Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1- Kıyametin İlk Günü

@vegakocak

Tek bir şansım olsa geçmişe dönmek isterdim.


Çok çok geçmişe, çocukluğuma.


Babam bana o elmalı şekeri almadığı için sokağın ortasında avaz avaz ağlayabilmek isterdim. Düştüğümde babam gelip kucağına alsın isterdim. Yine eskisi gibi mızmızlanabileyim, yemek yemek istemediğimi söylediğimde en sevdiğim çikolataları göstererek şantaj yapsın.. Saçlarıma o renkli tokaları taksın, beni süslesin püslesin bir yerlere götürsün, doya doya koşup eğleneyim isterdim.


Arkadaşlarımla kavga edip, beş dakika sonra barışmayı isterdim.


O zamanlar da büyümek isterdim hep. Fakat büyüyünce anladım ki büyümek hiç benlik değil. O zamanlar büyümek için tuttuğum dileği, şuan bir dilek hakkım olsa da küçülmek için tutsaydım. Artık öyle sokak ortasında bağıra bağıra ağlayamıyorsun, babam gelsin de saçlarıma öpücükler kondurup beni sustursun isteyemiyorsun.


Kime yaslanmaya kalkışsan sırtında bir bıçak izi oluşuyor, mahvoluyorsun. Tek başına olduğunu idrak ediyorsun, içine atıyorsun duygularını gizliyorsun ama dayanamıyorsun. Susuyorsun, kendini dizginlemeye çalışıyorsun ama her gece aynı senaryoyla karşılaşıyorsun; sırılsıklam bir yastıkla.


Yaralar durduk yere kanamaya başlıyor, ne kadar uğraşsan da durduramıyorsun yada buna bir son veremiyorsun. Tazelenip tazelenip karşına çıkıyor ve yapacak hiçbir şey göremiyorsun.


Yanlış yapma şansını kendine tanıyamıyorsun, çünkü ceketin ilk düğmesini yanlış iliklediğinde diğer tüm düğmeler ait olmadığı yerlerde duruyordu.


Gerçeklik algımı yitirmek üzereydim, gözlerimi açamıyor ve sesimi çıkaramıyordum. Hemen yanımda ki adamın saçlarımı kavramasına izin veriyor, önümüzde ki buz dolu suya başımı daldırıp çıkarmasına karşı çıkamıyordum.


"Ben soğuğu severim Ediz Akbulut, beni yalnızlığıma götürür," zar zor dilimden dökülen bu sözler üstüne titrememi durdurmaya çalıştım. Saç köklerim daha sert çekildiğinde kahkahama engel olamadım. Göz kapaklarım güçlükle aralandığında, sadece metreler ötemde sinirden volta atan Ediz Akbulut'u görmek keyiflendirmişti. "Papatya çayı öneriyorum, iyi gelir."


Yavaşça dizlerinin üstüne çöktü. Yüzüme hiç bakmadan yanımda duran adama çıkması için eliyle işaret etti. Adam yanımızdan ayrılırken Ediz, çöktüğü yerde ufacık kalmıştı. Ediz Akbulut'u çok kez dağınık bir vaziyette görmüştüm, lakin bu en acısıydı.


Bu hayatta yaslanacağı tek bir omuzu olmuştu, dağıldığında onu kolaylıkla toplayabilecek yalnızca bir kişi vardı. O da şuan tam karşısında, eski püskü bir sandalyede elleri ve ayakları bağlı bir şekilde duruyordu.


~104 GÜN ÖNCE~


"Hiç içime sinmiyor bu durum," dedi boyalı siyah saçlarını karıştırarak. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım ve elimde ki sigarayı söndürdüm. "Bu kadar yaklaşmışken hemde?" gözlerimde ki alay onu elbette ki rahatsız etmemişti ama bir şeylerden dolayı endişesi olduğunu görebiliyordum.


Deri ceketimi omuzlarımdan geçirdiğimde benimle birlikte ayağa kalktı. "Ortalıkta gözükme, ben sana ulaşmaya çalışmadığım sürece benimle irtibata geçme." başını aşağı yukarı salladı. Kollarımı sıkıca boynuna doladım. "Seni çok seviyorum," diye mırıldandım, titreyen sesimi umursamadan. Saçlarıma öpücükler kondurdu. "Bana ihtiyacın olursa ve o an bana ulaşamazsan," konuşmamı istemiyor gibi bedenimi daha çok sıktığında sustum. "Yapman gerekeni biliyorsun zaten," dedim ondan ayrılırken. Yutkunarak başını salladı.


