Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. BÖLÜM PART 1

@vesileninruyasi

SELAMÜN ALEYKÜM CANLARIMMM

EVET İKİNCİ KURGUMUZA BİSMİLLAH DİYORUZ. ŞURAYA BİR MAŞAALLAH ALALIM BAKALIM. HEH ŞÖYLE

NEYSE ÇOKKK BEĞENECEİZNİZE İNANIYORUM. VE ZATEN ANA KARAKTERİ YAZMAK AŞIRI ZEVK VEREN BİR ŞEY OLDU BENİM İÇİN. YANİ NASIL DESEM BÖYLE GÜZEL İŞTE.

BİR UMUT IŞIĞI ADLI KİTABIMADA BEKLERİM BU ARADA. ONDA BAYAAAAAAAAAAAAAAAAA İLERLEDİK. ARTIK BİR AİLE GİBİ OLDUK DESEM YANILMAM GİBİME GELİYOR. ÇÜNKÜ OY VERENLERİ GÖRDÜĞÜMDE BAZI İSİMLER KESİNTİSİZ HER BÖLÜMÜMÜME OY VERİYOR VE BEN BU İSİMLERİN OY VERDİĞİNİ GÖRÜNCE ACAYİP MUTLU OLUYORUM.

NEYSE SİZİNLE BU KURGUMUZDADA BİR BÜYÜK AİLE OLABİLİRİZ. ASLINDA BÜYÜK KÜÇÜK FARK ETMİYOR. GÜZEL SICAK VE İÇTEN OLALIM YETERLİ. ÖYLE DEĞİL Mİ?

NEYSE GÖRÜŞÜRÜZ BAYS. ÖPÜLDÜNÜZ İYİ OKUMALAR.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Ah benim yapışkan kızım, evvela insanı yadırgarsın, kaçarsın; sonra çam sakızı gibi öyle bir yapışırsın ki,” gözlerim otobüsün camından dışarıya kayarken aklımda babamın bana bu satırları söylediği an canlanıyordu.

 

“Yağ satarım bal satarım. Ustam ölmüş ben satarım,” diye arkadaşlarımın etrafında dönüyorum. Lojmanda en sevdiğimiz oyun buydu. Zambak zumbak… en çok bu oyunda eğlenirdik. Tabi bu oyun dışında oynadığımız birçok oyun vardı: saklambaç, körebe, mendil kapmaca, ebelemece, beştaş, misket…

Elimdeki mendili yüzünü unutmaya başladığım en yakın arkadaşım Sevil’in arkasına bırakıp tekrar koşuyorum. Sevil ile yeni tanışmışız. Ama ilk yadırgamıştım, sevmem demiştim. Yaşım sekiz aklım on sekizdi mübarek.

Arkadaşlarımın Sevil’e bakıp güldüğünü görüyorum. Sevil arkasına bakıyor ve ayağa kalkıyor. Aklımda tek kalan simsiyah saçları ve gözlerinin olmasıydı. Uzun mu kısa mı, gülüşü nasıl, sesi nasıl, gözleri nasıl hatırlamıyordum. Tek bildiğim gözlerinin ve saçının rengi.

Sevil beni kovalıyor. Bende ondan kaçıyorum. Ve beklenen son geliyor. Açılan bağcığıma takılıp yere yapışıyorum. Küçükken ,küçük dediğim on bir yaşıma kadar, bağcıklarımı bağlayamazdım. Ve kaçınılmaz son olmuştu. Yere sülük gibi yapışmıştım işte.

Sevil yanıma geliyor hemen. Ellerimden tutup kaldırıyor beni. Üstümü düzeltiyor, tozları siliyor. Yüzünde sinirli bir ifade var gibi. Ama eğlenen bir ifade gibide duruyor. Gözleri bağcıklarımı buluyor. Eğilip bağlıyor. “Şunları da bir bağlayamadın gitti!” diye çıkışıyor bana. Kaşlarımı çatıyorum.

“Ya Sevil! Ablam mısın sen ya?” diye mızmızlanıyorum. O ise göz deviriyor.

“Değilim. Ama sen üç yaşında gibi davranınca mecbur kalıyorum!” dedi ve kalktığı yere geri oturdu. O sırada Ayhan kafasını bana çeviriyor. “Şimal, iyi misin?” diyor. Başımı sallıyorum ve Sevil’in yanına oturuyorum. Önce bana bakıyor sonra kaşlarını çatıyor.

