@uykulupanda
|
Pırıl Şentürk… İnsan doğurmadan, tanımadan, kokusunu bilmeden bile sevebilir miydi? Sevebiliyordu sanırım. Kucağımda ağlayan bu çocuğu ilk gördüğüm andan beri ölesiye sevmemi açıklayan bir tıbbi terime ihtiyacım vardı. Belki de annesi küçük yaşta evden atılan bir kız olarak annesiz büyütülmeye zorlanmış ben ve annesiz büyümek zorunda olacak biri olarak birbirimizi anlıyorduk. İlk andan beri ikimizinde içindeki duygunun aynı olduğunu biliyordum. Sanki sağ göğsüm onun küçük başı için beklemişti yıllardır. Buraya gelmeye karar verdiğim gün içimde oluşan his onun gözyaşlarının yardım çağrısıydı sanki. geldiğim kucağıma oturduğu an tenime değen teni mühürlemişti sanki bizi. Minik ağzından çıkan kelimelerle bağlamıştı mührümüzü sanki. Kucağımda hıçkıra hıçkıra ağlayan Pamir ağladıkça gözyaşları benim içime akıyordu çığ gibi. Sıkı sıkı sardığım minik sırtı ve kollarıyla o kadar benimmiş gibiydi ki. Subliminal olarak doğum yapma ihtimalim kaçtı acaba. Ellerimi Pamir’in koltuk altlarına koyup yavaşça doğrularak kucağıma almıştım. Sağlam bacağı sırtıma incinmiş olmasını umduğum bacağını önüme alıp yanıma yasladığım bedeniyle başımı sağa çevirip sakince konuştum minik sıpacığımla. “Şimdi bebeğim gidelim patiye baktıralım sonra anne çalışırken anneyle otur olur mu?” kıpkırmızı yüzüyle hafifçe başını sallayıp sol yanağını omzuma yaslamış ve eliyle omzuma şekiller yapmaya başlamıştı. İçeriden üst kata çıkan asansöre gitmek için ana koridora çıktığımızda sağ kaşında medikal bantla çıkan sarışın bir kadın etrafına bakıp Pamir’i gördüğünde bakılarını kaplayan sinirle bize doğru yaklaşıp kollarını Pamir’e uzatarak almaya çalışmış ardından da cırtlak bir ses tonuyla konuşmuştu. “Gel buraya seni aptal çocuk! Beni uğraştırdığın işlere bak. Baban olmasa çekilecek dert değilsin Pamir. Gelsene çocuk! Hanımefendi bırakır mısınız acaba bugün çocuğu?” Pamir yüzünün yönünü değiştirip görüş açısından kadını çıkardığında kadına dikkatle bakmaya başlamıştım. Birkaç saniye sonra bu kadının, o gün Selvi’nin yanında durup gelin pozları kesen kız olduğunu anlamıştım. Demek Barut için katlanıyordu Pamir’e. O halde ona ayak bağı olan çocuğa ihtiyacı yoktu. Pekala Barut’u elde etmeye çalışabilirdi, oğlumdan uzak durduğu sürece tabi. Tekrar kollarını almak için uzattığında hafifçe geriye çekilmiş ve sertçe konuşmuştum. “Size kimse canavarların insan çocuklarına dokunmaması gerektiğini öğretmedi mi? Ah pardon. Ben tırnaklarınızdan dolayı mutant sandım sizi. Önümden çekilirseniz oğlumla doktora çıkacağız. O zaman…” yanından geçeceğim esnada sol kolumdan tutup sıkarak durdurmuş ve duymaya tahammül edemediğim ses ağzından çıkmıştı. “Bana bak! Nereden oğlun oluyormuş benim yeğenim?! Kimsin kızım sen! Uzak dur yeğenimden. Ah yoksa Barut’la birkaç gece geçirip kendini ciddi mi sandın? Zavallıcık seni!” Küçücük çocuğun güya yeğeni olduğunu iddia ettiği bir çocuğun, üstelik konuşma eylemine başlamış bir çocuğun yanında bu kadar kaltakça konuşması bahsi geçen