
Aşkın Nur Yengi - Yalancı Bahar
İyi okumalar!
Pencerenin önüne dizdiğim çiçeklerden odaya dağılan kokunun genzimden içeri usulca sızıp ciğerlerime bayram havası yaratması odamda sevdiğim nadir olaylardan birisi sadece, odaları sevmem normalde; bana hep bi sıkışmışlık hissiyatı, kapandaymış havası veriri beni boğar.
Bu arada ben İris.
Mahallenin çiçekçisi; nam-ı değer çiçekçi kız.
Mahallenin girişinde küçük, tatlı bir çiçek dükkanım var. Küçüklükten beri çiçekleri severdim, ama eğer hayat izin verseydi çiçekçi dükkanım olmaz daha farklı bir meslek yapıyor olurdum. Çiçekleri seven tarafım hobi olarak kalır, asıl mesleğim aşık olduğum spordan gelirdi.
Üzerime geçirdiğim ceketin önündeki fermuarı boğazıma kadar çekerek sıkıca kapattım. Türkiye'nin neresinde olursanız olun soğuk hep bir başka oluyor, Antalya da olmanız ayrı bir değişiklik söz konusu buraya kar yağmıyor ama karın soğuğunu kar görmeyenler nasipleniyor. Çok değişik çok!
Sabahları çok soğuk olup öğleye yakın havaların ısınıp sonrasında tekrardan soğuyan tek memleketiz. Bu hayatta bu soğuktan bu denli şikayet edeceğim aklıma gelmezdi, severdim soğukları. İnsanı kendine getirir, hayallere dalmanıza engel olur, gerçeklerden uzaklaşmamanızı sağlar. Boğazınıza dolanan yalanlardan, sırtınıza binen günahlardan, ellerinize bulaşan kandan daha masumdur soğuk.
Masum olan çocuklar var bide, oturdukları yerden suçlanan, gülüşleri çalınan o masum çocuklar, çocukluklar. Biten onca hayatın üzerine hayat kurmaya çalışan zihniyetler, var olmaması gereken soylar. Hepsinin sonlarının ellerimle yok etmek isterim, hepsinin nefeslerine son vermek isterim.
Bu mahallede yaşamak güven veriyordu insana, samimiyeti, sıcakkanlılığıyla sarıp sarmalıyordu. Belki anne-baba kolları kadar değildi ama etrafınızı saran atmosfere engel olamıyordunuz. Aileniz yoksa bile var hissiyatına hemen adapte olup, sanki yıllardır buradaymışsınız gibi hissediyorsunuz.
Yaz buraya çabuk gelip geç gider, dört mevsimin üçünde yaz yaşar kışın yüzünü zor görürsünüz. O zaman diliminde görmemeyi dileme olasılığınız çok yüksektir. Üç aydır buradayım, yılları devirmiş gibi hissediyorum. Daha önceden dükkanım burada olsa da biz yeni taşınmıştık. Hem dükkana yakın hem de son zamanlarda artan kira fiyatlarından sonra bütçemizi zorlamayacak derecede küçük tatlı bir ev bulmuştuk. İleride belki küçük, bahçeli bir eve geçiş yaparız, apartmanda olmak bana göre değil pek. Bana bahçelerim olmalı, her sabah penceremden çiçeklerimi görmeliyim. Şimdilik pencere kenarına koyarak yetinmeye çalışıyorum. Gerçi bazen yetindiklerimiz gözlerimizin yansıması olabiliyor.
Ev dediğiniz çatısı olan çok odacıklı bir kutu. Ama hayat size bazı şeyleri ters gösterdiğinde evin çokta çatıyla alakası olmadığını erken yaşta sokakların tadının damağına yapıştığında daha iyi anlıyorsun. Bizim ev diye gözümüzde büyüttüğümüz o çok odalı kutunun bizi sadece yağmurdan, soğuktan koruduğunu öğreniyorsunuz, meğerse kalkan hiçbir eli indirmeye gücü yokmuş aksine seslerin düşmanıymış diye düşünüyorsunuz.
Ev sevmem. Hele ki ses yutan evleri, hiç.
Sesim çok kez duvarlara çarpıp çarpıp geri döndü. Kaç kez duvarlarda eskidi bileklerim, saymadım. Saysaydım, yaşıyor olmazdım. Yaşamak için vazgeçtiğim hayallerime hala gülerim, gülerim çünkü ağlarsam pişman olur her şeyi yakar geri dönerim. Geri dönersem kurduğum düzen tepetaklak olur düzenimiz. Bu saatten sonra kurulan düzeni ne bozmaya ne de yeniden inşa etmeye gücüm var.
Kapı açıp anahtarı ağızından aldım. Koluma taktığım çantamın ön gözüne koydum. Asansörün düğmesine basmamla şanslı günümün hatırına hemencecik açılıverdi. Açılan sensörlü kapıdan içeri girmeye yelteniyordum ki ayağımı atamadan dışarıda kaldım çünkü asansörün içi bavulla doluydu. Belli ki yine üst katlara birileri taşınıyordu.
Umutsuzlukla merdivenlere yöneldim. Her zaman bozuk olan aletin şimdi çalışası tuttu ama şimdide içine girilmeyecek derecede dolu. Hay şansıma! Yer de para bulan bana sosyal deney çıkar da bende şans mı olur? Merdivenlerin dili olsa da benim neler çektiğimi böyle hiç susmadan anlatsa da şans halime üzülüp birazda bana uğrasa keşke.
Ağzımın içinden içinden taşınan kişilere sövüyordum, kardeşim sabahın köründe zorun ne de işe giden insanların asansörlerini işgal ediyorsun! Kendi işimin patronu olduğum işe gittiğim günlerde saatinde gitmeyeceğim diye bir kural yok. Normal işe gitmediğim günlerde de sabah erkenden kalkar çiçeklerimi sulardım, cam kenarında çürütülen bir hayatlara bir daha yenisini eklememek için.
