Yeni Üyelik
14.
Bölüm

12. BÖLÜM

@vesileninruyasi

Yavuzla beraber askeriyeye giriş yapıyorduk. Yavuzla denizden sonra akşam Cemşid ve Uğur’un toplantılatını koyduğum makineler sayesinde dinledik ve kaçakçılık yapılmadan engellemiştik. Koordinatları tam anlamıyla tespit ettiğimiz an baskınla ikisinide kıskıvrak yakalamıştık. Tabi o lacivert elbise bana baya sıkıntı yaşatmıştı. Beyfendinin mallığı yine tutmuştu arkadaş.

Kötü mü oldu? Kıskandığını belli etti.

Sus iç ses. Bir elbise yakıştı diye yapıyorsa boğarım onu. Yani tek bir elbiseyle beğenmek sonra da kıskanmak falan boğarım oğlum. Neyseki ben ondan nefret ediyorum.

Aynen. Bu yüzden mi yan bakan kadınlara sen de yan baktın ya unuttun mu salak?

Hayır unutmadım. Ama o benim silah arkadaşım. Onu korumak bana düşüyor iç ses. Bu yüzden o sesini kes!

Askeriyeye girdiğimizde tim bizi bekliyordu. Yanlarına yaklaşırken Kartal yanımıza geldi. Elini mikrofon yapıp bize uzattı.

“Efendim, duyduğumuza göre bir tatil yaptınız. Yeni bir çiftsiniz. Bize detaylardan bahseder misiniz?” ne diyo lan bu.

Arkasından Ergün ve Timuçin elleri ile kamera yapmış geliyorlardı. Ergün gelince ellrini indirip bize baktı. Sadece bir dakika sonra görüşlerini belirtti.

“Öncelikle bir şey olmuş. Bu yüzlerinden ve atılan bakışlardan anlaşılıyor. Sonra…” bedenlerimize baktı ve devam etti. “Kelimeyi söylemesemde bir şey yaşanmış gibi. Ama BÜYÜK bir şey” bu niye büyüğe baskı yaptıki şimdi.

Niye mi? Kızım çocuk yapmaktan son anda kurtuldun konuşturma beni. Yani arada kıyafet olsada siz bir şekilde yapardınız.

İç sesin dediği ile yüzümü önüme eğdim. Olmuştu bazı şeyler ama yanlışlıkla. Ergün kaşlarını çattı ve üç adım bana yaklaştı. Sonra ise büyük bir çığlık attı. Hulki

“Oğlum kız mısın bağırıyon?” dedi. Ergün ise yaşlı teyzeler gibi modlara geçmişti.

“Komutanım bakın hissediyorum, kesin bu iki aklı beş karış havada komutanlarımız bir şey yaptı. Hem de çok büyük şeylerrrrrrrrrrrrrrrr….” Bütün tim gözleri fal taşı gibi açılıp bize bakarken biz de birbirimize bakıyordk. Öyle bir şey olmadı. Yani oldu ama olmadı. Tam ağzımı açıp itiraz edecekken Yavuz önce davrandı.

“Ne diyon lan sen! İnanmayın lan! Ben ve bu uyuz keçi” ona öyle bir baktım ki o bile korktu ama söz ağızdan çıkmıştı. Tim bir Ergün’e bir Yavuz’a, pardon ayıya bakarken ben söze girdim.

“Ben ve bu uyuz keçi ha! Tamam Yavuz Bey tamam. Ben aldım mesajı!” dedim ve elimdeki valizle askeriyeye ilerledim. Suna ve Cemre benimle gelmeye başladığını anladığımda “GELMEYİN!” diye bağırdım.

“Nereye gidiyosun sen keçi! Ne o söylediklerim zoruna mı gitti? Söyle yalan mı?” diye bağıran Yavuzla adımlarım yere çivilendi. Sanki içimde bir yerde bir boşluk oldu. Başımdan aşağı kaynar sular dökülürken tüylerim diken dikendi. Neden böyle olmuştu ki. Neden? Yani Yavuz’un bu söyledikleri beni etkilememeliydi. Gitmedi değil mi? Gitmedi zoruma.

