@uykulupanda
|
Bölüm 1: Bayan Küstah Toprak Kokulu!
Mete Çağın...
Sabah, annemin odaya dalarak kafama fırlattığı yeni ütülenmiş sıcak takım ve demir topuk ayakkabılarla sıçrayarak uyanmıştım.
Tabi ya! Gece eve gelmemem gereken gece, bu geceydi. Nasıl unuturdum? Bugün yine o lanet 'görücü usulü buluşma' günlerinden birindeydik. Kadın resmen haftada en az iki kere, bıkmadan usanmadan güya benim için bana görücü usulü buluşma ayarlıyordu.
Sakin kalmaya çalışarak olabildiğince masum bakışlarla anneme dönüp "Anne senin bu gelin sevdan ne zaman bitecek? Hayır seni tanımasam beni koskoca Çağın aile evimizden sepetlemek istiyorsun sanacağım." Dedim. Demez olaydım.
Sözlerim üzerine elini kaldırıp severimde döverim de dercesine kafama vurduktan sonra yakınır gibi ama tane tane neden gelin istediğini basına anlatır gibi anlattı.
"Sıpa seni sepetlemek istesem sence de sen bebekken cami avlusuna bırakmaz mıydım? Ama bak Allah'ın işine ki dalyan kadar oldun hala benimle, babanla yaşıyorsun. Yuvanı kurma vakti geldi artık. Senin de bir çocuğun olmasın mı be oğlum? Bu kadın ölmeden torun yüzü göremeyecek mi? Gözlerim açık mı gideyim? Bunu mu istiyorsun?" yalnız o değil de kadın resmen giydirdi lafları.
Tamam belki haklılık payı vardı - ki kesinlikle vardı- ama haftada iki çoktu canım. Ayrıca, araştırmalara göre bir erkeğe Dünya üzerinde üç kız düşüyormuş. Yani illaki birine denk gelirdim. Gelirdim değil mi? Gelirdim gelirdim. Benim gibi dünya harikası, yakışıklı, zengin, baba parası yemeyen birini kim nasıl bulacaktı canım?
Yanağını en sulu biçimde öptükten sonra tatlı olmaya çalışarak ya da olmayı umarak annemin saldırısına karşı saldırıda bulundum. "Sevilay Sultanım hazretleri sen beni bile gömersin kız! Hem sen tek torun değil en az üç torun, beş torun, yedi torun hak ediyorsun. Ama ben yapamam, ben yok, ben hayır anlıyor musun sultanım? Hem biliyorsun ben mesleğim ve şirketimle yaşadığım aşktan mutluyum. Ne olursun vazgeç artık şu torun sevdasından."
Islanmış yanaklarını silerek gözlerini timsah gözyaşlarıyla doldurdu. Aha bir oyunlar çevirecekti az sonra!
" Devrim Bey duyuyorsun değil mi sıpayı? Bak karına neler diyor?" o ana kadar fark etmediğim babamın annemin sözleriyle enseme şaplağı geçirmesiyle "Sikti- babacığım senin ne işin var burada?" ben yanlışlıkla küfür etmekten son anda dönerken babam, annemin elini tutup yanına çekerek söze girdi. "Ulan hayta ben sana demedim mi sultanımı üzme diye?" yalancı sinirine gülümseyerek kafamı saate doğru çevirdiğimde ameliyatıma sadece on beş dakika kaldığını fark ettim. " Siktir! Geç kalıyorum." Ağzımdan kaçan küfür şu an umursayacak durumda değildim. Zira geç kalıyordum ameliyatıma!
Hemen yataktan kalkıp aile fertlerimi umursamayarak koşarak banyoya gidip dişlerimi fırçaladıktan sonra odaya dönerek, üstümü giyip laptop çantamı alarak odadan çıktım.
Önüme çıkan Reha hanımla olduğum yerde durmak zorunda kaldım. "Nereye yavrum kahvaltı etseydin?" Cılız sesine inat otoritesi sinir bozucuydu.
İyi niyet... Belki de en nefret ettiğim şeylerin başını çekiyordu. İyi niyet belki de istediğim son şeydi. Sahte de olsa gülümseyerek konuştum.
"İşe gidiyorum güzellik geleceğim ama kaçışın yok." Göz kırparak hızlıca evden çıktım.
