Yeni Üyelik
4.
Bölüm

2. BÖLÜM

@vesileninruyasi

MERHABA CANLARIMMM

ÖNCELİKLE UZUN BİR ARANIN ARDINDAN TEKRARDAN MERHABA...

NORMALDE BÖLÜMÜ ERKEN ATACAKTIM AMA SİTEYE BİR TÜRLÜ GİREMEDİM. EVET YİNE GÜZEL OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜM BİR BÖLÜM İLE KARŞINIZDAYIM. BİR UMUT IŞIĞI KİTABIMDA ÜST ÜSTE BÖLÜM ATACAĞIM BU HAFTA HAZIR OLUN. BAZI SÜPRİZLER VARRR

ATA'MIZIN BEDENEN YANIMIZDAN AYRILIŞININ 86. YIL DÖNÜMÜNDE İÇİM BURUK AMA GELECEĞE DÖNÜK OLARAK UMUTLU. BİZ ATATÜRK GENÇLERİYİZ. KANIMIZDA TÜRK KANI AKTIĞI SÜRECE NE DERSELER DESİNLER NE KADAR KÖTÜ GÜNLER GEÇİKSEKTE İÇİMİZDEKİ VATAN, MİLLET, BAYRAK VE ATA SEVDASI YANMAYA DEVAM EDECEK. UMUTLARIM BU YÖNDE.

 

"Sizler, yeni Türkiye’nin geç evlatları, yorulsanız da beni izleyeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği amaca, bizim yüksek ülkümüze durmadan, yorulmadan yürüyecektir."

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

 

İYİ OKUMALAR...

 

 

 

 

1 AY SONRA

 

Fakültede bize uykusuzluğun zararlarını anlatan bir hoca vardı. Yalan yok dersi ya da anlattıklarını çok dinlemezdim. Çünkü uyurdum. Ama uykusuzluğun zararlarını artık çok iyi biliyordum. Dikkat eksikliği, yorgunluk, konsantrasyon güçlüğü, aşırı sinir, iş performansında düşüş, depresyon, yüksek tansiyon, metabolik bozukluklar, obezite riski… Ve ben bunların hepsini yaşayarak öğreniyordum. Şu an aşırı sinirliyim mesela. Yani önümden geçen hemşirenin neden iş değilde çapkınlık peşinde koşup beni daha fazla yormasına aşırı sinirliyim diyeyim. Ve ben, böyle şeylere normalde gülerim. Ama normalde.

Mesela önümdeki kağıtta yazan şeylere konsantre olamıyordum. İş performansım yoktu. Yorgunluğun kitabını yazmıştım resmen.

Ve tek nedeni blok nöbet.

Evet sayın Sağlık Bakanlığı, biz sağlıkla ilgeliniyoruz efendim. Ve sağlıklı bir yaşam ilk olarak sağlıklı bir uykudan geçer. Ama ne yazık ki ben hiç sağlıklı değilim ve uykusuzum. Hem günde sekiz saat uyumamız gerekiyorsa ben tam on altı saatlik uykumu kaybetmişim. On altı saatlik uykumu geri istiyorum bakanım. Ne olursunuz verin bana o on altı saati. Valla daha fazla çalışırım ama ben uyumak istiyorum.

“Şimal Hanım,” diyen sesle düşüncelerden çıktım. Gelene baktım. Gelen Balım’dı. Acilde benim gibi doktordu. Ama biraz çekingen ve utangaçtı. Ben fakülteye iki yıl geç gitmiştim. Asla kazanamadığımdan değil. Benden bir yaş küçüktü. Sarı saçları ve maviş maviş gözleri vardı. Yuvarlak bir yüzü vardı. Yanaklarını sıkasım vardı. Ama ben şu an sinirliyim bakanım haberiniz ola.

“Buyur Balım,” dediğimde önüne gelen saç tutamını kulağının arkasına sıkıştırdı. Tam ağzını açacakken “Resmiyete gerek yok,” dediğimde utangaç bir şekilde gülümsedi. Yerdim o utanmaları ama sinirliyim.

“Şey, bir tane hasta geldi de. Ne yapacağımı bilemedim,” ayağa kalktım. Steteskobumu omzuma taktım ve ellerimi önlüümün ceplerine attım. “Gidelim.”

“Çok kötü bir doktorum değil mi? Daha ilk gelen hastalardan elime yüzüme bulaştırdım,” diyen sesi ile ona döndüm. Kendi hakkında böyle düşünmesi hataydı. Benden bile iyiydi diyebilirdim. Ben sıcakkanlı biri olarak telaşa hızlı kapılıyordum. O ise soğukkanlıydı. Ve en kriz anlarda çok iyi çözümler bulabiliyordu.

