Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20.Şeytanın Sofrası

@vaerosas

 

20.ŞEYTANIN SOFRASI

 

HİROYUKİ SAWANO - YOU SEE BİG GİRL

 

&

TEYA DORA - DZANUM

 

(Balkon sahnesine kadar ilk müziği sonrasında diğerini dinlemenizi öneririm ^^)

 

Lütfen satır arası yorumlarınızı ve oylarınızı atmayı unutmayın keyifli okumalar💗

 

Huzurun uzun zaman sonra kendini gösterdiği bir gece yaşamıştım. Medusa'da Alar'ın kollarında uyuya kaldığımı hatırlıyorum çünkü süper kahramancılık beni oldukça yormuştu. Kollarına yorgunluktan bayıldıktan sonra beni eve taşımıştı ama Hale'yi nasıl halletmişti bilmiyorum. Sabah kalkar kalkmaz kahvaltı yapmadan evden çıktım bu yüzden. Hapis evreninde kış kendini iyice göstermeye başlamıştı ancak evdeki pantolonları bulamamıştım. Ortalığı karıştırmak istemediğimden düz kesim desenli kahverengi bir etek, kolsuz bir bluz ve haki yeşili örgü hırka giymiştim.

 

Havalar kısa bir anlığına açılmış ve bizi yanıltmıştı şimdi ise oldukça çetin geçiyordu. Sert rüzgar dağınık saçlarımı yüzüme savurduğu için ensemde salık bir at kuyruğu yapmak zorunda kaldım. Yanıma hiç bir şey almadan apar topar çıkmıştım ama zaten burada ne telefonum ne de cüzdanım vardı. Hızlıca sağlık ocağına gidip Hale ve Balay neneyi kontrol etmeli ardından kızlar ile bu gece hakkında son kez konuşmalıydım. Kendi aramızda bir plan kurmuştuk ama tekrar etsek iyi olurdu üstelik Hale muhtemelen bizimle gelemeyecekti. Balay nenenin yanında durması gerekiyordu.

 

Kasabanın içine girdiğimde etraftaki büyücüler ve cadılarla olabildiğince göz teması kurmamaya çalışıyordum. Bu küçük kasabada herkes birbirini tanıyordu ve artık varlığımız fark edilir olmuştu. Bizim burada olduğumuzu öğrenirse diğer cadılar ne tepki verir bilmiyordum ama risk almak istemiyordum. Sessiz sedasız buradan gitmekti tek isteğim, kimsenin haberi olmadan. Çünkü biliyordum ki öğrenirlerse ortalık çok karışacaktı. Zaten yeterince kişi varlığımızdan haberdardı.

 

Sağlık ocağı göründüğünde adımlarımı hızlandırdım. Ayağıma yarım çizme giymiştim çünkü gece fazla yağmur yağmış ve orman yolu hep çamur olmuştu. Normal ayakkabılarla muhtemelen iki adım atıp yere kapaklanırdım ama bu çizmeler oldukça sağlamdı onları seviyordum. Sağlık ocağının kapısından içeri girdiğimde dünkü hemşire ile göz göze geldim. Beni gördüğü an koşa koşa yanıma gelmiş ve gülümsemişti.

 

"Merhaba hastanız için mi geldiniz?" dediğinde başımı salladım. "Kritik odadan normal odaya aldık bugün eve dönebileceksiniz vücudundaki kan sistemi normale döndü."

 

"Anladım teşekkürler. Hangi odada şu an?"

 

"Sizi misafir ettiğimiz odada."

 

Hafifçe başımı sallayıp tebessüm ettikten sonra onu geride bırakıp koridorda ilerledim. Dün kaldığımız odaya girdiğimde yatakta uyuyan Balay nene ve yanında oturan Hale karşıladı beni. Kapı sesini duymasıyla Hale hızlıca başını bana çevirdi. Yorgun gözleri ile karşılaştığımda ayaklandı. Bir kaç adımda yanıma gelip boynuma sarıldı. Kollarımı beline dolayıp ona karşılık verirken sertçe yutkundum. Ona nasıl bir açıklama yapacağımı bilmiyordum. Eğer Aral'ı öğrenirse büyük bir tepki verirdi buna emindim ve Aral ile baş edebilecek kadar güçlü olduğunu sanmıyordum.

 

Birbirimizden ayrıldığımız an açıklamaya geçmek üzereydim ki beni durdurdu. "Alar bana anlattı o yüzden açıklama yapmana gerek yok." Anlatmış mıydı? Bunu hangi ara yaptığını sorgulamıyordum bile.

 

O Alar Farzin'di, yaptıklarını anlamak zordu.

 

Alar'ın ona ne anlattığını bilmiyordum ama tezat düşecek bir şey söylememek için başımı sallayarak konuyu değiştirmeye yeltendim. "Balay nene nasıl?" diye sordum yatakta uyuyan kadına yaklaşarak.

 

"Uyandığında eve gidebilirmişiz durumu iyi neyseki."

 

Balay nenenin baş ucuna oturup saçları ile oynamaya başladım. "Bu gece balo var kızlar ile konuşmaya gideceğim." Durdum. "Sen Balay nene ile kalacaksın değil mi?"

 

"Bilmiyorum." dedi tereddüt dolu sesi. "Onu yalnız bırakmak istemiyorum ama seni de yalnız bırakmak istediğim bir şey değil."

 

Başımı çevirip ıslak yeşillerine baktım. "Onunla kalmalısın Hale. Ben başımın çaresine bakabilirim yalnız olmayacağım hem." Başımla Balay neneyi gösterdim. "Ama o yalnız kalamaz sana ihtiyacı var."

 

"Biliyorum biliyorum ama işte senin için endişelenmeden edemiyorum." Elini kucağımdaki elinin üzerine koyup hafifçe sıktı. "Sen büyükannemden sonra sahip olduğum tek kişisin."

 

Gözlerim yanmaya başladığında sertçe yutkundum. Beni aileden görüyordu. Bana değer veriyordu ve bu sahte değildi. Gerçekten seviyordu beni bu yüzden korktum. Bu sevgiyi kaybetmekten korktum. Yıllar sonra bana bahşedilen gerçek sevgiyi kaybetmekten korktum, bu yüzden avucundaki elimi sıktım. Burdayım demek ister gibi.

 

"Hale," Ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum ama bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyordum da. "Beni sevdiğin için teşekkür ederim."

 

Beni o ormanda kurtarıp yalnızlığımda boğulurken yanımda olduğun beni bırakmadığın için teşekkür ederim.

