@verbart
|
Günümüz Güneş, bulutların arkasında ağır ağır gezinirken, öten kuşların cıvıltısını dinliyorum. Saat öğleden sonra bir. Mutfaktaki sandalyede kahvemi içerken kapı çalıyor. Beklediğim biri yoktu. Gelenin kim olduğunu merak ediyorum. Ağzımda tutmuş olduğum kahveyi yutkunarak içtikten sonra yavaşça kalkıp kapıya doğru yürüyorum. Kimse yok. Şaşırıyorum. Yanlışlık oldu heralde diyip omuzlarımı silkerek kapıyı kapatmaya hazırlanırken, posta kutusuna iliştirilmiş paketi görüyorum. Kaşlarımı çatarak pakete uzanıyorum. İsimsiz. Kafamı sağa sola çevirip bakınıyorum. Etrafta kimseler yok. Merakım giderek artıyor. Pakete parmaklarımla bastırıp içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Dudaklarımı büzerek kapıyı kapatıyorum ve tekrar mutfağa dönüyorum. Kahveden bir yudum daha aldıktan sonra paketi özenle açmaya çalışıyorum. İçinden, şeffaf bir kabın içinde duran bir kaset çıkıyor. Şaşıyorum. Hiçbir şey yazmıyor. Tek kaşımı çatıyorum. “Çok İlginç.” diyorum kendi kendime. Kim neden böyle bir şey yollasın ki? Hiçbir not falan da yok. Paketi tekrar elime alıyorum, sağa sola çevirip bakıyorum. Ne bir adres ne bir isim var üzerinde. Merakım giderek artıyor. Kasedin içinde ne olduğunu merak ediyorum fakat nasıl dinleyebileceğim ki? Kaset mi kaldı artık? Aklıma bir anda tavan arasındaki kutu geliyor. Bir sürü ıvır zıvırın olduğu kutu. Hızlıca oturduğum yerden kalkarak merdivenleri tırmanıyorum. Kapının açılmasıyla birlikte içeriyi bir toz bulutu kaplıyor. Elimi siper ederek tozları sağa sola savuşturuyorum. Tavandaki hafif aralık yerden belli belirsiz güneş ışığı vuruyor tahta zemine. Tozlar içerisinde dans ediyor. Eskimiş duya dokunuyorum. Ampül bir iki titreyişten sonra yanıyor. O kadar çok kutu ve ıvır zıvır var ki kullanmadığım; neyin nerede olduğunu bile bilmiyorum. Derin bir nefes alıp önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına iterek kutuları karıştırmaya başlıyorum. Hatırlamadığım bir sürü şey çıkıyor içlerinden. Fotoğraf albümleri, kitaplar, şamdanlar… Aradığımı bulamıyorum. Önümdeki kutuyu kaldırıp kenara koyuyorum. Alttaki köşeleri ezilmiş karton kutuyu açıyorum. Birkaç elektronik eşyanın olduğu kutuda Walkman bulmaya çalışıyorum. İşte! Orada. Seviniyorum görünce. Üzerindeki tozu elimle hafifçe siliyorum. Açma/kapama düğmesine basıyorum ama hiçbir şey olmuyor. Arkasını çevirip pil yuvasını açıyorum. Boş. Kutuları öylece bırakıp aşağıya iniyorum. Tavan arasının sıcaklığından terlemişim. Alnımdan akan bir kaç damla teri elimin tersiyle sildikten sonra salondaki çekmeceyi açıyorum. İki tane kalem pil bulup Walkmane yerleştiriyorum. Tekrar açma düğmesine basıyorum. Yan tarafında kırmızı ışık yanıyor. Gülümsüyorum. Tekrar mutfağa gidiyorum. Kasedi kabından çıkarıyorum. “A” yazılı yüzü dikkatlice yerleştiriyorum. Hay aksi! Kulaklığı unutmuşum. Oturduğum yerden kalkarak