Apartmandan çıkıp sokağın köşesini hala ağzımın içinden söverek dönüyordum ki diğer sokağın başında toplanan kalabalıktan çıkan sese şahit oldum. Aydınlık yine güne aydınlı bir sabaha merhaba demiş anlaşılan. Ayağımdaki spor ayakkabılarımın olmasının bir lütuf olduğuna inanarak kalabalığa doğru koştum. Ayırmazsak olay daha büyür. yangınlı bir hal alırdı. Yanlarına ulaştığımda yerde yatan tek beden vardı, üstünde onu öldürmeye niyetli biri daha vardı.
Ayaklarım bir daha hareket etmedi. Ellerim buz kesti, boğazıma bir el dolandı. Bedenimi bir korku sardı, sarmaladı beni çocuk yaşıma götürdü. O sokaklara bir anlığına gittim geldim, o sokakta yatan bedenin içi titredi. İçi titredi, benim burada içim gitti.
Sadece bir kaç saniye içerisinde göz ucuyla beni gören abimin eli havada asılı kaldı. Beni fark edip ayağa kalkıp, sırtı bedenimin yanında bana dönük olacak şekilde elini yerde yatan bedene doğru salladı.
''Seni bir daha bu mahallede görürsem, seni dünya üzerinden silerim. Bana yarım bıraktığım işi tamamlattırma!''
Sesinde müthiş bir sinir vardı, hızlı soluklarıyla inip kalkan omuzlarıyla ayağa kalkınca derin bir nefes aldı. Kelimeler ağzımdan çıkmaya can atıyordu, ama benim ağzımı dahi açacak gücüm kalmamıştı. Onu gördüğüm an ayaklarımdan saç diplerime kadar uzanan bir çekilme vardı. Kurtuldum, bak işte bitti dediğim anda niye çıkıyordu karşıma? Yetmedi mi yaptıkları? Daha kaç kez ölmem gerekiyordu? Ya da kaç ölüm gerekiyordu durmasına?
O eli burnunda yerden destek alarak yağa kalktı. Korku ile geriye doğru minik bir adım attım. Bu saatten sonra fiziksel bir zarar veremez ama ruhumda açtığı yaralara daha çok tazeydi. Yeni filizleri boy vermiş, toprağın suyu bile kurumamıştı. Gözlerinde ki saf nefret gözlerimle çarpıştı. Seneler sonra ilk defa göz göze geliyordum, her zaman ondan kaçırdığım gözlerim artık daha cesurdu.
Aksayan bacağı ile bir adım attı an elimi kaldırdım. ''Sakın, yaklaşma!'' sesim fısıltıyla ayağım altındaki asfalta düştü, kırıldı paramparça oldu. Abim kolunu önüme siper niyetine uzatıp benim arkasına geçirdi. Her zaman olduğu bu anda da beni korumaya çalışıyordu.
Bana tekrar adım attı, ben korkakça bir adım geri attım, abim benimle beraber adım attı. Nefesim, ciğerime onlarca iğne batıyormuş gibi durmadan canımı acıtıyordu. Sabah özenle taradığım saçlarım esen rüzgarın etkisiyle gözlerimin önüne tel tel döküldüğü sırada minik minik attığım adımlarım sırtımın sert bir göğüs kafesine çarptığı esnada aksayarak durdu.
Rüzgar sadece saçlarımı dağıtmakla kalmadan burnuma ciğerlerimi yakan bir koku dolduruverdi. Hafızamın bir daha unutmayacağı bir kokuydu. O an sırtıma değen bedenden cesaret aldım, attığım ne kadar geri adım varsa abimin kolunu indirip ileri yürüdüm. Anlık oluşan cesaretim ona yaklaştıkça önümde küçülse de belli etmedim, çıktım bir yola geri dönmek istemiyorum.
Kanayan burnundan elini çekti, yüzünde günden güne uzayan kirli sakalı vardı. Aksayan bacağına hızlı bir bakış attım. Onu ben yaptım, acımadan bacağına geçirdiğim cam parçası kendi ellerimle yaptığım teraryumun ortasında yerleştirilmiş vaziyette odamın en göze çarpan yerinde duruyordu. Yıkamadım. silmedim kirli kanıyla içinde.
Arkama bakmadan, bakıp da cesaretimin büyüsünü bozmadan ona tekrar adım attım. Ona ilk karşı ilk zaferim, ve son olmayacak.
''Kızım,'' iğrenç sesinden yayılan kokan nefesi aramızdaki birkaç adımı geçerek bana ulaştı. En son bana böyle seslendiğinde hiçbir şeyden haberim yoktu, bana yapacağı kötülüklerden hemen önceleriydi. Ne kanardım o kızım diye seslenişine, ne hızlanırdı kalbim. Çocukluğumun mahvolan yıllarında ellerinin izi var, sen nasıl hissetmedin benim bedenimden koparılıp alınan çocukluğumun çığlıklarını? Ben sana çok kez seslendim, küçücük ellerim çok yukarı baktı.
''Bana senin öyle seslenmeye hakkın yok, sen o hakkı yıllar önce beni o kapıda bıraktığın gece kaybettin.'' dedim hiddetle, senelerin öfkesi sesimde hırsını alamamış kurt misali usul usul dolanıyordu.
Seneler sonra çıkıp, gelip bana babalık mı yapabileceğini sanıyordu. Kapılarda sabahladığım gecelerde neden sesimi yok saymıştı o zaman, pişman olacağını bile bile soğuk yataklarda uyutmuştu? Neden baba, neden? Ölüler sırtüstü gömülürken neden beni yüzüstü bıraktın?
Kalın kaşlarının altından bana baktığı katran karası gözleri hala eskisi gibi soğuk, izbe bir sokağı andırıyordu. Buraya nazaran gözlerinde şimşekler çakıyordu, hala elleri titrer vaziyette sol eliyle bacağını tutuyordu. Gözlerim her iki saniyede bacağına kayıyor, kendimden nebze nebze nefret etmemi sağlıyordu. Ben birini sakat bırakmıştım, ben babamın bacağına cam saplamış onu ömür boyu sürecek bir uğraşın içine amansızca atmış, tüm kalbimin hisleriyle bunu doğru olduğunu başka kurtuluşumun olmadığına kendimi anlatmış, inandırmaya çalışmıştım. Ve geçen yıllarda da şuna kanaat getirmiştim, eğer ben onu bu hale getirmeseydim bir çocuğun sadece bedenini değil ruhunu da başkalarına izin vermiş olacaktım.