Masanın üzerinde ki dosyaları ve tabancayı, büyük siyah çantama yerleştirdiğimde içimde bir şeylerin canlandığını hissettim. Dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Başlıyoruz,"


**


Deponun en ortasında duran, yaklaşık beş metre uzunluğunda ki heykelden gözlerimi uzun bir zamandır çekmiyordum. Bu kılıç heykeli, bu grubun sembolüydü. Kılıcın ucundaki mavilikler, dostu gösteriyordu. Sapındaki kırmızılık ise düşmanı. Öyle ki, bu simgeden birçok anlam çıkarılabiliyordu ama bu insanların derdi bu simgeyi çözümlemek değildi. Başımı geriye attım.


"Daha ne kadar bekleyeceğiz?" diye konuştum kendi kendime. Hemen yan tarafımda olan sarışın adam gözlerini bana çevirdi. Onu tanıyordum. "Ediz'i mi bekliyorsun?" sorduğu soruyla bakışlarımı ona döndürdüm. "Erdal Akbulut'u," dedim düz bir ifadeyle. Kaşlarını kaldırdı. "Sen de kimsin?" diye sorduğunda omuzlarımı silktim. "Erdal Bey'in eski bir tanıdığı.." dediğime inanmamış gibi birkaç adımda tam yanıma ulaştı. "Ne kadar eski? Çok da yaşlı gözükmüyorsun." dudaklarım yukarı kıvrıldı. Dilimle damağıma vurduğumda nihayetinde deponun sol kapısı açılmıştı ve herkes oraya dönmüştü.


İçeri giren ilk olarak Erdal Akbulut olmuştu. Dik ve kararlı adımlarını hemen arkasından Ediz Akbulut takip ediyordu. Siyah kot bir pantolon, siyah basic bir tişört ve dizlerinin birkaç santim altında biten gri paltosu gerçek Ediz Akbulut'u gösteriyordu.


Ediz Akbulut tehlikeli bir adamdı, her ne kadar öyle gözükmese de. Onun yanında bulunmak, bir kumardı. Çok fazla düşmanı vardı, herkes tarafından tanınıyor sayılıyor fakat öfkesiyle kendi dahil herkesin canını yakabiliyordu. Herkes farkındaydı ki Ediz Akbulut pes etmiyordu. Yenilmiyordu ama yenmiyordu da. Canını vermiyordu ama korumak için bir çabası da yoktu. Beynindeki zehir farklı işliyordu, zekasına kafa tutmak bir başka kumardı.


İkisinin hemen arkasından, bulunduğumuz yere meydan okuyan Mira Akbulut girdi. Kırmızı topuklularının sesi depoda yankılanıyor, etrafına hiç bakmadan abisinin ve babasının adımlarını takip ediyordu.


Mira Akbulut, sosyetenin göz bebeği.. Yaptığı milyon dolarlık alışverişler ve yardımlarla ününü fazlasıyla arşa çıkarmıştı. Babasıyla daha çok zaman geçirmesine rağmen her röportajında annesine olan bağlılığını ve modellik yolunda annesinin desteğini konuşur, annesine duyduğu minneti anlatırdı. Silah kullanımına, babasının ve abisinin haberi olmadan Londra'da başlamıştı. Kendisini, ülkeye döneceği zamana hazırlamış ve döndüğünde de babasıyla abisinin karşısına geçip işlerin yönetiminde artık kendisinin de bulunması gerektiğini düşündüğünü açıklamıştı.


Üçü de, kılıcın yanında durduğunda depodaki herkes bir daire çizmişti ve onları ortalarına almıştı. Bu dairenin çevresinde bende vardım. Ediz Akbulut, bakışlarını karşısındaki duvardan çekmiyor, dikkatle babasının söze girmesini bekliyordu. Kız kardeşi Mira Akbulut ise tam tersiydi, yüzündeki gülümsemeyle insanlara bakıyor bazılarına göz kırpıyor veya ağzının içinde bir şeyler diyordu.


Gözleri benimle buluştuğunda, yüzündeki gülümsemeyi sildi. Kararsızlıkla bana bakarken babasının koluna dokundu. Bu hareketi işkillenmeme sebep olabilirdi fakat Mira Akbulut beni tanımıyordu, içimin rahatlığı duruşuma da yansırken Erdal Akbulut, kızının dokunması üzerine bana döndü.


