Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4.Bölüm: Gerçeğin Zehri Yalanın Lanetinden Geçer...

@uykulupanda

Yazardan...

 

Zaman... bulunduğumuz bilinmezlik boşluğunda, unuttuğumuz anıları bir kıvılcımla yakıp zihnimizi ısıtan, yaşadığımız acı, mutluluk duygularını dakikalarla harmanlayıp büyüten, hem asil olup hem de böl parçala yönet taktiğinin baş yapıtı olan şeye denmez miydi zaten? İçimizde tıpkı çığ gibi büyüyen her şeye inat zaman kavramının içinde çürütmez miyiz zihinlerimizi?

 

Tıpkı Burçak'ın toprak kokulu babasıyla yaşadığı anılarının zaman içinde çürümesi ama aynı acı ve mutluluğu vermesi gibi...

 

Burçak Vatanoğlu...

 

Acı, saf acı...

 

Dünya'nın neresine giderseniz gidin, insanın kalbinden gözlerine işleyen, değişmemiş, saf kalan tek şey.

 

İşte benim içinde öyleydi. Babamın acısı hep kalbimdeki olukta gizli saklıydı sanki. Dışarı çıkması için gereken tek şey acıların çığlıklarıyla acıyı tetiklemekti. Gerek bir anne babanın, gerekse kardeşin, eşinin ya da çocuklarının gözlerinden akan yaşlar, sarf ettikleri çığlıklarla dolu ağlayışlar, yakarışlar ve daha bir çok acı temelli yaşantılar Dünya'nın neresinde olursam olayım hep babamı hatırlatırdı. Yine o günlerden birindeyim an itibariyle de.

 

Emir erimden çok hayatımın içindeki gizli saklı dostlarımdan, dert ortaklarımdan birini de bugün öğlen saatlerinde öğle namazına müteakiben memleketi Gönen'e gömülmek üzere gitmişti. Ben ise, korkularının ardına sığınan küçük bir kız gibi Burak abimin ardına sığınmış ve gitmemeyi tercih etmiştim. Askerimin baba ocağına giden naaşının ardında bıraktığı insanların yüzüne bakamazdım ki. Bakmayı geçtim duyduğum an, bir dakika olsun aklımdan çıkmayan babam gözümün önünde belirirdi. Gecenin köründe olmamızı umursamazken ormanı izlemeye devam ettim. Ormanın ferah havasına inat alamadığım düzensiz nefesler soluk borumu rahat bırakmamayı tercih etmişti. Tıpkı düşüncelerimin beynimi rahat bırakmadığı gibi.

 

Yine her televizyon kanalında iki satır haber olmuş yitip gitmiş bir can için insanlar iki dakika boyunca sahte 'Allah rahmet eylesin.', ' Allah ailesine sabır versin.' Cümleleriyle o insanların acısını dindirmeye yeter sanmaları iğrençti. Hele o iki dakikalık yapılan haberlerin şehitten çok gelen ünlü ve devlet yöneticisi konumundaki insanların katılımından bahsetmeleri daha da iğrençti.

 

Annemin bilmem kaç kere aradığı ve büyük ihtimalle 'Canım çok üzüldüm. Sen iyi misin?' diyaloğunun geçeceği telefonu arabamda bırakmıştım. Kimse ölenden geriye kalanı umursamayacaktı.

 

Akşam vakti açığa çıkan soğuk meltemli havaya inat ormanın girişindeki derme çatma, fakat babamla o toprağa karışmadan önce son vakit geçirdiğimiz yer olma anısını taşıyan o masada oturmuş ayakkabılarımı çıkarma gereği duymayarak bacaklarımı kendime çekip ağaca yaslamıştım bedenimi. Maalesef bu masalardaki anıların üzerinde de o alkol ve madde bağımlısı insanların iğrenç şişe kırıkları, türlü türlü lekeler bulunuyordu.