''Beni bir dinlesen, bir konuşsak sana her şeyi anlatacağım.''
Onu daha fazla yalanlarına dinlemeyecek ve buradan gidecektim, yıllarca yalanların içinde filizlenmiş, çiçek açamadan boynunun bükülmesine izin verilmiş küçük bir çiçektim, yeniden güneşi görüşmüşken gölgenin serinliğini özleyemem.
''Benim seninle konuşacak tek kelimem dahi yok, hadi yallah başka kapıya!'' İçimden git gide yükselen cesarete engel olamıyordum. İçimdeki kız çocuğu dile gelmiş, kaşlarını çatarak o bir zamanlar karşısında nefes dahi almaya korktuğu adama kafa tutuyordu.
''Ben senin babanım!'' Sesini yükseltmiş o sırada burnunda kuruyan kanı bir hışımla silmişti. ''Bana bakmak ve yaşlandıktan sonra sorumluluklarımı almak senin görevin!'' demiş yüzünü iğreneceğim bir vaziyete getirmişti.
Ne hakla böyle cümleler kurabiliyordu? Başımıza toplanmış olan mahalleliye aldırmadan alaycı bir kahkaha atıyorum başım geriye düşerken. Sonra aniden ciddileşerek şimdilerde benden bir iki santim kısa olan bedeninin üzerine eğildim.
''Senin kulaklar ağır işitir olmuş, yok sana burada açık kapı. Şimdi nerden geldiysen, oraya! Hadi naş!'' dedim yarı alaylı sesimle.
Laflarımdan sonra yüzü düşmüş, sinirleri gerilmişti. Açılan burun deliklerinden derin derin nefes alıyor benim söylediklerimi kendine yedirmeye çalışıyordu. Yüzsüz yüzsüz buraya geldiği yetmiyormuş gibi gelmiş birde yapmadığı babalığın hakkını istiyordu.
''Seni ben büyüttüm be!'' iğrenç sesinden dökülen yalanlar güldürüyor, sadece ona acımamı sağlıyordu. Büyük acınası aciz bir insan, nefretimi dahi hak etmiyordu. ''Sen gelmiş bana vurmasına izin veriyorsun? Sen nasıl bir evlatsın?'' Sesinden oluk oluk kibir akıyordu, sinirlenmemek, sakin kalmak git gide benim için zorlaşıyordu.
''Ya bak hala konuşuyor, lan bas git geri kalan kemiklerini de kırıp eline vereceğim o olacak!'' ses tonundan ben bile korksam da yerimden milim bile kıpırdamadım. Abim şiddetle öne atılsa da vurmak gibi çabaya girişmedi, sadece üstten baskı kuruyordu.
''Sen hiç karışma! Abi-kardeşiz diye millete yutturuyorsunuz geri kalan zamanlarda neler yapıyorsunuz Allah bilir!'' İma ettiği şeyle sarsıldım. Kafam suçlulukla eğildi, doğruydu öz abim değildi. İma ettiği durumların hiçbirinin esamesi evimizin duvarlarından bile içeri girmemişti. Abimdi o benim, sığındığım tek liman.
Artık son raddesinde olan sinirimle abimin hamle yapmasına gerek kalmadan, içimden taşanlarla üzerine doğru yürüdüm, benim halimi görünce geri adım atsa da aksayan bacağı çokta izin vermemişti.
Yakalarından tuttuğum gibi bir tur sarstım. ''Ulan şerefsiz, senin ağzından çıkan her kelimeyi götüne sokarım! Abim lan o benim! Öz ya da üvey olsa ne yazar, yüreği senden büyük olduktan sonra.'' Yakasından sıkı tutarak geriye doğru ittirdim., kuvvete dayanamayan zayıf bedeni ilk gördüğüm andaki haline gelmişti. Yere düşmüş, düştüğü an dirseğinin üzerinden kalkmaya çalışmıştı. İzin vermeden yerde duran eline bastım, acı çığlığı tüm sokağı kapladı bir zamanlar attığım çığlıklar gibi.
O acının içinden kopup gelen iğrenç sesi beni durdurdu. ''Aynı bana benziyorsun, tek farkımız ben fahişe damgasına maruz kalmadım.'' Acı çığlığı durmuş, çektiği acıyı umursamadan benim canımı yakmaya çalışıp, başarmanın yolunu arıyordu.
Ayağımı çekmeden yüzüne eğilip, dirseklerimi dizlerime yasladım. ''Fahişe lafından gocunurdum ama şimdi anlıyorum ki hiçbir fahişe senin kadar namusuz bir hayat yaşamadığına kalıbımı basarım, bedeni satanlar ruhunu satanlardan daha çok haysiyetlidir ve sana benzediğim doğru ama aramızdaki fark ben senin kadar onursuz bir yaşam sürmüyorum.'' Ayağımın ucuyla kolundan itekledim.''Şimdi, siktir git!'' dedim yerden kalkıp abimin yanına geçerken, arkamda duran bedenin varlığını hissetsem de dahi boş inatla dönüp bakmadım, tepeden vuran güneşle gölgesi bedenimi üzerine düşmüş, adeta içine hapsetmişti.
Yerden kalkıp ağzını dahi açmadan elinin acısının yanı sıra bacağını tutarak mahallenin çıkışına doğru yürüyüp gözden kayboldu. Onun gözden kaybolduğunu gördüğüm an bedenim sendelemiş, hemen yanımda duran abime tutunmuştum. Üzerimden çabuk atamadığım kötü bir histi, buluttu, o benim bu hayatta tanıdığım ne kadar kötü tanım varsa oydu. Bir gram bile yaşamanın ne demek olduğunu tattırmamış birine geri kalan ömrümü niye feda edecektim ki? Sadece kan bağımız var diye mi, artıklarını bana yedirdi diye mi affedeceğim? Aldığı yıllarım bakacağım yılların alacaklısı olsun, kapıma dahi gelirse bu saatten sonra yemin olsun alacaklı yılların hıncını çıkarırım.