hızlıca portmantoya gidiyorum. Çantamı açıp içinden birbirine karışmış kulaklığı alıp mutfağa geri dönüyorum. Kahvemden bir yudum daha alıyorum. Soğumuş. Kulaklığı da taktıktan sonra Walkmanin düğmesine basıyorum. Bir iki saniye süren sessizliğin ardından tatlı bir ses şarkı söylemeye başlıyor. Yüzüme bir gülümseme oturuyor. Gitarı ve o tanıdık sesi içime çekiyorum. Bir anda bir şeyler oluyor ve gözümün önünde bir görüntü beliriyor. Kaşlarımı çatıyorum. Hiç hatırlamadığım fakat bir kadar da tanıdık bir yerde buluyorum kendimi. 1995 Sıcak bir yaz günü. Sol tarafta dağlar, sağ tarafta ise parıldayan bir deniz. Açık camdan içeriye giren deniz esintisi. Saçlarım uçuşuyor. Tuzlu suyun kokusu içerideki vanilya aromalı araba kokusuna karışıyor. Yanımda biri oturuyor. Yüzü çok tanıdık. Arabayı sanırım annem kullanıyor. Yan koltukta da babam oturuyor. Gülümseyerek radyodaki şarkıyı mırıldanıyorlar. Yüzümü bir gülümseme kaplıyor. Daha sonra annem ve babam birbirine bakarak şarkıyı daha yüksek bir sesle söylüyorlar. “We all live in a yellow submarine Şarkıya eşlik etmek istiyorum fakat sözlerini tam bilmiyorum. Bir virajı dönüyoruz hafifçe. Sıra sıra dizilmiş beyaz evler ve ileride, ufuk çizgisinde beliren deniz görünüyor. Kafamı camdan uzatıyorum ve esen rüzgara kaptırıyorum kendimi. Saçlarım uçuşurken gözlerimi kapatıyorum ve taze kozalak kokusunu içime çekiyorum. Gülümsüyorum. Şarkı yavaşça bitiyor. Yüzümde hafif bir gülümseme bırakıyor. Sanki bu anı hiç yaşamamışım gibi geliyor. Bana ait olmayan bir anı fakat bir o kadar da güzel hissettiriyor. Dışarıya bakıyorum. Güneş iyice kendini çekerken siyah bulutlar gökyüzünde dolanıyor. Şarkı bitiyor. Bir iki saniye sonra diğer şarkıya geçiyor. Bir kahve daha içmek geliyor içimden. Makinanın düğmesine basıyorum. Taze çekilmiş kahve kokusu mutfağı doldururken yeni şarkıyla birlikte bir anı daha geliyor gözümün önüne. Beni hiç hatırlamadığım bir zamana götürüyor. 2005 Eylül akşamı. Işıklarla donatılmış bir festivaldeyiz. Yanımda… Ellerimi saçıma götürüyorum. Adını hatırlayamıyorum. Yüzünü ise hayal mayal hatırlıyorum. O tanıdık kokuyu içime çekiyorum. Sandal ağacı kokusunu. Yanımda çılgınca dans eden insanlar bana çarpıyor ve elimdeki içecek üzerime sıçrıyor. Aldırmıyorum. Her şey o kadar güzel ki. Serin bir akşam. Üzerimde kahverengi bir oduncu gömleği var. Az sonra başımın üzerinde bir ıslaklık hissediyorum. Kafamı kaldırıp baktığımda, alnıma bir yağmur damlası düşüyor. Uzaktan gelen patlamış mısır kokuları, pamuk helva kokularına karışıyor. İlerideki dönmedolabın ışıkları yanıp sönüyor. Yanımda yine o var. Göz göze geliyoruz. Elini omzuma atıyor. Dans ediyoruz. Sahnedeki grup yeni şarkıya geçtiğinde herkes çığlık çığlığa kalıyor. Birbirimize bakıyoruz. Gülümsüyor. Suratı hâlâ net değil. Yağmur yavaşça hızlanmaya başlıyor. Kimsenin gitmeye niyeti yok. İyice sarılıyor