Yeni Üyelik
28.
Bölüm

24. BÖLÜM

@vesileninruyasi

SELAMÜN ALEYKÜM CANLARIMMMMMM

 

EVET BAYA AYRI KALDIK SİZLERİ ÇOOOOOOOOOOK ÖZLEDİMMM.

 

DİĞER KİTABIMADA BEKLERİM CANLARIM.

 

GEÇEN BENİM AKLIMA BAZI MUZİRLİKLER GELDİ VE BENDEEEEEE NEDEN OLMASIN DEDİM VE ÖNÜMÜZDEKİ BÖLÜMLERDE BOMBAYI ORTAYA BIRAKACAĞIM. VE PATLAYACAĞI ZAMANI EMİN OLUN İPLE ÇEKİYORUM ÇÜNKÜ ÖYLE BÜYÜK BİR BOMBAKİ ALLAH'IM HER DÜŞÜNDÜĞÜMDE KAFAYI YİYORUMM.

 

BENİM AKLIMDA KİTAP KARAKTERLERİME MODEL BULMA FİKRİ DOLANIYOR. AMA BİR TÜRLÜ BULAMIYORUM. BULURSAM PAYLAŞIRIM SİZİNLE CANLARIMMM. EĞER SİZDEDE ÖNERİ VARSA YAZABİLİRSİNİZ ZEVKİNİZE GÜVENİYORUM.

 

FİNALE 30 BÖLÜM FALAN KALDI AMA BEN BUNA BİLE ÜZÜLÜYORUM :( KİTABIN ARTIK İLERLEYEN BÖLÜMLERİNDE ÇOK BÜYÜK OLAYLAR, BEKLENMEYEN ŞEYLER, GÜZEL VE HÜZÜNLÜ ŞEYLER FALAN FİLAN.

 

NEYSE CANLARIM İYİ OKUMALAR DİLİYORUM.

 

SİZİNLE BU EVRENDE KONUŞMAK ÇOK GÜZEL OLUYOR SEVİLİYORSUNUZ ÖPTÜM BAYSSS

 

 

 

 

 

 

Hayat acımasız bir şey. dünya ise hayatın ortağı. Hayatın yaptığı bütün acımasızlıklara, acılara, kederlere, haksızlıklara, göz yaşlarına ev sahipliği yapardı. Dünya bir nevi hayatın kiracısıydı. Hayat her şeyi yapar, dünya sadece bunları barındırırdı. Hayat acımasızdı. Dünya ise daha acımasız.

 

Köpek gibi özlemiştim. Sadece üç gün geçmişti ama üç yıl gibiydi. Gözyaşlarım akmıyordu ve bu daha kötüydü. Akamayan her gözyaşım kalbime bir zehir olarak akıyordu. Kendimi öldürüyordum ben burada. Ama kendim umrumda bile değildim. Benim umrumda olan o ve kardeşlerimdi. Onlar mutlu olacaksa canımı bile verirdim. Ben hiç mutlu olamamıştım ki. Bundan sonra da olmak haksızlık olurdu.

 

Ben yanık türkülerin sadık yadigarı eski bir sazdım. Tellerim inca, kopmaya yakın. O teller benim bütün hayal kırıklıklarım. Benim tellerim ile ortaya yanık bir türkü çıkaran ise hayat ve ortağı dünya. Ama işte ben neden kendi tellerimi acımasız birinin ellerine vereyim.

 

Göksu MAVİ

 

İç sesime başımı salladım. Ben Göksu’ydum. Göğsümde sırtımda dert edinmekten bükülür, büyürdü. Ama yeri geldi mi o dertleri atmasını da bilirdim. Bilmeliydim. Hayat ne kadar acımasızda olsa aldığım nefesin hakkını vermeliydim. En azından vatanım için yapmalıydım bunu.

 

Ben bir saz olabilirdim, ama saz bensem telde bendim çalanda. Kimseye tellerimi izinsiz çaldırmamalıydım. Bu hayatı ben yaşıyordum, öyleyse tadına varacak olanda cefasını çekecek olanda bendim. Başım dik olmalıydı. Her zaman yaptığım gibi kendimden emin olmalıydım. Ben kendimden emindim. Ama dertler fazlaydı.

 

Bir yıl. 365 gün altı saatte ben hayatımdaki kişileri teker teker kaybetmiştim. Herkes gitmişti. Babam bile. Evet bir ay önce almıştım haberini. Babamda gitmişti benden. Ne kadar sevmesem de damarlarımda dolaşan kan onun genlerini taşıyordu. Tıpkı babam gibi hırslı, inatçı, çekilmez, korkusuz ama bir o kadar da aciz.