Omzuma kolunu attan abimin beline sardım kolumu, arkamızı dönüp o sokaktan geri kendi sokağımıza giriş yaptık, yanından geçip gittiğim adamın sadece göz ucuyla haki yeşili tişörtünü görmüştüm. Yüzüne bakmak istemedim, aslında şuan kimsenin yüzüne bakamazdım. Utanmıştım. Kafamı abimin tam kalbinin üzerine yasladım.
Arkamda duran dağ mıydın, yoksa üzerime yıkılan bir tepemi ayırt edemedim. Yaşım on dokuz baba, yılların hesabında on bir yıl eksik çıkıyor. Matematiğim iyi değil, sen hesapla, kaç gün ediyor, kaç saat, kaç dakika? Ben saymadım, cesaretim hiç olmadı. Bana yaslan ben varım, demedin. İnsan çocuğuna bakmaya kıyamazken, sen nasıl kokumu merak etmedin? Eğer merak edersen bir kokum yok, saçımdan uçuşan bir şampuan kokusu bir de bir kaç kremin karışımı baba, eğer bir gün merak edersen diye dedim, merak etmediysen etmişsin gibi davran, inanırım.
Babamın yerini doldurmaya çalışan candan öte bir abim vardı, öz değildi belki ama birbirimize bunu hiç hissettirmedik. Birbirine yaslanan hangi dağ geri çekilme gibi bir vicdansızlıkta bulunabilir ki aynı durumun içerisinde. Sırtımızı birbirine dayadık ve üstümüze üstümüze yürüyen o koca dağlara kafa tutuyoruz, belki ölürüz ama mücadelemiz güzel.
Eve yaklaşırken telefonumu çıkarıp dükkandaki çalışan kıza bugün gelmeyeceğime dair mesaj attım. Bu halde işe gidemezdim, suratımın halini gören müşteriler geri kaçar bende en kısa sürede batarak rekor kırardım artık. İşten ziyade, şuan yatağımın içinde, yorganı kafama kadar çekmiş dört-beş yastığa gömülmüş olmak istiyorum ve mümkünse bir hafta kadar orada kalmak. Zaten mümkün olsaydı bazı şeyler bu halde, bu durumda olmazdık.
Sabah nasıl çıktığım kapıdan çok geçmeden ne halde geri giriyorum, hayat işte yolunu şaşırtmakta üstüne yok. Hep bi zor sınavlar, hep bi yamaçlı düzlükler; hiç mi yok bu hayatın güzel tarafı, hiç mi gelmiyor bahar, yaz? Sınavın ne kadar zorsa yolun sonu kadar güzel diyorlar, soruyorum şimdi; sonu yoluna ne zaman geleceğiz? Ölünce mi yoksa sevilince mi?
Ben artık ruhsuz sabahların ölü toprağıyla değil, o torağın yeşerten kısmıyla boy vermek istiyorum, gün her gün bizim için batarken, güneş niçin başkaları için doğuyor? Ben artık günü soldurmak değil, günü açtırmak istiyorum.
Abim evin kapısını açarken ben hala kolunun altındaydım, tek eliyle kapıyı açıp beni önden yavaşça içeri gönderdi. Kapıdan içeri girmeyen abime baktım.
''Benim bir kaç işim var, onları halledip geleceğim çiçeğim, sen şimdi git güzelce dinlen. Söz veriyorum, uyandığında evde olmuş olacağım.''
Kalması için ısrar etmedim, bildiğini yazıp bildiğini okuyacaktı. Konuşmadan başımla onayladım, eğilip anlıma içli bir öpücük kondurdu. Arkasını dönüp hızla merdivenleri geri inip kapıdan çıkarak gözden kayboldu, arkasından uzunca bakıp bende içeri girdim. Kapı gürültüyle kapanırken apartmandakilerin rahatsız olup olmadıkları umurumda bile değildi. Bugün olabildiğince insanlardan, herhangi bir canlı varlıktan uzak olmak istiyordum. Odama geçerek penceremi açıp kendimi yatağın üstüne geliş güzel attım. Kafamın içinde dönüp duran dönme dolap işine bir son vermeli ve beni acilen rahat bırakmalıydı.
Yorganın altına girip kafama kadar çektim, pencereyi açarak soğuğu bile isteye içeri girmesine müsaade ettim. İçim sıcağı soğumuyor, beni sürekli yangınlı havalarda dolaştırıyor bir türlü rahata ulaşmama izin vermiyordu. İçimi yangınlara sürükleyen onca sebep varken, o yangını dizginleyecek sadece bir kaç sebep vardı.
Pencereden içeri dışarıdan çok çeşit koku gelirdi, çiçek kokusu, bazen parfüm kokusu, sokağın tozlu çocuk kokusu, ama şuan aralarından ayırt edebildiğim yumuşak, taze kokan portakal çiçeğini andırırken hafif baskın erkek kokusuna benzer bi tazelik vardı, burnumun aldığı en iyi kokulardan biriydi sanırsam. Kokunun vermiş olduğu mayhoşluk bedenime ilaç etkisi yaratmış, uykumu getirmişti. Gözlerim tuhaf bir huzurun eşiğinde kapandı.
...
Gözlerim içeriden gelen ufak tefek tıkırtılarla açtım. Hava kararmaya yüz tutmuş, güneş yeni batmıştı tahminimce. Kapalı olan pencereye karşı gülümseyerek üzerimden yorganı atarak yatakta oturur pozisyona geldim. Belli ki odama abim girmiş pencereyi kapatmış ve görünüşe göre çiçekleri bile sulamıştı.
Çiçeklere karşı nötr olsa da benim için bu inceliği göstermesi içimi sımsıcak yaptı. Bana kıyamayıp hayatımda ön planda tutuğum şeylere değer vermesi aramızdaki olmayan kan bağının önemsiz olduğunu kanıtlayan nitelikli bir kanıttı. Yataktan kalkıp, düzeltmeden odadan çıktım. Yine yatacağım yeri toplayayım ki yine dağınık olacak, değişen tek şey benim eforumun ölçüsü ve bugün gram enerji harcayasım yok.
