçumuz Zahir vardı. Sağ olsun bu son haftalarda beni iyi idare ediyordu. Üzerimde formam olduğu için içeri gitmeye gerek duymadan yanlarına yaklaşıp Zahir'in omzundan tutmuş ve hafif sıkıp selam vermiştim. "Kolay gelsin beyler!" dediğimde hep bir ağızdan gelen sağ ol sesi yüzümde gülümseme oluşturmuştu.

 

Alper sırıtarak konuşmaya başlamıştı. "Sahi şef dün yeni gelen doktor gördünüz mü? Hastası çok olur diyorlar. Bir gidip görsek mi?" bu çocuğa çok pis antrenman yapasım vardı. Ağzı yüzü yamulana kadar dövebilirdim. Bana uyardı her türlüsü. Yavaşça yanına yaklaşıp elimi omzuna koymuş ve tam konuşacağım esnada öten sirenle oraya doğru koşmaya başlamıştık. "Dua et şimdilik elimden kurtuldun Alper!" diye bağırmıştım koşarken.

 

Hızlıca gidip ekipmanlarımızı giyinmiştik. Bu yedinci sirendi. Zehirli madde yayılması durumlarında çalan siren. Sirenin ardından uyarıyı okuyan metalik ses başlamıştı. "yüksek miktarda kükürt dioksit taşıyan tanker köprünün altındaki yola devrilmiş durumda köprüdeki önde ve arkadaki camı açık arabalarda baygınların olduğu söyleniyor."

 

Hızlıca üstümüze dört numaralı formamızı giymiş ve yanımıza toksin arındırma kitlerini almış ve hızlıca yola çıkmıştık. Yolda giderken içeriye kimin gireceğini kararlaştırmıştık. Çok fazla kitimiz olmadığı için ne yazık ki dört kişi girebilecektik. Ben, Alper, Yağız, Sabri. Sabri toksin madde konusunda iyiydi biz adam taşıma konusunda. Üstümüze havayla teması önleyen ekipmanlarımızı giyip kontrol ettirmiş ve Zahir'in verdiği onayla içeri girmiştik. Daracık köprüye kocaman kamyonu sokmaya çalışırsa olacağı buydu elbette.

 

Kamyon sıkışmış ve köprünün bir kısmını kırıp yan devrilmişti. Yıkılan köprünün bir parçası arkadaki arabanın üstüne düşmüş ve motorda her an yangın çıkarabilecek bir açıklık bırakmıştı. Telsize eğilip dışarıdaki ekibe seslenmiş ve drone aracılığıyla hortumun ucunu göndermelerini istemiştim. Beş dakika içinde hortum elimize ulaştığında dökülen maddenin üstünden başlayarak sırasıyla motoru ve kamyonu da suyla iyice ıslatmıştık. En azından maddenin biraz daha açılmasını sağlayıp arabadakileri çıkaracak kadar zaman kazanmaktı amacım.

 

Birkaç dakika içinde hızlıca arabanın camını kırıp kapıyı açmış ve kolumuzdaki maskeleri arabadaki üç kişiye takmış ardından hızlıca kucağımıza alıp köprünün çıkışına taşımıştık. Şimdi sırada asıl sıkıntı vardı. Yan devrilmiş kamyonun içindeki şoförü çıkarmaktaydı. Hızlıca zehir arındırma kitinde yıkanarak üstümüzü arındırıp tekrar içeriye doğru hızlandık. İlerleyip kamyonun yanına yaklaşmış ve üstte kalan kapıyı açmaya çalışmıştık. Fakat içeriden kitli olmalı ki açılmamıştı. Omzumdaki telsize doğru eğilip iki numaralı levyeyi göndermelerini istemiş ve iki dakika sonra elime ulaşan levyeyle hızlı bir biçimde kapıyı camı kırmadan açmaya çalışmıştık.