 

Aciz biri miydim ben? Çevresine zarar veren biri miydim? Yardıma muhtacı olan, kendi başının çaresine bakamayan biri miydim?

 

Yataktan kalktım. Perdeleri açtım. Tayinim onaylanmamıştı. Geri dönmek zorundaydım ama nasıl? Bir mektupla terk ettiğim kar çiçeğime yüzsüz bir şekilde geri mi dönecektim? Bu kadar mı düşmüştüm?

 

Evet. Düşmekten değil özlemden dönecektim. Borcum olan vatan savunmasını yapmak için dönecektim. Ama artık annesinin kızı Göksu olmayacaktım. Eğer annemin kızı olursam düşebilirdim. Acılarla göğüs germek için Şeref MAVİ’nin kızı olmalıydım. Sadece belirli kişilere Nurcan’ın kızıydım. Yani bir nevi sevdiklerime mır, sevmediklerime hırdım bundan sonra.

 

Babam Rize’de tanınan biriydi. Ne zaman çarşıya çıksak adım başı selam veren olurdu. Rize’de saygı duyulan biriydi. Ama Rize için geçerli bu. Bizim için saygısızdı baba olacak adam. Fatiha okurdum ama arkasından da söverdim.

 

Banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra odama geri dönüp kıyafetlerimi değiştirdim. Beyaz pantolon ve beyaz kazağımı geçirdim üstüme. Saçlarımı dağınık topuz yaptım. Her şeyimi bavula tıktım. Bir süre daha buralardaydım. Koltuğa oturdum ve telefonumdan radyo uygulamasını açtım. Reklamlardan sonra şarkı çalmaya başladı.

 

Dünya yerinde Durmaz,

Hiç durmadan dönüyor,

Parlak ışıklar bile,

Birer birer sönüyor,

Yeri geldiği zaman,

Yerine oturacak,

Dönmesine aldanma,

O da bir gün duracak,

 

Şarkı ile gülümsedim. Tam şu an içinde bulunduğum duygulara derman oluyordu. Doğru diyordu, dünyada bir gün duracaktı ve yeryüzündeki herkes Allah’a hesap verecekti. Ömrünü nerde nasıl geçirdiğini açıklayacaktı.

 

Kimi doğuyor,

Kimi ölüyor,

Kimi gidiyor,

Kimi geliyor,

Dünya dönüyor,

Boşver,

Hayat devam ediyor,

 

Evet, hayat bir şekilde devam ediyordu. Hayat her şekilde akıyordu. Ama bunu güzel geçirmek önemliydi. Ve ben bu bir yılımda en çok o, timim, annem ve kardeşimle geçirdiğim güzel anları sevmiştim. Gerisi boştu. Kötüydü. Acıydı. Hüzündü benim için.

 

Keşke hayat bize bir azda olsa acısaydı diye düşünürdüm bazen. Ama şu an anlıyorum ki hayatın bize acıması namluyu kendimize çevirmemizle eş değerdi. Hayat bize acırsa biz acıyı öğrenemezdik. Kötü ve iyiyi ayıramazdık. Biz kederin ne olduğunu öğrenemezdik. Ve bunları en yakınımızdan öğrenince işte o zaman yıkılırdık.

 

Hayat bir nevi bizim annemizdi. Bize kötülüğü de iyiliği de öğretendi. Dibe batmadan nasıl gün yüzüne çıkabilirdik? Hayat kötüydü. Ama kötü olduğu kadar iyiydi. Ve hayat aslında bizim bakış açımıza göre şekillenirdi. Sen hayata iyi bakarsan hayat iyi, kötü bakarsan hayat kötüydü. Bir nevi bu hayatı tanımaya bağlıydı. Savaş kurallarından en önemlisi düşmanını tanımaktı. Düşmanını tanımadan savaşamazdın onunla.

 

Etrafım yine keder bulutları ile sarılmıştı. Zaten hep bu keder ve acı bulutu tepemdeydi benim. Sadık bir dost gibiydiler. Kapattım radyoyu. Mutfağa ilerledim pıtı pıtı. Bir bardak kahve aldım ve balkona yöneldim. Kilis buradan bakılınca ayaklarınızın altındaymış gibiydi. Güneş karşımdan yeni yeni doğmaya başlamıştı. Ufuk güneşin kızıllığı ile ısınmaya başlamıştı bile. Ortaya çıkan renk cümbüşü muhteşemdi.