Mutfaktan gelen mis kokuları takip ederek içeri geçtim. Mis kokulara karışık iki erkek sesi vardı, birinin abim olduğuna eminim ama diğer kişiyi tanıyamamıştım. Konuşmanın ortasında mutfağa balıklama atlayarak mutfağa girdim. Beni gören abimin odağı bana kayarken arkası dönük olan adamı tanışmıştım, çünkü mutfağa girdiğim an ciğerlerimi buram buram dolduran kokuyu artık ölsem hafızamdan silinmezdi ayrıca hala üzerinde aynı tişört vardı.
''Abim, iyi uyudun mu?'' diyerekten ayağa kalkmış anlıma öpmüş, kolunu omzuma atmıştı. İyi uyumuş, birazda olsa dış dünya ile bağlantıyı kesmek iyi gelmişti. Şuan odaklandığım tek konu karnımın aç olması ve benim onu doyurmam gerektiği. Abime sesli cevap verme niteliğinde bulunmadan kafamı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım.
Mutfağımızda artı bir olarak oturan adını dahi öğrenme zahmetinde bulunmadığım kişiye ufak bir bakış atıp, adım atma zamanın geldiğini varsayarak elimi uzattım. ''Merhaba, ben İris, İris Kızıltan.'' dedim nezaketen yüzümde bulundurduğum yalancı tebessümümle.
Bir elime, bir yüzüme baktı. Bir kaç saniyenin ardından elini uzatarak ismini söyleme zahmetinde bulundu. ''Çakır Vardar.'' sesindeki yabancı tını hoşuma gitmemişti. Beni ilk görüşüne göre fazla önyargılı ve tuhaf bakıyordu. Ben ise saf gibi iyi niyetimin vermiş olduğu zorunluluğun altında ezilerek sanki yapmazsam karşımdaki kişiye ayıp olacak diye iletişim kurmaya çalışıyordum. Ya iyi niyetimi suistimal etmeye çalıştı ya da sadece önyargıyı tabelasını yıkamamış evcileşmeyi bekleyen mağara adamıydı. Birinci niyet ikincisine göre daha masumdu, en azından sonuç-sebep ilişkisi kurulabilir bir olanak sağlıyordu.
Elimi sıkan eli saniyeler sonra elimden çekilmiş, kişisel alanıma yaydığı negatif enerji hızlıca ortamımı terk ederek ruhum sancılı bir kaç saniyeden kurtarmıştı. Elini çektikten sonra göz kontağını bozmadan duvar dibinde olan sandalyeden faydalanarak sırtını duvara dayamış, yeşil gözlerini bana sabitlemişti. Biri bana bakmaya devam ettiği sürece bende bakmaya devam eder, gözlerini benden çekmesini beklerdim. Ve şuan çok tuhaftı, sadece bir dakika önce tanıştığım adam bana gözlerini dikmiş bakıyordu, ki bu hiç insan canlısı bir bakış değildi, bende pes etsin diye ona bakıyordum. Harika! Kötü başlayan günümün güzelleşme seansı sadece dakikalar sürmüştü.
Gömleğiyle ile aynı renk olan gözlerini çekme gereği duymuyor, adeta kişisel alanımı işgal ederek saygısızca davranarak ilk görüşte verilen puanın düşük olmasını sağlıyordu. Ve ben bundan rahatsız olmaya başlamıştım, küçük çocuk gibi kaşlarımı çatmıştım ve biraz daha devam ederse dil bile çıkarabilirdim.
Kaşlarımı çattığımı görünce onunda kaşları çatıldı. Tam ağzımı açmaya niyetlenmişken abim kendisinden oda da olduğunu hatırlatarak göz temasımı kesmişti. ''Yemek yer miyiz? Çok güzel tavuk sote yaptım.''
Beni kolunun altından çıkararak tavanın üzerine kapatmış olduğu kapağı kaldırdı. Sıcak olan sotenin buharı havaya karışmış mis gibi gelen kokunun kaynağın kendisinin olduğuna kanaat getirmişti. Şu hayatımda gerçek olan keskin kararlardan biri abimin benden iyi yemek yaptığıydı. Temel yemekleri ayrı bir güzel, diğer özel olarak hazırlanan yemekleri ayrı bir tutkuyla yapıyordu. Abimi alan kızın şimdiden gani gani şansa sahip olduğunu, abime baktıkça tahmin edebiliyordum.
''Bayılırım!''
''Bayılırım!''
İkimizin aynı anda verdiği cevaba abim gülmüştü, ben ise şaşkındım. Bana bu kadar zıt yaklaşan biriyle ortak zevkimizin çıkması şaşırtmıştı. Zıt kutuplar birbirini çeker teorisi bir noktada tezini doğruluyor, bilim yanılmaz, yoluna emin adımlarla devam etmeyi tercih eder.
Gözlerimiz ortak noktanın merkezinde buluşup küçük bir şaşkınlık geçirdiler ve bu durum çabuk atlatıp birbirlerinden kaçarak odak merkezlerini değiştirdiler. Oyalanmamak adına, abimin diline düşmemek için desek daha doğru olur, sofranın kurulmasına yardım ederek eve gelen misafir nasıl ağırlanması gerekiyorsa o şekilde davranarak masayı iki kişi çok çabuk hazırladık.
Yemekler yenmişti, abim yemekleri yaptığı gerekçesiyle bulaşıkları bana bırakarak salona geçmişti. Ben ise bir elimde bardak, diğer elimde tabak mutfağın penceresinden dışarı da olan klasik salı akşamı olayına bakıyordum. Karşı komşumuz Nevin ablanın kocası yine kapıya dayanmış yaptığı hata için kendini affettirmek için yalvarıyordu. Elindeki poşet ve çiçeğe bakacak olursak suçu kesinlikle hafif olmalıydı. Nevin abla pek nazlı bir kadındı ve fazlasıyla alından, Salih abi ise her zaman ki gibi ne yaptığını bilmeyerek kendini affettirmeye çalışıyordu. Aralarında hiçbir zaman çok büyük kavga olduğunu ya da Salih abinin bir kez bile bıktığını bir kaç ayda duymamıştım. Karısının bir dediğini ikiletmeyen biriydi.