Arkandayım, yap bu ayıya ne yapıyorsan. Hatta çek vur lan!

Arkamı döndüm. Yüzüme en boş bakışımı yerleştirip ona son sözlerimi söyledim. “Gitmedi! Ve doğru söylüyorsun. Ergün bu sefer yanıldın. Bu ayı ve ben zaten imkansız. Bunu hem sen hem siz hem de şu ayı kafanıza sokun!”

Tekrar askeriyeye döndüğümde bakışlarım hala boştu. Artık sakince ilerliyordum. Dışarısı sıcaktı. Ama içim buz dağından farksızdı.

 

 

Suna koridorda Göksu’nun odasına ilerliyordu. Komutanı iki gün önce onlara boş gözlerle bakmıştı. İki gündürde Göksu hiçbirinin yanına pardon Yavuz’un yanından dahi geçmemişti. İlk gün her şey aynıydı ama ikinci gün komutanlarına sanki bir şey olmuştu. Yavuz ise timdekilerin hiçbiri ile konuşmuyordu.Ve hepsi komutanlarına inanmayı seçip pek kıymetli Ergün’ün sözünü kale almamışlardı. Ama Suna Ergün’ü iyi tanıyordu. Bugüne kadar söylediklerinin hiçbiri ya hiçbiri yanlış çıkmamıştı. Şöyle düşünün; bir yer var. Bu yere giden üç yol var diyelim. Biri yani ortadaki en doğru yol. Ve asıl doğru yol orası. Ama diğer iki yol sadece doğru. Asıl doğru değil. Ya da bir matematik problemi düşünün; bir problemin birden fazla çözümü olabilir. Kimisi uzun kimisi kısadır. Ya da yanlış yoldan gidip doğruya ulaştığınızı düşünün. Hepsinde sonuç tek bir yere olana, cevaba geliyordu. Ergün’de böyleydi. Söyledikleri bazen harfi harfine tutarken bazen yanlış yoldan doğruyu bulmuş gibi olurdu.

Ergün doğruyu söylemişti. Ama yanlış yoldan ve yanlış kelimelerle. Pekala komutanlarının ilişkisi nefret ve kavga üzereydi. Ama onları birleştiren tek bir zaman vardı ama onlar bunun farkında değildi. Onlar her kavganın sonunda orta yolda buluşabilen insanlardı. Şu üç günde ikisindende haber alınamıyordu. Görev olduğu çok barizdi. Ama görev söylenmezdi.

Yavuz söylemezdi. Çünkü timine karşı bunu yapmak gururuna dokunuyordu. Aslında konu ne olursa olsun gurur yapamayan Yavuz bu tarz konularda gururun alasını yapıyordu.

Belki diğerleri anlamamıştı ama Suna o gözlerdeki duyguları anlamıştı. Hayal kırıklığı ve öfke. Ama önündeki perde gizlemeyi başarmıştı. Sadece Suna anlamıştı. Çünkü kadını kadın anlardı. Her şeyden önce düşenin halinden düşen anlardı. Suna ve Göksu yaralı kuşlardı.

Suna komutanının odasının kapısının önüne geldiğinde karşı odaya baktı. Yavuz komutanının odasıydı burasıda. Hem karşılıklı odaları var hem kavgaları eksik olmuyor. Suna kapıyı tıklamadan içeri girdiğinde komutanını sandalyede oturur bir vaziyette boş boş duvara baktığını fark etti. Kapıyı kapatıp komutanının başında dikildi. Göksu başını kaldırmadan konuştu.

“Kapıyı neden tıklamadın?” normalde komutanı bunu asla takmazdı kafasına. Ama normalde.

“Komutanım kızmazsınız diye düşündüm!” dedi Suna. Ama sesinde en ufak bir çekingenlik belirtisi yoktu. Göksu gülmeye başladı.