 

Yarım saat sadece manzarayı izledim ve kahvemi yudumladım. Güneş artık tamamen görünmeye başlamıştı. Gözlerimi kısmam gerekiyordu. Acaba şu an ne yapıyordu? Onu çok seviyordum. Her şeyden çok seviyordum. Gözlerindeki o renk karmaşası çok güzeldi. Beni büyülüyordu. Ne maviydi ne yeşil. Kahveydi ne sarı. Çok güzel bir renkti. Saçlarına dokunmayı özlemiştim. Tenim arsızca tenini istiyordu. Sanki yarım kalmış gibiydim. O benim diğer yarımdı. Varsa dolu yoksa bomboştu.

 

Ayağa kalktım ve hayatımda ilk defa hayatın bana bir iyilik yapmasını beklemedim. Bu sefer ilk adımı ben atacaktım. Gerisi Allah kerimdi. Gülümsedim güneşe karşı ve gözlerimi kapattım. Kollarımı iki yanıma açtım ve kafamı yukarı kaldırdım. Gülümsemeye devam ettim. İlk başta zoraki bir gülümseme olmuştu ama şu an kahkaha atasım bile geliyordu.

 

“Günaydın,” dedim bütün neşem ile. Gözlerimi açtım. Balkonda bir tane bitki vardı. Onun yanına ilerledim. “Günaydın,” dedim cıvıl cıvıl bir sesle ve yapraklarını okşadım. Getirip su verdim. Güneşe günaydın dedim. Yerdeki karıncaya gökteki buluta. Sonra ise içimden bütün vatanıma günaydın dedim. İçim huzurla dolmuştu. İnsan kendinin felsefecisi olmalıydı. Çünkü insan en iyi kendini tanırdı. Dışarıdan laf etmek kolaydı. İnsan kendi mahkemesini kendi kurmalı, kendini yargılamalıydı. Felsefeyse kendi felsefesini yapacaktı. Evet sanırım Cemre ve Celal’in etkisinde fazla kalmıştım.

 

Şu an onlar kesin sevgiliydiler. İlişkilerinin sekteye uğradığına emindim. Sen sevgili ol. Sonra arkadaşın şehit olsun ardından komutanın hop ortadan kaybolsun. Ben valla onlar olsam kendime söverdim. Umarım gittiğimde yüzüme öfkelerini kusarlardı. Acımsızdım. Ama hayat yani üvey annem böyle öğretmişti bana. Acımasız olmayı öğretti bana.

 

İçeri girdiğimde hızlıca etrafı toparladım. Çalan telefonum ile hızlıca koltuğa yöneldim. Bilinmeyen bir numaraydı. Ama tanıdık geliyordu. Hemen cevapladım aramayı. Önce hırıltılı bir nefes duyuldu. Sonra ise ince zarif ama bir o kadarda bitkin bir ses duyuldu.

 

“Göksu’m! Canım yavrum benim,”

 

 

 

Askeriyede sessizlik hakimdi. Önceki iki güne göre hayat normale dönmeye başlamıştı. Tim bile artık normale dönüyordu. Tek fark ise şunlardı:

Timuçin espri az yapıyordu.

 

Yavuz az ceza veriyordu.

 

Cemre ve Celal az kitap okuyordu.

 

Hulki ceviz yemeyi bırakmış adını bile ağzına almıyordu.

 

Suna silahlar ile ilgilenmeyi azaltmıştı.

 

Tim artık satranç veya isim şehir oynamıyordu.

 

Ergün gitmişti. Göksu komutanalrı sırra kadem basmıştı. İçlerinde ona karşı ne bir öfke ne bir kırgınlık vardı. Kızamıyorlardı. Onlar olsa ne yaparlardı diye düşünüyorlardı. Tek istekleri ise geri dönmesi. Çünkü dönerse sıkıca sarılmak gibi hayalleri vardı. Yaralarını sarmak. Destek vermek.

 

Yavuz yatakhaneye girdi sessizce. Karamelini özlemişti. Hem de bu özlemden ölecek kadar. Ne ara bağlandığını anlamış değildi. Ama karamel kokusuna, inadına ve o gülen ifadesine ayrı bir vurulmuştu. Her şeye rağmen gülebilmesine hayrandı onun. Aslında her şeyine hayrandı. Tepeden tırnağa hayrandı.

“Komutanım!” neşeli bir giriş yapmak istedi Turgut. Yavuz tınlamadı onu. Yavuz’un Kartal’ın tayin kağıdını yaktığından haberi yoktu. Dün bir şey yaktığını görmüş ama anlamaıştı. Ve Yavuz şu an hem sinirli hem kırgındı. Ela gözleri görse anında siniri bavulunu toplayıp gidecekti. Ama yoktu.