bana ve yağmur damlası tam ortamıza düşüyor. Dudaklarının sıcaklığını hissediyorum gözlerim kapanırken. Dudaklarımız birleştiğinde herkes hep bir ağızdan şarkıya eşlik ediyor; “Will you recognize me? Sözler gerçeğe dönüşürken, ellerimi ıslanmış kumral saçlarından geçiriyorum. Hasta olacak olmamız önemli değil. Sadece anı yaşıyoruz. Bu ilk öpüşmemizdi. Havai fişekler gökyüzünde patlarken yağmurun altında ıslanıyor ve şarkı yavaşça sona ererken insanlar yağmurdan kaçarak, saklanacak bir yer arıyor. Kahve makinasının tık sesiyle irkilip kendime geliyorum. Daldığım o güzel anıdan uyanırken şarkı da yavaş yavaş bitiyor. Dışarıya bakıyorum. Yağmur yağacak gibi görünüyor. Gülümsüyorum. Gözlerim uzaklara dalıyor. Elimde tuttuğum Walkmane iyice sarılıyorum. Neden bunların hiçbirini hatırlamıyorum? Bir film izler gibi geçiyor görüntüler gözlerimin önünden. Makinadan bardağı alıyorum ve salona geçip beyaz nubuk koltuğun üzerine oturuyorum. Walkman çalışmaya devam ediyor. Sıradaki şarkıyı merak ediyorum. 2013 Lise mezuniyeti. Çok mutluyum, bir o kadar da üzgünüm. Etrafımda arkadaşlarım var. Tıpkı bir şeylerin sonuna gelmişiz gibi. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi. Yine de hepimiz çok mutluyuz. Eğleniyoruz. Başım dönüyor hafifçe, sendeliyorum. Tam yere düşecekken elimi tutuyor. Yine o aynı tanıdık koku. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum. Terasa çıkıyoruz. Mükemmel bir yaz akşamı. Birşeyler konuşuyoruz ama ne konuştuğumuzu tam hatırlayamıyorum. Elimi tutuyor. Gülüşünü hatırlıyorum. İçeriden müzik sesleri geliyor. Sanırım orada bir ayrılık konuşması yapıyoruz. Göğsüme bir ağrı saplanıyor. Ayrılık konuşması da değil. Sanki bir veda gibi. Birbirimizi hâlâ sevdiğimize eminim. Zorla da olsa gülüyorum. Şimdi hatırlıyorum! Bir yerlere taşınmaktan bahsediyordu. Sanırım üniversite için.Evet, evet! Beni hâlâ seviyordu. Bu ayrılık değildi. Yine de içimdeki o hüznü aşamıyorum. Birbirimize sarılıyoruz. İleriden biri el sallıyor. Bizi içeri davet ediyor. Müziğin sesi dalga dalga dışarı geliyor. Ellerim ellerinde yürürken gözlerimi kapatıyorum ve gözyaşlarımın akmaması için direniyorum. Kafamı dağıtmak için şarkının sözlerini söylüyorum içimden; “When routine bites hard and ambitions are low Then love, love will tear us apart again Şarkı kulaklarımda çalmaya devam ederken, bir damla gözyaşı süzülüyor yanağımdan. Elimi çenemin altına koymuş, tembel bulutları izliyorum. Birazdan yağmur yağacak. Kahveden bir yudum daha alıyorum ve derin bir iç çekiyorum. Sanki bir anda beynime çok fazla şey yüklenmiş gibi hissediyorum. Yorulduğumu hissediyorum ama durmak da istemiyorum. Tıpkı yeni bir şey keşfeden bir çocuk gibi. Binlerce görüntü gözlerimin önünde havai fişekler gibi patlıyor. Bir sonraki şarkı çalmaya başlıyor 2013 Sıcak bir temmuz günü. Yanımda arkadaşlarım var. Bu birlikte