“Tabii, ben hiçbir şeye kızmam zaten! Herkes gelsin kervan gibiyim ya zaten ben. Kızmaz zaten desin istediğini yapsın sonra Göksu kızmasın. Siz istediğinizi yapın ben kızmayayım” Suna bu bağırışların sahibinin kendisi olmadığını çok iyi biliyordu.

“Ailemden tek bir kimse ya tek bir kimse kalmamışken hayatımı ona borçlu olduğum birinden hayatımın şokunu yaşıyorum. Gerizakalı olan o değil ona kurtardı diye yüz verende.” Suna kaşlarını çattı. Komutanının babası hayattaydı. Ama o sanki babası yokmuş gibi konuşuyordu.

“Komutanım, ailemden kimse kalm-“ Göksu ayağa kalkıp sözünü kesti onun. Ama dünyayı sarsacak bir bağırmayla.

“ÖLDÜ! SEVMEDİĞİM O ADAM YANİ BABAM DENECEK O HERİF ÖLDÜ! ANLADIN MI? SEVMEDİĞİM DEDİĞİM BABAMIN ÖLDÜĞÜNÜ ÖĞRENDİĞİMDE ASLINDA ONU SEVDİĞİMİ FARK ETTİM. AMA KAÇ YAZAR. BENİ O İT İLE EVLENDİRSEDE ASKERLİĞİME KARŞIDA ÇIKSA O BENİM BABAMDI. BU LANET OLASI DÜNYAYA GELMEMDE KATKISI OLAN ADAM YANİ BABAM. BEN, BEN NİYE DÜNYAYA GELDİM Kİ ZATEN! ETRAFIMDAKİ HERKES BİRER BİRER GİDERKEN BEN KALIYORUM! ÖNCE KARDEŞİM, SONRA ANNEM, İKİ TANE ASKERİYEDEN ŞEHİT VE İKİNCİSİ GÖZLERİMİN ÖNÜNDE ŞEHİT OLDU! SONUNCUSU BABAM. BAKALIM HAYAT BAŞKA KİMLERİ ALACAK BENDEN!” Göksu hem bağırıp hem ağlarken Suna buna kayıtsız kalmayıp sardı kollarını karşısındaki dışı güçlü ama içi bir yaprak olan kadına. Göksu hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kendi öz ailesinden kimse kalmamıştı yanında. Ama bilmeliydiki yanında arkasında duran değerli bir timi vardı.

Göksu yarım saat ağladı arkadaşının göğsünde. Suna sırtını sıvazladı saçlarını okşadı. Yanında olduğunu arkadaşına yeterince hissettirdi. O an komutan asker yoktu. O an iki yakın arkadaş vardı. Göksu saçı her okşandığında daha çok ağladı. Bugüne kadar üç kişi saçını okşamıştı onun: annesi, kardeşi ve dostu.

Göksu kafasını kaldırdığında bir anne şefkati ile bakan gözlerle karşılaştı. İkisi de birbirine gülümserken kapı anında açıldı. Ve içeri GYK bir kişi eksikle doluşmuştu.

 

Celal timle beraber yemekhanedeyken kitap okuyordu. Bir elinde kitap varken öbüründe kahve vardı. Kitabı okurken gözleri hiçbir şeye çarpmadan kahvesini yudumluyordu.

Timuçin Ergün, Baran, Adem ve Turgutla sohbet ediyordu. “Komutanım…” dedi Turgut sevimli bir sesle. Bu ses merak başlangıcında gelen bir ses tonuydu. Soru Timuçin’e yöneltilmişti. Timuçin kollarını sıvadı ve karşısındaki kara gözlü adama baktı. “Hazırım, gönder gelsin soruyu!” dedi ve yandan Hulki elmasını yemeyi bırakıp ayağa kalktı.