 

Olabildiğince hızlı olmaya çalışarak açtığımız kapıdan belimize bağlı halatlar aracılığıyla içeri doğru sarkmış ve adamı kollarının altından çekmeye çalışmıştım. Bacağının takıldığı yeri fark edip dikkatlice çıkarmış ardından yukarı çekmiş ve kas gücümü zorlayarak adamı yukarı çekmiş ve ve kamyondan çıkartmayı başarmıştım. Kamyonun kapısından Alper ve Yağız adamı çekip çıkarmış ardından Sabri'de beni çekmişti. Hep beraber çıktığımızda önümüzde kurulan arındırma tesisinde beş dakika boyunca aşamalı olarak dört farklı suyla yıkanmış ve tamamen arındığımıza emin olduğumuzda çıkmıştık.

 

Öğlene doğru biten görevimiz eşliğinde istasyona geri dönmüş ve öğle yemeği yemek üzere yemekhaneye geçmiştik. Bugün menü güzeldi her zamanki gibi. Mercimek çorbası, kıymalı sebze yemeği, pilav ve salata vardı. Yarın tatlı günüydü. Genelde tatlı günü çıkan tatlıyı yemez Pamir'e götürürdüm tatlı sevdiği için. Kiloyla tatlı aldığım zamanlarda genelde mutfakta küflenmiş bir halde bulurdum.

 

Yemeğimizi yedikten sonra öğlen sonrası antrenmanı için spor salonuna geçmiş ve ekiple birlikte bende başlamıştım spora. cardio, koşu, şınav, mekik programda yazan tüm sporları yerine getirdiğimde biraz dinlenmek için durdurduğum koşu bandına oturmuş ve suyumu içmeye başlamıştım. Su daha mideme inmeden çalan alarmla hızlıca yutup koşmaya başlamıştım. Bu birinci alarmdı. Kamusal sıkıntı olmalıydı. Biraz sonra konuşan metal seste bunu kanıtlamıştı. "Yavuzca Mahallesi Arsan Caddesinde bulunan ilkokul yanında eşek arısı kovanı bulundu."

 

Görev kolaydı. Çaylakları denemek için gayet yeterliydi. Ahmet, Altay ve Cezmi'yle pekala yeterli kadro olurduk. Hızlıca komuta verdim. "Altay, Ahmet, Cezmi! Hazır olun gidiyoruz! Zahir siz dinlenin kardeşim burası sana emanet." Küçük itfaiye aracında gerekli malzemeler olduğuna emin olduğumuzda binip verilen konuma doğru ilerlemeye başladık. On dakikanın ardından vardığımız yerde ciddi anlamda boyut olarak büyük ve yerden yüksekte bir arı kovanı vardı. Üç çaylağıma gerekli formaları giydirdikten sonra güvenli bir mesafeden izlemeye ve yönlendirmeye başlamıştım.

 

"Altay! Merdiveni sıkı tut yoksa Ahmet yeni gelin pozuyla kucağına düşecek! Cezmi kovan poşetini sağlam tut en ufak hatanda hepiniz eşek arıları tarafından sokulursunuz!" her şey tam o anda olmuştu. Çatıdan sarkan Cezmi dengesini kaybetmiş ve kovanı düşürmüş, düşürürken de Ahmet'in dengesini sarsmış ve merdivenlerden kaymasına neden olmuştu. Hızla koşup aramızdaki kısa mesafeyi kapatıp merdivenin altında kafamı öne eğerek sırtımla Ahmet'in sırtını desteklemiş ve düşmesini engellemiştim.

 

Fakat düşen kovandan çıkan zehirden etkilenmemiş birkaç arı bu fırsatta direk korumasız bana saldırmıştı. Sadece kolum ya da bacağım olsa çok umursamazdım ama arılardan biri kalçamı soktuğunda işler ciddiye binmişti. Hızlıca kovanı alıp etkisiz hale getirmiş ardından arıların etkisiz hale getirdiği beni hastaneye götürüyorduk. Yolda giderken bir de çaylaklara rezil olmadığım kalmıştı cidden. Altay sırıtıp gülümseyerek konuşmuştu. "Şefim şimdi arılar sizi paket etti ya kim kazanmış oluyor savaşı?" götüm kazandı Altay demek varken ters ters bakmam yetmiş olsa gerekti.

