Yeni Üyelik
3.
Bölüm

İzem Kırıklıkları

@vasilisaqp

Kırılan her cam parçası misali, gerçekler bedenime saplanıyor ya da can çekişmem için parçalar kesiyordu. Ancak ben bunları vücudumda değil, ruhumun derinliklerinde hissediyordum. Aklımı kaçırmak üzereydim; bulunduğum ormana nasıl geldiğim hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Etrafımda yükselen ağaçlar, gökyüzünü kaplayan karanlık bir örtü gibiydi. Soğuk rüzgar tenime dokunuyor, yaprakların hışırtısı kulaklarımda yankılanıyordu her nefes alışımda, acı daha da derinleşiyordu.

Beni izlediklerinden emin olduğum ağaçlar ya da aniden karşımda beliren kişiden korkuyla mı yoksa yorgunluktan mı dizlerimin üzerine çöktüm, bundan emin değildim. Emin olduğum tek şey, diz kapaklarım sanki işlevini yitirmişti ve bedenim buna tepki dahi vermiyordu. Etrafımdaki ağaçlar, gölgeleriyle beni kuşatmıştı. Her an bir şeyin ya da birinin ortaya çıkmasını bekliyordum, ama sessizlik sadece korkumu daha da derinleştiriyordu.

Ne yapmam gerekiyordu, nasıl düşünmem lazımdı? Tuttuğum nefesle sanki etrafımdaki her şey durmuştu. ‘Ölüm Güzeli.’ Bunun anlamı neydi? Neden bana böyle seslenmişti? Zihnim, yankılanan sesle uyanmıştı sanki "Yaşaması gereken… zaman… bedeli ölüm olan Karanlık Tanrıça." Avuçlarımın arasında kalan toprağı sıktım, soğuk ve nemli toprak parmaklarımın arasından kayıyordu.

Çaresizlik ve korku içimi kapladı. Aslında her şey zarı almamla başlamamıştı. Gerçeği kabul etmek istemesem de, zihnimde bulunan ve her seferinde beni çılgına çeviren bu lanet ses yüzünden başlamıştı. Beni o antikacıya götüren yine bu sesti ve sanki orada büyülü bir şey vardı. İçeri girdiğim an bu sesi unutmam gibi. Antikacının tozlu rafları arasında, bu sesin yankıları hala kulaklarımda çınlıyordu. Bu ses neden beni takip ediyor? diye düşündüm. Neden beni bu karanlığa sürüklüyor?

Kafamı uzun süredir baktığım yerden çektim. Ellerimi siyah ve küçük taşlardan oluşan topraktan destek alarak dizlerimin üzerine çöktüğüm yerden kalktım. Elime bulaşan siyah toprak parçalarını silkeledikten sonra ormanı dikkatle inceledim. Buradaki ağaçların yaprakları siyah ve gövdeleri normal ağaçlarla kıyasla daha iri yapılıydı. Kokuları tıpkı onlar gibi basit bir koku değildi; tarifsiz kokuları vardı. Ancak neden burada bir canlı yaşamıyordu?

Etrafımı dikkatle inceledim. Ağaçların dışında farklı bir canlı görmeye çalıştım ama nafile. Tek bir yaprak dahi kıpırdamıyordu. Kapana sıkışmış gibi sık ağaçların arasında tek başıma duruyordum. Etrafımdaki sessizlik, yalnızlığımı daha da derinleştiriyordu. Belki yakınlardan birinin geçmesini ümit ederek yüksek sesle “Kimse var mı?” diye sordum. Sesim ormanın derinliklerinde yankılandı, ama hayır, cevap yoktu. Bu sessizlik, içimdeki korkuyu daha da büyütüyordu.

Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Gece ve gündüzün olağanüstü bir geçişi yaşanıyordu. Hayatımda daha önce hiç görmediğim bir manzaraydı bu. Gündüz, gökyüzünün bir tarafında parlak beyaz bir ışıkla aydınlanmıştı. Diğer tarafta ise gece, mavinin en koyu tonlarında ve sadece yıldızlarla süslenmiş bir örtü gibiydi. Bu iki zıtlık, gökyüzünde yan yana duruyor ve sanki birbirine dokunmadan var oluyordu. Bu olağanüstü manzara, beni hem büyüledi hem de tedirgin etti.