O değil de... hakikaten ne diye dağ başında lan bizim evimiz!? Şansıma lanet ederek koşar adım arabama binmiş ve lastikleri yakmayı şimdilik umursamadan gaza basmıştım. Sonuçta nereden baksanız senesini doldurmuş kış lastiklerimdi. Ancak biz bahar ayındaydık neredeyse. Trafikti, kırmızı ışıktı derken hastanenin sivri uçlu siması görüş alanıma girdiğinde hızımı yavaşlatmam ve otoparkın girişinden geçerek boş yer bulmam gerekiyordu. Tabi önce şu önümdeki yaya geçitli kırmızı ışığın yeşile dönmesi gerekliydi.
Yaya geçidinden geçerken bana el sallayan minik kızla burukça gülümsedim. Sahi ya yaşasaydı böyle bir kızımız olur muydu bizimde? Muhtemelen olmazdı. Neticede beni kandırmaya çalışacak biriyle ilişkiye girecek kadar aptal değildim? değildim değil mi?
Oysa şimdilerde üşüyordu belki de o toprağın altında. Dayanamazdı ki o hiç soğuğa. Mezar taşında yazan rakamları birbirinden çıkartınca bile genç ve güzellik standartlarınca 'güzel' kabul edilen kadının, oraya yaşının yetmediği alenen yazıyordu. Nasıl kıymışlardı ona o dağ köpekleri. Sırf bileğindeki meslek bileziği ve cebindeki para için aylarca acımadan nasıl işkence etmişlerdi?
Nilay belki de dünyadaki en iyi masum rolünü oynayan insan. Burçak'ım ise çocukluğumun en güzel detayıydı. Onu kullanarak benden para koparmaya çalışmıştı. Güya babasının ölümü onu derinden etkilediği için o ismi kullanmaya devam etmek istememişti. Fakat onun Burçak'ım olmadığını bilen bense kararına saygı duymuş gibi gözükerek ve ona Burçak değil de Nilay demeye başlamıştım. Sonuçta burçak değildi.
Onun tabiriyle tekrar tanışmamız ise tamamıyla şanstı. Hastanede mesaide olduğum esnada o da hemşirelik başvurusu için gelmiş ve kurul kararsız kaldığı için beni de görüşmeye davet etmişlerdi.
Ben her ne kadar çok değiştiği ya da o olmadığı için tanıyamasam da o beni güya tanımış ve donakalmıştı.
Ölmeseydi olur muydu ki bizimde bir bebeğimiz? Muhtemelen asla olmazdı. Hamileydi. Olacaktı. Ama benden mi hamileydi? Başkasından mı? Hem kalbime hem hayatımdaki gereksiz oyuna son vermişlerdi fakat karnındaki masum bebeğe kıymışlardı.
Hele ki iki dakika habere sunulunca ölenin yakınlarının acısının geçtiğini sanan zihniyetler... en iğrenci onlardı. O iki dakika boyunca ekran başındakilerin samimiyetsiz rahmet dilekleri, resmi duyuru yapılır gibi anılan ölmüş insanların isimleri, haberi sunanların samimiyetsizliği.
Bu haberlerin ölülerin yakınlarına kattığı tek şey, içimizdeki ateşle dolu meşaleyi körüklemek ve ateşimizi harmanlamaktı.
Nasıl olurdu da bir ölüm haberiyle bir başka herhangi mutluluk, dolandırıcılık, ekonomi, hava durumu haberleri aynı süreye sahip olabilirdi?
Nasıl olurdu da birinin bir anlık dalgınlıkla yaptığı hatanın anlatılış süresi, bir insanın ruhunun bedeninden ayrılma işlemi olan ölümle aynı sürede olurdu?
Arkadan gelen korna seslerine inat ederek hareket etmediğimde arabalardan biri yanıma gelip camını açmış ve hayvani salgılarını, daha doğrusu tükürüklerini camıma fırlata fırlata küfretmeye başlamıştı.
Şanslıydı ki Nilay için duyduğum sahte acı beynime yeniden nüksetmişti. Nilay, sevdiğim sanılan kadındı, nişanlım olduğunu sanan kadındı, doğacak bebeğinin annesiydi, hayatımdaki her sahte sıfattaydı... eğer vahşice öldürülmeseydi tabi. Onun anısına her ay çeşitli kuruluşlara ama özellikle Nilay'ın katilleriyle çatışan askerlere bağış yapmaktan asla çekinmezdim. Netice de ben medyanın ve çevremin gözünde sevdiği kadını kaybetmesinin ardından işi başından aşkın, kendini işe vermiş bir adamdım. Yaptığım işleri dışarı bildiren biri değildim lakin her yıl sonu adıma yapılan davette pek sevgili ailem bundan bahsetmekten çekinmiyordu.