“Evet sayın seyirciler. Soru cevap Turgut showun bu bölümünde bizlerle Timuçin Bey yarışacak. Sorulara gelen her doğru cevap bir ödül niteliğindedir. Evet Turgut, sendeyiz!” dedi Hulki. Baran elini kamera yapıp bir Timuçin’e bir Turgut’a tuttu. Turgut yrinde dikleşdi ve cebinde her zaman taşıdığı timin fotğrafını çıkardı. Fotoğrafı sanki soruların bulunduğu kağıtmış gibi kullanacaktı. Artık yeni fotoğrafın çekilme zamanı gelmişti.

“Evet, ilk sorumuz geliyor! İzmir’in kurtuluşu ne zaman?” dedi Turgut. Timuçin ‘buda soru mu’ bakışı attı.

“9 Eylül 1922” dedi. Turgut’a baktı hepsi. Bildikleri şeyi duyacaklardı şimdi.

“Doğru cevap!” dedmesiyle hepsi alkışlamaya başladı. Adem aniden ayağa fırlayınca Celal’in elindeki kahve boylu boyunca kitaba ve Celal’in malum yerlerine döküldü. Celal panik ve bağırışlarla ayağa kalktı. Herkes ona dönmüşken Adem ayağa kalktı. Celal’e döndü hemen.

“Celal. Vallah bilerek olmamıştır. Canın yanıyor mu devrem?” dedi. Celal ise farklı dünyaların alemindeydi. Adamın geleceği tehlikeye girmişti ve onun düşündüğü tek şey kitabıydı. Eliyle kitabını alıp isyan etti.

“Ama komutanım ya! Ben bu kitabı çok paraya almıştım! Çöp oldu kitap. Hemde en güzel sahnedeydim!” tim ağzı beş karış açık bakıyorlardı. Yanlış duyduk heralde derken Celal’in ciddi ciddi kitabı için gözlerinin dolduğunu gördüklerinde Adem Celal’in ense köküne şamarı yapıştırdı.

“Vay eşşek sıpasına bak hele. Biz burda canın derdindeyiz, adamın biri kitap peşinde. Hey yavrum hey!” dedi elini sallayarak. Celal şamar etkisi ile öne doğru bi gidip gelmişti. Tim onun üstüne çullanıp dalga geçerken Ergün içine oturan öküzle duvara bakıyordu. Ama sadece bakıyordu. Sadece bak sadece.

Gözleri eğlenen time takıldığı an gözleri birini aramaya başladı. İçindeki bir ses ona bir şey söyledi.

Dün buradaydı. Ya bir şey oldu. Ya da daha kötü bir şey.

Ergün içindeki bu her zaman ortaya çıkan sesle kaşlarını çattı. Hiçkimse bilmezdi ama o hangi görevde şehit olacağını yani o görevde biri şehit olacak mı olmayacak mı hissediyordu. Tövbe haşa Allah gibi kimin olacağını bilemezdi amabirinin olacağını bilirdi. Ve bu ses her zaman vardı, yanındaydı her daim. Önceden tahmin etmek güzeldi. Bazense üzücü. Çünkü şehitin hangi kardeşi olacağını düşünmek aklını allak bullak ediyordu.

Şehiti hissettiğinde göğsündeki sızı canını fena yakardı. Ama yansıtmazdı dışarı. Şuan ise gözleri Göksu’yu arıyordu. Yoktu komutanı. Dünden beri görmemişti. Yaklaşık bir saat önce Suna komutanı Göksu komutanına bakmaya gitmişti. Ama hala gelmemişti. İçindeki sıkıntı büyürken ayağa kalktı. Kartal komutanının yanına gitti. Kartal anırarak gülerken o yanına usulca yaklaştı. Kartal Ergün’ün bu hallerini çok iyi tanıyordu. Hemen ona doğru döndü.

Yıllarını geçirdiği ve kardeşi gibi gördüğü insanı nasıl tanımazdıki?

Ergün komutanına baktı ve sadece “Göksu komutana bir şey oldu. Hissediyorum komutanım. Gidelim, bakalım görelim. Belki yine yanılmışımdır?” kaşlarını çattı Kartal. Sonrası ise hızlı gelişti. Önce diğerlerine söylendi. Sonra ise yol komutanlarının odasıydı.

Hepsi kapının önüne geldiğinde gözleri Yavuz’un odasının kapısını buldu. Bu ara etrafta şimşekler çakıyordu. Ama işte…

Gözler Kartal’ı bulduğunda Timuçin daha fazla beklemedi ve kapıyı açtığı gibi odaya daldı. Yerde oturmuş, Suna’ya sarılmış şekilde ağlayan, geldiği gibi ona bakan ve gözlerinde sadece üzüntü bulunan bir Göksu beklemiyordu. Ablası saydığı insanı böyle görmeyi sevmiyordu.

Kartal girdi hemen sonra içeri. Yerde oturmuş ağlayan bir Göksu o da beklemiyordu. Göksu hayatına hızlı bir girişte yapsa yeri ayrıydı şimdiden. Çünkü onda içinden bir şeyler hissediyordu. Sadece o değil bütün tim böyle hissediyordu. Çünkü bir bebek kadar masumdu o. Ve ondaki şeytan tüyü insanı kendine çekiyordu. Göksu’nun tek suçu babasıydı.

Diğerleri içeri girdiğinde Göksu yüzüne bir gülümseme yaydı. Sevinmişti çünkü kardeşlerini yanında görmek onu mutlu etmişti. Gözleri ona soran gözlerle bakan Kartal ve Timuçin’i buldu. En çok bu iki yaramazı seviyordu. Tabi Suna ve Cemre’nin yeri ayrıydı ama bu iki adam ona babasının veremediği şefkati veriyordu. Sadece bu ikisinde almıştı oduyguyu. Suna ve Cemre ise anne şefkatini hissettiriyordu. O mal Yavuz ise boktan şeyleri. Diğerleri ise kardeş hissini dolduruyordu. Yani eksik değildi fazlaydı ama bu fazlalık onu üzmüyordu.

Kartal Göksu’ya doğru ilerledi ve önlerinde durup Suna’ya döndü. “Ne oldu burada? Kim ne yaptı?” bu adamın korumacılık halis midur?

Suna ellerini Göksu’nun ellerine bastırıp Kartal’a baktı. “Göksu’nun… babası….” Dedi ama devamını getiremedi. Hepsi Göksu’ya bakarken o kafasını öne eğmişti. Baran o an herşeyi unuttu. Komutanı olduğunu, asker olduğunu ve komutanların arasında olduğunu. Ve sadece komutanı yani ablasının yanına gitti.

“Abla! Ne oldu? BİRİ NE OLDUĞUNU AÇIKLASIN ARTIK YETER DA!” Göksu bu çıkışı sevmişti. O öğretmişti çünkü. Güldü timine ve içini yakan o cümleyi söyledi. “Babam bu sabah ölmüş! Ve ben değerini şuan anlayabildim. O gittikten sonra!” içerideki soğuk hava iyice artmışken timin tamamı yerde elleri birbirine sıkıca bağlı olan iki kadının üstüne çullandı. Bu bir aile sarılmasıydı. Hemde içinde sadece saf mutluluğun olduğu.

“DURUN ULA! BOĞULDUM BE! DİRİ DİRİ GÖMEYDİNİZ BİRDE! LAAAAAAAAAAAAAAAAN SİZE DİYORUM AYILAR!” dedi Göksu üstündeki iri adamlara. Suna ile kahkaha atıyorlardı. Tim gülerek ayağa kalkarken kapıda biri belirdi.

Yavuz DEMİRHAN…

Göksu kaşlarını çatıp ayağa kalktı. Yavuz’unda kaşları çatıktı. Önce gözleri hepsinin üstünde gezindi ve sonunda Göksu’yu buldu.

GÖKSU

Karşımda gördüğüm ayıyla kaşlarımı çattım. Yok yani iki gün önce anamı ağlat sonra gel. Hem niye o sufatın dökülmüş it herif. Mal işte sanki kendi babası öldü. Mal demedim boşuna. Gözleri herkeste gezindi ve beni buldu. Gözleri yüzümde iyice gezindi. Kaşları her noktada iyice çatılırken iç ses yine geldi yerine kuruldu.