Onların bu halleri tiyatro sahnelerini aratmıyor, bize canlı canlı seyrettirmekten çekinmiyorlar. Çoğu zaman gülmekten çenem ağrırdı, bazense buruk bir tebessümle izlerdim. İmrenirdim, böylesine kırmadan, incitmeden, ne yaparsa yapsın, suç Nevin ablanın dahi olsa üste çıkma kompleksi olmadan sakince konuşmayı bilen biri hayatıma girsin isterim.
Daha fazla pencere önünde vakit geçirmemek için bulaşık yerleştirme işine geri döndüm, geri dönmemle birlikle kapıya yaslanan birini görmeyi beklemiyordum. Korksam da soğuk kanlılığıma şükrederek sadece irkilmiştim. Bir kaç saniye ters ters baktıktan sonra elimdekileri makineye koydum.
''Sen hep böyle sinsi sinsi yaklaşır insan mı korkutursun?'' dedim elimdeki işi bırakmadan. Bir yandan işime devam ediyor, içini temizlediğim tabakları sıralıyordum.
''Pek huyum değildir,'' dedi kafasını eğerken, utanmış gibiydi. ''Seni öyle gülerken görünce rahatsız etmek istemedim.'' dedi elini ensesine atıp. Eli bir kaç saniye oralarda oyalanıp geri yerine düştü.
Cevap hiç beklemediğim yerden gelince anlık bir duraksama yaşadım hatta şok geçirdim. Sadece bir saat önce itici bir tavrın yanı daha çok önyargıyla yaklaşarak tavır sergileyen adamın böyle bir incelik göstermesi beni şaşırttı. Kapı pervasına yasladığı omuzlarını kaldırıp bana doğru bir yön çizdi.
''O zaman dengesizlik sende bir huy, doğru bildim mi?'' dedim elimdeki çatalı havada sallayarak alaycı bir tavırla.
Az önceki yumuşak tavrını hiç bozmadan pencerenin önüne giderek aşağı baktı. Bense onu gözlerimle takip ettim. İnsanların genel huylarıydı bu sinirliyken her haltı ye, sinirin geçince sanki yapan kendisi değilmiş gibi hayatına devam et, oh ne ala memleket!
''Bingo!'' dedi hiç rahatsız olmaksızın, onun bu rahat tavırları beni şu kısacık saatlerde boğmaya yetti. Allah'ım büyük konuşmak istemiyorum ama eğer şuan gıcık olduğum ve elimde olsa bir kaşıkta boğmak isteyeceğim adamı kaderime yazdıysan, yalvarırım sil. Bununla ömür değil bir gün bile geçirilmez.
Eğer şuan gülüyorsam bilin ki olası bir cinayette çok yakınız demektir, bazı katiller gülerek öldürür kurbanını ama benim kahkaha atarak 1.90'nın üzerinde olan bu koskoca ormanların en koyu yeşilini gözlerinde taşıyan-ki devlete çalıştığı çok belli olan- bu devi boğarak öldüren ve bu cinayetten mutlu olduğu için vatan haini bile ilan edilebileceğim tuhaf bir noktadayım.
''Peki, bir doktor yardımına başvurmadın mı? Zira insan hayatı karartmaya ve onları katil etmeye baya bir yatkınsın da, bu tavırlar karşısında insanın bir kaşıkta boğası geliyor da!''
Umarım sesimdeki alaycı ve bir o kadarda sinirli ama gülerek söylediğim cümlelerin tonundan sezilen imaları anlamıştır, gerçi baya açık söyledim ama..
''Doğru insanlar bendeki bir şeye çıldırıyorlar ama bu huylarım olup olmadığını tartışılır.''
''Güç, güzellik geçicidir.'' dedim bulaşık makinesinin kapağını kapatırken. İma ettiği şeyi anlamıştım ama herkeste olanın bende olmasının ne anlamı kalır ki bütün duyguyu saf ve temizken yaşayamadıktan sonra. İnsanın bedenin değil içinin temiz olması gerek, dış her türlü halledilir.
''Güvenme gözüne bir söz yeter üzülmesine, güvenme güzelliğine emaneti veren geri ister estiğinde, derler bilir misin?'' Kalçamı tezgaha dayayıp öyle devam ettim sözlerime. ''Sen istediğin kadar güzel, yakışıklı ol insanın birbirine evvela içi gitmesi gerekir.''
"İçimin gitmediğini nerden biliyorsun?" dedi arkasına yaslanırken. Gözlerinin harelerine yerleşen başka biri ifade vardı, anlayamadım. "İçim belki o kadar gidiyordur ki, artık tutamıyordum."
"Biri var yani?" dedim şaşkınlıkla, böyle ustaca bir gıcıklığa ve ön yargıya sahip birinin gardını indirmesi şaşılası bir olay.
Yanağına baskı yapan dudakları orada bir küçük çukur açtı, sonra oturduğu yerden ayağa kalktı. Ortama yayılan enerji farklı bir boyuta ulaştı, tavana doğru süzülen kesinlikle kötü bir reaksiyon değildi.
"Var," dedi bana doğru bir adım attı. "Ama," dedi tekrardan adım attı. "Onun bundan haberi yok." dedi, adım attı. "Şayet olsaydı konuşuyor değil," Yanına gelen bedenini üstüme eğilerek, ellerini iki yanıma koyarak kişisel alanımı işgal etti. "Şu tezgah üzerinde konuşmak dışında her şeyi yapmasına müsaade ediyor olurdum."
Nefesi nefesime karışacak kadar yakında olması bir tık dengemi bozsada, tavrımdan taviz vermeyerek benden uzun olan boyuna inat kafamı kaldırıp burnumun dikine konuştum.
"Evlenmeden bide?" dedim hal ve hareketlerine ayak uydurarak.