Burada durup beklemenin bir manası yoktu ormanın daha önce keşfedilmemiş kısımlarına doğru yürümeye karar verdim. Bu cesaret nerden geliyordu bilmiyordum ama ağaçların içinde durup beklemektense yürümeyi tercih ettim kendi kendime düşünüp konuştum “Az önce karşımda duran adam ölüm güzeli dedi bu ne anlama geliyor?” anılarımın derinliklerinden yankılanan bir çağrı gibi geldi. Çocukluğumdan beri hissettiğim bir eksiklik; sanki ruhumun bir parçası kayıptı.

Her adımımda, ormanın eski hikayeleri fısıldadığını hissettim. Ağaçların gövdelerindeki izler, yılların bilgeliğini taşıyor; rüzgarın melodisi, geçmişin şarkılarını söylüyor gibiydi fısıltılar tekrar zihnimde melodiler eşliğinde yükseldi “Karanlığın ışığı…benim özüm…senin zayıf izlerin.” bu kez sesleri bastırmadım çünkü ben her karşı koyduğumda inatla yükseliyorlardı devam etti.

Adımlarım, ondan kaçmak ister gibi hızlandı. Ancak o, bunu hissetmiş gibi yüksek sesle konuşmaya başladı “Siyah zambaklar… kırmızı krizantemler… her birinin içinde senin gerçeklerin.” Nefesim kesiliyordu, kalbim göğsümde çılgınca atıyordu. Koşmaya başladım, ayaklarımın altındaki yapraklar çıtırdıyordu. “Ben senim, sen bensin. Sis içerisinde kalmış kendini bulman gerek…” Sözleri bittiğinde, aniden bir fırtına çıktı. Rüzgarın şiddetiyle sanki bir bez parçasıymışım gibi beni bir köşeye fırlattı. Rüzgarın uğultusu kulaklarımı doldururken, yere çakıldım ve etrafımdaki dünya bir an için karardı.

Kendime geldiğimde karşımda eşi benzeri görülmemiş bir ormanın içerisindeydim ormanın kalbine doğru yürümeye devam ettim. Her yaprak kımıldayışında, her kuş cıvıltısında, ormanla bir diyalog kuruyordum. Bu diyalog, beni kendi iç dünyamın labirentlerine götürdü; korkularım, umutlarım ve hayallerimle yüzleşmeye zorladı.

Ormanın sessizliği içinde ilerlerken, her bir adımım toprağın altındaki yaşamın fısıltısını uyandırıyordu. Yaprakların arasından süzülen ışık huzmeleri, gölgelerin dansını aydınlatıyordu. Bu ışık ve gölge oyunu, ormanın hem yüzünü hem de maskesini gösteriyordu. Bir an için durdum ve etrafıma baktım; burası, hem bir sığınak hem de bir sınav alanı gibiydi.

Daha ileri yürümeye devam ettim ancak ben daha ilk adımı dahi atamadan rüzgar tekrar başka bir tarafa savurdu beni. Uzaktan gelen bir su sesi, beni büyülü bir çağrı gibi çekiyordu. Suyun sesini takip ederek, kendimi gizli bir şelalenin karşısında buldum. Suyun gücü ve zarafeti, ormanın kalbinin attığı yerdi. Şelalenin serin sularında yansıyan yüzüm, bana yabancı gibi görünse de, gözlerimdeki ışık, içimdeki cesareti ve kararlılığı yansıtıyordu.

Peki ben bunları nasıl hissediyordum? Sanki içimde başka bir ben vardı… özünde farklı bir ben. Ama nasıl olur da ikimiz aynı kişi olabiliriz? Suya daha fazla eğildim, yansıyan görüntüme dikkatle baktım. Gözlerimdeki derinlikte, sanki başka bir ruhun izlerini görüyordum. Tam o anda, rüzgar aniden şiddetlendi ve beni başka bir tarafa sürükledi. Dengesiz adımlarla savrulurken, doğanın gücü karşısında ne kadar küçük ve çaresiz olduğumu hissettim.