geçireceğimiz son yaz. Hiç birinin adını hatırlamıyorum. Tembellik yapıyoruz. Güneş tepede yükseliyor. Elimdeki bira şişesi ısınmış. Gözlüklerim burnumun ucunda duruyor. Arkadaşlarımdan biri önümüzde kaykaya biniyor. Mavi gömleği uçuşuyor. Saçlarım önüme düşüyor. Damalı Vans’lerime bakıyorum. Bir kaç detay fark ediyorum. Renkli çerçeve kemik gözlükler, piercingler. Hepimizin üzerindeki o yorgunluk. Bir kaç ezilmiş bira kutusu. Gölgenin, garaja vurduğu kısımda oturuyoruz. Hiçbirimiz konuşmuyoruz. Bir kedi koşarak ağaca tırmanıyor. Buna bile aldırmıyoruz. Bir anda birisi bağırıyor. Panikle bir şeyler anlatıyor. Bunun radyoda çalan şarkıyla alakalı olduğunu anlıyorum. Sesini açmamız için tüm bu panik. Birbirimize bakarak gülüyoruz. Bu yeni favorimiz olan şarkı. Bağıra bağıra şarkıyı söylüyoruz he birlikte; “I wish that I could be like the cool kids Kızıl saçlı olan, gömleğinin cebinden bir paket sigara çıkarıp uzatıyor. Sigarayı “havalı” olduğumuzu düşündüğümüz için içiyoruz. Ne aptalca… Tutmayı bile bilmiyoruz hiç birimiz. Sadece filmlerde gördüklerimizi taklit ediyoruz ve kendimizi havalı sanıyoruz. Bir kaç kez öksürüyorum. Bana bakıp gülüyorlar. Elimle önümdeki dumanı savuyorum. Sıcakta üzerime yapışan duman tıpkı kömür yanığı gibi kokuyor. İğreniyorum. Şarkı çalmaya devam ediyor. Birisi ayağa kalkıyor ve elindeki bira şişesiyle etrafında dönmeye başlıyor. Bir diğeri ise telefonunu çıkarıyor ve bizi ayağa kaldırıyor. Garajın önüne gelip poz veriyoruz. Kolunu havaya kaldırarak fotoğrafımızı çekiyor. Bu, son zamanlarda meşhur olan bir poz. Fotoğrafa baktığımızda garaj kapısının önündeki detayı fark ediyorum. “Cool Kids” yazıyor. Her ne kadar aptalca olursa olsun, o günü hatırlıyorum. Hiçbir derdimiz yokken kendimize edindiğimiz dertleri. Herkesin bize karşı olduğunu düşündüğümüz o asi günleri. Arkadaşlıkları, aşkları, gelecek planlarını… Şarkı bitiyor yavaşça bitiyor ve kalbim o yazda kalırken ben, adını bile hatırlamadığım arkadaşlarıma özlem duyuyorum. Sıradaki şarkı çalmaya başlarken bir damla göz yaşı t-shirtümün önüne düşüyor. 2013 Eylülün son günleri. Bunu sararmaya başlayan yapraklardan anlıyorum. Tembel tembel yürüyoruz. Gitmeden önce beni görmek istediğini biliyorum. Ayrılık hakkında konuşmuyoruz. Sadece gelecekten ve planlardan bahsediyoruz. Bir noktada bu planlar bireyselleşmeye başlıyor ama umursamıyorum. Ellerimi kot pantolonumun arka ceplerine sokuyorum. Çünkü biliyorum ki ellerini tutmak işleri daha da zorlaştıracak. İkimiz de rol yapıyoruz. Bunun yürümeyeceğini ikimiz de çok iyi biliyoruz. Hava hafif soğuk. İlerideki seyyar kafeyi gösteriyor. Kafamı sallıyorum. Kahveyi beklerken, hoparlörden yeni çıkan bir şarkı çalıyor. O konuşuyor ama ben sözleri duymaya çalışıyorum. Söylediklerine konsantre olamıyorum. “I will always be yours for ever and and more Bir anlığına uzanıp elimi tutuyor. Geri çekmek istesem de kendimde bu gücü bulamıyorum. Boynuna atlıyorum sadece. Gözyaşlarım omzunu ıslatıyor. Kulağıma bir şeyler fısıldıyor ve hafifçe sırtıma vuruyor. Bunun ne demek olduğunu biliyorum. O sırada kahvelerin hazır olduğunu söylüyor bir ses. Yavaşça çözüyorum kollarımı boynundan. Elimle gözyaşlarımı sildikten sonra kahveden bir yudum alıyorum. Gülümsüyorum. Utanmıyorum. Ona karşı duygularımın bu kadar açık olmasından utanmıyorum. Onu bu yüzden sevdiğimi hatırlıyorum. Gözyaşlarım artık daha da hızlanmaya başlıyor fakat üzülmüyorum. Bunları yaşamış olan bensem eğer, gerçekten çok mutluyum. Bu düşünce yüzümde kocaman bir gülümseye sebep olurken, gözyaşlarım mutluluğa dönüşüyor. Fakat neden hiçbirini hatırlamıyorum? Sıradaki şarkıdan önce kaset hafifçe takılıyor. Walkmane vuruyorum bir iki kez. Kasedin bitmiş olduğunu fark etmiyorum bile. Anılar tüm odayı doldururken ve bana gerçekliği sorgulatırken aynaya bakıyorum. Elimle yüzüme dokunuyorum. Gözlerimin içine bakıyorum. Gözlerimin içi kızarmış. Gülümsüyorum. Daha çok hatırlamak istiyorum. Kasedi çıkartıp, diğer yüzünü çeviriyorum ve geri koyuyorum. Oynatma tuşuna basıyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve bekliyorum. 2013 Elimde bir t-shirt var, yatağın üzerinde ise bir bavul. Loş ışık odayı doldurmaya çalışıyor. Perdeler açık. Hafif hafif kar yağıyor. Bir anlığına o duyguya kapılıyorum. Açık olan bilgisayarda çalan şarkı odayı dolduruyor. Elimde tuttuğum t-shirtü bavula koymadan yatağın ucuna oturuyorum. Odama göz gezdiriyorum. Greenday posterleri, polaroid fotoğraflar, 4.sınıfta yaptığım resim… Her şeye dikkatlice bakıyorum. Görüntü buğulanmaya başlıyor. Dizlerimi karnıma çekiyorum ve sırtımı duvara yaslıyorum. Odadaki sandal ağacı kokusu ciğerlerime doluyor. Alt kattan sesler geliyor. Elimin tersiyle gözyaşlarımı siliyorum. O günkü heyecan ve üzüntü tekrar bedenimi sarıyor. “Lights will guide you home Sözler odada tembel tembel süzülürken ayağa kalkıyorum. Bilgisayarın başına geçiyorum. Ekranın sol köşesine tutturulmuş post-it gözüme ilişiyor. “Veda partisi için kıyafet seç.” O günün üniversite için evden ayrılacağım gün olduğunu hatırlıyorum. Derin bir nefes alıp gözyaşlarımı siliyorum. Walkmani sıkı sıkı tutuyorum. Ne kadar yorgun olduğumu hissediyorum. Kulaklıkları çıkarıyorum. Ayağa kalkıp mutfağa gidiyorum. Su içiyorum. Hava kararmaya başladı. Masanın köşesine oturup bölük pörçük olan anıları birleştirmeye çalışıyorum. Aradan biraz zaman geçiyor. Salona geri dönüyorum. Walkman öylece sehpanın üzerinde duruyor. Hem devam etmek istiyorum hem de içimde büyüyen korkuya engel olamıyorum. Ama işte geçmiş böyledir; tozlu bir çuval gibi, vurdukça daha çok toz çıkar. İnsanoğlu her zaman merakına yenik düşer. Kulaklığı takıyorum ve kaldığım yerden devam ediyorum. 