 

Cezmi ve Ahmet aralarında kim suçlu kavgası yaparken daha çok yeni evli kavgası yapıyor gibilerdi. Aracı süren gariban Alper ise ön koltukta yarıla yarıla gidiyordu. Dört yıldır beraber çalıştığı şefinin kıymetli poposunun yaralanması bu kadar komik bir şey miydi? Alper dikiz aynasından arkaya bakıp kahkahaları arasından konuşmuştu. "Komutanım yalnız arılar bile gözü kapalı düştü sizin kasaya. Bir gün açın da canlısını görelim." Dikiz aynasından gözlerimizi birleştirip konuştum. "Ön taraftakini de görmek istiyor gibisin Alper. Göstereyim koçum bu kadar niyetin varsa." Gözlerini kaçırıp aceleyle toparlamaya çalışmıştı sıvadığından habersiz. "Tövbe haşa şefim yenge görsün oralarınızı ben niye görüyorum be!"

 

Tüm garibanlığımla canı yanan popomu yok saymaya çalışarak konuştum. "Hangi yenge Alper?" o da tüm saflığıyla cevap verdi. "Dün sizi eve atan yenge komutanım." Kurduğu cümleden sonra hastaneye varana kadar arabadaki çaylaklar gülmemek için bir taraflarını yırtarken benim de Alper'i yırtma istediğime engel olma perilerimle başa çıkma saatimdi. Geldiğimiz hastaneyi görmemle geri kaçsam mı acaba diye düşünmeye başlamıştım.

 

Kaderin mi Alper'in mi oyunuydu bilmiyordum ama ikisinden birine ağır söveceğim kesindi. Geldiğim hastanenin Pırıl'ın mekan olması hiç hoş değildi. Acaba popomu yarsam da cerrahi müdahale mi alsaydım? Sevdiğim kadının mahremlerimi görmesinden iyiydi bence şuanki fikrim. Tam uygulamaya koyacağım an kollarıma giren Alper ve Altay' la kaçma planlarım suya düşmüştü. İçeri girdiğimizde direk ilk yardım odasına alınmış ve hemşirenin yönergelerini uygulayıp doktoru beklemeye başlamıştım.

 

Son bir umut belki Pırıl gelmezdi. Ama kara bahtım kör talihim Pırıl gelmişti doktor olarak. Yanımda duran Alper'in sesiyle yüzüstü yattığım yerden doğrulmaya çalışıp Pırıl'a bakmıştım. "Hah! Geldiniz mi doktor hanım yenge. Bizim şu şefe bir bak götü pat- yani poposunu arı soktu. Çocuk lens mi yalnız? Lan! Pamir Ege? Amcam ne işin var senin burada?"

 

En azından kafamı çevirebilecek bir pozisyona geldiğimde gördüğüm şeyle şok olmuş olabilirdim. Pırıl ve kucağında ayağı alçıda oğlum vardı. Sadece altı saat görüşmediğim çocuğa kaşla göz arası ne olmuştu? Pamir'in bacağına baktığımı gören Pırıl konuştuğunda sinirden kendini kemirecek gibi çıkmıştı sesi. "Seni işe yaramaz pis mahlukat! Allah bilir kaç zamandır bunu yapıyorlardı da bilmiyordun. O pis kadınlar Pamir'e şiddet gösterirken nasıl bu kadar kör olabildin? Neyse bundan sonra oğlunu görmek istersen gelir görürsün evimde. Oğlum benimle kalacak! İşte o kadar." Daha sonrasında ben ve Alper şokta kalırken, Pamir'i yanımda duran sandalyeye oturtmuş ve Alper'e dönüp tekrar konuşmuştu.

 

"Şimdi hastamızın kalçasını açalım lütfen."

Loading...
0%