eylemi uygulayamadığı için yaşadığı kuyruk acısından olsa gerekti. Kolumu sertçe çekip kurtardıktan sonra o darbenin sertliğiyle kırılan üç tırnağına şokla bakarken ben gayet sakince konuşmuştum. “Yeğeniniz olduğunu iddia ettiğiniz çocuk yüzünüzü görünce korkudan yüzünü çeviriyor ve omzuma sığınıyor. Ayrıca hani teyzelik, halalık belgeniz? Alnınızda teyzeyim ben yazısı görmüyorum. Sanırım çıkışı bulmakta zorlandınız. Güvenliklerimiz seve seve eşlik eder isterseniz.” Açılan asansör kapısı kapanmadan binmiş ve üst katın düğmesine basıp kapıyı hızlı kapatmak için olan tuşa da basmış ve beklemeye başlamıştım. Bu sırada Pamir’e dönüp kısık sesle kulağına doğru konuştum. Çünkü korkudan sudan çıkmış balık gibi titriyordu. “Biriciğim, küçük kıvılcımım, korkma oğlum. Seni öyle cadılara bırakmam sen benimsin küçük kıvılcım.” O saçma kadın kollarını uzattığı andan beri sırtımdaki eli önlüğün içinde üstümdeki gömleğin bel kısmını tutuyordu. Öyle çok yarası vardı ki ruhunda. Keşke fırsatçı bir pislik olsaydım da o cenaze haberi geldiği gün gelseydim geri. Keşke o gün geri dönüp tanışsaydım kucağımdaki masum yavrucakla. Öyle çok keşkem vardı ki, her birini saymaya kalksaydım ölsem bile devam ederdi saymak. En büyük keşkem ve iyikim Barut’tu. Keşke Barut’a açılmak için ay sonuna kadar kendime süre vermeseydim. İyi ki açılmamıştım kucağımdaki güzellikten mahrum kalmamış olmuştuk. Açılmış olsam, şimdi kucağımdaki çocuk bizim çocuğumuz mu olurdu? Pamir’in tek Barut özelliği kıvırcık olmasıyken bizim çocuğmuz olsa Barut’un genleri baskın çıkar mıydı acaba? Bal gözlü kıvırcık melek gibi bir kız çocuğumuz olur muydu? Ya da kahverengi gözlerini annesinden almış kıvırcık bir oğlumuz olur muydu? Her ikisinin de kıvırcık olması lazımdı. Olmazsa olmazdı. İade eder yenisini yapardım. Asansörün durmasıyla vardığımız katta inip sola dönmüş ve Argun beyin odasına ilerlemiştim. Hemşire odasının açık kapısından bizi gören Elif çayını bırakıp yanıma gelmiş ve kucağıma bakıp sol kaşını kaldırarak ‘bu damat adayım kim?’ sorgu bakışı attığını varsayıp buruk bir şekilde gülümseyerek açıklamıştım. “Benimkinin oğlu.” Buruklaşan bakışlarımı fark ettiğinde elini koluma koyup gözlerimin içine bakarak sordu. “Peki seninkinin oğlunun, senin kucağında ve kıpkırmızı domates gibi bir suratcıkla ne işi var aşkım?” Domates kelimesini suratıyla bağdaştıramayan Pamir şapşal şapşal etrafına bakarken farkında olmadan çattığı kaşlarıyla öyle sevimliydi ki. elimle saçlarını okşayıp başının üstüne minik bir öpücük bırakmış ardından Elif’e dönerek konuştum. “Şimdi aşkım şöyle ki sizin kaşı patlak ruh has- pardon hastanız benim oğlumun teyzesi oluyor. Ama az evvel aşağıda hem teyzesi hem bakıcısı oğluma, bak dikkatini çekerim oğlum diyorum benim diyorum, şiddet uyguladıkları için bende oğlumun anne demesinin bana verdiği yetkiye dayanaraktan annelik görevimi yapma saatime geldiğimi fark edip Barut beye posta koyup oğlumu evimde aşko yapmaya karar verdim. Ama çocuğum acıdan kıpkırmızı