2018 Dudaklarına bakıyorum. Kafamı hafifçe kaldırıp kumral saçlarına bakıyorum. Gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum. Kendimi biraz geri çekiyorum. Kahverengi gözlerinin içine bakıyorum. Sonsuzluk o andan geçti. Dudaklarına bir öpücük konduruyorum ve sıkıcı sarılıyorum. Beyaz yatak çarşafları hışırdarken gülümsemesini duyuyorum. Burnum boynunda. Nane kokulu duş jelinin kokusunu içime çekiyorum. Sessizlikte bir süre öylece kalıyoruz. Yan daireden gelen yüksek sesli müziği duyunca gülümsüyoruz ikimiz de. Gözlerimin içine bakıyor ve şarkıya eşlik ediyor. “Can we pretend that airplanes in the night sky are like shootin’ stars İkimiz de ne dileyeceğimizi biliyoruz. Sanki birbirimizin aklını okuyormuşcasına gülümsüyoruz. Açık pencereden içeriye giren akşam serinliği vücudumuzdan geçerken iyice sarılıyorum ona. Gözlerimi kapatıyorum. Eli, elimi sıkıca sararken kendimi hiç olmadığım kadar güvende hissediyorum. Şarkı çoktan bitmiş ve bir sonraki şarkıya geçmeye hazırlanırken. Daldığım hayalden uyanıp duraklatma düğmesine basıyorum ve az önceki hayalin damağımda kalan tadının zevkini çıkarıyorum. Ellerime bakıyorum. Adını hatırlamasam da, şu an bile nasıl hissettirdiğini hatırlayabiliyorum. Az önceki üzüntünün yerini kocaman bir gülümseme alırken derin bir nefes çekiyorum ve oynatma düğmesine basıyorum. 2018 Piyanonun tuşlarına vurduğu an, o anı geliyor aklıma direkt. En net, en belirgin olanı bu sanırım. Sokağın ortasındayım. Nerede olduğumu tam hatırlamıyorum. Yaz ayı. Binaların komünizm zamanından kalmış olduğunu anlayabiliyorum. Mavi kubbeler, görkemli binalar, geniş sokaklar. Bir kitap mağazasının önündeyim. Onbeş- onaltı yaşlarında bir kız çocuğu. Evet hatırlıyorum. Gözleri kapalı. Kemanını, tıpkı saçları gibi bir sağa bir sola savuruyor. Notalar mavi gökyüzüne savrulurken zaman bir anda duruyor. Sanki insanlar hareket etmiyor. İşte yine orada. Kitapçıdan çıkıyor. Gülümseyerek bana doğru geliyor. Sarılıyor. Gözlerimi kapatıyorum ve müziğin zamanı durdurmasına izin veriyorum. Yutkunuyorum. Gözlerim hâlâ kapalı. Sesini işitiyorum. Kafamı kaldırıp bakıyorum. “Ludovico Einaudi” diyor. Kafamı sallıyorum. “Nuvole Bianche” diyorum. “En sevdiğim.” Kafamı öpüyor ve derin bir nefes alıyor. Hafifçe kafamı çevirip keman çalan kıza bakıyorum. Son vuruşunu da yaptıktan sonra gözlerini açıyor ve göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum, o da gülümsüyor. Müzik yavaş yavaş sona ererken içimi kocaman bir güven ve huzur duygusu kaplıyor. Hiç bir filmde, hiç bir kitapta bulamayacağım o anıyı yaşayabildiğim için şükrediyorum. Tabii eğer yaşamışsam. Omuzlarımı silkiyorum ve bir sonraki şarkının çalmasını bekliyorum. 