 

İçtenlikle gülümsedi. "Bende öyle Hera. Bana kız kardeş olduğun için teşekkür ederim"

 

Gülümseyerek birbirimize baktığımız sırada duyduğumuz hıçkırık sesi ile ikimizinde gözleri yatakta yatan bedene çevrildi. Yaşlı mavi gözleri ikimize bakarken dolu doluydu. Her ikisinde yaşlar düşerken minik bir tebessümle bakıyordu birbirine sabitli ellerimize. Onu iyi görmenin mutluluğu ile bende neredeyse ağlayacaktım o an ama bunun yerine onun gözyaşlarını silip dikkatlice sarıldım onu. Tek kolunu kaldırıp sırtımı sıvazladığında onu çok yormamak için bir kaç saniyede doğruldum.

 

"Daha iyi misin?" diye sordum gözlerim vücudunu iyice incelerken. Boynuna sargı sarılmıştı ama ten rengi kendine gelmişti, daha iyi görünüyordu.

 

"Daha iyiyim Hera."

 

Yarım saat boyunca Balay nenenin yanında kalıp akşam gideceğimden bahsettim o da bir kaç uyarı yapmış dikkatli olmam konusunda defalarca beni uyarmıştı. Sağlık ocağından çıktığımda öğle saatlerindeydik. Kızlar ile bugün öğle vakitlerinde buluşmak üzere uzun süre önce sözleşmiştik. Yine bizim evin arkasındaki şelalede buluşacaktık çünkü şu sıralar en dikkat çekmeyen bölge orasıydı. Altı cadının bir mekanda buluşup konuşması burada dikkat çeken bir konuydu.

 

Ben evin arkasındaki şelaleye giderken Hale'de çıkış işlemlerini yapacaktı ve muhtemelen bir saat sonra evde olurlardı. Elbise işini Alar halledeceğini söylediği için dert etmiyordum. Her baloda elbisemi seçmeye alışmıştı. Önce maskeli balo sonra da ignis balosu. Sorun etmiyordum çünkü bu diyardaki elbiselerin ne kadar pahalı olduğunu düşünürsek onları alamazdım. Normalde onunda bunu yapmasına izin vermezdim ama hem başka çarem yoktu hem de bu diyara gelip beş kuruşsuz kalmamdan onu sorumlu tutuyor olabilirdim.

 

Arkamdan hışırtı sesleri geldiğinde oturduğum kayada yan döndüm. Gelen elbette kızlardı. Her biri renkli pelerinlerinin içinde yanıma yürürken oturduğum taştan atladım. Onların aksine evim yakın olduğu için pelerin giymemiştim ama şimdi titrememe bakılırsa bu pek iyi bir fikir değildi. Havin otlardan dolayı huylanırken Hadra ve Ilım aynı anda göz devirdi. Onların aksine Açelya ve Nesli daha sakin geliyordu. Gerçi Açelya her an üzerine yabani bir hayvan atlayabilirmiş gibi tetikte geziyor ara sıra Nesli'nin pelerinine yapışıyordu.

 

Kayaya yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdiğimde kapşonlarını açarak yüzlerini gözler üzerine serdiler.

 

"Hepimiz bu gece yapacaklarımızı biliyor değil mi?" dedim tek tek her birine bakarken.

 

"Sen Alar ile birlikte üstte liderleri oyalarken biz aşşağıda şu ignis muhafızı ile yerin dibine alevlerin kaynağına ineceğiz." Açelya planı tekrar ettiğinde dudaklarım iki yana kıvrıldı. Bahsettiği muhafız Medusa'da karşılaştığım ve Alar'ın yakın dostu olan Ulaş'tı. Onu pek tanımıyordum ama Alar ona güveniyorsa kızları Ulaş'a emanet edebilirdim.

 

"Ne zaman yola koyulacağız?" diye sordu Ilım sıkılmış bir ifadeyle. Bulmaya gideceğimiz yüzük ona aitti ama kendisinde gram heyecan göremiyordum. Ama içten içe benden önce yüzüğünü alacağı için sevinçten havalara uçtuğuna eminim.

 

"Ulaş sizi beden aktarma ile balo başladığında götürecek." Bu büyü sadece ignislerin yapabildiği bir büyü olduğu için biz yapamıyorduk ama bir ignis onu size bir kere yaparsa bir kere daha yapma hakkınız oluyordu.

 

"Öyleyse sen hazırlanmaya başla birazdan gelir seninki biz de balo saatinde burada oluruz." dedi Hadra.

 

Başımı sallayarak onu onayladım. "Beden aktarma yapmadan önce iletişim büyüsü yaparak bizi birbirimize bağlamayı unutma."

 

Hadra'da onayladığında dağılmıştık. Eve girdiğimde önce Hale'nin şifalı bitki çaylarından birini ısıtıp içtim yorgunluğumu alması için. Dünkü küçük macera beni gerçekten yormuştu ama şifalı bitkilerin etkisiyle kendime geleceğimi umuyordum. Şu sıralar yemekleri çok aksatıyordum ve dünde doğru dürüst bir şey yememiştim bu yüzden Balay nenenin acil durumlar için hazırladığı sandviçlerden birini alıp çayımla birlikte yemeye koyuldum.

 

Yemeğimi bitirip bulaşıkları yıkadığımda daha iyi hissediyordum. Yukarı çıkarken bir yandan hırkamı çıkarmıştım. Odadan içeri girdiğimde hırkayı bir kenara bırakıp yatağın üzerindeki kutuya baktım. Bu davetiyenin bana geldiği kutuydu. Onu burada bırakmadığıma emindim bu yüzden tereddütle kutunun yanına gittim. Kutuyu açtığımda yine aynı saten kırmızı kumaş dışında bir şey yoktu. Kaşlarım merakla çatılırken uzanıp kumaşı kaldırdım. Kırmızı kumaş gittikçe büyürken onun bir elbise olduğunu yeni fark etmiştim.

 

Yüzümde bir tebessüm oluşurken elbiseyi üzerime tuttum. Kan kırmızısı elbise o kadar zarif görünüyordu ki hızlıca kıyafetlerimi çıkardım. Aceleci ama dikkatli bir şekilde elbiseyi giydiğimde boy aynasına yansıyan görüntüme hayranlıkla bakıyordum. Düşük omuzlu ve kabarık kolluydu. Düz bir elbiseydi ama sadece rengi bile göz alıcıydı. Eldivenleri de tıpkı elbise gibi kırmızı rengine hakimdi. Sadece hafif topuklu ayakkabılar siyah renkti ama onların da ucu kırmızı taşlarla süslüydü.

 

Yüzümde içten bir gülümseme oluşurken saçlarıma bir kaç bitkisel yağ sürüp taradım. Dalgalarım iyice belli olurken perçemleri önde bırakıp her iki yandan ince kalınlıktaki tutamları arkada tokalarla sıkıca sabitledim. Saçlarım elbisemle uyum içinde dalgalanırken takı kutusundan minik parlak küpeler taktım. Yüzüm için biraz allık ve biraz kirpiklerimi kıvırdıktan sonra ince bir eyeliner çektim. Son dokunuşu ise bordo ruj ile yapmış gülümseyerek geri çekilmiştim.