olmuşken dalga geçme birtanemle Argun bey odasında mı?” Elif ‘in gülerek “Ben böyle hızlı anne olmadım kızım.” demesiyle gülüp “Benden hızlısı mezarda bebeğim ne sandın!” diyerek elimle hafifçe havaya tırnak atmış ve Argun beyin odasına ilerlemiştim. Kapısını tıklatıp girdiğim odanın sıcaklığı magma katmanı gibiydi. İnşallah bir gün odanın yeri eriyip üstüme yıkılmazdı ne diyeyim. Pamir’i sedyeye koyup üzerine sabah giydirdiğim açık bebek yeşili eşofmanı yaralı bacağımıza dikkat ederek çıkarmış ve Argun beye dönerek Pamir’imin durumunu anlatmaya başladım. “Hocam biraz evvel aşağıda biraz tatsız bir olay yaşandı da, benimkinin bacağı sanırım incindi ama emin olmak için size getirdim. Röntgen çektireyim mi? Kırık da olabilir çünkü. Ne yapayım hocam röntgene geçeyim mi yoksa-” elini kaldırıp beni durdurmuş ardından sakince konuşmuştu. “Kızım biraz sakin mi olsak çocuk da korkmasın hani.” Sandalyesinden kalkıp Pamir’e yaklaştığında Pamir, yakınında duran elimi kavrayıp avcuna sığan iki parmağımı sıkı sıkı tutup berrak yeşil gözleriyle gözlerime bakmaya başlamıştı. Argun bey Pamir’in önünde eğilip konuştuğunda “Merhaba küçük bey. Şu minik bacağımız birazcık sorunlu olmuş bakabilir miyim?” Pamir adamın yüzüne bakmadan bana dönüp “Anne bayksın.” dediğinde Argun bey bana dönerek konuştu. “Portfolyonuzda evli mutlu çocuklu ibaresi görmemiştim Pırıl’cığım. Sana da sürpriz oldu herhalde.” Pamir’e bakıp Argun beyden utana utana konuştum. “Ama anneciğim ben bu konuda uzman değilim ki. Argun bey baksın ben yanındayım olur mu bir tanem?” üzgün üzgün başını sallamış ve ardından Argun beye kaçamak bakmaya başlamıştı. Argun beyse aldığı iznin rahatlığıyla hızlıca Pamir’in sağ bacağına bakmış ardından odadan geçişle Pamir’i röntgen odasına geçirmiş ve hızlı işlemlerle röntgenini çekip minik bacağında ufak bir çatlak olduğunu fark etmiştik. Fakat asıl sorun, kemiklerinde geçmiş kırıkların minik çatlakları kalmış ve hatta bir tanesi yanlış kaynamıştı. Bu kadar küçük bir çocuğa böylesine bir acı yüklemek hangi insanın vicdanının pezevenkliği olabilirdi ki? Doğru vicdan diye elektrikli süpürge torbası taşıyanların işi olurdu anca. Küçücük çocuğunun daha gelişimi yeni yeni başlamış minicik kemiklerinin kırılması, çatlaması, yanlış kaynaması içimdeki sinir hücrelerini kaynatıyordu. Sanırım Elif’le ufak bir eski zaman işine çıkmalıydık. Pamir’in bacağı alçıya alınmış ve şebek bebekliği iyice artmıştı. Kucağımda bir kanguru yavrusuyla geçirdiğim güzel bir gündü. Teyzelere amcalara ilaç yazarken Pamir Ege’m uslu uslu oturmuş güzel gözleriyle sürekli her yeri yeni tanır biçimde izlemişti. Günü sonlandırıp çıkacağımız zamana az kalmışken gelen hastayı müşahedeye almışlardı. Ne tesadüf ki hasta da tanıdıktı. Barut Aslan. Gerçi aslanı arı sokmuştu ama… Kucağımda Pamir’le müşahedeye ilerlerken etrafımızdaki turunculu insan sayısı artıyordu. Hayır sezon rengi turuncuydu da haberim mi yoktu ayol? Geldiğimiz beyaz kapılı odaya girdiğimizde yüzüstü yatan Barut’la