@vasilisaqp
|
Akan her şeyin belli bir zamanı vardır ya daha dibe batarsın ya da battığın o yerden çıkmayı göze alırsın. Peki ben ne yapacaktım nereye geldiğimden bir haberim nereye gideceğimi ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Korkuyordum gözlerimin önünde ucu dahi gözükmeyen bir köprünün başındaydım seçebildiğim tek şey dört mevsimin yan yana olduğuydu arkamı döndüm belki çıkıp geldiğim kapıdan geri dönerim ümidiyle ancak karşımda sadece bir dağ vardı.
Umutsuzca karşımda duran kayaya yürüdüm ağır ağır elimi üzerine götürüyordum ki fısıltıyla “Geri dön Karanlık Tanrıça…” denildiğini duydum irkilerek arkamı döndüm ama benden başka kimse yoktu avuç içlerimi pantolonuma sürttüm az da olsa gerginliğimi dindirmek için sessizce dudaklarımda “Sen de kimsin?..” diye sordum ama cevap olarak koca bir sessizlik karşıladı beni.
Nasıl geri dönmem gerekiyordu, geldiğim yer sanki hiç varolmamış gibi yeryüzünden silinmişti sonra aklıma buraya gelirken aldığım zar aklıma geldi ne ara cebime koymuştum hatırlamıyorum ancak bildiğim tek bir şey vardı her şey o oyunu oynayıp zarı almam ile başlamıştı.
Adam bana ne demişti “Kaderin seni seçti.” korkuyla gözlerimi açtım ve elimde öfkeyle sıktığım cam zara baktım kafamı kaldırıp karşımda duran köprüye ilk adımımı attım. Baharın nazik dokunuşu, bedenimi saran ince bir tül gibi hafifçe okşuyordu. Ancak zihnimdeki uğultular, ruhumun derinliklerindeki soğuğu körükleyerek, içsel bir çatışmanın sesini yükseltiyordu. Neden buradayım? Bu sesler ne anlama geliyor? diye düşünürken, cesaretimi toplamaya çalıştım ve etrafımda dairesel bir yolculuğa çıktım.
Sanki buradan geçerken zamansız zamanın içerisindeydim, durmuş gibiydi ama attığım her adım da yaşadıklarını belli ediyorlardı. Uğultular, artık fısıltılara dönüşmüş, gökyüzüne baktığımda ise, yaşamım boyunca şahit olmadığım bir kırmızılıkla karşılaştım. Bu kızıllık neyi simgeliyor? diye merak ettim. İçimdeki korku, aniden alevlenerek, tüm varlığımı sardı. Bu korku neden? diye sorguladım kendimi.
Sakinleşmek için derin bir nefes aldım, Uzun süredir kaçındığım sesler, kilit altından çıkarak, "Bize yardım et, ey karanlık tanrıça..." diye yankılandı. Karanlık tanrıça mı? Bana neden bu şekilde sesleniyorlar bu sözlerle donakaldım; sağa, sola baktım ama etrafta kimsecikler yoktu. Yalnız mıyım gerçekten? diye korkuyla etrafa bakındım. Bu durum, korkumu daha da artırdı.
Yine de içimdeki bir ses, yürümeye devam etmemi fısıldıyordu. Ne olduğunu anlamadan, ilkbahar mevsimi sona ermiş ve kendimi yazın kavurucu sıcağında bulmuştum. Çöldeymişim gibi hissettim ve sıcaklıkla birlikte gelen fısıltı, "Geri dön bize, Karanlık Tanrıça... Bizi kana susamışlardan kurtar." diyordu. Kana susamışlar kim? Neden beni çağırıyorlar? diye düşündüm. Sıcaklığa rağmen, vücudum titremeye başlamıştı.