Sağ işaret parmağını gözümün önüne gelen saçımı eline doladı, gözleri saniyelik saçımda oylanıp tekrar gözlerimle buluştu. Küçük bir iç çekti ve ben anlamadım.
"Tek sözüne bakar. Tek sözüne, rızası olduğu an." dedi açık açık. Tavrını saklamadan, niyetini dümdüz söyledi.
"En azından rızasını aldın. Ülkenin geldiği noktadan sonra en azından hâla 'rıza' kısmını düşünen birileri var." dedim iki elimle omuzlarına vurarak kendimden uzaklaştırmak için hamle yaparken. Vurdum vurmasına ama yerinden santim oynamadı ve çabam boşa gitti.
"Bize öğretilen ilk değer şuydu; eğer karşındaki kişinin gözünde bir onay görmüyorsan, saç teline dahi dokunma, derlerdi."
Kendini geri çekerek kişisel alanımı doldurduğu koca cüssesi ile karşımda durdu. Saçım boşlukta kalarak yanağımda kendine yer arayarak az önce dolandığı sıcaklığın yokluğunda kayboldu, saçımın daha fazla süzülmesine müsaade etmeden kulağımın arkasına iliştiriverdim. Kısa yakınlığın etkisi geçmek bitmiyordu sanki hiç uzaklaşmamış gibi hissettiriyor.
''Keşke eski zamanlarda yaşasaydım, baksana öğretilen, öğüt edilen laflara. Şimdi ise hiç yarın yokmuş gibi kalp kırıp, düşünmeden insan canı yakabiliyoruz. Eskiden bir evin önüne sarı çiçek konduğunda oradan geçen sokak satıcıları arabalarının seslerini kapattıkları dönemden, cenaze gününde düğün yapan bir döneme geldik. Nasıl evrim geçirdik nasıl insanlık böyle bir vaziyet almış aklım almıyor, biz mi her geçen gün geri gidiyoruz yoksa bu çağın medeniyeti bu insanlığımı kabul etmiyor aklım almış değil.'' dedim içimi dökerek, bir babanın bile sevgisini göstermeden bütün hayatını feda ettiği çocukluklar mazide kalmıştı.
"Belkide bu çağda doğmamızın bir nedeni vardır? Eğer evren seni bu zamanda istediyse sana ihtiyacı vardır." dedi kapıya doğru giderken. Ardından öylece beni mutfakta bırakarak koridorun karanlık boşluğunda kayboldu.
Evren seni bu zamanda istediyse sana ihtiyacı vardır.
Bir kişi olabilirim, tek beden olabilirim ama bir kadın olarak kalplerimizin bağlılığında milyonlarca kolum, kulağım, gözüm var. Bedenen tek ruhen çok fazlayız.
Arkasından bakmayı keserek üstümdeki önlüğü çıkarıyordum ki mutfağa abim elinde poşetlerle girdi.
"Markete gidip çerez alıp geldim, şimdi hazırlarım, sende meşhur kahvenden yaparsın. Hep beraber oturur sohbet ederiz." Elindeki poşetleri tezgaha koyarak konuştu, ardından mutfak dolabından tabak çıkarmak için yukarı uzanıp aldı.
Fark ettiğim gerçeklikle gözlerim şaşkınlığını vermiş olduğu reaksiyonla kocaman açtım.
Kesin asker bu dev, kesin! Değilse abim gittiği an, ve geri dönüş yolunu hesaplayıp, ardından geldiğini anı hissedip, ve ardından tam zamanında mutfaktan çıkması. Çakala bak sen! Ulan madem abimden korkuyorsun, ve bu kadar zekisin, ne diye abime söyleceğim gerçeğini göz ardı ediyorsun?
Bu konun cephesini beynimin içinde arka taraflara atarak, şuanlık abime yardım etmeye koyuldum. Aldığı çerezleri tabakalara ayırıp, sonda dakika vazgeçtiğimiz kahveden sonra sıcak su koyarak çay için ön hazırlık yaptım.
Masaya yerleşen tabaklar ve gelen çayla hep beraber oturma odasındaki küçük masaya geçtik.
Çaylar içilirken abimle, Çakır aralarında muhabbet ederken ben dahil olmamaya tercih ediyordum. Konuşmak, konuştukları futbol camiasına dair haberlerin kritiğini yapmak şuan hiç cazip gelmiyordu.
Ben hâla bu dev kılıklı hanzonun ne gibi bir karaktere sahip olduğunu ve benle ne gibi bir derdi olabileceğini çözmeye çalışıyorum. Hayır yani, bu sabah dışında başka bir yerde görmemiştim. Abimin sayılı arkadaşı olmasına rağmen bu adamla yeni tanışıyor olmam garibime gitse de, sorgulamadım. Nasıl olsa abimin arkadaşıydı, güvenmese beni tanıştırmazdı.
Biten çay bardağını elimde döndürüp duruyordum, gözlerim bir noktaya doğru takılı kalsa da dikkat tamamen ortamda konuşulan konuyu duyacak ve anlayacak şekilde soyutlamamıştım.
"Bu hafta gidiyor musun?" Abim, elindeki bardağı masaya koyarken sorduğu soruyla konuşulan klasik konuların dışında farklı bir soru sormasıyla üzerine konuşulan konu kapanmış oldu böylelikle.
"Gidiyorum." dedi Çakır dalgın bir sesle. Sanki gitmek istemiyorda mecburiyetten gidecekmiş gibi çıkıyordu sesi.
"Ne zaman dönersin? Uzun sürer mi diğerleri gibi?"
"Uzun mu?" dedi alaylı bir tonla. "Belki dönmem, dönemem." diyerek bitirdi kurduğu alaylı ama içinde gizlenen hüzünlü cümlelerini.
Belki dönmem mi? Dönemem mi?
Neden böyle hissettiğimi anlayamadım başta, şaşırdım, üzüldüm. Çünkü insanın ölmesi bile zahmetli bir olaydı. Ölüm, zordu.
Bile bile ölüme gitmek, her yüreğin harcı olmadığı gibi korkar kalpler içinde sancılı bir ölüm olarak tarihi tekerrürden ibaret kılar, ancak cesursan yüreğin atar kendini öne.