başında dikilen biri vardı. Geldiğimi gördüğü gibi aceleci bir sesle konuşmuştu. “Hah! Geldiniz mi doktor hanım yenge. Bizim şu şefe bir bak götü pat- yani poposunu arı soktu. Çocuk lens mi yalnız? Lan! Pamir Ege? Amcam ne işin var senin burada?” Pamir Ege’de adamı tanıdığını belli edercesine gülümseyince benim Barut’a olan sinir tavanken etrafta gördüğüm turuncularla sinir hücreciklerim daha çok kudurmuştu. Sinir hücrelerimin verdiği yetki ve gönderdikleri impulsların verdiği yetkiye dayanarak konuşmuştum dalyan gibi sinirli sesciğimle. “Seni işe yaramaz pis mahlukat! Allah bilir kaç zamandır bunu yapıyorlardı da bilmiyordun. O pis kadınlar Pamir’e şiddet gösterirken nasıl bu kadar kör olabildin? Neyse bundan sonra oğlunu görmek istersen gelir görürsün evimde. Oğlum benimle kalacak! İşte o kadar.” Barut şokla poposunu oynatmamaya çalışarak yüzüme doğru bakmaya çalışırken Pamir’in bacağını gördüğünde kafasından aşağı yangın çıksa daha az canı yanar gibi bakmaya başlamıştı. Barut’un kafasında bekleyen adama dönerek refakatçısı olduğunu varsayıp konuşmaya başladım. “Şimdi hastamızın kalçasını açalım lütfen.” Galiba Barut’un çenesi sedye olmasa yere düşebilirdi. Neyseki çenesi beni hiç alakadar etmezdi. Deli gibi ederdi de neyse. Turunculudan bir halt olmayacağına karar veren beynim Pamir’i amcası beye uzatmış ve sıkı tuttuğundan emin olduktan sonra kafamla kapıyı göstererek turuncuları postalamıştım. Şimdi tek turuncu Barut Aslan’dı. Belki de turuncu değil mordu. Neyse pembe ojeme uymadıkça suratının rengi önemli değildi. Sakin olmaya çalışarak derin bir nefes alıp ilk yardım masamızdaki steril eldivenleri açıp ellerime takarken konuştum yavaşça. “Üstündeki formayı keseyim mi çıkaracak mısın?” yüzüme bakıp ciddiyetimi ölçmüş ve kararlılığımı görünce poposuna dikkat ederek ayağa kalkıp formanın kemerindeki klipsi açmış ardından pantolonun düğmelerini açarak pantolonunu çıkarmıştı yavaşça. Gözlerim bana ihanet edemezsiniz! Gözlerim…gözlerim… lanet olsundu ki gözlerimin bile odağı kalbimle aynıydı. Neyseki canım regl dönemim hayatımın her yerinde haber hurileri için yanlış zamanı tercih ederken bugün doğru anı seçmiş ve kölelerini karnıma yollamıştı. Karnıma giren kramplarla gözlerimin odaklandığı üslupsuz yerlerin yerini göz kapaklarımın karanlığı ele geçirmişti. Barut yüzümün buruştuğunu fark etmiş olmalı ki, elini koluma koyup “Pırıltım… iyi misin? Ne oldu?” dediğinde gözlerimi hafifçe aralamış ve yüzünü yüzüme eğik bulmuştum. Acı çekme ihtimalim onun acısından önce geliyor gibi davranıyordu ve bu benim canımı yakıyordu. Birkaç saniye kendimi toparlayıp ona dönerek hissizce konuştum. “Ben iyiyim. Yüz üstü uzan ve iç çamaşırını kalçanın altında topla. Bana gerçekleri söylemeyen birinin poposunu görmek istemesem de hipokratım sağ olsun şanslısın.” Başını eğip sedyeye uzanmış ve siyah iç çamaşırını arının soktuğu yeri açıkta bırakacak şekilde açmış ve yüzünü duvar tarafına çevirmişti. Utangaç gelinimdi ya. Yerim yerim doymamdı öyle