 

Kendi yansımama gülümseyerek bakarken cama vurulmasıyla irkilerek başımı o yöne çevirdim. Kahrolası sırıtan ifadeyi gördüğümde elimi hızlı hızlı atan kalbime bastırıp öfkeyle camı açtım. Geri çekilmemi bile beklemeden içeri daldığında son anda geri çekilmiştim.

 

"Kahrolası iblis beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!" Gözlerim kirli ayakkabılarına kaydı. "Alar! Çabuk çıkar şunları halı mahvolacak!"

 

Yüzünü buruştursuda ayakkabılarını çıkarıp pencerenin yanına koydu. "Oldu mu hanımefendi?"

 

Keyifle başımı salladım. "Oldu beyefendi."

 

Kendi kendine gülerken hazırlandığımı fark ederek baştan aşşağı beni incelemeye başladı. Gözleri boynuma takıldığında kaşlarını çattı. Biraz göğüs dekoltem vardı kabul ama bence kötü değil güzel görünüyordu. Ceplerini karıştırmaya başladığında kaşlarımı çattım. Bir kaç saniye sonra kırmızı küçük bir kutuyu cebinden çıkardı. Ben merakla hareketlerini incelerken kutuyu açıp içindekini aldı ve kutusunu masaya koydu. Ellerini kaldırarak gösteridiği kolyeyi incelerken gözlerim kocaman açıldı.

 

Yine kırmızıydı. Büyük kırmızı kalp şeklinde taşın kenarları ve etrafı altın parlak işlemelerle doluydu. Yaklaşıp onu boynuma takmak için eğildiğinde saçlarımı elimle toplayarak ona yardımcı oldum. Kolyenin klipsini takıp geri çekildiğinde yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Elim benden istemsizce boynuma giderken parmaklarımla hafifçe dokundum.

 

"Bu ne için?" diye sordum hala kolyeden gözlerimi alamazken.

 

"Ona iyi bak Hera çünkü o çok önemli." Başımı kaldırıp kırmızı irislere baktım. "Kalbime iyi bak Hera."

 

Sertçe yutkundum çünkü bunun anlamı tahmin ettiğimden büyüktü. Alar bana kalbini vermişti. Bu açıkça bir itiraftı ve bunu anlamayacak kadar aptal değildim. Parmaklarım kolyenin üzerindeyken aynı şekilde gülümsedim ve bunun anlamını ikimizden biliyorduk.

 

"Kalbin benimle güvende." Hislerin karşılıksız değil iblis.

 

Bembeyaz elini uzattı, "Öyleyse gidelim cadıcık. Sana şehrimi göstereyim."

 

Kıkırdarken uzattığı elini tuttum. "Göster bakalım iblis." Pencereye yöneldiğinde onu durdurdum. "Kapıdan!"

 

Ufak bir kahkaha eşliğinde ayakkabılarını alıp pencereyi kapattı. Birlikte merdivenlerden aşşağı indiğimizde askılığa yöneldim. Hale sevdiği için çeşit çeşit pelerin alırdı bu sayede kırmızı kadife bir pelerini aldım askılıkten. Balay nene ile ikisine ufak bir not bırakıp evden çıktık. Ben ne ile gideceğimizi düşünürken kapının önündeki ağaçlara bağlı iki atı görmemle cevabımı aldım. Alar elimi bırakıp siyah ata yöneldiğinde peşinden beyaz olan atın yanına gittim.

 

Tepeden bana baktı, "At sürmeyi biliyor musun bakalım?"

 

Cevabı tek hamlede atın üstüne çıkarak verdim. "Eniştemin babasının şehir dışında at çiftliği olduğundan yazları oraya giderdik o yüzden bir kaç şey biliyorum denilebilir."

 

Gülerek önüne döndüğünde atını ormana doğru sürmeye başladı. Bu orman bizim cadı kasabasına gelirken geçtiğimiz renkli ağaçları olan ormandı ancak kış ayında olduğumuz için artık yaprakları dökülmüş dalları kurumuştu. Etrafında hayvanlar bile görünmüyordu, muhtemelen bir çoğu kış uykusuna yatmıştı. Bu duruma çok özenirdim çünkü uzun bir kış boyunca uyuyarak dış dünyaya kendilerini kapatıyorlardı. Bende bu özelliğe sahip olmak isterdim. Uzun bir süre uyuyup bu dünyanın karanlığından ve koşturmacasından uzak kalmayı isterdim.

 

"Ne kadar sürede varırız?" diye sordum ona yaklaşarak.

 

"Atlarla iki saat."

 

"Erken değil mi?" Saat en fazla bir veya ikiydi biz gelene kadar üç veya dört olsa baloya altı yedi saat kalmış olurdu. Uzun bir süreydi yani.

 

"Kasabada gezebiliriz boş vaktimizde."

 

İgnis kasabasında gezilecek ne olabilirdi ki? Kafatası asılı dükkanlar mı? Ya da kandan kadehler satan bir bar mı? Orada hiç çocuk bile olmazdı yani bu çok imkansızdı.

 

"Öyle bakmayı keser misin Hera? Dracula'nın kalesini düşünüyorsun gibi hissediyorum."

 

Omuz silktim. "Tam olarak oraya gitmiyor muyuz?"

 

Baygınca bakan gözlerini kıstı. "Çok fazla vampir filmi izlemişsin cadıcık. Unutma ki biz o uyduruk yaratıklardan çok daha üstünüz ve Dracula bir hikayden ibaret."

 

"Onun gerçek olduğunu sanıyordum."

 

"Yerel halk tarafından abartılan bir hikaye." dedi gözleri yoldayken. "Aslında Dracula Ulah prensi Üçüncü Vlad'dır. Hayali bir vampir işte."

 

"Onu tanıyor musun?" Altı yüz yaşlarında olması aşamadığım bir gerçekti ama Balay neneden kat kat genç durması beni bu duruma alıştırıyordu.

 

"Yüz yüze tanışmadık ama bir kaç tanıdığım ile yakındı."

 

Daha fazla konuşmadım çünkü devamında daha ne kadar şaşıracağımı kestiremiyorum doğrusu. İgnis kasabasına yolculuğumuzun kalan kısmında sadece susup etrafı izledim. Gürültüler gelmeye başladığında ignis kasabasına yaklaştığımızı anladım. Toprak gittikçe kırmızı bir hal alırken demir kapılı girişin önüne geldik. Kapının iki yanındaki muhafızlar Alar'ı gördüğü an selam verip kapıyı açtılar. Onlarla göz göze gelmemeye çalışarak başımı hafifçe eğdim. İki yana açılmış dev kapıdan içeri girerken başımı kaldırdım. Buradan ilk çıktığımız gün sarayın arka kapısından çıkarılmıştık ve hava kararmış olduğundan hiç bir şey göremiyorduk. Görsekte ignis kasabasını incelemekle uğraşacağımı sanmıyorum o an. O sıralar başka dertlerimiz vardı.