Bu kez, daha önce görmediğim büyüklükte bir mağaranın içerisindeydim. Mağaranın duvarları, eski çağlardan kalma sembollerle ve resimlerle süslüydü. Bu semboller, ormanın ve bu toprakların kadim halkının hikayelerini anlatıyordu. Bir an için yürümeyi bıraktım. Bu hikayeler, antik bir dilde yazılmıştı, ama ben bu dili daha önce hiç görmemiştim. Şimdi ise bu sembolleri ve yazıları anlıyordum. Mağaranın loş ışığında, duvarlardaki resimler ve semboller adeta canlanıyordu. Her bir sembol, geçmişin derinliklerinden gelen bir hikayeyi fısıldıyordu. Bu kadim hikayeler, ruhumun derinliklerinde yankılanıyordu.

Korkuyla yürümeye devam ettim. Peşi sıra gelen nefeslerim, adımlarım kadar ağırdı. Yol ise iplik kadar ince, kılıç kadar keskin hissettiriyordu. Sanki ruhum, öğreneceği şeylerden korkuyordu.Yaşamış ve ölmüş olan bir ruhun izleri bedenimi, hatta özümü sarmıştı. Gerçek olan şeyleri sadece o görüyordu.

Adımlarım ölüm kadar yavaş ancak yaşam gibi hızlıydı. Düşüncelerim birbirine karışmış, sadece bedenim sürükleniyordu. Yürüdüm, korkmama rağmen devam ettim. “Neden duramıyorum?” diye sordum kendime. Ta ki mor ve beyaz leylak çiçeklerinin yoğun kokusuyla dolu, güneş ışığının yapraklar arasından süzüldüğü bir labirentin önünde durana dek. Kalbim hızla çarparken, çiçeklerin arasında kaybolma düşüncesi beni hem korkutuyor hem de büyülüyordu.

Kalbim hızla çarparken, aynanın önünde durup derin bir nefes aldım. Aynadaki kadınların gözleri sanki beni izliyordu. Bir adım daha attım ve aynanın yüzeyine dokundum. Soğuk ahşap parmaklarımın altında pürüzsüzdü. Birden, aynanın içinden gelen hafif bir rüzgar yüzümü okşadı. Gözlerimi kapattım ve rüzgarın getirdiği fısıltıları dinledim. “Gel,” diyordu bir ses, “korkma.” Gözlerimi açtığımda, aynanın içindeki kadınlardan biri bana doğru elini uzatmıştı. Tereddütle elimi uzattım ve parmaklarımız birleştiğinde, aynanın yüzeyi dalgalandı.

Yutkundum, gördüklerimi sindirmeye çalıştım. Elimi yavaşça yansımama götürdüm. Karşımda duran kadın… bu bendim. Saçlarım, kıyafetlerim, görünüşüm ve duruşumla başka boyuttaki ben. Karşımda duran yansımanın gözlerine baktım. O ise bana bakıp gülümsedi. Gülümsemesi sıcak ve davetkardı, ama aynı zamanda bir sır saklıyor gibiydi.

Bir şey söylemek için ağzını açtığı esnada, aynada metal maskeli birini gördüm. Beni izliyordu. Boyu alışılmadık derece uzundu, ancak göğsünden başlayıp boynuna kadar siyah bir şey uzanıyordu. Maskesi, yüzünü tamamen kapatıyordu ve gözleri karanlıkta parlıyordu. Ona dönüp bakmak istediğim sırada, rüzgar tekrar savurdu beni. Rüzgarın soğukluğu tenimi ürpertti.

Gözlerimi açtığımda, tekrar kırmızı yapraklarla kaplı ormandaydım. Sanki hiç buradan gitmemişim gibi. Yaprakların hışırtısı ve çiçeklerin yoğun kokusu etrafımı sardı. Kalbim hala hızla çarpıyordu, kayıp olan şeyler kalbime işliyordu.

Loading...
0%