2019 Omuzlarıma dokunan rüzgârdan denize yakın bir yerde olduğumu anlıyorum. Başım hafifçe dönüyor. Müziğin sesi uzaktan dalga dalga geliyor. Elimde tuttuğum bira şişesiyle sallana sallana yürüyorum. Birisi adımı sesleniyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum. Gülümsüyor. Elimden tutup beni festival alanına doğru sürüklüyor. Şarkının sesi daha da yükseliyor. Bir grubun içindeyim. Kimdi bunlar? Dans ediyoruz. Bir anda ileride duran aynaya bakıyorum. Kendimle gözgöze geliyorum. Üzerimde boyundan bağlamalı, beyaz puantiyeli siyah bir elbise var. Biri sırtıma çarpıyor ve kendimi tekrar kalabalığın içinde buluyorum. Biri elimi tutuyor ve dans ediyoruz. Kıvırcık saçlı bir kız. Gülüyor. Herkes çok mutlu görünüyor. Alnımdan akan terleri siliyorum. DJ hız kesmeden devam ediyor. Yorulduğumu hissediyorum fakat bir o kadar da enerji doluyum. Gözlerimi kapatıyorum. Açtığımda ise onun kahverengi gözleriyle karşılaşıyorum. Üzerinde keten mavi bir gömlek var. Gülümsüyor. Kulağıma eğilip “Hadi gidelim.” diyor. Kafamı sallıyorum. Tam ayrılmak üzereyken şarkı değişiyor ve kıvırcık saçlı kız tekrar elimden tutuyor ve çılgınlar gibi dans etmeye başlıyoruz. Kolumu, onun boynuna doluyorum. “I’ll be a thorn in your side ’til you die Şarkı hâlâ çalmaya devam ederken kalabalığı geride bırakıyoruz. Farkında olmadan şarkıyı söylediğimi fark ediyorum. Gülümsüyorum. Son nakarata geldiğinde kendimi aynanın karşısında buluyorum tekrardan. O günkü puantiyeli elbiseyi hayal ediyorum. Elimi dudaklarıma götürüyorum. Gülümsüyorum. Bant sarmaya devam ediyor ve şarkı bitiyor. İçimi kıpır kıpır bir enerji dolduruyor. Walkmani göğsüme bastırıyorum. Kayıp oyuncağını bulan bir çocuk gibi sevinçliyim ve bir sonraki şarkı başlıyor. 2020 Bu şarkıyı hatırlıyorum! Hâlâ aynanın karşısında dururken, Walkmani mikrofon gibi yapıp şarkıyı söylüyorum. Etrafımda dönüyorum. O günü çok net hatırlıyorum. Arkadaşlarımla birlikte göl kenarındaki eve gidiyorduk. Kafamı sola çeviriyorum. Arabayı o kullanıyor. Dikiz aynasından arkaya bakıyorum. Üç kişi arkada oturuyor, arkamızdan bir araba daha geliyor. İki tarafı ağaçlı olan bir yolda ilerliyoruz. Hava kapalı. Yağmur yağacak gibi görünüyor. Sunrooftan içeri giren rüzgâr tüylerimi ürpertiyor. Hava kararmak üzere. Radyodaki sıkıcı salgın haberlerini geçiyorum. Güzel bir şarkı bulmayı umuyorum. Arka koltuktan biri “Dur, dur!” diyor ve sesi açmam için bana işaret yapıyor. Sonra da ayağa kalkıp sunrooftan kafasını çıkarıyor. Gülümsüyorum. İçeri girmesi için pantolonundan çekiyorum. O, yan koltuktan bana bakıyor gülümsüyor. Şarkının sesini biraz daha açıyorum. Yağmur yağmaya başlıyor. Elini tutuyorum. Gülümsüyor bana bakıyor tekrardan ve bir anda bir şey oluyor. Yolun ortasına bir şey atlıyor. Bir geyik? Ne olduğunu anlamıyoruz bile. Hızlıca direksiyonu kavrıyor. Sağa sola savruluyoruz. Arkada çalan şarkıya çığlıklar eşlik ediyor. Şiddetli bir çarpma. Sıkıştığımı hissediyorum. Nefes almakta zorlanıyorum. Gözlerim yavaşça kapanıyor ve radyoda şarkı hâlâ çalmaya devam ediyor. “I know, with you, tonight could be amazing |
0% |