 

"Yakınlaş bana." Dediğini yaparak atımı ona yaklaştırdım. "Şimdi kasabanın içine gireceğiz ve atları hana bırakacağız ve sen benim yanımdan asla ayrılmıyorsun cadı."

 

Elbette ayrılmayacağım canımı seviyorum sonuçta! Başımı sallamakla yetindim ve onu takip etmeye devam ettim. Etraftaki ignisler Alar'ı gördükçe selamlar vererek geri çekiliyordu bu da bana onun burada gerçekten saygı duyulan biri olduğunu gösteriyordu. Kasabanın içine doğru ilerleyip buradaki en büyük binalardan birinin önünde durduk. Buradaki tüm binalar gibi çok koyu renkli yapıya yaklaştığımızda Alar atından indi. Genç bir delikanlı bize doğru gelip onun atını alırken Alar yanıma yaklaştı. Kollarını bana doğru uzattığında atın eğerlerini bırakıp ellerimi omuzlarına koyarak atladım. Belimden tutarak beni yere bıraktığında benim atımı da almışlardı.

 

"Kapşonunu açabilirsin." dedi kollarını bedenimden çekerken.

 

Zaten beni daraltmaya başlayan kapşonu saçlarıma dikkat ederek indirdim. "Ne yapacağız şimdi?" Buraya erken gelmiştik ama yapılacak pek bir şey olduğunu düşünmüyordum.

 

"Karnın aç mı?"

 

Gelmeden önce atıştırmıştım ama yolculuktan acıkmadım desen yalan olurdu. "Biraz."

 

"O zaman önce karnını doyuralım." Elimden tutup hana doğru ilerlemeye başladığında mecburen onu takip etmeye başladım.

 

Karanlık ortama girmek bir anlığına gözlerimi kısmama neden oldu. Dışarısı kalabalık değildi ama burası ağzına kadar doluydu üstelik burada hiç pencerede yoktu. Genel olarak güneşten hoşlanmadıklarını biliyordum ama bu kadarını da beklememiştim doğrusu. Etrafı aydınlanmak tavanın ortasında kocaman, mumlarla çevrili bir avize vardı. Bazı duvarlarda da gaz lambaları yanıyordu. Koşelerde bir masaya oturduğumuzda hemen arkamızdan bir garson yanımıza gelmişti.

 

"Efendim her zamankinden mi?" diye sordu garson.

 

Alar karşısında oturan bana baktı. "Misafirim için çok pişmiş et ve hafif bir şarap bana her zamankinden olsun dostum."

 

Hay hay gibisinden başını sallayan garson uzaklaşırken yüzümü avuçlarıma yaslayarak etrafa bakınmaya başladım. Olabildiğince kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordum ama tanıdık bir simayı gördüğümde durdum. O da beni fark etmiş olmalı ki önce kaşlarını çattı ardından keyifle sırıtarak yanımıza gelmeye başladı. Başımı Alar'a çevirdiğimde aynı yere bakıp göz devirdiğini gördüm. Anlaşılan o da fark etmişti.

 

"Selamlar Heracık seni ignis şehrinde görmek ne büyük şeref!" Aral yanıma kurulup bacağını diğerinin üzerine atıp rahatça kolunu arkama doğru attı.

 

Baygın gözlerle ona döndüm. "Aynı şeyleri bende söylemek isterdim ama şeref ve sen aynı cümlede fazla absürt durursunuz." Ona karşı ısınamamıştım çünkü ona bakmak Balay nenenin kanlar içindeki boynunu bana hatırlatıyordu.

 

Yüzü saniyelik olarak düşerken hemen kendini topladı. "Yine çok şakacısın cadı!" Kendi kendine kahkaha attığında gözlerimi devirdim, o sırada garson da gelip siparişlerimizi bırakmıştı.

 

Alar'ın önündeki kanlı eti gördüğümde neden çok pişmiş dediğini de anlamış oldum. Kendi önümdeki etle oyalanmaya başlayıp Aral'ı görmezden gelmeye çalıştım ama asla susmuyor konuşup duruyordu. Derin bir nefes aldım, yeni bir cümle için ağzını açtığı an elimin arasındaki bıçak benden bağımsızca tabakta ki ete saplandı. Metalin tabağa çarpma sesi ile Aral en sonunda susmuştu.

 

Hafifçe başımı salladım. "Aral sabrımı zorluyorsun ve ben sınırlardayım." Bıçağı etten çıkardım. "Anlatabiliyor muyum?"

 

Göz devirdi. "Fazla abartıyorsun cadı."

 

"Hayır tam yerinde tepki veriyorum. Bir tılsımın etkisinde olsanda ben yerde kanlar içinde yatan o kadının bedenini sana baktıkça hatırlıyorum ve bu uzun sürede geçmeyecek anlıyor musun?"

 

Yüzü düşerken cevap vermeden kalkıp gitti. Ona sert mi çıkıştım diye düşünüyordum ama hislerimi açıkça ona söylemek benim için daha doğru bir seçenekti. Fazla umursayacağını düşünmüyordum da zaten. Yemeğime geri döndüğüm sırada aklıma takılan soruyla başımı kaldırdım.

 

"Aral ile yakın mısın?"

 

Ağzındaki lokmayı yutup başını kaldırdı hafifçe. "Yeğenim." dedi sakince.

 

İçtiğim şarabı neredeyse püskürtmek üzereyken kendimi son anda durdurdum. Yeğenim demişti değil mi? Onun nasıl bir hayat hikayesi olduğunu bilmiyordum ama yeğeni olabileceğini hiç düşünmemiştim hele de bu kişi Aral iken. Gerçi yüz hatları birbirine oldukça benziyordu ve tanımasam bende akrabalıkları olduğunu düşünürdüm. Meğerse gerçekten akrabalarmış.

 

"Ağabeyim öldürüldüğünde onu evlat edindim. Belirli bir yaşa geldiğinde onu ignise dönüştürdüm."

 

"Yani önceden insandın?"

 

Bıyık altından güldü. "Elbette öyleydim Hela. İgnisler çocuk sahibi olamaz."

 

Yutkundum. "Hiç biri mi?"

 

Yüzü keyifli bir hali alırken masada üzerime eğildi. "Birbirleriyle evet ama erkekler bir iksir ve ya büyüyle kısa süreliğini organlarını canlanırarak bu sayede çocuk sahibi olabilir. Şey gibi düşün, vücudumuzdaki tüm sistem donmuş ve hareket etmiyor."