Başımı hafif eğip bir selam verdiğimde Erdal Akbulut beni tanıdı. Yüzünde ufak bir tebessüm oluştuğunda aynı selamla bana karşılık verdi.


"Yarın gece yapılacak olan operasyon hakkında herhangi bir durum var mıdır?" diye sordu Ediz Akbulut, babasını daha fazla beklemeyerek. Kimseden ses çıkmadığında, az önce konuştuğum sarışın çocuk bir adım öne çıktı. Elindeki kumandadan bir tuşa bastığında karşı duvarımıza birkaç görüntü yansıdı. "Mekanın kamera görüntüleri," dedi. Ediz başını salladı.


"Görev dağılımını yarın sabah tekrardan konuşuruz," dedi Ediz ve tekrardan sarışın çocuğa döndü. "Uluç, güvenlik odasına aktar görüntüleri. Derin ve Batu bu an itibariyle kayıtlardan gözünüzü ayırmıyorsunuz." onaylanan sesler çıkarıldığında daire yavaşça dağıldı.


Erdal Akbulut ağır adımlarla yanıma geldiğinde, gözlerinde ki parıltı bambaşkaydı. "Ne kadar büyümüşsün," dedi hayretler içinde. İçten bir gülümsemeyle kendisine sarıldığımda ellerini belime koydu. "Çok hoş bir sürpriz," diye devam etti. Ondan ayrılırken başımı yana yatırdım. "Nasılsın Erdal abi?" soruma karşılık omuzlarını silkti. "Asıl sen nasılsın güzel kızım? Hangi rüzgar attı seni buraya?" cümlesini bitirmeden hemen önce, dikkatimi kılıcın yanından bizi izleyen Mira Akbulut çekmişti.


Anlamsız bakışlarıyla bize bakıyor, kim olduğumu çözmeye çalışıyordu. Adımların bize doğru attığında tekrar Erdal Akbulut'a döndüm. "Çok yoruldum, bir süre burada seninle devam etmek istiyorum." dedim. Şaşkınlıkla kaşları havaya kalktığında doğrudan gözlerime baktı. "Tabii sizin için de mahsuru olmazsa." dediklerim onu sahiden şaşırtmıştı çünkü Türkiye'ye dönme konusunda ki netliğimi en çok kendisi biliyordu.


"Başın mı belada?" sorusuyla küçük bir kahkaha attığımda etrafta ki çoğu adam bize döndü. "Asla," dedim yalnızca. Yanımıza ulaşan Mira Akbulut babasının koluna dokundu, burada olduğunu göstermek adına. Erdal Akbulut, odağını benden çekmedi. "Tabii ki bizimle olabilirsin Eylül, memnuniyet duyarım." dedi ama hala başıma bir şey gelip gelmediğini düşünüyordu. "Estağfurullah," dediğimde Mira Akbulut lafa girdi.


"Tanışmıyoruz değil mi?" diye sordu elini uzatırken. "Mira ben," diye devamını getirdiğinde mavi gözleri hiçbir duygu barındırmıyordu. "Eylül," dedim ve uzattığı elini sıktım. Bu elbette ki onun için yeterli olmamıştı, babasına döndü. "Eylül Nora, Fransa'da ki ortağımız." Erdal Akbulut'un yaptığı kısa açıklamayla Mira Akbulut'un bakışları değişti. Yüzünde ki tüm ifadeyi silerek bana döndü. Bakışları bu kez daha samimi gelmiş olsa da, duruşumu bozmadım.


Erdal Akbulut eliyle omzuma iki kere vurdu. "Ayaküstü konuşabileceğimiz konular değil, ofisime geçelim." dedi. "Çok isterdim Erdal abi, ama eve döneyim. Hala tam anlamıyla yerleşmiş sayılmam," dediğimde başını salladı. "Nasip değilmiş," dedi etrafına bakınırken.