Sonbaharın gelmesiyle, fısıltılar sanki dökülen yapraklarla birlikte geliyormuş gibi hissettim. Ayaklarımın altında, yakarışlar ve çığlıklar yükseliyordu; bunları susturmak için yağmur gözyaşları gibi dökülüyordu. Bu çığlıklar neden? Kimler için ağlıyorum? diye içim sızladı. Acıyla karışık öfkeli bir fısıltı, "Yaşamın ve ölümün temsilcisi, sana lanet olsun!" diye haykırıyordu. Çok öfkeliydiler yıllar öncesinde burada yaşamışım da onlar en büyük acıları yaşatmış gibi bana lanet okuyorlardı. Korkuyordum, hem de çok; kim korkmazdı ki? Kış mevsimine geldiğimde, hiddetle esen rüzgar vardı. Bu rüzgar, buradan çekip gitmemi söylüyordu. Neden gitmemi istiyorlar? diye düşündüm. Fısıltı, rüzgarın bütün kirli ruhunu döküyormuşçasına, "Ölümsüzlerin ölümlüsü, sen bu dünyaya kurtuluşu değil, çürümüşlüğü getireceksin, yıkımın tanrıçası!" diye bağırıyordu. Köprü sona erdiğinde, rüzgar sanki artık buradan gitmem için arkamdan nazikçe destek verir gibi şefkatle beni itekliyordu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım ama gördüğüm şeyle şaşkına dönmüştüm daha gökyüzü daha önce görmediğim bir kızıllığa bürünmüştü bu güneşin batması sonucu oluşan bir kızıllık değildi bu altında acı gerçek yatan bir kızıllığa sahipti sanki gökyüzünün kalbine bir hançer saplanmış ve o acıyla ölmüş gibiydi. Temkinli adımlarla, beni usulca iten rüzgara ayak uydurdum. Gökyüzünün kırmızılığı, yerdeki çimleri simsiyah yapmıştı. Kafamı yerden kaldırıp etrafıma baktığımda, uçsuz bucaksız bir diyar vardı.Melodiler, etrafı sıcak kum gibi sarmıştı; gözlerim istemsizce kapandı ve vücudum, bu anı bekler gibi kendiliğinden hareket etmeye başladı. Ritme ayak uydurarak, sanki ruhumu dansa kaldırmıştım. Fısıltılar, melodilerle birlikte daha önce duymadığım, farklı şeyler söylüyorlardı: "...sen yeşim güzeli... kara ayın ölümlüsü..." Yeşim güzeli, Kara ayın ölümlüsü, bunlar ne anlama geliyor? diye kafam karıştı. Bu, antik bir dil olmalıydı; peki ben nasıl anlıyordum bu cümleleri? Derin bir nefes aldım; gözlerimi kapattığım için zifiri karanlık içindeydim. Söylenenler, gözlerime gün ışığı gibi vuruyordu. Fısıltılar devam etti: "...kurtuluş, yeşim güzeli... seni soğuk yerde bekliyor..." Kurtuluş mu, ben miyim o kurtuluş? diye umutla düşündüm. Cümle bitince, aniden boğazımın sıkılmasıyla gözlerimi açtım. Karşımda kimse yoktu. Sağ elim, korkudan boğazıma gitti; tenimde ne sıcaklık ne de soğukluk hissettim. Neden bu kadar korkuyorum? diye kendime kızdım. Korkuyla etrafıma baktım; az önce uçsuz bucaksız olan yerde değildim, bir ormanın içinde duruyordum. Etrafımda kimse yoktu; yapraklar bile kıpırdamıyordu. Orman, beni izliyormuş gibi hissettim. Orman beni neden izliyor? diye merak ettim. Tuttuğum nefesi bıraktığım, uzun dallarını uzatıp beni haps edeceklermiş gibi görünüyorlardı. Arkamdan bir hışırtı duydum; korkuyla kaskatı kesildim, vücudum buz kesmişti. Bu ses ne? Arkamda kim var? diye endişelendim. Belki de arkamda hissettiğim canlı veya varlık yüzünden olabilirdi. Boğuk bir sesle, "Ölüm güzeli... diyara karanlığın içinden sonsuz ışığı getirecek olan iki Dünya'nın anası."Bedenim ağır bir şekilde döndü ve karşımda, benden fazlasıyla uzun olan, kaslı, kahverengi tenli ve uzun, gür saçlı bir varlık duruyordu. Bu devasa varlık kim olabilir? diye merak ettim, kalbim hızla çarparken. Ormanın canlılığıyla birleşen hareketler, karşımdaki kişinin donuk bakışları arasında kıpırdadı. Bu hareketler, içimi ürperten bir korku uyandırmıştı. Bu ormanın ruhu mu, yoksa başka bir şey mi? diye düşündüm, nefesim kesilirken. Ancak, ormana tezat bir huzur veren bu bakışlar altında, pür dikkat izleniyordum. Bu bakışlar neden bu kadar tanıdık geliyor? diye içimde bir sıcaklık hissettim. Kafamı dik tutarak, sesimin korkusuzca çıkmasını umut ederken, bu diyara geldiğim andan itibaren ilk kez konuşmaya cesaret ettim. "Sende kimsin?" diye sordum, sesim titreyerek. Yüz ifadesini bozmadan, "Bu diyarda asıl kimliğini bulduğunda anlayacaksın, ölüm güzeli..." dedi ve sözleriyle birlikte karanlığa karıştı. Asıl kimliğim mi, ben gerçekte kimim? diye kendi varlığımı sorgularken, beni de, ormanın derin ve sessiz karanlığında, yalnız bıraktı.
|
0% |