 

Başımı salladıktan sonra omuz silktim. "Neyse beni ilgilendirmeyen bir konu sonuçta."

 

Alayla güldü, "Emin misin?"

 

"Elbette!" Hızlı hızlı yemeğime geri döndüğümde susup konuşmamaya karar verdim artık. Konuştukça batıyordum ciddi anlamda.

 

Yemek işini bitirdiğimizde Alar hesabı ödemiş sonra da çıkmıştık. Genç çocuklar atlarımızı getirdiğinde Alar'ın yardımıyla ata bindim. Saray buraya yarım saatlik uzaklıktaydı ve biz handa iki saat kadar oyalanmıştık. Davet vakti yaklaştığından sarayda durmak daha mantıklı gelmişti hem bu sırada etrafı inceleyebilirdim. İşime yarayacak her bilgi benim yararımaydı.

 

İgnis kasabası gerçekten ürkütücüydü ama düşündüğüm gibi de değildi. Karanlık bir havası vardı ama normal bir kasaba gibi görünüyordu. Hava karadıkça dışarı çıkmaya başlayan kişiler görünüyordu ama burada gerçekten hiç çocuk yoktu. Fazla sessiz bir yerdi. Halk gen. ve güzeldi. Hepsi büyüleyici bir güzelliğe sahipti. Onlara bakmaktan kendimi alamıyordum.

 

Ben etrafı incelerken ignis sarayına gelmiştik. Bu ürkütücü saray büyük bir görkeme sahipti. Burada yaşayanlar yirmi seneden bir kaç çağ birden atlamışlardı ama orta çağ sisteminden pek kaçamamışlardı. Günümüz modasından çok uzaklardı. Kırmızı gökyüzünün arasındaki büyük saraya geldiğimizde muhafızlar hemen yanımıza gelip atlarımızı almıştı. Saraydan içeri girdiğimizde pelerinimi hizmetlilerden birine verip Alar'ın uzattığı koluna girdim. Buraya üçüncü gelişimdi ama tam olarak hiç bir yeri bilmiyordum.

 

Koridorda ilerlemek üzereyken koridorun başından üstümüze gelen bir muhafızla durmak zorunda kaldık. "Efendi Alar!" Muhafız hızlıca bir selam verip doğruldu.

 

"Sorun ne?" diye sordu Alar telaşlı muhafıza.

 

"Efendim acil ilgilenmeniz gereken bir durum var!"

 

"Nerede?"

 

"Beni takip edin efendim."

 

Alar bana döndüğünde gülümsedim. "Sen git ben etrafta gezinirim." Onaylamaz ifadesine rağmen kolundan çıktım. "Hadi sana ihtiyaç varmış git çabuk."

 

Hafifçe onu ittirdiğimde başını salladı. "Dikkatli ol ben hemen döneceğim." Bir anda beni kendine çekip alnıma minik bir öpücük bıraktığında gözlerim kocaman oldu.

 

Gülümseyip uzaklaştığında kıpkırmızı olduğuma emindim. Arkasından fazla beklemeden koridorlarda gezmeye başladım. Saray fazlasıyla büyüktü ama bazı koridorlarda çok az oda vardı bu da bana oradaki odaların daha büyük olduğunu düşündürmüştü. Sarayı gezerken en üst kata geldiğimi yeni fark etmiştim. Buranın bir alt katında balo salonu hazırlanıyordu. En üst kata çıkarken buranın sarayın sonu olduğunu tahmin edememiştim ama anlaşılan burası son duraktı.

 

Kırmızı koridorda gözüme çarpan tablolara yaklaştım yavaşça. Bir çok resim vardı ve altlarında isimleriyle birlikte ünvanları yazıyordu. Hepsinin yanında liderlik numaraları ve lider oldukları yazarken sadece Hadar'ın isminin altında kral ünvanı vardı. Kibirli yüz ifadesi bekliyordum onun fotoğrafında ama dümdüz bakmıştı fotoğrafa oldukça isteksizdi ve yüz ifadelerini okumak çok zordu. Ondan bir önceki tabloda en fazla otuzlu yaşlarında bir adamın fotoğrafı vardı. Siması Hadar'a çok benziyordu ve oldukça tanıdıktı. Gözleri ve saçları aynı renk kırmızıydı. Bembeyaz teni biçimli burnu ve dudakları vardı. Yüzünde buradaki tüm resimlerin aksine bir tebessüm vardı. Öyle içtendi ki kendimi tablıya gülümserken buldum.

 

"Aralarından bir tek babam ilgini çekti anlaşılan." Tanıdık ürkütücü sesi duyduğumda irkilerek başımı çevirdim.

 

Yüzümdeki gülümseme anında silinirken vücudum kaskatı kesildi. Tablodaki adam gerçekten Hadar'ın babası olmalıydı ama anlamıyorum böyle bir babanın oğlu nasıl böyle olabilirdi.

 

"Aralarında tek mutlu olan o gibi görünüyor." dedim tablodaki adamı göstererek.

 

Başını yere eğip güldü. "Aslında en mutlu olmayan oydu. Sadece acılarını gizleme noktasında çok iyiydi." Gerçekten gülüyor muydu bilmiyorum ama yüz ifadesini göremiyordum.

 

Gözlerim tekrar tablodaki adama çevrildi. Hadar acılarını çok iyi gizlediğini söylemişti. Gülüşüne mi gizlemişti tüm acılarını?

 

"Gitme vakti Heracık." Kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Balo saati başlayacak ufaklık."

 

Başımı sallayarak önden inmeye başladım. Açık konuşmak gerekirse ona güvenmiyorum, eğer büyü isteğimiz dışında yapılmasa şuracıkta kanımı alırdı. Balo salonuna indiğimizde buranın çoktan hazırlandığını ve kalabalıklaşmaya başladığını gördüm. Aralarında tanıdık yüzler de vardı. En başta beni fark eden cadı kralı Akçan kaşlarını çatmış neden burada olduğumu sorguluyordu muhtemelen. Başında büyük bir büyücü şapkası vardı, taşlarla süslenmiş bir taç gibiydi. Sirenlerin biricik kraliçesi Amaris ile gözlerim kesiştiğinde saygıyla selam verdi. Aynı şekilde ona karşılık etrafa bakmaya devam ettim. Ruh koparanların kralı ve kraliçesi ise bir köşedeydi. Yanlarında kızları Hazel'de tüm ihtişamıyla oturuyordu. Bir kaç tanımadığım lider daha vardı muhtemelen ama yaklaşıp beni gördüğünden beri el sallayan Alora'nın ve Kalea'nın yanına gitmeye karar verdim. Amaris'de yanlarındaydı hem. Herkes gibi onlarda kırmızı ve oldukça güzel kıyafetler içerisindeydi ama Amaris bu durumdan hoşnut değil gibiydi. Sonuçta ateş ve su iyi anlaşamazdı.

 

Alora hemen gelip bana sarıldığında dudaklarım iki yana kıvrılarak ona karşılık verdim. "Hera nasılsın? Seni burada görmeyi hiç beklemiyordum ama çok güzel bir tesadüf olmadı mı sencede?"

 

Gülerek başımı salladım. "Evet Alora çok güzel bir tesadüf oldu. Bende sizi gördüğüme çok sevindim." Birbirimizden ayrıldığımızda yan yana oturduk. "Lavena yok mu?" Huysuz kız ortalıkta görünmüyordu.

 

"Köyün başında durması için birinin kalması gerekiyordu." dedi Kalea. Varlığımı çoktan hissetmişti muhtemelen. Kanatları elbisesinin içinde değildi görkemle parıldıyordu. Gözlerinde kırmızı işlemeli bir göz bandı vardı.

 

"Anlıyorum." Köyü öylece başı boş bırakamazlardı elbette. Bu defa Amaris'e döndü başım. "Siz nasılsınız?" diye sordum nazik bir tavırla.

 

Amaris gülümsedi. "Teşekkürler cadı iyiyim. Senin ve arkadaşlarının sayesinde iyiyiz."

 

"Görevimi yaptım , her şey yolundaysa ne mutlu bana." Amaris başını sallayarak tekrar teşekkür ederken garsonlar masaya bir kaç bardak bıraktı.

 

Upuzun bir masadaydık ve burada bir sürü atıştırmalık ve içecek vardı. Her çeşit içkiden bırakıyorlardı. Herkes bu masadaydı en başta ise elbette Hadar vardı. Muhtemelen elinde tuttuğu kırmızı kadehin içinde kanlı bir şarap vardı. Görkemli kadehlerden birini aldım. Alora gibi pembe kadehlerden birini aldım çünkü en güvenli onun aldığı diye düşünüyordum. Masada neredeyse hiç yer kalmamıştı. Ruh koparanlar, cadılar, sirenler, ormandan gelenler, ignisler, ay bekçileri. Sanırım burada var olan tek ırk bunlardı ya da en güçlüleri. Ve tüm liderlerin arsında da ben.

 

Salondan son giren telaşlı telaşlı etrafa bakan Alar'dı. Gözleri beni bulduğunda yüzünde rahatlamış bir ifade oluştu. Daha sonra görüşeceğiz der gibi gözleriyle işaret verdiğinde omuz silkerek kıkırdadım. Alar kralın sağ tarafına oturduğunda bunun anlamını biliyordum. Artık masa tamamen dolduğunda Hadar oturduğu yerde doğruldu. Aslında herkes kendini toparlayarak doğrulmuştu çünkü anlaşılan toplantı vaktiydi.

 

"Hera beni duyuyor musun?" Aniden zihnimde yankılanan sesle irkildim. Bu ses Hadra'ya aitti. "Sarayın zeminine giriş yapmak üzereyiz sende durum nasıl?"

 

"Toplantıya başlanılacak daha yeni ama çok acele etmeden hızlı davranın."

 

"Tam olarak ne arayacağız ipucunu tekrar et."

 

"Kan dolu bardaklar, yalandan kahkahalar. Vals müziği eşliğinde sinsi planlar. En önemli olanı en derinde saklar şeytan. Cehennem sıcağının içinde dans ediyor lavlar."

 

"En derine ineceğiz öyleyse. Lavların en belirdiğin olduğu bölgeye."

 

"Evet, dikkatli olun Hadra."

 

"Sende öyle sonuçta şeytanın sofrasındasın."

 

Hadra'nın sesi kesildiğinde buradaki konuşma başlamıştı.

 

"Belki bilmeyenleriniz vardır ama bir kaç ay önce askerlerim Balin'e gitti. Altı cadıyı almak için." Bu noktada gözleri bana döndü. "Onları alıp getirdik. Aralarından biri bu masada hatta." Artık herkesin gözleri bana çevrilmişti. Yabancı seslerin konuşma sesleri duyulurken Hadar konuşmaya devam etti. "Şimdi büyüyü neden bunca süre yapmadıklarını merak ediyorsunuz muhtemelen. İsterseniz bunu bizzat onlara soralım. Hera?"

 

Derin bir nefes aldım. Bunların olacağını tahmin etmiştim gerilmeme gerek yoktu hem buradakilerin bir çoğu amacımı da biliyordu zaten sadece diğerlerine de açıklayacaktım.

 

Başımı kaldırıp tek tek liderlere baktım. "Ben Hela Pamira, evet dünyada doğup büyüyen son ay cadısıyım." Saçlarımı hafifçe omzumdan geriye ittirdim bu sayede dövmem daha çok görünür bir hal almıştı. "Bir kaç ay önce ignisler tarafından zorla alı konulduk. Tüm hayatımızı bizden alıp bizi hiç bilmediğimiz bir evrene getirdiler zorla." Gözlerimi sertçe ignis kralına çevirdim. "O büyüyü yapmayacağız. İsterseniz bizi burada sonsuza kadar tutun ama masum insanlara zarar vermenize izin vermeyeceğiz."

 

"Masum mu? O insanlar senin ırkını bu evrene hapsetti." Artık Hadar'da ciddileşmişe benziyordu çünkü gözlerindeki öfkeyi görebiliyordum.

 

"Bunun üzerinden yirmi sene geçti orada yeni doğan kaç masum var haberiniz var mı? Size bunları yapanların bir çoğu çoktan öldü bile!" Sesim yüksek çıktığında müzik kesilmişti. "Burada isteyerek olamasa da size kocaman bir evren bahşettiler. Kralcılık oynayabileceğiniz kendinize ait topraklarınız var! Gözünüzü bürüyen bu intikam hırsı yüzünden sahip olduklarınızın farkına varamıyorsunuz!"

 

Balin'de ki arkadaşlarım, halam ve eniştem, yüzlerce yeni doğmuş bebek ve küçük çocuklar. Onların hiç birinin suçu yoktu.

 

"Yorulmadınız mı kan dökmekten?" Artık hepsine hitaben konuşuyordum.

 

"Biz Hera ve arkadaşlarının yanındayız. Büyüyü desteklemiyoruz." Yaşlı gözlerimi Kalea'ya çevirdiğimde başının ignis kralona dönük olduğunu gördüm.

 

"Siren halkı da öyle." Bir sonraki atak Amaris'den geldi. Bir çift okyanusu andıran gözlerini kısmış sertçe Hadar'a bakıyordu.

 

"Yeterince kayıp yaşadık Hadar. Daha fazla acıya gerek yok." dedi ruh koparan kralı Arion.

 

"Biz Hera'dan yanayız." diyerek destekledi eşi kraliçe Azura.

 

Hadar düz ifadesine rağmen yumruklarını sertçe sıkıyordu. Alnındaki damar öfkeyle kendini belli ederken masanın büyük kısmı bizi destekliyordu. Bir tek cadı kralı Akçan ve ay bekçilerinden ses çıkmıyordu. Onların gözleri de Hadar'daydı. Akçan muhtemelen Hadar'dan yanaydı çünkü o aptal Hadar ne derse onu yapıyordu. Ay bekçilerinin orta yaşlı kralı ise hiç bir duygu belli etmeden Hadar'ın tepkilerini izliyordu.

 

Sertçe yutkunduğunda adem elması belli olmuş ardından gözleri tekrar bana dönmüştü. "Eninde sonunda Hera, eninde sonunda ikna olacaksın. İster kendi isteğinle ister zorla." Artık kendini tutamadığı çok belliydi. Yüzünde duyguları sallamak için yalandan bir sırıtma vardı ama içinde bir ejdarhanın ateş çıkardığı belliydi.

 

"Beni tehdit mi ediyorsunuz bayım?" dedim alayla. Yüzüme onun gibi sahte bir sırıtma yerleştirmiştim bile.

 

"Ben tehdit etmem Hera yaparım.." dedi yüzü ciddileşirken. "Balonun keyfini çıkar." Ayağa kalktığında muhafızlar onun için kapıyı açmıştı.

 

Hadar çıkıp giderken sahte ifadem yok oldu. Aynı öfkeyle gözlerim parlarken ellerim masanın altında yumruk oldu. Burayı dağıtıp defolup gitmek istiyordum ama kızları tehlikeye atamazdım biraz daha oyun oynamam gerekiyordu.

 

"Hadra ne durumdasınız?" Yaptıkları büyü sayesinde zihinler aracılığıyla konuşabiliyorduk.

 

"Gittikçe yaklaşıyoruz, Ulaş az kaldığını söylüyor."

 

"Bitirin şu işi sonra da defolup gideceğiz."

 

"Bir sorun mu var?"

 

"Hayır, hayır yok." Yalan söyledim, her zaman bir sorun var.

 

Kırmızı şarap kadehlerinden birini alıp kafama diklediğimde kısa bir süreliğine sakinleşmek adına gözlerimi kapattım. Müzik sesi kulaklarıma dolarken gözlerimi açtığım gibi Alar'a çevirdim. Göz göze geldiğimizde hızla ayaklandı. Yanıma gelip elini uzattığında tereddüt etmeden elimi avucunun içine bıraktım. Müziğin hafif ritmiyle sahneye çıkarken ikimizde konuşmadık. Elini belime koyduğunda bende elimi omzunun üstüne koydum. Boşta kalan ellerimiz buluştuğunda birbirimize uyum sağlayarak pistte hareket etmeye başladık.

 

Kulağıma doğru eğildiğinde ılık nefesini tenimde hissettim. "İyi misin cadım?"

 

Yutkunurken arasında santimler olan gözlerimizi sabitledim. "Cadım?"

 

Dudakları iki yana kıvrıldı. "Cadım, benim cadı kızım." Tanrım ne yapmaya çalışıyordu tüm sinirim bir anda uçup gidiyordu! "Yüzün neden bu kadar kızarık acaba?(!)"

 

"Allıktan!" dedim hızlıca. "Yanaklarıma sürmüştüm biraz, fazla kaçmış herhalde."

 

Kaşları alayla havalandı. "Büyülü bir allık sanırım bir anda kendini belli ediyor baksana."

 

"Dalga geçmeyi bırakıyor musun yoksa ben şu ay bekçisi oğlanla mı dans edeyim?"

 

Yüz ifadesi anında ciddileşirken sırıttım. "Kimseyle dans yok tamam susutum işte!"

 

Kahkaha atmamak için kendimi tutarken sessizce güldüm. "İyiyim Alar." dedim ilk sorduğu soruya değinerek. "Öfkeliyim sadece ama geçecek. Buradan kurtulduğumda hepsi bitecek."

 

Gözlerine hüzün çöktü sanki bir an. "Senin kurtuluşun benim terk edilişim." Yutkunduğumda eli belimi daha sıkı tutarak beni kendine yasladı. "Kurtul bu evrenden Hera. Sana acı veren her şeyi geride bırakıp mutlu ol."

 

Şimdi o hüzün benim içime çöktü. "Seni bile mi?"

 

"Beni bile."

 

İstediğim buyken neden bu gerçek şimdi artık kalbimi acıtıyor iblis? Anlam veremiyorum buna, nasıl bu kadar çabuk yer ettin kalbimde kendine?

 

Hafifçe ona yaklaşıp başımı boynuna doğru gömdüm. "Hava almak istiyorum."

 

Adımlarını anında başka bir yöne çevirirken diğerlerini yok sayarak müzik ritmiyle ayaklarımız dans ederken yavaş yavaş uzaklaştık oradan. Balo salonunun balkonuna geldiğimizde avucun içerisindeki elimi omuzuna doğru uzatıp kendime doğru çektim onu. Ellerimi ensesinde birleştirip sarıldım ona. Hiç beklemeden yer etti elleri belimde. İkimizde birbirimize sormadık bir şey ama ruhlarımız konuştu sanki birbiriyle. Hafifçe geri çekilip artık kızıl olan gözlerine baktım. Gözlerim dudaklarına kaydığında bedenim alev aldı sanki. Boynumdaki kolyenin ağırlığı kendini belli ederken yaklaştım yüzüne. Minik bir buseyi dudaklarına bıraktıktan sonra fısıldadım bu defa dudaklarına.

 

"Artık benim kalbimde sana emanet iblis." Sana verdiğim kalbi kırma olur mu?

 

Kırık bir tebessüm yer etti dudaklarında. Hafifçe geri çekildiğimde balkonun trabzanlarına birlikte yaslanıp baktık koca şehire. Bu yükseklikten cadı kasabası bile görünüyordu belki kulenin en tepesinden tüm kasabalar. Kocaman bir evrenin canavarlarının yaşadığı kasabalar. Burayı sevmiyordum ancak içinde yaşayanlar arasında sevdiğim bir çok kişi vardı. Buradan giderken tek düşüneceğim onlardı.

 

"Bu yüzükten sonra son bir yüzük kalacak değil mi?"

 

Başımı salladım. "Sonuncu, beşinci yüzük. Benim yüzüğüm." Kurtuluşum.

 

"HERA!"

 

Zihinimde yankılanan Hadra'nın telaşlı sesi ile korkuyla sıçradım. Alar'ın gözleri anında bana dönerken Hadra hala ismimi sesleniyordu.

 

"Hera yüzüğü aldık ama bir sorun var burası yıkılıyor!"

 

"Alar aşşağısı yıkılıyormuş!" dedim şokla.

 

"Kahretsin! Hadar her an fark edebilir hemen kaçmalarını söyle-"

 

Bir anda deprem olurmuş gibi sallanmaya başladığımızda dengemi kaybetmek üzereyken hızlıca tuttu beni. İçeriden korku dolu çığlık sesleri gelirken kalenin sabit durduğunu ama sallananın biz olduğumuzu görmek ikinci bir şok geçirmeme sebep oldu.

 

"Kalenin çekirdeğiyle oynamış olabilirler Hera buradan çıkmalıyız." Hareket edemediğimi fark ettiğinde kolumu sıkıca tuttu. "HERA HEMEN!"

 

Kendimi toparlayarak onunla birlikte koşmaya başladım. Balkondan çıkıp balo salonuna girdiğimizde bir anlığına durmak zorunda kaldık. Liderler ve aileleri panik içindeyken askerleri onları korumaya ve bir yandan onları dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Alar onların arasından bizi sıyırarak salondan çıkardığında kimseye bakamadım bile. Sanki hareket edemiyordum tek başıma vücudum donup kalmıştı.

 

Elbisenin kumaşının içinde kalmış safir tenimi yaktığında acıyla inledim. Alar'ın adımları durduğunda kolumu ondan kurtarıp safiri elbisenin içinden çıkardım.

 

"Tanrı aşkına ne yapıyorsun Safir?!" Durup dururken ne oluyordu böyle? Çıkmamız gerekiyordu buradan neden durduruyordu beni?

 

Biz orada öylece durduğumuzda koşarak gelen liderler bizi fark etmeden ayırdığında merdivenlere doğru dizlerimin üstüne düştüm.

 

"HERA!" Alar'ın gür sesini duyduğumda kalabalığın arasında onu aradı gözlerim. Ama birbirimize çok uzak kalmıştık.

 

Safir bir kez daha beni yaktığında bu sefer çok daha büyük bir acı hissettiğimden hafif bir çığlık attım. Acı dolu sesimi duyan Alar daha çok bağırıyor ama kalabalığı yarıp yanıma gelemiyordu. Acıdan dolayı yanan gözlerim dolarken avucumun arasındaki safire baktım.

 

"Neden yapıyorsun bana bunu?"

 

Safirin içinden mavi bir ışık yükselmeye başladığında korkuyla çektim avucumu. Safir elbisenin üzerine düşerken içinden çıkan ışık hüzmesi bir ruh gibi hareket ederek merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Engel olamadığım dürtüyle ayağa kalkıp eteklerimi toplayarak peşinden koşmaya başladım. Alar'ın arkamdan seslendiğini duyabiliyordum ancak safirin böyle bir şey yapması normal olamazdı. Bunun bir nedeni olmalıydı ve bunu öğrenmek zorundaydım.

 

En üst kata çıktığımızda tabloların yanından hızlıca geçtim. Gülümseyen adamın gözlerini üzerimde hissettim o an. Sahi ismi neydi o adamın? Yüzüne o kadar dikkatli bakarken neden ismine bakmamıştım hiç? Şimdi de bakamazdım ona ama ismini bilmesem de siması ezberimdeydi tanımadığım bu adamın. Safirin içinden çıkan mavi ışık koridorun sonundaki ahşap kapıdan içeri girdiğinde bir anlığına durdum. Kapı kilitliydi. Demir bir kilit takılmıştı ve sadece anahtarla açılabilirdi.

 

Sağ elimi kaldırıp kilide doğru uzattım. "Unlock!" Kilit açılıp yere düştüğünde tok bir ses yankılandı ancak bu seste duyulacağını sanmıyordum. Zaten bu kattaki tek oda buydu.

 

Kapıyı ittirip içeri girdiğimde tekrar arkamdan kapattım. Işık karşımdaydı ama kitaplığın önüne geldiğimde aniden kayboldu. Odadaki hiç bir şeye dikkat etmeden sadece kitaplığa dikkat ettim. Kitaplıkta sadece bir kaç kitap vardı ve bunların her birinde latince yazılmış başlıklar vardı. Bu kitaplar diğer ırklara ait bilgilerin yazıldığı kitaplardı çünkü her birinde onların isimleri yazıyordu. Bunun benim ne işime yarayacağını ve safirin neden beni buraya getirdiğini düşünürken ayağım sert bir şeye çarptı.

 

Yüzümü buruşturup başımı eğdiğimde bunun kitaplığın altında olduğunu gördüm. Dizlerimin üzerine oturup ahşap küçük sandığı aldım. Artık sallantıyı hissedemiyordum. Parmaklarım titrerken kutuyu kucağıma koyup kapağını açtım. Görmeyi beklediğim neydi bilmiyorum ama burada bir çok resim vardı. En üstte bir bebeğin resmi vardı. Onu elime alıp henüz kundakta olan bebeğin resmini elime aldım. Hiç tanıdık değildi, arkasını çevirdim belki başka bir şey vardır diye ama sadece tek bir harf vardı.

 

H.

 

Yanında bir nokta ile sadece h harfi vardı. Anlam veremeyerek başka bir fotoğrafı aldım. Bu fotoğrafta duvardaki adamın resmi vardı ama hala anlayamıyordum. Onu da bırakıp başka bir resim aldım. Bu resim ters duruyordu ve arkasında latince bir cümle vardı. Cor meum, kalbim. Parmaklarım titrerken fotoğrafı yakınlaştırıp düzüne çevirdim. Yine o adam vardı ama yalnız değildi. Yanında bir kadın vardı. Siyah beyaz olsada tanıdık kızıl saçları biliyordum. Diğer elim titreyerek dudaklarıma kapanırken gözlerimden düşen yaşlar fotoğrafı ıslattı. Kalbim tekledi tüm vücudum aynı anda titremeye başladı.

 

Fotoğraftaki kadın benim annemdi.

 

"Anne..." dudaklarımdan bir fısıltı gibi döküldü bu isim. İlk kez rüyalarım dışında sesli bir şekilde dile getirmiştim bu kelimeyi.

 

Kollarını yanındaki adama dolamış gülümseyerek bakıyordu kadraja. Yanındaki adamda onu kendine doğru çekmiş aynı içtenlikle bakıyordu gülümsemeyle bakıyordu kameraya. Gülüyorlardı, annem ve ignis lideri gülümseyerek bir karenin içinde duruyordu. Dudaklarımdan ardı ardına hıçkırıklar dökülürken safirin tanıdık ince sesi duyuldu.

 

"Dök göz yaşlarını ayın kırık kızı. Hatıralar havuzunda sakladılar kurtuluşunu gizlediler senden kim olduğunu. Kaç kurtar kendini acıdan, uzak dur yırtıcı bekçiden koru kalbini şeytandan."

BÖLÜM SONU

 

 

instagram hesaplarım;

 

@hatedogru

 

@vaerosass

 

 

Loading...
0%