@vesileninruyasi
|
Sabah kahvaltısını hazırlamak için koltuktan kalktım. Sırtım, belim, boynum yani tüm vücudum tutulmuştu. Kıl kuyruk yüzünden yumuşak yatakta yatamamıştım. Gerçi alışıktım sert yatağa. Koltuk bile lükstü benim için. Meymenetsiz surat fosur fosur uyuyordu. Çıktım odadan, banyoda elimi yüzümü yıkadım. İhtiyaçlarımı giderip mutfağa gittim. Su koydum kaynaması için. Demliğe çay otu attım. Masaya kahvaltılıkları çıkardım. Tavaya doğradığım yaşil biberleri koydum. Daha sonra domatesleri. Onları biraz karıştırdıktan sonra tuz ve zevkime göre baharat ekledim. Yemekte baharat vazgeçilmezimdi. Daha sonra aklıma Doruk’un pul biber sevmediği geldi. Normal eşler ‘ah kocam için yeniden yapayım’ falan derdi. Ama normal eşler. Asker eşler değil yani bana göre. Sinsice sırıttım ve bastım pul biberi menemene. Çayı demledim ve bir tane bardak alı masaya geçtim. Zaten iki dakika sonra çölde işe yaramayan ama dikilen kaktüsümüz teşrif etti. “Günaydın hayatım.”dedi amazon kaplanı. “Ne yazıkki aymadı canım.”dedim samimiyetsizce. Bardak aldı ve oturdu karşıma. Menemen zaafı olabilirdi kahvaltıda. Güldüm. O da güldü. “Benim için mi yaptın birtanem?” He aynen senin için yaptım gargamel. “Evet, senin için yaptım.”dedim yinede. Ekmeği tavaya daldırdı ve koca menemeni aldı. Ağzına götürdü. “Yarasın yarasın.”dedim. çiğnedi çiğnedi ve öksürdü. “BU NE YA. ÇOK ACI BU.” Ben tatlı zannediyordum. “Aaa bak sen şu işe. Unutmuşum senin acı sevmediğini. Çok pardon.” “Yok be ne pardonu. Senin elinden zehir bile yerim.” Bak bak laflara bak. Bende hemen düştüm bu sözleri canım. Yaaa al beni yanına falan dememi bekliyorsa beklesin dursun. Yaptım kahvaltımı ve salona geçtim. Sonra geri mutfağa döndüm. Doruk’ta kalkmıştı masadan. Bana yaranmak için masayı topluyordu. Yani yardımcı olarak iş görür bir elemandı. Hazır o topluyorken bende sadece bir iki bardak içtiğimiz çayı ve bardağı alıp geri salona döndüm. Çay bir Rizelinin vazgeçilmeziydi. Televizyonu açtım. Haberler, final yapmış diziler birde sabah programları vardı. Açtım herhangi bir diziyi. Şansıma bir ara baktığım dizi oynuyordu.(hangi dizi olması gerektiğini bulamadım J) Kadın her zamanki gibi dizilerdeki Türk kadınıydı. Erkeğe muhtaç ve ezilen. Bence bir Türk kadını kendi ayakları üstünde durabilen, kendini koruyan, ve özgürlüğünü doyasıya yaşaması gereken bir kadındı. Atamız boşuna biz kadınlara diğer Avrupa ülkelerinden önce haklar vermemişti. Ama bazı hastalıklı insanlar her gün birimizi hayattan koparıyordu. Sanırım fazla Celal’den kitap dinlemiştim. Olsun, iyi şeyler öğrenmişim valla bena göre. Doruk içeri girdi. Salak hep gülümsüyordu. Beynini yonttuğum yemin ederim. Sanki ben bir gülümseme bir iltifata kanacaktım. Geldi yanıma oturdu. Kumanda yanımdaydı, aldı onu ve haber kanallarından birini açtı. Ekonomi, siyaset, gündelik hayat vs. konuşuluyordu. Her zamanki gibi. Kalktım koltuktan ve odaya gidip beyaz bir tişört ve krem rengi pantolon kahve kemer giydim. Kışın koyu, yazın açık. Tabi yazın bazı günler koyuda tercih ediyordum. Telefon ve cüzdanımı alıp evden çıktım. Tabi ev denebilirse. Zebani dolu dört duvar valla. Arabaların çıkabildiği yere kadar yürüdüm. Doruk Bey paraya kıymışta şoför tutmuştu. Taksi çağırmaya üşendiğimden bindim arabaya. Adamda bindi ve bana döndü. “Nereye gidiyoruz Göksu Hanım?” “Askeriyeye sür.” “Tabi efendim.”dedi ve yolculuk başladı. Gökyüzü bugün kapalıydı. Yazın ortasında sanki yağmur yağacaktı. Umursamadım ve dışarıyı izlemeye başladım. ********************************** Yaklaşık bir saat sonra askeriyenin yakınlarında durmuştuk. Buralarda durmamızı ben istemiştim. Nedeni ise yok. Canım öyle istedi öyle oldu. Aman neyse. Askeriyenin kapısına geldim. Görevli askere kimliğimi gösterip içeri girdim. Hemen odama girip üniformamı giydim. Canım üniformam. Bana kalsa her dakika onunla dolaşırdım ama dışarı çıkarken görev yoksa sivil giyiniyorduk. Saat on iki buçuğu çoktan geçmişti. Bizim tim şuan yemekhanede olmalıydı. Yemekhaneye gittim. Yanılmamıştım. Her zaman ki gibi en köşedeki masada oturuyorlardı. Yanlarına gittim. Cemre kitap okuyup elma yiyor, celal Timuçin’i dinleyip yemeğini yiyordu. Adem ve Baran ise maç muhabbeti yapıyordu. Geldiğimi görünce ayağa kalktılar. Oturmalarını işaret ettim. Oturup kaldıkları yerden devam ettiler. “Abi nasıl o maçı kazandık ama he söyle.”diyordu Baran. Türkiye’nin maçıydı sanırım. “Hangi maçmış o?”dedim ve çorbamdan bir kaşık aldım. Her zamanki gibi mercimek çorbasıydı. “Türkiye’nin maçı komutanım. İzlediniz mi? Bakın izlemediyseniz kesin izleyin çok iyi maçtı. Ferdi’nin golü çok iyiydi.”ben bunların maç sevdasını çok anlamıyordum. Ama konu milli takım olunca ilgilenirdim. “İyi yapmışızda yenmişiz. Görsünler Türk’ün gücünü.”dedim. Adem ve Baran evet anlamında kafalarını salladı. Onlar devam ederken ben Celal’lere döndüm. Onlar ise başka alemdeydi. Yani bir masada birden farklı konu konuşuluyordu. Onlar ne mi konuşuyordu? İstanbul’un fethi. Yani ben en son lisede falan o dersler ile ilgili konu dinlediğimi hatırlıyodum. Yani, inkılap notlarımda seksenin üstüne çıkmazdı. Ben ne kötü öğrenciymişim be. Sadece inkılap olsa iyiydi. Benim beden ve resim dışındakiler garipti. Müzk sınavında ise notaların yerini karıştırmışım diye düşük almıştım. Ben nasıl sınıfta kalmadım ya. “Abi İstanbul çok zor alındı.”dedi Celal. Valla ben bu bilgiyi bilmiyodum ya çok sağol be. Sanki dalga geçiyorlar. “Yapma be. Ben çok kolay alındı zannediyordum biliyor musun? Bu bilgi için çok sağol.”dedi Timuçin. Tam ona hak vercektimki yandan Cemre karıştı. “Komutanım bilmesenizde şaşırmam.” Timuçin ise ‘bak sen laflara bak’ dercesine bakıyordu. Omuz silkti ve başladı hoca anlatmaya. “Sene 1453. Başta Fatih Sultan Mehmet arkada ordular ya Allah diye diye yürüyor Bizans’a. Altlarında atları ellerinde okları kalplerinde yenme duygusu ile hareket ediyorlardı. Bin yıllık Bizans’ı yendi ikinci Mehmet ve ordusu.” dedi ve devam edecekken telefonu çaldı. Kalktı masadan ve az ileride konuşmaya başladı. Celal ise hala aynı konudaydı. “Abi yirmi iki yaşında koca şehir fethediyorlar be. Maşallah.” Timuçin konuşmasını bitirdi ve yanımıza geldi. O sırada bir şimşek çaktı, gök gürledi. Hava fazla bozuktu. Timuçin ise aynı gökyüzü gibi konuşma sonrası kara bulutlar ile dolmuştu. “Ne oldu?” dedim Timuçin’e. Baktı önce bir sonra konuştu. “Babam rahatsızlanmış. Şuan hastaneye gitmişler. Sanırım kalbi ine rahatsızlandı.” “İzin al git babanın yanına.” dedim gönlü gidip de bir ferahlasın diye. “Olmaz komutanım. Ya görev gelirse. Vatan daha önemli. Hem çok bir şeyi yoktur babamın.” dedi. anladım peki dercesine bir kaş göz oldu. “Timuçin benle bir dışarı gelsene.” dedim ve masadan ayaklandım. “Afiyet olsun gençler.” dedim diğerlerine. Timuçin’de kalktı ve yan yana bahçeye çıktık. Askeriyenin yanındaki boş banklardan birine oturduk. “Gerçekten iyi misin Timuç?” dedim. “Bilmiyorum be komutanım.” “Üzme o canını. İyleşir baban merak etme. Tanıyorum babanı. Güçlü adamdır. Yıkılmaz öyle hemen.” dedim teselli etmek için. Zaten bir iki dakika sonra tanıdığım Timuçin geri geldi. “Komutanım ne zaman göreve gideceğiz? Çok sıkılıyorum askeriyede.” dedi. Bence de haklıydı. Bende sıkılıyordum. Şöyle gitsek te aylarca gelmesek. Yarım saat kadar konuştuk Timuçin ile. Tam kalktığımız sıra önümüzden geçen ve tahminimce ya üsteğmen ya da yüzbaşı olan bir askere Timuçin “Yavuz komutanım.” dedi. adı Yavuz olan arkadaş durdu ve Timuçin’e döndü. Yani rütbesini bilmiyoruz ama neyse. “Buyur Timuçin.” dedi nazikçe. Tanışıyorlardı. Garip bir cümle oldu ya. Adlarını biliyorlarsa tanışıyorlardı zaten beyinciğim. “Komutanım sizinle en son iki ay önce görüşmüştük ya bende görünce selam vereyim dedim.” “Zaten o zaman tanıştık Timuçin. Komutanını kurtarmak için bende görevlendirilmiştim hatırlıyorsan.” Lan, o beni bulan komutan Yavuz bu Yavuz muydu. Ve şuan önümde benim kurtarılmam üstüne konuşma geçiyordu. “Evet komutanım unutmuşum ben.” öksürdü ve hafifçe beni gösterdi. Ben ne alaka salak demek istedim. Yavuz bana döndü. “Üsteğmen Yavuz DEMİRHAN. Sizde Göksu olmalısınız sanırım.” dedi ve elini uzattı. Uzattığı elini sıktım. Düz kısa kahve kumral arası saçları vardı. Gözleri ise kahve desen değil, yeşil desen değil, sarı desen değildi. Kumrala benziyordu ama kahve ve sarı arası denebilirdi. Boyu benden on santim uzundu. Konuşma tarzından nazik birine benziyordu. Ama yüz hatları siniri belli eden cinsdendi. Tabi askeriye dışında nasıldı bilinmez. “Üsteğmen Göksu MAVİ. Tanıştığıma memnun oldum Yavuz .”dedim ve Timuçin Yavuz’a asker selamını verdi. Sonra biz başka yöne Yavuz ise gittiği yöne gitti. İyi mi şimdi, kurtarıcımızla da tanıştık oh bizden rahatı yok. ************************************* Cemre elindeki kitabın bir sayfasını daha çevirdi. Zaten yaptığı tek şey buydu: kitap okumak. Tabi askerlik ayrıydı yani. Kitap okumak babası gittiğinden beri yaptığı bir hobiydi. Babasının büyük bir kitaplığı vardı. Hedefi ölmeden o kitaplıktaki bütün kitapları bitirmekti. Şuan ise babasının şehit olmadan bir gün önce aldığı ama okumaya fırsatı bile olmayan o kitabi okuyordu. Özgürlüğe Uçuş. Ve en sevdiği ve babasının nasihatlerinden birini anımsatan söz ise “İnsanların özgürlük adı altında akıllarında her geçeni yapmaya başladıklarında iradelerini değil geçici arzularını kullanmaya başlar.” olmuştu. Babası her zaman onlara uygun olanı yapmaları gerektiğini söylerdi. Her şeyi değil uygun olanı yapmak insanı yanlışa sürüklerdi. Kapattı kitabı ve dolaba koyup koğuştan çıktı. Bahçedeki bir banka oturdu. Gözlerini kapattı ve hiçbir şey düşünmemek istedi. Celal ise mükemmel arkadaşlarının yanında kitap okumaya çalışıyordu. “Komutanım az sessiz olun. Kitap okumaya çalışıyorum.” dedi ama dikkate alınmadı. O da Özgürlüğe Uçuş adlı kitabi okuyordu. “Lan Celal kalk gel isim şehir oyna” dedi Timuçin. Bir yandan da yetiştirmeye çalışıyordu. Tur bittiğinde Baran sayesinde Timuçin yine düşük almıştı. Timuçin Baran’ın üstüne yürürken Celal çıktı koğuştan. Gına gelmişti artık. Ağız tadında kitap okuyamıyordu. O da bahçeye çıktı. Oturmak için yer aradı gözleri. Boş yer bulamadı. Ama yine de dolaşmaya başladı bahçede. Tam umudu kesecekken Cemre’yi gözleri kapalı bankta otururken gördü. Nedendir bilinmez biran aklına ölmüş olması geldi. Sanıyordu ki fazla kitap okuyordu. Ama biraz fazla. Birazcık ya. Gitti hemen Cemre’nin yanına. Oturdu yanına. Cemre hareket etmedi. Celal ise belki ölmemişse birinin oturduğunu fark eder gözlerini açar diye bekledi ama Cemre açmadı gözlerini. Çünkü gelenin kim olduğunu anlamıştı. Neyden mi? Kitaptan tabi ki. Çünkü gördüğü kadarıyla kendisi Celal dışında kimse bahçeye kitapla çıkmıyordu. E birde Celal otururken kitabı Cemre’ye değmişti. “Acaba gerçekten öldü mü?” diye sesli düşündü. Cemre bunu duyunca Celal’in başladığı şeye devam etmeye karar verdi. Celal başını yaklaştırdı. Cemre ise kıpırdamadı. Celal geri çekildi. Nefes alıp almadığını kontrol edecekti. Parmağını Cemre’nin burun deliklerinin önüne getirdi. Bunu anlayan Cemre nefesini tuttu. Nefes ibaresi göremeyen Celal ayaklandı. Dibine kadar girdi resmen. “Lan öldün mü Cemre gerçekten?” dedi. Cemre gülmemek için zor duruyordu. İçinden aynen öldüm Celal dedi. Celal banka geri oturdu. Telefonu çıkardı. Sonra geri koydu. Cemre’nin koluna vurdu. Hareket yok. Kolunu yukarı kaldırdı ve bıraktı. Cemre’nin kolu sanki içi boş çuval gibi düşüverdi. Celal ellerini yüzüne kapattı. “Arkadaşımın ölümüne şahitlik ediyorum. Ölsem de gam yemem herhal.” Dedi. O sırada Cemre gözünü açtı ve göz ucuyla kitaba baktı. Aynı kitabı okuduklarını gördüğünde tesadüfe şaşırdı. Sonra gözlerini tekrar kapattı. Ve sessizce konuştu. “Aynı kitabı okuyoruz.” Ellerini yüzünden çekti Celal. Baktı etrafına. Salak salak göz kırpıştırdı. “Yok be. Cemre öte dünyada. Başkasıdır o.” dedi ve tekrar ellerini yüzüne koydu. Sonra çekti. “Lan kız öldü ben oturuyom.” dedi. Kalktı yerinden. Kontrol amaçlı bir daha yaklaştı yüzüne Cemre’nin. O an Cemre şakayı bozmaya karar verdi. “Biraz daha dibime gir istersen Celal.” dedi. Celal ise hemen kalktı. “Lan. Tövbe bismillah. Sen yaşıyor musun?” dedi. “Yok ölüyüm ben. Senle konuşanda ruhum.” dedi. Celal ise korkmuş olacak ki eli kalbinde oturdu Cemre’nin yanına. Sonra kafasına vurdu Cemre’nin. “Ne yapıyon be.” dedi Cemre şaşkınlıkla. “İntikam almaya çalışıyorum.” dedi Celal. Cemre ise geldiğinden beri ilk defa güldü. Celalde güldü sonra. Cemre kitabı eline aldı. “Sende mi bunu okuyorsun?” dedi Celal. Cemre ise kafasını kitaptan kaldırmadan cevap verdi. “Az önce söyledim duymadın mı?” “Yok ben onu şaka zannetmiştim ondan sordum.” dedi Celal. Sonra ikisi aynı anda aynı soruyu sordu ve aynı anda cevap verdi. “En sevdiğin bölüm hangisi?” “En sevdiğin bölüm hangisi?” “İnsanların özgürlük adı altında akıllarında her geçeni yapmaya başladıklarında iradelerini değil geçici arzularını kullanmaya başlar.” “İnsanların özgürlük adı altında akıllarında her geçeni yapmaya başladıklarında iradelerini değil geçici arzularını kullanmaya başlar.” Sonra ikisi de güldü. Orada neredeyse bir saat konuştular. Birbirlerini tanıdılar. Kitaplar üzerine konuştular. Fark etmediler ama hayatları boyunca belki de en çok o bir saatte güldüler. **************************************************** Hava her an yağabilirdi. Göksu timi ile birlikte havaya inat çardakta oturuyordu. Havadan sudan konuşuyorlardı. Yakında bir görev gelebilir deniyordu. Baran yanındaki deftere ve kalemlere uzandı. Evet, isim şehir oynayacaklardı. Hepsi birer kağıt ve kalem aldılar ve kağıtları hazırladılar. İlk harfi Cemre seçecekti. “G olsun.” Dedi ve oyun başladı. İki dakika sonra tur bitti. Bu sefer ünlü yoktu. “Göktuğ.” Dedi Göksu. “Gökay.” Dedi Timuçin. “Gökay” demesi ile Baran’ın, Timuçin kötü kötü baktı. “Gökmen.” Dedi Adem. “Göksu.” Dedi Cemre. “Görkem.” Dedi Celal. İsimler bitince şehire geçtiler. “Gaziantep.” Dedi Göksu. “Gaziantep.” Dedi Timuçin. “Giresun.” Dedi Baran. “Gaziantep.” Dedi Adem. “Gaziantep.” Dedi Cemre. “Gaziantep.” Dedi Celal. Baran hariç hepsi beş puan almıştı. “Nasıl ki bizle aynı şeyi yazmadın lan Baran.” Dedi Timuçin. Baran ise mutlu mutlu oyuna devam etti. Ve hayvan ile devam ettiler. “Gergedan.” dedi Göksu. “Goril.” Dedi Timuçin. “Goril.” Dedi Baran ve Timuçin la havle dedi içinden. “Güvercin.” Dedi Adem. “Geyik” dedi Cemre. “Geyik” dedi Celal. Tam bitkiye geçeceklerdi ki etraftakilerin ön tarafa gittiğini gördüler. Şimşek çaktı o an yine ve sonra gök şiddetli bir şekilde gürledi. Tim kalktı oturduğu yerden. “Ne oldu acaba?” dedi Cemre. Hepsi aynı sorunun cevabını istiyordu. Hepsi ön tarafa doğru yürüdü. Akıllarda deli sorular kalpte çarpıntı eşliğinde ilerledi altı kişi. O an bir siren sesi duyuldu. Ambulans siren sesi. Göksu hariç diğerleri acele ile ön tarafa girişe koştu. Göksu ise kaldı olduğu yerde. Siren çaldı çaldı. Kulakları sağır edercesine çaldı ve sustu. Bütün askeriye ölüm sessizliği ile kuşanmıştı. Gök tekrar şiddetle gürledi. Daha gece olmamıştı bile ama etraf karanlıktı. Göksu kafasını kaldırdı ve bayrağı gördü ilk. Dalgalanıyordu bayrak. Hem de hiç durmadan dalgalanıyordu. Göksu’nun yanından o sırada Yavuz geçiyordu. “Yavuz.” Diye seslendi Göksu. Durdu Yavuz. “Efendim.” Dedi. Göksu hemen yanına geldi. “Ne olmuş. Sirenler neydi.” dedi. Yavuz’un yüzü hüzünle doluydu. “Şehit var diyorlar.” dedi. Göksu sadece kafasını salladı. Yavuz ise ilerledi. Göksu için şehit kelimesi yetmişti. Gökyüzü bugün bundan dolayı bulutluydu. Gökyüzü şehidi uğurlamak istiyordu. Gökyüzü şehide hüzünleniyordu. Gök bir daha gürledi. Göksu ise ön tarafa yürüdü. Ambulans ve içinden çıkan al bayrağa sarılı tabutu görünce içi daha da yandı. Bunu yapanlara karşı nefreti iyice büyüdü. Bütün askerler kafaları önde şehidine saygı gösteriyordu. Göksu ve timi aynı duygu içinde kafasını kaldırıp bayrağa baktılar. Ve hepsi şehidin adına söz verdiler. İntikam alınıp bayrağı daha gururla sallandırmaya.
Hepinize merhama dostlar çiçekler birtaneler.3. bölümümüze hoşgeldiniz. iyi okumalarrrrr
Unutmayın bir umut ışığı her zaman vardır. yeter ki bulmak isteyin... bu arada instagram hesabım yeni açtım hesabı çok bir paylaşımım yok ve zaten bazen karıştırıyorum nasıl paylaşcağımı :) vesilee_9 insta |
0% |