 

“Uzaklaş, ümüğünü sikerim senin Turgut,” diyen sesini önemsemedi Turgut. Kimse yapamazsa o yapacaktı. Düzeltecekti kardeşlerini. Ergün ağlamayın demişti. Ha gözden yaş gelmiş ha gelmemiş. Fark etmiyordu ağlamak için.

 

Kartal arkada mehter marşı ile ilerlemeye devam ediyordu. En geç iki güne buradaydı komutanı. Emindi. Adının Kartal olduğuna emin olduğu kadar. Aslında bir ara isminin Kartal olup olmadığından şüphelenmişti. Ama doğruydu adı Kartal’dı.

 

İçeri girdi hemen. Mehter marşının sesini arttırdı. Sırıta sırıta ilerledi. Yavuz’un yanına oturdu. “Komutanım, tören ne zaman?”

 

Yavuz mala bakar gibi baktı arkadaşına. Kendisinin cenaze törenini soruyorsa yakındaydı. Çünkü özlem öldürecekti. “Ne töreni lan?” diye yükseldi. Yatakhanede Turgut, Hulki, Yavuz, Kartal, Adem ve Baran vardı. Diğerleri pek kıymetli sevgilileriyleydiler. Daha doğrusu Timuçin Suna’yı arıyordu. Son olandan sonra o da kayıptı.

 

“Nikah töreni be komutanım,” Yavuz boş boş bakıyordu.

 

“Ne? Komutanım siz nişanlı mıydınız?” dedi Hulki.

 

“Göksu komutanımla mı?” dedi Baran.

 

“Bize niye haber vermediniz komutanım?” dedi Adem.

 

“Oha! Yeni yenge mi yoksa komutanım? Valla asla beklemem. Eğer öyleyse iki gözüm önüme aksın bir zahmet. Sizin aşkınızdan dağlar feryatlar etti be komutanım,” dedi Turgut.

 

Yavuz ise hepsine tiksintili bakışlar attı. Ne nikahıydı gerçekten? “Kartal, ne saçmalıyorsun sen?”

 

“Komutanım, Göksu geri geliyormuş. Yani, daha değil ama tayini onaylanmamış. Ne zaman gelir b-“

 

“Tayin mi?” dedi Hulki.

 

“Göksu komutan mı?” dedi Adem.

 

“Tayini onaylanmamış mı?” dedi Baran.

 

“Tayin mi istemişti? Ne zaman ne ara neden ve habersiz. Nerde şu an? Nasıl olmuş? KOMUTANIM ANLATIN DA!” hepsinin ters bakışları Turgut’taydı. Bazen çok ve boş konuşuyordu.

 

“Ne diyorsun lan? Açıkça konuşsana!” diyen Yavuz ile kahkaha attı Kartal. Hepsinde tek tek gezindi bakışları.

 

“Tayinini iptal etti Hasan albay. Bazı şeyler etken oldu diyelim.”

 

Yavuz’un hemen gözleri ışıldadı. “Ne yaptın lan?” dediğinde artık hepsinde hzurlu bir tebessüm vardı.

 

“Yaktım. Aldım kağıdı yaktım hemen. Artık siz mi gider alırsınız,” Yavuz hemen ayağa fırladı. “Yoksa albayım birilerini mi gönderiri bilemem.” Yavuz sonlara doğru koşarak odasına gitmişti. Tabii ki o alacaktı. Başkasına lüzüm yoktu.

 

Tim yatakhanede küçük bir sevinç yaşamıştı. Bunlardan bir haber olan Celal ve Cemre ikilisi ise dışarı çıkmışlardı. Hava soğuktu. Bereler başlarında eldivenleri ellerindeydi. Montlarına sıkıca sarıldılar. Ve birbirlerine. Celal dışarı çıkarmıştı. Aklını dağıtacaktı. Cemre timin en hassasıydı. Çabuk üşür çabuk duygulanırdı. Hemen ısınırdı insanlara. Ama zor aşık olurdu. Ve şu an yanındaki mavi gözlere aşıktı.

 

Ayağı bir şeye takılınca öne sendeleyecek gibi oldu. Celal anında kolundan yakalayıp göğsüne çekti menekşe kokulusunu. Burunları birbirine çarpmıştı. Cemre’nin gözleri mavilerde ve dudaklarda gidip geldi. Yutkundu ister istemez. Öpesi geldi bir an. Zorla gözlerine baktı. Ona büyük bir ilgi ile bakan mavileri görünce daha fazla gülümsedi. Dudaklarını yaladı anlık gelen cesaretle. Celal ise yutkundu. Etrafa bakındı gözleri. Bir tane tek katlı bina gibi bir şeye değdi bakışları.