 

Babamla küçüklüğümdeki saf ve temiz anı masamız yerini eski püskü yılların tozuyla yıllanmış insanların nankörlüğüyle bilenmiş bir masaya bırakmıştı. Yan tarafımda duran Sait Faik Abasıyanık'ın satırlarıyla dolu bir ruh kitabı. Elim titrerken defalarca okuduğum halde asla bırakamadığım o sayfa, o satırlar ve son okuyuşumda yarım bırakmak zorunda kaldığım şiir kitabını okumaya çalışıyordum.

 

" Sana koşuyorum bir vapurun içinde

 

Ölmemek, delirmemek için."¹

 

-Sait Faik Abasıyanık

 

Sana koşuyorum baba,

 

vapur kıyıya vurmasın, gitme diye.

 

Sana koşuyorum baba, beni bırakma diye.

 

Sana koşuyorum baba,

 

Deniz gözlerine tezat toprak kokun seni benden almasın diye.

 

Bir yerde duymuştum sanırım insanlar kendinin değil sevdiklerinin kokularını taşırmış, fakat kendi kokuları sanırmış ömürleri boyu. Benim de babamın kokusunu taşıma nedenim annem söylemese fark etmediğim kokumun sebebi bu olsa gerek.

 

Küçüklüğümdeki Burçak olsaydım şayet, babam gibi korktukça 'Babamı istiyorum. Bana babamı verin' diye ağlardım sanırım günlerce gecelerce. Ancak o küçük kız babası magazin programlarına sakız olduğu gün gömülmüştü babasının cesediyle birlikte soğuk ve acımasız toprağın esaretine. Hayal meyal hatırlardım kendi küçüklüğümün değersiz anılarını ancak babamla olan anılarım hala taptaze ve dün gibiydi hatıralarımda.

 

Babasız olan anılarımı beynim gerek görmediği için silmişti her daim zamanla. Biri hariç. Hangisi olduğunu merak ettiyseniz eğer sıkı durun zira benim gibi dümdüz hayatı olan bir kız için en kritik anlardan biriydi. Çünkü... benim ilk aşkımı, gözleri için ömrümü feda edebileceğim çocuğu içeren bir anıydı.

 

Hatta belki de buluşmaya gelmeyen adama babamın saatini bırakma nedenim bile isimlerinin fiziksel özelliklerinin ve hissettiğim tanıdık huzur hissinin aynı olmasıydı. Fiziksel özelliklerini, adını ve diğer tüm gereksiz eski sevgili bilgilerini annem sağ olsun damat cv' sinden öğrenmiştim.

 

Yıllar önce dört mevsimin en sıcağına layık görülen bir temmuz ayının son günlerindeydik. Evde tüm hafta boyunca annemle oturmaktan ve gereksiz durum değerlendirmesi başlıklı bilgileri dinlemekten çok sıkıldığım için gizlice, aslına bakarsanız benim için gizli fakat babamın apaçık bildiği, fark ettiği bir şekilde babamın peşine takılmıştım.

 

O zamanlar sanırım beş yaşlarındaydım yanlış hatırlamıyorsam. İki sokak ötede yakalandım kalbimdeki -günün başında- tek adama, ilk aşkım babama. Doğum günüme bir aydan az bir zaman kaldığı için bana kıyamayıp bütün gününü beraber geçirebileceğimizi söylemişti. Nasıl sevinmiştim o zamanlar çocuk aklımla anlatamam. Ki anlatsam zaten nereden bakarsanız bakın bir on gün sürer.

 

Öğlene kadar odasında oturmuş gelen amcaları, teyzeleri, abla ve abileri izlemiştim. Fakat sonrasında daha fazla saymayı bilmediğim için bu çocukça insan sayma oyununa ara vermiş ve sıkılıp odadan çıkmıştım. Can sıkıntımı hafifletir ve içimdeki bu tuhaf hissi dindirir umuduyla karargahta gezinmeye başlamıştım.

 

Aradan geçen zamanda her zamanki gibi çocukluk merakı denen illete yenik düşüp bahçeye çıkana kadar her şey çok güzel olmasa bile iyiydi. Ta ki banktaki, ilk gördüğümde bile çocuk kalbimin ritmini bozan o çocuğu görene kadar.