Salyalı adamı umursamayarak, yavaş hareketlerle hastane otoparkına arabayı park etmiş ve hastaneye girmiştim. Saat: On beş, on yediydi. Ameliyat muhtemelen çoktan yarılanmıştı.
O yüzden kahvemi girişteki makineden alarak odama doğru ilerliyordum. Hastane üniformasına inat mini etek giyen hemşire heyeti hep bir ağızdan her zamanki gibi selam verirken sessizce odama ilerlemeye devam ediyordum ki acilden gelen bağırış sesleriyle adımlarımı acile çevirmekten kendimi alamamıştım.
Muz kostümlü, tombul yüzlü, kırmızı yanaklı tuhaf kızın bakışları altında bağırışların geldiği odaya girdiğimde gördüğüm manzara akıllara düşmandı.
Üç erkek asker yerde dizlerinin üzerinde oturmuş önlerindeki üniformalı -büyük ihtimal onlardan üst mertebedeydi- kadına ses çıkaramıyorlardı.
Kadın ise en sert sesiyle hakaret gibi cümlelerini askerlerin üzerine yağdırıyordu. "Çarşı iznini hak edene kadar bir taraflarınızı yırtıp ilk izninizde de timimin onuru yıkmak kimin cesareti lan!? Yapacağınız her haltta yapmadan önce üstünüzdeki formayı göze alarak alamıyorsanız da çıkararak yapın demedim mi ben?!" ve daha birçok sayamayacağım övgü dolu(!) cümlelerini kuruyordu.
Arkasından ilerleyip bu manzarayı sonlandırmak adına kolunu tutarak kulağına fısıldadım sakince. "Sinirinizi hastanemde yaralı hastalarıma karşı değil dağdaki pislikleri vurup öldürmeye harcayın lütfen."
Kolundan hafifçe geriye doğru iterek bıraktıktan sonra tekrar konuşmaya girdim "Ayrıca" deyip elimle etrafa hayali bir daire çizerek işe son noktayı koydum. "Burası doktor ve hemşirelerin alanı önünüze geldiği gibi giremezsiniz. Şimdi çıkın dışarı."
Sert sesimle yerdeki askerlerin gözü bana döndüğü gibi bedenleri de bana dönerek hep bir ağızdan konuştular. "Doktor bey komutanım sadece öğüt veriyordu. Çıkması doğru değildir. Yarama bakında gidelim biz daha fazla rahatsızlık vermeden."
Dudağımın kenarı hafifçe kıvrılmıştı. Demek korkudan aynı cümleyi çok kez kurmuşlardı ki ezberlemişlerdi. Demek ki bu kadın sıradan biri değildi. Bakın bu hoşuma gitmişti işte. "Sizlerle ben ilgileneceğim. İlgileneceğim lakin." Cümlemi yarıda kesip, hemşireye dönerek gözlerimle kadını işaret edip tekrar konuşma lütfunda bulunarak sözlerimi ağzımdan kulaklarına paylaştırdım. "Hanımefendi için psikoloji kliniğini arayın lütfen Asel Hanım. Zira az evvel yaptıklarını üstleri de ona yaptıysa beyni zarar görmüş olabilir."
Askerlerden bir an bile gözlerini ayırmayan kadın duyduklarıyla, başını çevirip bana sertçe bakarken benim lafımla bana laf atmaya çalışmıştı. "Keşke hastanenizde işimizi öğretmek, laf sokmak ve başka bölümlere yönlendirme yapmayacak kadar işinin ehli doktorlar da alsaydınız. Zira az evvel yaptıklarını üstleri de yaptıysa beyni zarar görmüş olabilir." Kafasını eğip kahkaha atmaya başlamıştı. "Malum bu doktor gibiyse tüm doktorlarınız, buradaki hiçbir hastanın kurtulma ihtimali yok. Hepsi denek faresi gibi... gün sonu ölürler. Tüh!"
Alaycı sesiyle yaptığı imalara dayanabilirdim lakin ölümden bahsetmesi, üstelik bu kadar kolay ve düşüncesizce ağzına alabilmesi iğrençti.
Hem yeminime, hem özel hayatıma hem de mesleğime saygısızlıktı. Dışımdan son kez ve bitirici faktör olmasını umarak konuştum. " En azından sizin gibi boşa insan yakalamıyoruz ha bayan küstah toprak kokulu."
'O değil de bu kız neden bu kadar güzel, büyüleyici ve tanıdık kokuyordu?'
|
0% |