bir aşktı bizimkisi de işte. Poposunun arıyla münasebette bulunan kısmının etrafı kızarmış, arının iğnesinin kalan yeri hafifçe morarmış ve minik poposu azıcık şişmişti. Şaplak ata ata sevme isteğimi tutarak, steril örtülü masanın üstündeki spaçlardan birini alıp batikonu üzerine hafifçe sıkarak arının iğnesinin etrafını dezenfekte etmeye başlamıştım. İyice dezenfekte olduktan sonra yine aynı masanın üstündeki kapalı poşette bekleyen steril cımbızı alıp paketini açarken yaptığım ve yapacağım işlem hakkında bilgilendirdim güzel popolumu. “Etrafını dezenfekte ettim fakat iğne kalmış şimdi iğneyi çekeceğim. Biraz canın yanabilir bölgesel ağrı kesici ister misin?” başını gerek yok anlamında sallayıp duymadığımı düşünerek kısıkça konuştu. “Sırtım yandığında saatlerce dayandım bir arı iğnesi için ağrı kesiciye gerek duymam.” Sırtının ne zaman yandığını daha sonra sormayı not alarak işime odaklanmaya döndüm. Sorulacak hesaplar kabarıyordu gitgide. Cımbızı paketinin içinden çıkarıp Barut’un popocuğuna yuva yapmış arı iğnesini yavaşça tutarak çıkardım. İçeride biraz fazla oynamış olmalıydı ki, çıktığı an yara kabuğu kaldırmışız gibi minik bir kanamıştı. İçeriye geçen zehrin çıkması için iğnenin açık bıraktığı deliği canını yaka yaka sıkmak vardı ama kıyamıyordum sıpaya. Babalı oğullu dengemi bozuyordu Aslan ailesi. Hafifçe batikonu iğnenin çıkış yerine de sürüp orayı da temizleyip dezenfekte etmiştim. En önemlisi de en önemlisi de herkese yapıştırdığım yetişkin medikal yara bandı yerine favori yara bandım olan aşko kuşko hello kittyli yara bandını yapıştırmıştım. Sonuçta poposunda gözü yok diye estetikliğinden ödün veremezdi. Bitti deyip poposuna şaplak atma hayallerimi rafa kaldırarak, hafifçe boğazımı temizler gibi öksürmüş ardından bittiğini belirtmiştim. Tam kalkıp giyineceği esnada kapı çalınmadan açılmış ve içeri sabah Pamir için atıştığım kız girmişti. Neyse ki seri hareketle yarı çıplak aşkımın namusunu sedyenin yanındaki çarşafla kapatmıştım. Herkeste görmesindi yani bizim namusumuzu. İçeri giren kızın ardından, kucağında Pamir’le Pamir’in amcası girmişti. Pamir’in içeri giren çakmaklı sarıyı görünce bakışları değişmiş amcasının kollarında huysuzlaşıp kucağıma gelmeye çalışmıştı. Bense doğanın çağrısına cevap verip oğluşumda oğluşumu kucağıma almıştım. Kollarını boynuma sarıp bacaklarını belime dolamaya çalışmıştı. Bir kolumla poposunun altından destek atarken öbürüyle sırtını okşuyordum ben de. Barut bey paşa ise üstündeki çarşafa dikkat ederek olduğu yerde toparlanıp hafif dik bir konuma gelmişti Pamir’imin amcasından azıcık yardım alarak. Barut’a dönüp bu dişil enerjisi doğuştan öksüz olan kadının sesini duymadan konuştum hızlı hızlı. “Babası biz gidiyoruz benim işim bitti. Sen de gelmek oğlunu görmek istersen evi biliyorsun gelir oğlunu görürsün. Ah bir de mümkünse evin anahtarı çıkmadan odama koyarsan sevinirim. Yarın oğlumun eşyalarını evime taşıyayım. Malum oğlum benimle kalacak bundan sonra. Babası, teyzesi, halası, dayısı, amcası, bakıcısı