"O zaman ben müsaadenizi istiyorum," diye konuştum ikisine bakarken. Mira Akbulut anlayışla göz kırptıktan hemen sonra Erdal Akbulut söze girdi. "Yarın sabah erkenden buraya gelirsen detayları konuşalım kızım," sıcak sesi dudaklarımda bir tebessüm oluşturdu. "Tabii ki," dedim ve ardından devam ettim. "Az önce bahsedilen operasyon neydi abi?" memnuniyetle gözlerime baktı. "Yarın onu da konuşacağız, ekibin başında oğlum var, o yönetecek detayları o anlatır. Sen Edizle tanışmamıştın değil mi?" diye sordu, başımı iki yana salladım.


Asil serseriyle tanışma zamanım gelmiş gibi gözüküyordu.


103 GÜN ÖNCE


Gerilmeme sebep olan şey, olduğum yer değildi. Üstümde hiç alışık olmadığım elbise de değildi. Etrafımda ki insanların bana olan bakışları, hiç değildi. Yada bu insanlarla bir iş yapacak oluşum da değildi. Tamam, belki bu son saydığımın da etkisi vardı ama tek sebep o değildi. Meydan dedikleri, bu kılıcın hemen önünde, bir sergide gibi duruyordum.


Dikkatle baktığım şey bir kılıç değildi. Dikkatle baktığım şey bendim. Kendim. Parlak kılıcın yansımasından kendime öyle bakıyordum ki, tanıdığım kişi bu kişi değilmiş gibi hissediyordum.


Azra bu halimi görseydi ya korkudan ağlardı yada benim gibi olmamak için direnirdi. Ben direnememiştim. Benim direnişimin bir anlamı hiçbir zaman olmamıştı, ben yanlış şartlarda büyümüştüm. Fön çektiğim kızıl saçlarım, belime uzanıyordu. En kısa zamanda bu saçları da kestirmem gerekiyordu. Yüzümde ki makyaj ağır değildi, uzun bir süredir makyaj malzemeleriyle aram yoktu. Aksine Azra makyaj malzemelerine aşık büyümüştü. Annesinin rujlarını gizlice sürüp ondan kaçtığı zamanları hatırlamak gözlerimin dolmasına sebep oldu. Onu özlemiştim.


Üzerimde ki düz siyah mini elbise, bahar sevincine bir direniş gösteriyor gibiydi. Omuzlarımı kapatan deri ceketim de buna yardımcı oluyordu. Derin bir nefes aldım. Türkiye'ye dönmek sandığım kadar kolay olmamıştı. Yalnızdım. Bir saniye, evet ben her zaman yalnızdım ama hiçbir zaman bu kadar canımı acıtmamıştı yalnızlığım.


Birinin omzuma dokunmasıyla, dakikalardır ayırmadığım gözleri soluma çevirdim. Uluç Bakırcı.. "Sen dünkü kızsın," dedi bir gizemi çözmüşçesine. Gülümsemeden edemedim. Kısacık olan sarı saçları ışığın altında parlıyordu. Henüz küçüktü, 23 yaşlarının başındaydı. Buna rağmen çocukluğu Akbulut ailesiyle geçmiş, onların eli kulağı olmuştu. Hiçbir zaman aileden olmadığı ona hissettirilmemiş, Erdal Akbulut onu da oğlu olarak görmüştü.


"Eylül Nora," dedim elimi ona uzatırken. Uzattığı elime baktı. "Uluç Bakırcı," dedi elimi sıkarken. "İsminin neden bu kadar tanıdık geldiğini sorabilir miyim?" sorusuyla elimi ondan çektim. "Bilmem, dergide görmüşsündür." konuşmamla gözlerini devirdi. "Hadi ama, ciddiyim." sitem edercesine konuşmasına yalnızca omuzlarımı silktim.


İçeriye giren Ediz Akbulut, etrafta ki uğultuları susturmuştu. Öyle ki, bir anda oluşan bu sessizlik bir hayli ürkütücüydü. Ediz Akbulut, kılıcın tam yanında, benim karşımda durduğunda doğrudan gözlerime baktı. Siyahı andırmayan koyu gözleri, hiçbir duygu barındırmıyordu. Öyle ki, yanımda ki Uluç Bakırcı'nın ne ara kaybolduğunu bile anlayamamıştım.