"Zor mu?" dedi abim ne diyeceğini şaşırmış vaziyette, çünkü o da öyle biri cevap beklemediği göz bebeklerine yerleşen şaşkınlıktan anlaşılıyordu.
"Her zaman zordu, bu sefer zorlaştıran biri var," elini usulca tişörtün üzerinde kalbine koydu. "Buranın seçimi belli," elini bu sefer anlına koydu. "Buranın da."
Arada kalmışlık, hangisini seçersen seç diğerinin eksik kalacağı bir seçim. Zordu, karar vermek, birinden vazgeçmek, ancak üzmeyi ve üzülmeyi göze alabilen birinin yapabileceği bir olanaktı. Ben yapamazdım sanırım.
Sonra derin bir nefes aldı, gözleri masanın üzerinde olan örtünün desenlerinde oyalandı biraz.
"Biliyor mu?" dedi abim bu suskunluğun üzerine.
"En acısıda bu," sustu ve benim ona baktığım gibi gözlerini bana çevirerek cümlesini tamamladı. "bilmiyor."
Gözlerimi suçlu bir çocuk misali masaya çevirdim. Gamsız gözüken ya da gözükmeye çalışan insanların içinde birilerinin bilmediği hisler uyuyordu. Bu alaycı tavrı, iğne gibi batan lafları sadece birer kalkandı. Bazen gözlerlerine bakarsınız ve büsbütün içleri gözüküverir.
Suçluydum aslında, alaycı tavrına ayını şekilde yanıt verdiğim için, içini bilmeden kelimelerimi umursamadan söylediğim için. Ama bazıları vardı işte, bazıları.
Sonra dikkatimi onların konusundan tamamen kestim. Elime telefonumu alarak dükkanda çalışan kızlarla kurduğumuz gruptan ben yokken neler yaptıklarına, ne kadar satış yapıldığına dair bilgiler aldım. İyiyidi, ufak tefek de olsa artışlar vardı satışlarda.
Ayağa kalkan bedenlerle başımı telefondan kaldırdım. Sanırım gidiyordu, koltukta duran ceketini üzerine geçirdi.
"Şu sendeki dosyaları bana versene, onları ben onaylatayım."
"O zaman ben yarın geç giderim ofise." dedi abim odadan çıkarken.
Çakır giden abimin arkasından bakıp odadan çıktığı an yanıma geldi, sandalyede oturuyor olmamı fırsat bilerek elini masaya koyarak göz hizamda eğildi.
"Bana gitmeden, ölürken dahi aklımda olacak bir cümle söyle, herhangi bir şey hakkında olabilir."
Kısık sesle söylediği isteğine anlamsızca bakarak kaşlarımı çattım. Neden böyle bir şey istiyordu ki? Ya da neden benden istiyordu?
"Hadi çabuk ol, gelecek şimdi."
Sıkıştırmasına ve abime şuan olduğumuz konumun izahını yapamayacak olmamdan dolayı aklıma gelen ilk şeyi söyledim.
"Zamanın tarumar ettiği bahçelerde hatırda kalanlarla avun, Çakır. Ölürken bile." dedim ters ışığa düşmesine rağmen seçilen yeşil gözlerine karşı.
Cümleden sonra istifini bozmadan, gözlerini gözlerime sabitleyerek belki de hayatımda ilk defa yakından gördüğüm dudağın bitişiğinde bulunan mimik çizgilerin derinliğinin oluşturduğu çukur bir erkekte yüzüne yakıştırdığım bir andı. Derin ve çizgiseldi.
Bedenini dikleştirdi ve kapıdan giren abime doğru yürüyüp elindeki siyah kaplı dosyaları aldı. Onlar kapının eşiğinden çıkıp kayboldular. Ve bense yatmadan önce odama dolan kokunun sahibinin Çakır olmasına ve neden evin önünde beklediğine anlam veremedim.
Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu, evin içini dışarıdan gelen bir şarkı doldurdu, sesin yoğun geldiği mutfağa geçtim. Açık pencereden aşağı baktığımda yine bir Salih abi vakasıydı, aradan sadece saatler geçmişti ama yine bir gönül alma durumuydu. Arabanın bagajını açmış seside sona dayamış Yalancı Bahar çalıyordu.
Söyle kaç bahar oldu?
Penceremde gül soldu
Belki de zaman doldu
Sevdiğim dönmüyor
Bizim evin apartman kapısında çıkan kişiyle çarptı gözlerim. Yukarıdan bile belli olan uzun boyuyla kalan biri kaç merdiveni hızlıca indi. Sonra durup Salih abiye baktı, Çakır'ı fark eden Salih abi onu tanıyormuşcasına baş selamı verip pencereden kendisine bakan ama pas vermemekte ısrarcı Nevin ablaya döndü. Çakır selamı karşılıksız bırakmayarak yüzünde bugün mesken tuttuğuna emin olduğun gülüşüyle karşılık verdi.
Ellerimi göğsümde birleştirmiş arka fonda çalan şarkının büyüsüyle yüzümden oluşan gülümseme ile aşağıda olan biteni izlemekle meşgulüm.
Çakır hâla kapının önünde durduruyordu, kafası yere doğru eğiken birden bizim pencereye doğru kaldırdı.
Kaçıramadığım gözlerimle, kısa bir an göz göze geldik. Sokak lambası artık sadece yüzünün tümüne yansıyordu. Gözlerimi çekmedim, çekecek bir çekincemem yoktu artık. Gidiyordu belki de geri gelmeyecekti, tanışmıştım artık hayatıma dahil olmasa bile hatrı kafamın içinde bir köşede yaşayacaktı.
Ama sen ölme Çakır, ölme.
Çünkü senden sorulacak bir hesabım var. Olaydan sonra neden kapının önünde beklediğinin hesabını ve bizin daha önce neden tanışmadığımızın izahını yapacaksın.
Ölme, ölürsen bazı cümleler yarıda kesilir.
...
Ayyyy Hellüüüü❤️🩹
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |