@vesileninruyasi
|
SELAMÜN ALEYKÜM CANLARRR EVET YENİ BÖLÜMÜMÜZ DFHhqeacvfbahvvv BİRAZ KISA OLDU YAAAAAA NEYSE SEVECEĞİNİZİ DÜŞÜNÜYOM VE BÜYÜK BOMBA BAZI BEKLENEN ŞEYLER SONUNDA OLDU DESEM NE JADAR DOĞRU OLUR BİLMEM. UMARIM SİZDE BEKLİYORSUNUZDUR BUNU BENİ ÖLDÜRMEYİN CANLARIM. BİLİYORUM BENDE AZ ŞEYLİK YAPMADIM. YANİ DAHA YİRMİ BÖLÜM GEÇMİŞ BENİM BU KARAKTERLER BİRBİRLERİNİ TERK EDİYORLAR. İŞTE BENİM EVLATLARIM OLDUKLARI İÇİN NE YAPARSINIZ. BEN VARSAM O İŞTE BİR TERS KÖŞE VARDIR AMA ŞUNU SÖYLEYEYİM ÖYLE SAHNELER VARKİ AKLIMDA BÜYÜK BOMBALAR. İSİMSİZ KAHRAMANLAR'A BEKLERİM BEBOŞLARR İYİ OKUMLAAR VE BOL OY YORUM İSTEYRUMKJFEA
Hayat çok acımasızdı. Hayat beni her yerimden vurmuştu. Kırılmayan, dökülmeyen, parçalanmayan, kanamayan, acımayan yerim kalmamıştı. Hayat her yerimi deşmişti. Hayat sanki bir bana acımamıştı. Ve ben hayatın içinde bulunan ve hayatın bir evladı olarak ona benzemiştim. Acımasızdım. Bencildim. Belki de karaktersizdim. Korkaktım. Hiçtim ben. Koca bir hiç. Benim aşkım sesli başlayıp sessiz bitmişti. Ve ben ,yani hiç, aşkımı bitirmiştim. Hiçliğe sürüklemiştim. Kilis. Yeni hayata yaşamaya tutunmaya çalışacağım yerdi. Dün gelmiştim buraya. Albaya tayin mektubumu verdim ve hiç beklemeden geldim. Belki yaptığım sorumsuzluk yüzünden askerliğim yanardı. Ama bendeki kalp daha kaldırmıyordu. Ben ne günah işlemiştim? Hangi canlıya zarar vermiştim? Kimin ahını almıştım? Çünkü anca bu kadar kötü biri olursam başıma bunlar gelir heralde. Bir yılda başıma gelmeyene acı, gelmeyen dert kalmamıştı. Yavuz’umu özlemiştim. Kokusunu, gözlerini, saçlarını, öpüşünü, sarılışını, sesini, gülmesini, sinirlenmesini ama en çokta elimi tutmasını özlemiştim. O benim elimi bırakmamak için geri dönmüşken ben onun elini ebediyen bırakmıştım. Bu kadar salaktım işte. Yaşattığını yaşıyor. Diyen iç sesim ile burukça güldüm ve yatakta bir kere daha yan döndüm ve battaniyeme sarıldım. Yaşattığını yaşamasına gerek yoktu. Hem de hiç gerek yoktu. Yani iki ay ağladık zırladık diye onunda üzülmesine gerek yoktu. Ben onu ateş hattında bir anda tek bırakarak cezasını vermiştim zaten. Şimdi neden böyle oldu ya? Salak! Sen gittin ya! Sen geldin ya Kilis’e! MAL! Doğru, ben terk etmiştim bu sefer. Ama aklıma dank etti lan. Ya şehit olursak? Ve diğerimiz çok daha fazla üzülürse. Gerizekalı, mal, salak, beyinsiz artık neysen! O seni terk ettiğinde neredeydi senin o cücük beynin? İşte o zaman ona olan duygularımı yeni anlamıştım. Bu yüzden gitmesini istemedim. Ve şu an onu böyle bir zamanda terk ettiğim için beni kesin affetmez. Böylece ben ve aşkım mahşere kalırız. Yataktan çıktım. Emir gelene kadar otelde kalacaktım. Ve emir gelmeden gelmeseydim buraya hayatta gelemzdim. Ve o mektup… Allah’ım o mektup beni bile benden aldı yav! Bu yüzden sanırım kendimi asla affetmeyeceğim.
Tim koğuşta rastgele oturuyor ya da yatıyordu. Komutanlarının gittiğini ama nereye gittiğini bilmiyorlardı. Ve önce Ergün sonra Göksu derken psikolojileri haraptı. Timuçin yatağından kalktı. Koğuştan çıktı ve adımları istemsizce tek bir alana gitti. Yaklaşık iki dakika sonra Suna’nın kaldığı koğuşun önündeydi. Burada beklemek dikkat çeker diye düşünüp koridorda ileri geri yürüdü. Yarım saat koridoru turladı. Kapı açılma sesi ile hemen arkasını döndüğünde Suna’nın dışarı çıktığını gördü. Neden yaptığını bilmiyordu. Bilmek istemiyordu. Ve uzun sürede bilmeyecek gibiydi. Suna koridorda gördüğü sima ile derin bir nefes verdi. Etrafa yeşil pencereden bakıyormuş gibi hissetti bir an. Sonra kendine kızdı. Yanlış sularda olduğunu hissetti. Dönmeye çalıştı oaradan. Ama inatla ona bakıp birde ona doğru gelen bir çift yeşillik ile bu u dönüşünü rafa kaldırmak zorunda kaldı. Kalbi çocuk gibiydi. Yeşil gözler tam karşısında durunca yutkundu. “Timuçin,” dediğinde dilini ısırma dürtüsüne zor hakim oldu. Çünkü daha mühim işleri vardı. Bir çift yeşillikte boğulmak gibi. “Suna,” dedi Timuçin ama yutkunmak zorunda kaldı. Badem gözler şu an gözüne bir başka gelmişti. Daha mı güzeldiler? Belki kuruntu yapıyorumdur diye düşündü. Göz kırpıştırdı. Tekrar baktığında değişen bir şey yoktu. “Ne oldu?” diye sonunda aradaki o sessiz bakışmaları böldü Suna. Timuçin gözlerini kaçırdı ve öksürerek boğazını temizledi. Bu içten içe gelen çekingenlik ve garip heyecan neyin nesiydi. “Hiç,” umursamaz görünmek istiyordu ama biliyordu buraya onu görmek için geldiğini. Ama bu düşünceyi sildi kafasından. “Öyle geçiyordum,” dili birbirine dolanırken Suna tebessüm etti. Daha doğrusu bu inkarlara güldü. “Eee, öyle geçerken göresin mi geldi?” dediğinde eğleniyordu. Timuçin elini saçlarına attı ve ne diyeceğini bilemez bir edayla saçlarını kaşıdı. “Yani. Ama değil. Ya da evet, belki hayır ama,” Suna’nın attığı kahkaha ile sözleri müsait yerlerine kaçtı. Zaten konuşamıyordu şimdi hiç konuşamayacaktı. Yapılır mıydı yani? Hiç adil oynanmıyordu. “Evet mi, hayır mı Timuçin?” dediğinde yutkundu Timuçin. Hakkatten evet miydi, hayır mıydı? Kimdi o ya? Ya da şu an ne yapıyordu burada? Nasıl konuşacaktık biz arkadaşlar? “E- ev- evet!” dedi zorla. Suna ise anında gülümsemişti. Kalbine bir şeyin aktığını hissetti. Bu sefer kaçmadı kaçamadı. Artık bazı şeyleri kafasında oturtuyordu. Kaderi bir çift yeşildi belki de. “Yani beni görmek istedin?” dediğinde içinde ufak umut kırıntıları vardı. Umut fakirin ekmeğiydi. Ne diyeceğini bilemedi Timuçin. Görmek mi istemişti? Bir tarafı evet derken öbür tarafı reddediyordu. Ve sanıyordu ki reddeden tarafı boş konuşuyordu. Badem gözlüyü birazcık özlemişti sanki. Ama birazcık(!). “Bilmem,” dediğinde Suna gözlerini kaçırdı. İçindeki akan şeyi durdurmaya meyledecekken gelen itiraf buna engel oldu. “Badem gözler özletti kendini sanırım,” Timuçin’de beklemiyordu bunu. Bunu dili ondan habersiz söylemişti. Yoksa şu an böyle bir şey yapmasının başka bir açıklaması olamazdı. Tamamen dilinin salaklığıydı. Veya iyiliği. Ya da kötülüğü. Veyahutta boşboğazlığıydı. “Yani özledin?” diye diretti Suna. Neyi duymak istediğini biliyordu. Özledim demesini istedi bir an. Çünkü onu kimse özlememişti. Hem de hiç kimse. Timdekilerde özleyemezdi. Çünkü her an yan yanaydılar. Ama insan en çok yan yana olduğunu özleyebiliyordu. Bunu bir çift yeşillerden öğrenmişti. İnsan en çok aynı çatı altında olduğunu özlüyordu. Timuçin içinde tuttuğu zor şeyi artık üst üste gelen sorular yüzünden bırakmak zorunda kaldı. “Özledim!” dediğinde Suna’nın gözleri büyüdü o ise şu an ölebileceği bir yer düşündü. Şuraya bir tane halat assa onu taşır mıydı? Ya da duvara çarpsaydı kafasını. En kötü rezidansın çatısından atlardı. Ama bunları yaparsa Allah’ına ihanet edeceğini bildiği için hepsini arkaya attı. En güzel fikir teröristlerle çatışırken onurlu bir şekilde şehit o- “Bende,” gözleri büyüyen taraf bu sefer oydu. Ne demişti o? BENDE! O da mı özlemişti yani? O Timuçin’i özlemişti. E o da onu özlemişti. E bunlar birbirini özlemişti. “Şey, ben… Gitsem iyi olacak sanırım,” dedi Suna ve koşar adım uzaklaşmak için hamle yaptı. Ama kolundan narince kavrayan büyük bir el engel oldu. Daha önce kimse narince kolunu kavramamıştı. Daha doğrusu kolunu kavrayan olmamıştı. Babası sandığı insan bile onun kolunu tutarken sıkmıştı. Şimdi ise yeşil gözlerin sahibi narince kolnu kavramıştı. Heralde hayal görüyordu. Hayal miydi? “Ne dedin?” diyen sakin ama etki altına alan ses ile gözlerini kapattı. Derin bir nefes verdi. Ne demişti en son? Lan en son ne demişti? “Gi- gitsem iyi olacak dedim sanırım,” diyen sesi kısık ve utançlıydı. Timuçin hafifçe gülerken hayır anlamında bir mırıltı çıkardı. Yürek yemiş gibiydi. Ya da cidden cesurdu. Bize göre ikinci seçenek daha makul geliyor. “Hayır, ondan önce ne dedin?” ne dedim lan ben diye düşündü Suna. Seni seviyorum gibi bir şey mi demişti lan? Ya da daha kötüsünü. Belki de çok garip bir şey demişti. Çünkü ona bakan ve gülen yeşiller normal değildi. Ve hatırladı ne dediğini. Ve hiç düşünmeden söyledi. “Bende özlediğimi söyledim.” “Beni özlediğini,” diyen sesi istek doluydu. Ve Suna şu an hipnoz olmuş gibi şakır şakır dökülüyordu. Tutan olmazsa son belliydi. “Evet, seni özlediğimi.” Suna dediklerini idrak ettiğinde gözlerini kapatırken gözlerinin üstüne değen narin dudaklar sonu oldu onun. Kalbi her zamankinden hızlı attı. Beyni uyuştu. Ama o an kendini hayatında ilk kez çok mutlu hissetti.
Önünde duran kapı ile bakıştı Kartal. Yapmalı mıydı, yoksa yapmamalı mıydı? Yaparsa son iyiydi. Yapmazsa son kötüydü. Ama o cesaret hala gelmemişti. Gelmesini bekliyordu. Yapacağı şey komutanlarının kaderini belli edecekti. Ve o mektup satırları aklına gelince kapının kulpunu kavradı. Her şey Göksu ve Yavuz içindi. Kapı kulpunda olmayan eli ile kapıya tıkladı. İçeriden gelen “Gel,” komutu ile içeri girdi. Hasan Albay oturuyordu. Yanında bir asker vardı. Gözlerini bilgisayardan gelene çevirdi. Gelenin Kartal olduğunu görünce hafifçe gülümsedi. Şu an onların ne kadar harap olduğunu ondan iyi kimse bilemezdi. “Kartal, bir sıkıntı yok değil mi evlat?” dediğinde hafifçe gülümseyip koltuklardan birinin ucuna oturdu. Vardı hem de çok büyük. Bu ara iki kalbi kırık sevgili vardı. Ve ikisi de birbirinden beterdi. “Yani,” dediğinde albay arkasına yaslandı. Anlamıştı. Vardı bir şeyler. “Emin misin olmadığına evlat?” dediğinde yutkundu Kartal. Vardı be albayım. “Var ama…” sözünü albay tamamladı. “Nasıl söyleyeceğini bilmiyorsun?” öne doğru eğildi. Ellerini birleştirdi. Gözlerinden anlamıştı bir şey olduğunu. “Bana her şeyi söyleyebilirsin evlat,” dediğinde Kartal ellerini kucağında birleştirdi. “Göksu komutanım,” devamını nasıl getireceğini bilemedi. Ne demeliydi? Albayım komutanım nerde bilmiyoruz da, onu geri getirseniz olur mu diyecekti. Evet, tam olarak bunu demeye gelmişti. “Tayin istedi.” Biliyordu. Daha doğrusu tahmin ediyordu. Ve komutanı aklına koyduğunu yapmıştı. “Onaylandı mı?” diyen sesi korkak çıkmıştı. Eğer onaylandıysa şinanay yavrum şinanaydı. “Hayır. Çünkü moral olarak düşük olduğu için kabul etmedim. Çünkü edersem ve morali yerine geldiğinde pişman olacağını biliyorum. Ve ben bunu göze alamazdım.” Kartal derin bir nefes alırken kocaman gülümsedi. “Çok iyi yapmışsınız albayım. Elleriniz dert görmesin valla. Komutanım bu ara dediğiniz gibi psikolojik olarak berbat. Yanlışlıkla vermiş o dilekçeyide. İzniniz olursa alabilir miyim?” Şüpheyle baktı albay. Ama zaten o gelmeseydi bile kendisi reddederdi. Çünkü böyle hırslı ve cesuru az bulunurdu. Ve kaybetmekte istemezdi. Çekmeceyi açtı ve kağıdı çıkardı. “Al bakalım. Söyle o zır deliye de bir daha böyle bir şeye kalkışmasın alırım ayağım altına ha!” sesi gülüyordu söylediklerinin aksine. Kartal üstünden dünyalar kalkmış gibi bir rahatlıkla kalktı ve kağıdı aldı. Asker selamını verdikten sonra dışarı çıktı. Bu kağıdı yok etmeliydi. Çöpe atamazdı. Çünkü hırsı çıkmazdı öyle. Yırtasada olmazdı. Çiğneyip yutsa midesine zarardı. En iyisi askeriyeye yardımdı. Yemekhaneye indi. Yemeklerin yapıldığı yere gitti. Yakacaktı bu kağıdı. Hem de en acilinden. Yemek yapan aşçının yanından sıyrıldı. Göz ucuyla yemeğe baktı. Mercimek çorbası. Artık mercimek işeyeceklerdi. Heralde askeriyelerde mercimek bolluğu vardı. Ateşi yanan bir ocağın oraya gitti. Ama ocakta yakamazdı bunu. Burnuna gelen mangal kokusuyla gülümsedi. Bugün albay bir değişiklik yapıp ziyafet verecekti heralde. Hemen dışarı çıktı ve gülerek mangal yapan askerlerin yanına ilerledi. Üstünde biber olan mangala baktı. Hemen şişleri kaldırdı ve kağıdı oaraya attı. Ardından yanışını izledi. Sonra ise eline bir köfte alıp yemeye başladı. Askerler ile birkaç lafladıktan sonra aklına gelen şey ile kağıdın az bir yerinin yanmadığını gördü ve hemen aldı kağıdı. Baktığında yazan tek kelime Kilis’ti. Sonra kağıdı geri yanmaya attı. Aldığı ikinci köfte ile askeriye binasına ilerledi. Yavuz ise bu olanları camından izledi. İyi ki bu arkadaş demeden edemedi.
Umut yaşadığın sürece vardır. Kalp durdu mu umutta biter. Umut insandır. Ritim varsa var yoksa yok…
ÖPÜLDÜNÜZ ALLAH'A EMANETSİNİZ |
0% |