Kesin anladıda geldi. Başka açıklaması olamaz. İşte bak o da…

Sözünü Yavuz’a söylediklerimle kestim. “Niye geldin?” dedim. Sadece baktı. Sonra etrafa göz attı ve cevapladı beni.

“Sesinden dolayı!” ne diyo lan bu. Sesmiş. Öküz ya bu. Yeminle öküz. Hemde en kocamanından. Mal ses oldu diye buraya mı geldin?

Bu sesli söylenir mi salak kız ya?

Neyi sesli söyledim ya! Yavuz’un çatılan kaşları ve mallığı konuştu. “Mal mı dedin sen bana? Ve sesinden rahatsız oldum da geldim!” sinirleniyorum bak. Oğlum çıldırtma lan beni. Gerizekalı, adam yavşadı diye gece içip sabah aksiyon sahneler yaratan sen değil miydin beyinsiz. Aaa yok o yatağı da ben ıslattım değil mi öküz adam.

Bak ilk defa doğru dedin. Cevapla komutan sen değil miydin he?

İç sesime katılırken sorusunu cevapladım. “Mal mal konuşma! Şuan Muğla’da olanları anlatsam sesimden rahatsız olup olmadığını anlarız! Hem sanane benim sesimden. İster bağırırımister bağırmam. Neyimsin sen benim. Hiçbir şeyim” güldüm burada ama içim neden ağlıyor? “Sadece aynı timde olduğum bir insansin. Senin bir gururun varsa benimde var. İki gün önce o beş kuruş etmez gururun yüzünden beni düşürdüğün durum yüzünden ne yaparsan yap sen artık bir insanden farksız değilsin benim için. Görevden göreve yüzünü görmek bence makul. Şimdi odamdan defol git!” dediğimde tim şaşırmış ve merakla bana bakıyordu.

Şu odadan çıksınlar ağlıycaz. Bakın iç ses söylemişti dersiniz sizde şahitsiniz.

Yavuz bu sözleri beklemiyormuş gibi yutkunurken kararlı gözlerle ona baktığımı görünce gözleri elalarımın derinlerine baktı.

Sanki son kez bakıyormuş gibi…

Sonra gözleri vücudumda gezindi.

Sanki son kez bakıyormuş gibi…

Sonra uzun uzun time baktı.

Sanki son kez bakıyormuş gibi…

Gözleri tekrar beni bulduğunda gözlerindeki o iki duygu netti. Pişmanlık ve üzüntü. Kaşlarımı çatıp ona baktığımda gözleri Kartal’ı buldu. Başı ile dışarıyı işaret ettiğinde tim anlamış gibi önce bize bakıyor sonra teker teker çıkıyordu dışarı. Kartal çıkarken bize uzun uzun baktı. Sonra o da çıktı. Yavuz odaya girip kapıyı kapattı. Yanıma geldi. Tam karşımda durdu. Dakikalarca kesintisiz yüzümün her zerresine baktı. Onu beklerken sağ ayağımı sallıyordum.

“İncelemen bittiyse odadan çıkar mısın?” dedim ama yüzüne o pişmanlık ve üzüntüyü yansıtıp izlemeye devam etti. Sonra araya iki adım koyarak gözlerime baktı. Gözleri mi kızarmış bunun?

“Merak etme. İki gün sonra görevlerde bile görmeyeceksin yüzümü.”

Ne demek bu şimdi. Ne yani timler ayrılıyor mu? E ben sevdim diğerlerini. Bırakmam arkadaş. “Niye, timleri mi ayırıyorlar?” dedim. Sesimde az hissedilen bir korku vardı. İç ses nerdesin? Neden böyle hissediyorum. Timi kaybetmem ki. Her zaman görürüz birbirimizi.

“Hayır, ben gidiyorum!”