 

Zorla koptu menekşe kokulusundan ve elinden tutup ilerletti onu eve doğru ilerletmeye başladı. “Celal, dur ne yapıyorsun?” diye söyleniyordu Cemre ama bir yandan da gülüyordu. Celal bir kere koymuştu kafasına. Öpecekti. Yoksa içinde kalırdı.

 

“Çok bile bekledim. Susta ilerle!” el mecbur ilerledi Cemre. Kalbi kuş gibi çırpınıyordu. Heyecanlıydı. Çok cazip dudakları vardı sevgilisinin. Sanki beni öpün diyorlardı.

 

Celal evin arkasına geldiklerinde durdu. Hızla menekşe kokulusuna döndü. Cemre göz kırpıştırarak bakıyordu ona. Celal bir adım attı öne doğru. O geri. Cemre’nin sırtı duvarla buluşana kadar sürdü bu döngü. Celal tam önünde durdu. Yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Bir nefes uzaklıkdaydılar. Nefesleri birbirlerinin dudağına çarpıyor, iyice tahrik ediyordu onları. Celal ellerini yavaşça Cemre’nin beline doladı. Cemre ise ellerini Celal’in yanaklarına koydu. Baş parmakları yanağını okşarken Celal Cemre’nin bel oyuntuğuna yuvarlaklar çiziyordu.

 

Anın hazı ile gözlerini kapattı ikisi de. Yavaşça sağa sola sallanmaya başladılar. “Celal?”

 

“Söyle menekşem,” dediğinde belli belirsiz tebessüm etti Cemre. Kalbi kıpır kıpırdı. Canı gülmek oyun oynamak istiyordu şu an.

 

“Seni çok seviyorum,” dediğinde elinin altındaki yanaklarda oluşan yukarı doğru kavislenme ile gülümsediğini anladı.

 

“O zaman daha çok sev kendini. Sen sevki ben de seveyim,” dediğinde parmak ucunda yükseldi Cemre ve yanağını kedi misali Celal’in yanağına sürttü. Kolları boynuna dolanırken ellerini saçlarına geçirdi. Celal ise belinden sıkı sıkı kavradı.

 

Cemre hafifçe geri çekildiğinde burunları birbirine değdi. Burunları uç ucayken gözleri açıldı. Aynı anda gülümsediler birbirlerine. “Menekşem,” dediğinde Celal menekşe olduğunu belli eden bir mırıltı döküldü Cemre’nin dudaklarından.

 

“Azcık öpem mi be menekşem,” dediğinde üstlerden bir şey kalbine akıverdi Cemre’nin. Konuşmadı ama vermesi gereken cevabı verdi. Yavaşça dudaklarını yakıcı görünen dudaklara yasladı. Sırtı duvarla buluşurken o nahif Celal yerine hırçın Celal gelmişti. O yavaş gelmişti ama sert karşılanmıştı.

 

Sanki yıllardır ayrılarmış gibi dakikalarca öpüştüler. Birbirlerinin yaşam kaynaklarıydılar. Ayrıldıklarında burunları hala birleşikti. “Hz. Mevlana’nın bir sözü var. Bilir misin menekşem?”

 

“Bilmem. Söyle bakayım hatırlıyor muyum?” dediğinde Cemre Celal gülümsedi.

 

“Onu sevmek nefes almak gibiydi. Gel de şimdi nefes almaktan vazgeç,” dudakları tekrar buluşacakken yanlarından kafalarına atılan taşla yan tarafa baktılar. Bu elinde bastonu olan bir teyzeydi. Gözleri ve beden dili vay sizi gevurler diye bağırıyordu.

 

Celal Cemre’nin elini kavradığı gibi koşmaya başladı. Nine ise peşlerinden koşmaya başladı. “Gelun la ha buraya! Ula siz ne yapaysunuz ha buraye? Utanmaymusunuz?” diye bütün şivesi ile ilerliyordu. Celal ve Cemre ise elleri ellerinde kahkaha atarak koşmaya devam ettiler.

 

Umut yaşadığın sürece vardır. Kalp durdu mu umutta biter. Umut insandır. Ritim varsa var yoksa yok…

 

GÖRÜŞÜRÜZ CANLARIM. BÖLÜMLER BU HAFTA BAYA FAZLA GELECEK. HATTA HER GÜN BİR TANE GELEBİLİR SEVGİLERLE İYİ GECELER..

BOL MENEKŞELİ RÜYALAR DİLERİM:)

Loading...
0%