“Niye oturdun? Ebe sensin,” diyor. Omuzlarımı yukarı kaldırıp indiriyorum. “Düştüğüm için sayılmaz bence,” diyorum. Tam ebe kim kavgasına gireceğimiz sırada lojmanın arka tarafından bir çığlık yükseliyor. Kahkahalarımız seslerimiz susuyor. Yerini büyük bir sessizlik alıyor.

Ayağa kalkıyoruz. Sevil ve ben bir adım atarken diğerleri duruyor. Onlara dönüyorum. “Niye bekliyorsunuz?” diyorum titreyen sesimle. Sonra kendime kızıyorum. Babamın “Asla sesini titretme!” diyen sesi ile sesimi düzene almaya çalışıyorum. Ayhan sorumu cevaplıyor.

“Kimin babasının bayrak olduğunu bilmek istemiyoruz,” diyor sessizce. Bazıları gözlerini kaçırırken bazıları başını yere eğiyor. Sevil elimi tutuyor. Ama kalbimde istemiyor. Hangimizin babası bayrak olmuştu?

“Korkaklık yapmayın!” diyor Sevil. Elimi tutarak ilerliyor. Sevil hakkında hatırladığım bir diğer şey hep yaşından büyük hareketler yapmasıydı. Tıpkı babası Serkan amca, abisi Alparslan gibi.

Lojmanın arkasına gidiyoruz. Burası bizim bina. Binanın önünde askerler ,bu yaşımda bile asla sayısını unutamadığım kadar çok rozet olan askerler, duruyor. Gözüme rozetleri çarpıyor. Tam sekiz tane rozet var. Askerlerin arkasında sağlıkçılar var. Ve yerde ağlayan Hande teyze. Gözlerim Hande teyzeyi bulurken arkasından annem çıkıyor. Sağlıkçılar Hande teyzeyi sedyeye yatırıyor. Yanına gidiyoruz ama Sevil’in eli buz gibi.

Hande teyze “Serkan,” diye sayıklıyor. Üstümüzden bir kuş geçiyor. Rüzgar yandaki dairenin camında duran bayrağı dalgalandırıyor. Ve anlıyoruz ki bayrak olan Sevil’in babasıydı.

Annem Hande teyze ambulansa bindikten sonra yanımıza geliyor. O sırada arkadan bir ses duyuyoruz. “Anne! Biz geldik,” diyen Alparslan abi. Sevil başını yere eğmiş elimi tutarken arkamı dönüyorum. Gelen abim ve Sevil’in abisi. Alparslan abinin gözleri önce kardeşini buluyor, sonra annemi ve beni. Ardından ise giden ambulansı. Gözleri her gördüğü görüntü ile bulutlanıyor. Gözleri en son askerleri gördüğünde yutkunuyor. Ve elinde tuttuğu poşet yere düşüyor.

Sonraki bir saat tam bir felaket olarak geçiyor. Babam geliyor. Ve ona ilk sorduğum soru “Baba, Sevillere ne olacak?” oluyor. Babam kehribar rengi gözleri ile bana bakıyor. Sonra ise bu satırları söylüyor.

“Ah benim yapışkan kızım, evvela insanı yadırgarsın, kaçarsın; sonra çam sakızı gibi öyle bir yapışırsın ki,” diyor. Ben o an hiçbir şey anlamamıştım. Ve Sevil o gün hayatımızdan gidiyor. Bir veya iki ay telefon ile konuşuyoruz. Ama ne oldu bilinmez bir daha ulaşamıyoruz.

 

 

Gözlerim önümdeki kadına kaydı. Adana’daydım. Anıları bıraktığım yerde. Her yıl yaptığım gibi bu yılda gelmiştim. Anılar insanı bırakmazdı. Vicdan gibi bir şeydi ve omuzlarınızdan asla inmezdi. Mesela Serkan amca o gün şehit düşmese şu an ne olurdu kim bilir. Belki Sevil ile çok büyük bir dostluğum olurdu. Belki beraber üniversite okurduk. Aynı hastanede çalışırdık.

Yarın Denizli’ye dönüyordum. Üniversite bitmişti. Şart görevim ise Mardin Nusaybin. Hevesle bitirmiştim tıp bölümünü. Ama içimde bir burukluk yok değildi. Nedenini bilmiyordum ama doktorluk garip bir his veriyordu. Gurur mu yoksu hüzün mü kestiremiyordum.

Elimdeki telefon titreyince arayanın kim olduğuna baktım. Arayan babamdı. Yüzümde manidar bir ifadenin belirdiğine yemin edebilirdim ama kanıtlayamazdım. “Babam,” dedim aramayı cevaplayıp. Karşı taraftan bir gülme sesi geldi. Babamla anlaşma tarzımız hep gülücükler eşliğinde olmuştu. Asker olmanın verdiği sınırlar dolayısıyla küçükken az görürdüm babamı. Şu an ise dilediğim gibi görebiliyordum. Çünkü babam albaylığa terfi olmuştu beş yıl önce. Bu yüzden görev azdı ama askeriyeye gidip geliyordu her gün.

“Kızım, ne yapıyorsun bakalım?” dedi sevecen sesiyle. Babam benim güçlü yanımdı. Düşünce kaldıran ağlayınca ağlayanımdı. Annem ise en ponçik yanımdı. Annemle hiçbir zaman anne kız olamadık. Biz hep arkadaş gibiydik. Babamın yokluğunu abim annem ve ben beraber atlatırdık.

“Otobüsteyim. Birazdan ineceğim. Yarın da uçağım var zaten,” dedim. Gözlerim bu sefer yanımdaki kıza kaydı. Uzun sarı saçları vardı. Sekiz dokuz yaşlarındaydı. Çok tatlı bir şeye benziyordu.

“Güzel güzel! Dikkat et kendine. Bu sıralar terör olayları arttı.”

Dertli bir nefes verdim. Şu yaşıma gelmiştim arkamda asker dolandırmadıkları kalmıştı. Zaten Mardin görevini duydukları an şartelleri atmıştı. Ha Mardin ha Denizli ne fark ederdi arkadaş. Yani terör olayları fazla olabilir diye bu başıma o dizilerdeki gibi anten kunten işler geleceği anlamına gelmiyor. Yani sene 2024, “medeni” bir ortamda anten kunten işler olmaz bence. Ya da olur mu? Olmaz ya da. Yoksa olur mu? Allah belanı vermesin mal beyin. Yok yani neden salak düşüncelere kapılıyorsun. Kim sıçtı kafana?

“Biliyorum baba. Ne yapacağım? Adamların yanına gidip ‘beni almayı unuttunuz’ diyecek halim yok. Canım kıymetli benim,” dediğimde kahkaha sesi duydum. Yani babamın kızıydım arkadaş. Kendimi sevmeyi o öğretmişti bana. Canım babam.

“Ya ya değil mi? Bende inandım şu an kızım bu dediğine. Tanımasam dünyanın en dikkatli kişisi diyeceğim ama ortadasın!” dediğinde göz devirdim. Yani babamın gözünde dikkatsiz bir olmuştum. E yalan yok, dikkatsizliğin kitabı karşınızda. Bu dikkatsizlik her türde var diyebilirim. Sınavda yanlış ders alanına kodlama yapıp sıfır almak, düz yolda düşmek ki bağcıklarım burada bile beni yalnız bırakmamıştı sağ olsunlar, yanlış otobüse binip şehir dışına çıkmak, hatta Adana’da lojmandan çıkıp oyun oynarken kaybolmuştum. Yani kısaca dikkatsiz bir insanım. Ya da sorumsuz da denebilir. Ama bazen dikkat edesim tutar, Allah’ım benden dikkatlisini bulamazsınız. Oh kendimi de övdüysem güne devam edebiliriz, saygılar efenim.

“Öyle mi baba?” yalandan bir kırgınlık vardı sesimde. “Tamam o halde, sen git o çok dikkatli oğlun İhsan ile takıl. Ben kendi başıma bakarım,” bu noktada durdum sonra devam ettim. “Yok ya da bakamam değil mi? Sen en iyisi bir tabur adamı dik başıma. Anca keser,” dediğimde babamın gülen sesi geliyordu. Bir anda telefondan “Tugay Albay’ım,” diyen ses ile “Görüşürüz baba,” dedim ve kapattım telefonu. Tripli olsam bile babam babamdı.

Telefonu kapatıp çantama attığım an otobüsün ön tarafında bir hareketlilik oldu. Dikkatimi oraya verdim. “Hepiniz göreceksiniz!” diye bağıran bir adam ve montunun altından çıkan iki tane kocaman silahı gördüm. Dahası üstünde bomba vardı. Yüce Rabbim, daha bir dakika önce terör olayı derken başıma gelmesi tesadüf mü? Ya da rüya mı? Rüya olsun, çünkü kendimi şu kadar tanıyorsam bu olaya ben burnumu sokardım.

“Şoför!” diye bağırdı elinde silah, vücudunda bomba, kafasında siyah bere olan adam. “Hiçbir durakta durmuyorsun. Şehir dışına sür arabayı!” şoförün etrafa attığı bakışları görebiliyordum. Ve anlıyordum, korkuyordu. Ölme ihtimali korkutuyordu onu. Gözlerim etrafa kaydı. Ve ben şu an fark ediyordum, ben hariç herkes çığlık atıp arkaya kaçıyordu. Kaşlarımı çattım. Benim ülkemde benim vatandaşıma ne hakla raconluk kesiyorlardı. Ne sanıyorlardı kendilerini? Dünyanın en iyi adamı mı? Yoksa en korkutucusu mu? Bence en zavallısı. Çünkü gücü anca biz halka yetiyordu bu itlerin.

“Ne yaptığını sanıyorsun sen? Kimsinde bu ülkenin vatandaşını kendi ülkesinde korkutuyorsun?” dedim sonunda o içimdeki cesareti dışarı çıkararak. Bir adam elindeki poşete telefonları topluyordu. Gözlerim arkadaki bir kadına kaydı. Telefon ile video çekiyordu. Otobüs çocuk ve kadın doluydu!

“Ne o,” dedi gülerek. “İçinizdeki cesur sen misin? Sökmez bunlar bize,” silahı bana doğrulttu. Ben ise önce sarıya çalan saçlarımı geriye savurdum, sonra ellerimi açık kahve diz kapağıma gelen trençkotumun ceplerine sokup çenemi yukarı diktim. Cesaretse cesaret, cesurluksa cesurluk. Hiç kimse vatanımda böyle terör estiremezdi.

“Senin de o elindeki silah bana sökmez! İster cesur de ister başka bir şey. ama şunu bil ki ben burada olduğum sürece kimsenin kılına zarar veremezsin!” gülerek bana bakıyordu. Ben ise kaşlarımı çatmıştım. Arkamda duranların arasından erkekler benden cesaret alıp yanıma gelmişti. Karşımdaki adam ise silahı yanıma kaydırdı. Gözlerim hızla yanıma kayarken namlu video çeken kadına doğrultulmuştu. O an kendimi önemsemedim. Söz ağızdan bir kez çıkmıştı, korumalıydım bu insanları. Hadi bakalım Şimal, bu itlere kim olduğunu gösterelim. Kimin kızı olduğumuzu gösterelim bakalım.

İki adımda adamın yanına varmış ve silahın ucunu yukarı kaldırmıştım. Zaten anında silah ateş aldı. Kurşun tepeyi delip çıkarken herkes çığlık atıyordu. İkinci adam hepsini oturtup bağırırken adama yumruk attım. O dövüş derslerini boşuna almamıştım. Adam arkaya doğru sendelerken diğer adam kollarımı arkada bağladı. Önüme gelen saçlarımı nefesim ile arkaya atmaya çalıştığımda sendeleyen adam sinirle soluyup ilerledi ve tokat attı bana. Kafam sağ tarafıma düşerken yüzümü buruşturdum. Yalan yok, acımıştı. Allah’ından bul mal! Fondötenim kesin dağılmıştı.

“Kendine gel!” diye bağırdığında kafamı kaldırmadan alttan alttan baktım. Ne zırvalıyordu bu? Kendime gelmek istesem zaten gelirdim gerizekalı. Kendimdeyim zaten ben!

“Gelmezsem ne olur?” dedim aslında hırladım desek daha doğru. Bana doğru eğildi. Gözlerinde sinir vardı. “Getirtmesini bilirim!” dedi ve beni geri itelediler. Kollarımdan tutan insanların kolundan çıktım. Gözlerim diğerlerini buldu, korkuyla bana bakıyorlardı. Gözleri birazdan öleceğiz diye haykırıyordu. Çocuklar bir bana bir arkadaki adama bakıyorlardı. Bir tane çocuk, erkek çocuğu. Kahverengi saçlı, kahverengi gözleri, buğday teni ve bembeyaz dişleri ile bana korkusuzca bakıyordu. Yanında annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın vardı. Çocuk diğerlerinin aksine bana gülümsüyordu ve korkmadığını, yanımda olduğunu belli ediyordu.

Gülümsedim ve yanına ilerledim çocuğun. Onunla aynı hizaya gelmek için yere eğildim. Gözleri benimkilerdeydi. Saçlarını karıştırdım. Annesine kaydı gözlerim derin bir tebessüm ile bakıyordu bana ve oğluna. Tekrar miniğe döndüm. Otobüs son sürat ilerliyordu bu sırada.

“Adın ne bakalım senin miniğim?” dediğimde tatlı heyecanını gözlerinde gördüm. Ortalama beş yaşlarındaydı. Belki farkında değildi olanların. Belki gözü önünde kanlar dökülecekti. Ama o hayatın acımasızlığına inat gülebiliyordu. En önemlisi bu değil miydi zaten? Her şeye ve herkese inat gülümseyebilmek. Şu zamanda tebessüm bile zordu. O ise bu yaşta en büyük hazineyi öğrenmişti. Gülebilmeyi.

“Yiğit,” dedi hemen. Gülümsedim. Adı gibiydi. Güçlü yiğit biriydi bence. Elimi yanağına indirdim ve hafifçe okşadım. “Adının anlamını biliyor musun miniğim?” dedim. Hızla başını aşağı yukarı salladı. Yüzümde seni bilmiş seni ifadesi oluşmuştu. O ise hemen anlatmaya başladı.

“Adım kahraman, cesur olan anlamına geliyoymuş. Annem öğretti, demi anne?” diye annesine döndü. Annesi başını aşağı yukarı sallarken oğluna büyük bir şefkatle bakıyordu. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. Bu yaşta bu kadar temiz ve tatlı olabilmek…

“Babam gibi kahraman ve cesur biyi olucam,” bu noktada durdu ve önce bana sonra annesine döndü. Ben ise bu miniğin babasına ne olmuş olabileceğini düşünüyordum. “Demi anne?” dediğinde annesine döndü gözlerim. Büyük bir özlem ve gurur vardı o kahve gözlerde. Oğluna başını salladı. “Olursun tabi oğlum. Babandan bile cesur olursun istersen. Babanda seninle gurur duyardı,” dedi ve gözlerini camdan dışarı kaçırdı. Belki konuşmadı ama anlamıştım. Sessiz kelimeler konuşmuştu bizim yerimize.

“Senin adın ne peki abla?” diyen minik ile gözlerim tekrar ona döndü. Zorla gülümsedim. “Şimal Betül,” dedim. Şaşkın şaşkın baktı bana. Bu bakışa kayıtsız kalamdım ve yanağından makas aldım. O ise hemen başka bir soru yöneltti. Annesi ise nemli gözler ile tekrar bize dönmüştü.

“Ne demek oluyor Şimay ve Betüy?” dediğinde hafifçe güldüm. Bu çocuğun geleceğini parlak görüyordum.

“Şimal: kuzey veya sol taraf anlamına geliyor. Genelde kuzeydir. Ama benim için sol tarafımdaki,” elimi kalbimin üstüne attım. “Bana hayatı pompalayan kalbim anlamına geliyor,” dediğimde elini kafasına atıp anlamadığını belli eden bir şekilde kafasını kaşıdı.

“Peki senin kalbinde ne var?” dediğinde bocaladım. Hakkatten benim kalbimde ne vardı? Cevabı basitti.

“Vatanım,” dediğimde miniğin gözlerindeki parıltı arttı. Hareketlerine heyecan eklendi.

“Benim de kalbimde vatanım var. Peki Betüy ne demek?” dediğinde bu tatlı merağına gülümsedim. “Namuslu ve iyi ahlaklı kadın demek miniğim,” dedim. Bu miniğim ağzıma dolanmıştı. Ama tatlı geliyordu. Bu sefer daha şaşkın baktı.

“Namus ne?” dediğinde cevap vermek için ağzımı açacağım an dışarıdan sesler gelmeye başladı. Bu sesler siren ve helikopter sesiydi. Birde son sürat ilerleyen arabanın tekerinden çıkan gıcırtılar. Derken bir ses duyuldu.

“Suat! Hemen o insanları bırak, yoksa bıraktırmasını biliriz!” diyen bir ses duydum. Ve hemen ardından yanımızdan geçen tankları gördüm. Dudaklarımda istemsiz bir gülümseme olurken kalbim hızla atmaya başladı. Kurtulacaktık. Ülkem, vatanım, bayrağım ve devletim buradaydı. Bizi unutmamışlardı.

Şehirden çoktan uzaklaştığımızı yolun engebesinden ve arabanın sallanışından anlıyordum. Adı Suat olan eleman silahı bize doğrulttuğu an ayağa kalktım. Ona doğru bir adım attığım an diğeri beni kollarımdan tutup çekiştirmeye başladı. Yiğit ve annesinin ayağa kalktığını gördüm. “Şimay abla!” diye bağırıp bana doğru koştu miniğim. Bacaklarıma sarılırken dişlerimi sıktım.

“Bırak lan!” ellerimi kurtarmaya çalışıyordum. Aslında ayakkabımı ağzına soksam daha iyi. Ve evet, topuklu giymiştim. Seviyorum giymeyi kardeş yapacak bir şey yok.

“Bıraksana it!” dediğim an silah sesi yankılandı otobüste. Vurulan… Yiğit ses ile irkilmiş ve daha sıkı bacaklarıma yapışmıştı. Gözlerim vurulan kadın ve etrafına sarılan insanları bulunca yutkundum. Adam kollarımı bırakmıştı. Yere düştüm diyebilirim. Doktordum ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Tam alnından vurulmuştu. O gitmişti. Şehitler ordusuna katılmıştı. Vurulan Yiğit’in annesiydi.

Yiğit’e sarıldım hemen. Bu manzarayı görmesini engelledim. Otobüs daha fazla hızlanmıştı. Sirenler ve uyarılar susmuyordu ama ben hiçbirini duyamıyordum. Biri daha gitmişti. Birini daha kotuyamamıştım. Bir çocuk daha annesiz ve babasız kalmıştı. Bu vatan bir evladını daha kaybetmişti.

Araba aniden sağa kırdı. Yiğit’e sıkıca sarıldığımda araba savruldu. Evet bildiğiniz yuvarlandık arabada. Ama bana ve Yiğit’e bir şey olmamıştı. Bir elin kolumdan tutup çektiğini hissettim. Elim miniğimin elini tuttu. El bizi çekiştiriyordu ama kim olduğunu çözemiyordum.

Gözlerimi zorla araladığımda bu kişinin Suat olduğunu gördüm. Bizi hızla ilerletiyordu. Zorla gücümü topladığımda Yiğit’in yarı baygın olduğunu gördüm. Hemen onu hasar alan koluma inat kucakladım. Suat kolumu bırakmak zorunda kalmıştı ama bu sefer saçlarımdan tutup ilerletiyordu. Ve topuklularımdan birinin topuğu kırıldı sayın seyirciler. Hadi hayırlı işler.

Arkadan “Suat!” diye az önce bağıran adamın kalın sesi duyuldu. Dönüp ona bakamadan bir silah daha patladı. Yiğit yüzünü göğsüme gömerken arkamı döndüm. Suat sırtından vurulmuştu. Eli saçlarımdan düştü. Asker üniforması içinde olan az önceki adam sinirden etrafa kıvılcım atan bal rengi gözleri ile bize doğru geldi. Gelirken “Yusuf!” diye bağırdı. Yusuf denen asker geldi. İkisi de dağ gibiydi. Tek başına üç kişilik koltuğu kaplardılar.

Yusuf Yiğit’i kucağına alırken içimde saçma bir güven vardı. Türk askerine her zaman güvenirdim ve güveneceğim. Yusuf ortalama otuzlarında bir adamdı, gözleri benim ki gibi yeşildi.

Diğeri ise son derece sinirli bir alev topuydu. Gözlerim otobüsü buldu. Askerler devrilen otobüsün içindekileri kurtarıyordu. Asker önümde ilerlemeye başlayınca peşine takılmak istedim ama topuklular el vermiyordu.

 

 

 

EVET ARKADAŞLARIM CANLARIM CİĞERLERİM BİR TANELERİM ÖPÜPDE DOYAMADIKLARIM ARTIK KENDİNİZİ NE HİSSEDİYORSANIZ. İLK PART GELDİ İKİNCİ BU HAFTA GELEBİLİR. NASIL BEĞENDİNİZ Mİ BAKAM.

BİR UMUT IŞIĞI'NI OKUYANLAR BİLİR. BEN HER BÖLÜMÜMÜN SONUNA MOTİVE EDEN KENDİME AİT BİR SÖZ EKLİYORUM VE BU SÖZ HER BÖLÜMÜN SONUNDA AYNI ŞEKİLDE OLUYOR. BU BÖLÜMÜN KALAN KISMI GELDİĞİ ZAMAN BU KİTAP İÇİNDE YAZACAĞIM. NEYSE SİZİ SEVİYORUM ÖPÜLDÜNÜZ BAYSS

Loading...
0%