Meydanda ki herkes, etrafımızda bir daire çizdiğinde adımlarımı hareket ettirmedim. Dik duruşumla aynı şekilde gözlerine baktığımda boğazını temizledi. "Eylül Nora," dedi. Adımı seslenmişti fakat bana değil, etrafımızda ki insanlara demişti bunu. "Kendisi, bugünden itibaren gerçekleşecek olan tüm operasyonlarımızda var olup," konuşmayı kesmesinin sebebi duruşunu daha da dikleştirmesiydi. Bir adım geriye gitti ve etrafındakilere bakındı. "Ekibe söz söyleme hakkına sahip olacaktır." şaşkınlıkla kaşlarım havalandığında etrafta ki sesler çoğalmış, kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı.


Erdal Akbulut bana öyle güveniyordu ki, kendi ekibinde bir üye olmama göz yummamıştı. Dudaklarım aralandı, ne diyeceğimi bilemeyerek etrafta göz gezdirmeye devam ettim. Fısıltılar durmuş, herkes bana ve Ediz Akbulut'a bakmaya devam ediyordu. Yutkundum. Uzakta, kapıya yaslanmış, bana gururla bakan Erdal Akbulut'u gördüğümde gülümsemeden edemedim. Başımla ona teşekkür ettiğimde ise göz kırptı ve yanımıza doğru hareketlendi.


Ediz Akbulut, babasının geldiğini fark edince etraftakileri dağıttı. Meydanın ortası boşalırken hala kendisinden gözlerimi alamamıştım. "Erdal abi," dedim şaşkınlıkla. "Bu çok değerli, size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum." sözlerim onu gülümsetmişti. "Hoş geldin hediyesi olarak kabul gör kızım, sana saygı duyulması demek bana saygı duyulması demektir." diyerek omzuma elini koyduğunda gözlerimin dolduğunu hissettim.


Değer her yaşta çocuklaştırıyordu. Yıllarım Erdal Akbulut ile iş yapmakla geçmişti. Onu nasıl konumlandıracağımı bilmesem de bir abiden çok daha fazlasıydı benim için. Birbirimizin canını kendi canımızdan daha önemsiyorduk ve bunun bilinci bizi daha da güçlendiriyordu. Öyle ki, hiç düşünmeden sırtını yaslayabileceği en nadir insanlardan biri olmak onda ki yerimi anlamama yetiyordu.


"Öyleyse," dedi Ediz Akbulut. "Ofisime geçelim," muhattabı bendim. Onu başımla onayladım ve peşine takıldım. Meydanda ki merdivenlerden yukarı çıktık ve ilk kapıdan içeri girdik. Oda, siyah ve bordo renklerine öyle hakimdi ki bir süre sonra gerçeklik algınızı yitirebileceğiniz bir yerdi.


"Bir şey alır mısın?" dedi bardağına alkol doldururken. "Sen ne alıyorsan, aynısından." dedim ve odada ki tabloları incelemeye başladım. Çoğu ünlü ressamların tablosuyken, birkaçı kusursuz gibi görünen el yapımı karakalemlerdi. "Ağırdır ama," dedi bardağı bana uzatırken. Sadece gülümsediğimde, tekli koltuğa oturdum.


"Evet Eylül Nora," dedi kendi masasına otururken. "Sen de kimsin?" diye sordu. "Hadi ama," dedim gülerek. Yerimde kıpırdandım, dizlerimin üstüne biraz daha eğildim. "Sahiden kim olduğumu bilmiyor musun?" gülüşüme aynı şekilde karşılık verdikten sonra kollarını masada birleştirdi. "Elbette biliyorum," dedi. "Bilmemizi istediğin kadarını tabii," konuşmasıyla arkama yaslandım. "Hepimiz birbirimizi istenilen kadarıyla tanımıyor muyuz?" dedim sakince. Elimde ki bardağını dudaklarıma götürdüğümde, Ediz Akbulut yüzünde ki alaylı duruşunu bozmamıştı.


"Öyle olsun," dedi arkasına yaslanarak. Gözlerini nihayetinde önünde ki dosyaya çevirdiğinde, içinden bir sayfayı çıkartarak bana uzattı. "Yalçın Kılıç," dedi. Önümde vesikalık resmi olan bu adamı tanımaya çalıştım. Çatık kaşlarımla tekrardan Ediz Akbulut'a döndüm. "Kim bu?" sorumla birlikte keyiflendi. "Hesaplaşmam gereken bir konu var." dedi sadece. Açıklamayacağını bildiğimden dolayı başımı salladım. "Ne yapıyoruz?" diye sordum, onun gibi arkama yaslanırken.


**


İnstagram Adresi:


kirmiziorumcekzambaklari


Loading...
0%