Ne! Gidiyorum mu dedi o? Nereye be? Nasıl ya?

İçimde garip bir burukluk oldu. Gözlerim yüzüne bakarken içim acıyordu. Gidecek olması mutlu etmeliydi oysaki. Ama beni üzüyordu. Nasıl tarif edeyim. İçimdeki bir şey sökülmüş gibi. Ben daha babama alışamadan onuda mı kaybedecektim.

İlk kez açıklıyoruz! Sadece burada iç ses kanal. Biz sanırım sevdik.

İç ses ile Yavuz’a bakarken. Onu ilk defa gözleri dolu dolu görüyordum.

“Sen beni istemiyordun, ben seni. Sen timimi sevmiştin ben… benim ne diyeceğim önemli değil değil mi?” dedi. Kaşları çatıldı. Bununda sanırım çabuk sinirlenme diye bir şeyi var.

“Ne alak be! Ne diyeceğin önemli belki. Ben nereden bileyim. Hem sen nereye gidiyorsun? Ve neden?”

Yavuz sadece gözlerime bakıyordu. “Ne alaka öyle mi?”

“Evet ne alaka!”

“Az önce odadan çık diye bağıran ben miydim! Sesinden rahatsız oldum dedim önemsemedin. Çünkü rahatsız değildim” ellerini saçlarına geçirdi. “Sesin kulağa ninni gibi gelirken, sen beni yok sayıyorsun? Anlamıyorsun? Seni kendimden uzak tutsamda bir şekilde yanıma gelebiliyorsun! Sen beni istemezken bende durmadım. Tayinimi istedim. Ve iki gün sonra buradan defolup gidicem. Ama sen hala boş gözlerle bakıyorsun!” evet boş gözlerle bakıyordum. Çünkü… yapamazdım. Ona gittiği için üzüldüğümü gösteremezdim.

“Evet, boş bakıyorum. Çünkü umrumda bile değilsin!” içimden tamamladım cümlemi. ‘ama önceden öyleydi, şuan gitmeni istemiyorum’ Yavuz duyduklarıyla ellrini saçlarına iyice geçirirken gözlerinde hayal kırıklığı vardı.

“UMRUNDA BİLE DEĞİLİM ÖYLE Mİ?” sinirle dibime girip bağırırken başımı evet anlamında salladım. İyice gözü dönerken bağırmaya başladı. Ben ise geriye doğru gidiyordum. O ise bana doğru. “BU YÜZDEN Mİ GÜLDÜN BANA? SAÇMA AMA ETKİLEYEN HAREKETLER YAPTIN! BU YÜZDEN Mİ O ELBİSELER İÇİNDE ÇIKTIN KARŞIMA! BU YÜZDEN Mİ BANA BAKAN KADINLARI SÖYLEDİN! HEPSİ UMRUNDA OLMADIĞIM İÇİN Mİ?” derken masamdaki her şeyi yere devirdi. Sırtım cama yapışırken sinirle nefes alıyordu. Eline aldığı heykeli duvara çarptı ve kırıldı. Yerimde sıçrarken ona bakıyordum. Gözlerim korku ile açılmışken açık olan ve omuzlarımdan dökülen saçlarıma baktı.

“BAKMA BANA! UMURSAMADIĞIN BİR ADAMI BÖYLE MALLAŞTIRMA!” dedi. Ona bakarken konuştum.

“Niye bağırıyorsun? Umrumda olmadığı” yutkundum. “umrumda olmadığın için mi, yapılanlar için mi yoksa b-“

“SEVDİĞİM İÇİN! SANA BU APTAL AKLIMLA TUTULDUĞUM İÇİN! SENİN UĞRUNA DELİ OLDUĞUM İÇİN BAĞIRIYORUM!”

 

selamün aleyküm canlar...

iyi okumalar ve iyi kalp çarpmalar

unutmayın bir umut ışığı her zaman vardır. Yeter ki onu bulmak isteyin...

sevdiğim için!

Loading...
0%