 

Çocukları bilirsiniz bilmeseniz de tahmin edebildiğiniz küçük küçük huzur bozucu ama bozmadığını iddia ettiğimiz varlıklar işte. Küçükken her şeyi merak edip büyüyünce her şeyi bildiğini sanan aptal varlıklar olurlar lakin bazıları her daim sessizliğine gömülen uslu ve sakin çocuklar olurlar. Ben küçükken bir büyüdükten sonra ise ikinci gruptaydım sanırım. Peki ya siz? Hemen karar vermeyin lütfen. Siz karar verirken ben anlatayım o halde hikayemsi masalımı.

 

O çocuk, hatta o zamanlar için o abinin hayallerimin, en güzel kabuslarımın başrolü olacağını bilemezdim. Daha ilk dakikadan ilgimi çekmişti. Ayı kıskandıracak kadar güzel güneş ışıklarının hırsızı saçları, müzik notalarından daha eşsiz parmakları, ama en çok da o gün görme şerefine nail olduğum babamın kokusunun kaynağı toprağın onda hayat bulduğu gözleri çekmişti ilgimi.

 

Benden, oturur haldeyken bile büyük duruyordu. Ancak büyük durmasına tezatlık çıkaran titreyişi o sıcak havada bile ruhunun üşüyüp, korktuğunu kanıtlar nitelikteydi.

 

Söylemeden geçemeyeceğim elleriyle oynayışı çok sevimliydi!

 

Minik çocukluğumun minikliğiyle harmanlı adımlarımla yanına yaklaşıp " Merhaba!" diye bağırıp çığırmamla resmen havada olan aklı uzayın boşluklu yapısında bir yerlere, bedeni ise oturduğu banktan rahat bir kafam boyu sıçramıştı.

 

"Me-merhaba?" sesinin titreyişiyle kullandığı kelime ve ses tonuna oturan merak ve endişe kulaklarımın kapısından içeri girerken endişeyi kulak ardı edip beni tanıma merakına mutlu olmuştum sebepsizce. Merak etmişti beni resmen. Çocuksu heyecanımla yanına oturmuş ağzımı kulaklarıma kadar uzatarak gülümsemiştim hemen tabi.

 

"Ben Burçak. Burçak Vatanoğlu. Adımı söyledim madem sana memnun olmam gerekiyormuş öyle dediler. Bu yüzden tanışmak zorundayız artık." Demiştim. Tabi o zamanlar 'memnun oldum' kalıbının ne için kullanıldığını asla ama asla inatla anlamazdım. Hoş hala anlamıyorum ama olsun.

 

"İyi hadi bakalım ol madem memnun ben de Mete. Soy adımı boş ver. Sonra katil falan olup suçu bana atarsın sen bu manyaklıkla." Söylediklerinin çoğunu anlamasam da dalga geçer ifadesine kaşlarımı kızgınlıkla çatıyordum.

 

" Ne manyaklığımı gördün be!?" diye cırlamam bahçede yankılanmıştı. Tamam belki fazla bağırmış olabilirdim. Ama bu bana öyle demesini haklı kılmazdı ki. "Ayrıca manyak ne demek?" demiştim. Ne var canım bilmiyorsam.

 

Hem bilmemek değil öğrenmemek ayıptı değil mi? Öyleydi o söz? "Mantı gibi bir şey mi? Yiyebilir miyim?!" tamam bu dediklerimden sonra... artık kendimi savunamam. Bu soruyu sorduktan sonra utançtan yerin dibine nasıl girmedim acaba? Neyse neyse konumuza dönüyorum. Sonra neden o saati o adama bıraktığımı anlayacaksınız zaten.

 

Gülümseyince kısılan gözlerini bana çevirip burnumun ucuna hafifçe bir fiske vurarak "Şapşal daha en basit kelime ve tabirleri bilmiyorsun ki. Ne yapacağım ben seninle? Çok tatlısın zaten o ayrı bir sorun." Niye yiyecek gibi baktığını asla anlamıyordum. Hala daha anlayamıyorum. " Çok mu tatlıyım? Ondan mı yiyecek bakıyorsun yoksa bana? Hih! Hayır yeme beni! babam üzülür." Sonlara doğru kısılan sesim bedenimde yer edinen utancın sembolü gibiydi.

 

Benimle bir şeyler yapmak istiyordu! Benimle zaman geçirebileceğini ifade ediyordu. Fazla arkadaşım olmadığı için alışık değildim birinin benimle bir şeyler yapmak istemesine haliyle. Heyecanla atıldım. "Boyama yapalım! Ay ya da saklambaç oynayalım! Ama iki kişi olmuyormuş o oyun. Öyle demişti babam." Üzgün çıkan sesime burukça gülümseyip,

 

"Belki bir gün çok kişi olunca oynarız ha?" dediğinde kast ettiği şeyi anlamasam da mutlu olmuştum sebepsizce.

 

Şimdilerde anlıyordum ama doğru mu anlıyordum acaba...

 

Küçükken her şey daha anlamsız ve renkliydi belki de. Onca rengin içinde nasıl o kadar masum ve temiz kalabildiğimize hayret ederdim çoğu zaman doğrusu.

 

"Ama onlar benimle oynamazlar ki. Hiç oynamadılar." Demiştim. Üzülüyordum tabi her çocuk gibi o zamanlar yalnızlığıma. "Senin gibi bir güzellikle niye oynamıyorlarmış bakayım? Döveyim mi onları? İster misin?" dediklerine hep gülümsüyordum saf saf.

 

Hemen sonrasındaysa düşen yüzüme engel olamayıp "Ama dövmek yanlış. Babam öyle dedi. Benimle niye oynamıyorlar biliyor musun? Onların ailesine göre benim ailem farklıymış. Annemin evlenmek için kullandığı basit bir piyonmuşum ben. Onlar benimle oynarsa anneleri babaları onları dövermiş. O yüzden benimle oynamıyorlarmış. Ama ben bilmediğim şeyi nasıl olabilirim ki? Piyon ne? Nasıl oluyorum? Öğrenip o şeyden olmasam benimle oynarlar mı?" demiştim.

 

Çocuğun yani Mete abinin, Mete'min yüzü sinirli bir hal aldığında yanlış bir şey söylediğimi düşünerek hızla kelimeleri bir araya getirmek için çabalamıştım. "Kızma! Özür dilerim! Kızarsan gidersin sen de. Özür dilerim. Lütfen gitme!" yaralı bir kızın telaşla söyledikleri, yüzünü yumuşatır gibi olmuştu.

 

"Gitmem güzellik... Gitmem. Dünya üzerindeki en güzel gülen, en güzel bakan, belki de masum kalan tek kızı üzenleri üzmeden gitmem. Tamam mı? O hadsizler için üzülme. Hem üzülürsen giderim ki." Son dedikleri önemliydi. Öyle olmalıydı.

 

"Gitmediğin sürece üzülmem ki ben. Hem gözlerin çok güzel.... Şey benim olsun mu?" dememle sevimli sevimli gülmeye başlamıştı. Parmaklarımla oynayıp kötü bir şey mi söyledim diye düşünürken "Olsun fıstık. Olsun. Senin olsun gözlerim." Diyerek rahatlatmıştı içimi.

 

O gün akşama kadar beraber oyun oynamış, beraber yemek yemiş, beraber uyumuş, hatta babamın çok kızacağını bilmeme rağmen beraber karargahın içinden geçmiştik. Ta ki gitme vakti gelene kadar. Yeni yeni hatırlıyordum.

 

Ayak bileklerinde kesik izleri vardı. Sanki biri ya da birileri ruhunu kirletmek istemiş ve ona çamur bulaştırılmış gibiydi. Pek tabi başarısız olmaları cabasıydı. Ama buna rağmen çoğunlukla durgun kalışının yanında, üzülmeyeyim diye benimle koşmuş, canı yanmasına rağmen eğlenir gibi yapmıştı. Belki de eğlenmişti hatta.

 

Babam yanıma geldiğinde ise uyumakla uyanıklık arasındaki boşlukta kayboluyordum.

 

Tek hatırladığım şey Mete denen çocuğun saatini çıkarıp babama vermesi ve babama " Ailemi bulmanızı beklerken zamanımı dolduran bu kıza, doğru zamanı göstermesi dileğiyle iletin lütfen efendim." Demişti.

 

Tek babasız hatıram burada karanlığa gömülüyordu. Bir daha asla görmek nasip olmamıştı naif gözlerine vurgun olduğum, toprak gözlümü. Çocukluğumdaki tek mutlu anımın başrolü de böylelikle hayallerimde can bulmaya devam etse de gerçekte yok olmuştu. Bana ondan geriye kalan sadece adı, fiziksel özellikleri ve saati.

 

İsmi: Mete

 

Gözleri ve saçı: sarışın toprak gözlü'(m)

 

Sevdiği şeyler: ben ve bana verdiği saat

 

Peki saati şimdi nerede miydi? Adaşı olan, başka bir Burçak'ın zamanını doğru ayarlaması ve başka Mete'leri kurtarmak için randevuya gelemeyen Mete'deydi.

 

Mete Çağın...

 

Nihayet ait olduğum kırsal topraklarıma bir ay gecikmeli olsa da geri dönmüştüm. Sahi ya şu gidemediğim randevumun üstüne resmen koca bir ay oldu. Annemin kendi reddedişini ben yapmışım gibi karşı tarafa iletmesi sonucu bir miktar anlaşmazlık çıksa da hepsi annelerimiz arasında olmuş ve bitmişti. Doğrusu umurumda bile değildi. Ancak nedensizce bana kendinden bir parça bırakan kızı merak ediyordum. Her bileğime baktığımda daha doğrusu.

 

Kolumdaki saatin doğruluk payına göre saat şuan öğlen 14.30'du. kliniğe doğu yol aldım. Evde dinlenmekle vakit kaybetmek istemiyordum.

 

Çocukluğumun en masumunu özlemiştim yine. Kaçırılıp, kurtulduğumda karakol bahçesinde benimle oynayıp, saatlerimi geçirdiğim, en sonunda yarı uykulu haliyle de olsa bana evlenme teklif ettiği için babasının dik dik baktığı Burçak'ımı.

 

Buluşmaya gitmediğim daha doğrusu gidemediğim kızın bana bıraktığı saat çok güzel, tanıdık ve eskiydi. Asla yeni şeyler kullanmazdım. Sevmezdim daha doğrusu. Bir eşyanın anısı yoksa asla değeri de olmazdı gözümde. İsterse milyonlarla dolar olsun, isterse milyarlarca olsun umurumda olmazdı hiçbir zaman. Bana göre bir eşyanın da değerini tıpkı insanları gibi yaşadıkları ve içine gizli acıları belirlerdi.

 

Kliniğe girdiğimde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu görmemle içten içe rahatladım. En son geç kaldığımda hayatımdaki değişim uzun süre içimde kamçılanmıştı neticede. Her neyse şimdi bu mevzuları açıp sizi üzmek istemem hayatımız yeterince kısayken. Kliniğimi özlemiştim sahiden. Neticede yeniden sahalara dönmüştüm yahu! Doktor odasına gidip önlüğümü seri bir biçimde giyinerek çıkmıştım. Allah'tan burada Sevgi Hanım manyağı kadın yoktu.

 

Sorunsuz geçen günümün akşamında bir grup asker odama gelmiş ve konuyu fazla uzatmayı sevmediğini belli ederek yarın yapılacak bir plandan bahsetmeye başlamıştı. "Merhabalar doktor bey, biz bu bölgeye gelen on iki kişilik bir asker ekibiyiz. Ben en büyükleri, Teğmen Burak Leman rütbem yeterince yüksek olsa da benim üstüm ve aynı zamanda manevi kardeşim yani Burçak, Üsteğmen Burçak Vatanoğlu bu planı hazırladı ve gelip sizinle görüşmemi işbirliği talep etmemi istedi. Umarım bu ricamızı kırmaz ve işbirliği teklifimizi kabul edersiniz."

 

İsmi neden bu kadar tanıdık geliyordu ki? Yoksa... çocukluğumdaki Burçak? Ama bu imkansızdı çocukluğumdaki Burçak, Burçak'ım babasının verdiği isimin acısından Nilay olmayı tercih etmişti. Yani en azından beni öyle kandırmaya çalışmıştı. Zeki bir adam değildim, ama aptal da bir adam değildim neticede. Kim babası için ölümü bile göze alabilecek koyuluktaki gözlerin sahibinin babasının hatıralarından kaçacağını sanacak kadar aptal olurdu ki? Bunları kafamda kurma işini sonraya bırakıp sesimi sabit bir tonda ayarlayarak aklımdakileri dile getirdim.

 

" Benden yardım isteğinizi anlıyorum Teğmenim fakat ne gibi bir yardım edebileceğimi bilemediğim sürece size yardımcı olamayacağım. İsterseniz önce planı anlatın ardından da yardımcı olup olamayacağımı konuşalım. Elbette ki Türk askerine yardım etmek birincil vazifelerimin arasında yer almakta. Hele ki konumuz vatansa. O yüzden lütfen anlatın ki yardımcı olup olamayacağımı kararlaştıralım."

 

Başını olumlu anlamda sallayıp planı ilmek ilmek anlatmaya koyulmuştu...

 

Ertesi Gün Öğleden Sonra...

 

Odamda sakin bir günün eşliğinde işlemeye konulacak olan planı beklerken yudumladığım kahvem ve gözüme çarpan plan saatinin gelmiş olduğunu fark ettiren masa saatimin tıkırtıları eşliğinde askerlerin hastaneye gelmesini ve görevimin başlamasını bekliyordum. Bugün için özel olarak gelecek tüm hastalar ve köy sakinlerini uyarmış ve tedbirimizi almıştık. Az sonra dışarıda duyduğum haykırışlarla odamdan sıyrılırcasına dışarı çıktım.

 

"Doktor yok mu!? Yardım edin!" diyerek haykıran kalın erkek sesiyle kendimi rolüme usulca hazırladım. Hızla acil alanına girip hastanın yanına ilerleyerek "Durumu ne? Ne oldu? Bilgileri neler?" gibi sorular sormuştum. O değil de keşke profesyonel oyuncu olsaydım ayol hamurumda var resmen.

 

Asker formalı diğerlerine göre yaşlı duran ki bunu belirtmekten çekinmeyen Teğmen Burak Leman hızla rolüne bürünüp her sorumu itinayla cevapladı. "Adı Burçak, Burçak Vatanoğlu. Yirmi yedi yaşında. Sabah iyiydi. Sonra bir anda fenalaştı. Epeyce uzağımızdaydı. Fark etmemiz zaman aldı bu yüzden. Başta cenaze yüzünden sandık ama yanına yaklaşınca vurulduğunu gördük." Gözlerinin kızarmasını da rolüne ekleyip titrek bir sesle "Doktor kardeşim sana emanet. Kurtar onu!" diyerek repliğini bitirmişti. Hayır insan bir yakama yapışır canım böyle rol mü olur? Her neyse.

 

Geri çekilmişti. İlk kez bir hasta yakını yalvarıp yakararak hastayı bırakmamazlık yapmıyordu. Gerçi sahte bir hastamız varken neden yapsındı canım? Ama sanırım yapması daha inandırıcı olurdu oyunumuz açısından. Bunu sorgulamayı sonraya bırakarak hızlıca kurşunun giriş ve çıkışını aramaya koyuldum.

 

Tabi çelik yeleğin üstünde.

 

Giriş yarası vardı ancak çıkış yarası yoktu. Kurşun hala yeleğin içinde bir yerlerde kol geziyordu belli ki. Bir anda cebinden düşen not kağıdıyla neye uğradığımı şaşırmıştım bu plana dahil herhangi bir durum değildi.

 

"Sürprizimi beğendin mi doktor? Bizim kızı seninki sandın ama asıl seninki ölüm döşeğinde tam önünde. Kurşun zehirli. Ve zehri bilebilecek tek kişi de ne yazık ki babasıydı. Aa doğru ya babası ölmüştü. Hatta ben öldürmüştüm canım. Tüh! Yeni kavuşmuşken doğrularına ayrılmak üzücü olsa gerek. Zevkle izleyeceğim çırpınışı aptal doktor. "

 

- Zeus

 

 

Loading...
0%