çekemeyen herkes az ötede ağlayabilir.” Kapının önüne ne ara geldiğini bilmediğim Elif’in kocasının –tipinin iyi olduğunu söylemelerine rağmen eniştem olduğu için bana göre mağarasına sıçılmış poposu tüysüz kalmış goril kılıklı biricik karıma büyü yapıp onu kendine aşık eden bir yer cücesiydi- gururlu bir yüz ifadesiyle işte benim baldızım bakışları eşliğinde odadan çıkmış ve odama ilerlemiştim. Odama geldiğimde kucağımdaki oğluşumun gözleri kapanmış nefesi düzene girmişti. Minik kuzum, kırpık koyunum uykuya dalmıştı. Odadaki sedyeye yavaşça bırakıp masanın oraya gelmiş üstümdeki önlüğü çıkarıp askıdaki kabanımı giymiştim. Asıl sıkıntı Pamir’in montu yoktu. Bu soğukta bu çocuğu incecik benim sabah giydirdiğim badiyle dışarı çıkaranlara iyi dileklerimi güzelce iletip üstümdeki kabanı çıkardım tekrar. Masanın yanındaki küçük dolaptan üzerime hastanede gezerken aldığım şalı örtüp kabanla birlikte sedyeye yaklaşmış ve sedyenin üstüne kabanı serip uyuyan Pamir’i içine koymuş ve dürüm yapmıştım Pamir’i. Oğlum dürümken bile sevimli ve yakışıklıydı. Yakışıklılık genetik midir acaba? Barut’ sarhoş edip namusuna zeval getirip öğrenmem gereken konular vardı. Minik dürümümü uyandırmamaya dikkat ederek yavaşça kucağıma alıp odadan çıkmıştım. Koridorumu yürüyüp çıkacağım sırada az evvel Barut’a yancılık yapan turuncu yanıma gelmiş ve kolumu hafifçe tutup durdurmuştu. “Yenge… şey diyecektim ben seni bizim araçla bırakalım bu havada böyle çıkma. Yengemizsin sonuçta senin sağlığın bizim sağlığımız demek. Hem şefim bi si- aman sever taş olurum valla. Hadi yengem be kırma benim gibi pamuk şeker adamı.” Dediklerinin onda üçünün yenge olması dışında biraz tatlı biri gibi bir hissiyat veriyordu. İtfaiyeci olmasa beraber aşkoluk yaparmışız gibi hissetmiştim. İçime içime gülüp dışarıya net ses tonumu salıp konuştum. “Bak bakayım sen bir bana, gözlerimin içine bak bakayım. Sen bu gözlerde yengelik görüyor musun? Ben olsam olsam baldız olurum ki onu da habeş maymunu eniştem kaptı. Ayrıca da neden ben yengeyim ayol? Barut enişte olsun. Ne o öyle be yaşlı gibi yenge duymayayım bir daha turuncu yangın musluğu. Vallahi pembe ojeyle boyarım seni turuncu diye ağların yedi gün.” O da bu ses tonuyla böyle cümleler kuracağımı beklemiyor olmalı ki birkaç saniyecik donup kalmış ardından hafif kahkaha atıp başını sallayarak konuştu. “Tamam hanım ablam kızma demem yenge falan. Hanım abla da bohçacı kadınmışım gibi oldu dur. İsmini de bilmiyorum ki az bir yardım yani.” dediğinde tüm ciddiyetimin içine gülerek limon sıkmış ve ismimi söylemiştim. “Pırıl ben… Pırıl Şentürk. Yengen olmayan Pırıl Şentürk ama.” Son eklentimle ikimizinde havaya uçan ciddiyetiyle gereksiz bir samimiyet yerleşmişti ortama. “Bende Alper, Alper Güngezer. Yengen olmayan- aman enişten olmayan Alper’im işte.” Kendi yaptığı hataya su aygırı gibi haykıra haykıra gülecekken kucağımda uyuyan minnoşu görüp durmuş ardından hastanenin ortasında olduğumuz bilgisine güncellenmiştik nihayet. El mecburdu artık bu samimiyetten sonra gidecektik bunların davar arabasıyla. Yolu göstermesi için hafif ilerleyip sessizlik içinde bekledim. Ne kadar büyük bir araba olabilirdi ki? Ellerini arkada birleştirip yanımdan geçerek önümden arabaya doğru ilerlemişti. Ama daha çok buralar dutluktu yeğenim der gibi bir havası vardı ya neyse. Çıktığımız bahçenin kapısında duran ve gitmeye hazır itfaiye arabasına bakıp umarım buna beni bindirmeyi düşünmüyorlardır diye düşünürken başımdan aşağı mavi ojeler dökülmüş gibi olmuştum. Çünkü tam şuan Alper şerefsizi o büyük mağara gibi tır çakması araca yürüyordu. Topuklularım kırılırdı ki ben buna çıkamazdım. Vallahi zeval gelirdi güzelim çizmelerime. Biliyordum böyle olacağını modunda istemeye istemeye ilerlemiş ve vardığım noktada aklıma evimin buraya hızlı yürümeyle üç dakika olduğu gelmişti. Zekamı çıkarıp öpebilirdim tam şuan. Alper’e dönüp mutlu mutlu açıkladım durumu. “Öncelikle nazik teklif için teşekkürler fakat seni de geçirdiğime göre ben artık evime kaçabilirim. Zaten hemen şu çapraz bina yani yolda kaybolmamda gibi. O zaman görüşmek üzere.” Arkamı dönüp topuk tıkırtılarım eşliğinde kaçarcasına yürümeye başlamıştım. Hava soğuktu yahu! Bizim buradan beklenmeyecek kadar soğuktu. Hafif titreme eşliğinde yürürken bir anda omuzlarıma kalın bir ceket montun bırakılmasıyla şaşkınca yanıma döndüğümde gördüğüm kişiyle yüzümün ve burnumun ucunun kıpkırmızı olmuş olması çok olasıydı. Evet evet tahminleriniz kesinlikle doğruydu. Üzerimdeki montun sahibesi Barut Aslan Şentürk’tü. Ne yani nasılsa iç sesimi duymuyordu değil mi? İstediğim kadar nüfusuma alabilirdim hanımımı. Omuzlarımı oynatıp montu düşürmeye çalışırken konuştum. “Gerek yok beyefendi alır mısınız üstümde şu eşek ölüsünü?” dediğimde üzerimdeki montu daha da yerleştirmiş ve arkamda durup kollarıyla hem beni hem Pamir’i sararak konuşmuştu. “Çocuğumu taşıyorsun Pırıl Şentürk. Hasta olman son tercihim olur.” Bir cümle ne kadar farklı anlamda anlanabilirse o kadar farklı anlamlarıyla aklımı işgal etmekle meşguldü. Çocuğumu taşıyorsun diyordu. Oysaki bilmiyordu işte. Geçmişte kaçmasa önüme gelse ciddi manada çocuğunu taşımak için hevesli olacağımı bilmiyordu. Onun için anlamsız olan bir cümlenin benim içimdeki kaç yara kabuğunu kanattığını bilmiyordu. Bilmediği her kesiği tuzla yakıp bıçakla dağlıyordu. “Çocuğunu gerçekten taşıyan kadın soğuk mezarın altında daha çok üşüyordur Aslan. Benim yerime onun omuzlarına ört montunu. En azından ruhu ısınsın.” Bu kulaklar neden güya beni severken başkasıyla evlenip çocuk yaptığını duymadan –ki duysa bile muhtemelen dilimin zehri tükenmezdi- benden duyacağı tek sevgi sözcüğü ağabey olurdu. Enkazda kalmış kalbimin içinde kendini arayabilirdi. Ama benim bile kaybettiğim, bulunmak istemeyen birini bulabilir miydi orası meçhuldü.
Ah doğru ya. İtfaiyeciler depremde enkazlar da çalışmaya alışıktı. Bakalım Barut Aslan Pırıl Şentürk’ün kalbinin enkazından kendini canlı çıkarabilecek miydi?
|
0% |