“Hayır. Tabi ki hayır. Sen gördüğüm en iyi doktorlardansın Balım. Kendine haksızlık etme,” dediğimde gözlerimi ona çevirdim. Yanımda benle beraber yürüyordu. Benden üç dört santim kısaydı. Ve yüzünde hüzünlü bir ifade vardı.

“Tanıdığın için öyle dediğinizi biliyorum Şimal Hanım. Ben iyi bir doktor değilim,” adımlarım durdu. Zaten sinirliydim birde gelmiş kendini kötülüyordu. Bir kere ne bu resmiyet?

“Bir; hanım değil. İki; biraz daha kendini kötülersen steteskobumu kıçına vurarak seni acilde kovalamak gibi planlarım var. Şimdi,” dedim ve durdum. Ellerimi omuzlarına koydum. “Gidelim.”

Bana kocaman gülümsedi. Tekrar önüme döndüğümde birlikte ilerledik. Acilin kapısının önüne geldiğimizde hızla içeri girdim ama etraf karanlıktı. Bir anda bir gürültü duydum. Işıklar yandı anında. Başımdan aşağı dökülen konfetiler ile ise şaşkınlığım arttı. Ne oluyordu. Kim evleniyordu ve benden habersiz? E nerede damat ve gelin?

“Ne oluyor?” dediğimde arkamdan gülerek gelen birkaç doktor arkadaşı daha gördüm. İçeriye göz gezdirdim. Etrafta toplanmış doktorlar vardı. Hepsi de bana bakıyordu.

“Ulusal doktorlar günümüz kutlu olsun!” diyen Kahraman’ın sesini duyduğumda kahkaha attım. Demek bugün 30 Mart’tı. Balım’ın koluna girip ortaya ilerledim. Kahraman ve bizle acilde görevli olan Aslan’da geldikten sonra görüş alanıma pasta girdi. Kocaman bir tane pastaydı. Üstünde “İYİ Kİ VARIZ!” yazıyordu. Gülerek tekrar diğerlerine döndüm. Hepsi niye bana bakıyordu?

“Ne oldu, neden bakıyonuz?” dediğimde Kahraman yanıma geldi. Kumral saçlı ve kahve gözleri olan bir arkadaştı. Yakışıklıydı ama bilemiyorum.

“Aramıza geleli daha bir ay olmuşken bile bizden daha fazla sevilmen şerefine pastayı sen keseceksin,” dedi ve bıçağı masanın üstüne koydu.

“Ne gerek vardı buna? Siz kesseydiniz ya,” dediğimde hepsi güldü. Nur yanıma yaklaşıp yanağımdan makas aldı.

“Uzatma da denileni yap bebek,” dedi ve popoma minik bir şamar atıp masadan aldığı meyve suyu ile sandalyelerden birine oturdu. Sırıttım ona. “Köpeksin,” dedim dudaklarımı oynatıp. Omuz silkti.

“Güzelim diye düzeltelim,” dedi o da benim gibi dudaklarını oynatıp. Kocaman bir kahkaha atarken yanımda dikilen Balım’ı kolundan çekip yanıma çektim.

“Neden oyuncu olmadın kız!” dediğimde güldü. Çünkü o da biliyordu iyi bir doktor olduğunu bence. “E hadi kessene,” dediğinde bıçağı eline tutuşturdum.

“Beni inandırdığına göre bu şeref sende,” gözleri etraftakileri bulduğunda hepsinden aldığı içten tebessümler ile pastayı kesti.

Masalara dağılmıştık. Karşımda Nur ve Simge, yanımda Balım vardı. Gülerek hem pasta yiyor hem konuşuyorduk.

“Şimdi Şimal Hanımcığım, duyduğum birkaç duyumlara göre bu Aslan Bey sevgilisinden ayrılmış. Son iki gündür sessizliğinin kaynağı bu gibi sanki ha?” diyen Simge ile kınayıcı bir bakış attım.

“Ne o Simge? Ne yapcan adamın sevgilisi ile olan ilişkisini?” Simge bana bırak hastaneyi bütün Nusaybin ilçesindeki dedikoduları getiriyordu. Valla bir ayda kim kiminli nerede ne zaman ne yaptı biliyordum.

“Ay ne yapcam Şimal Hanım ya sizde! Benim amacım eğlenmek ve bilgi toplamak.”

“Ne kadar güzel bilgiler böyle. Gözlerim yaşardı. Ama şimdi,” popomu sandalyede sağa sola kaydırıp ileri eğildim. “Kadın olmanın hakkını vermeliyiz değil mi? Dökül! Ne varsa anlatıver!” sinsice sırıttı.

“İşte aradığım enerji. Şimdi… a siz muhtarın olayını duydunuz mu?” elimi yanağıma koydum ve esnedim. Kulaklarım duymamaya başladı. Ve gözlerim haklı olarak kapandı.

 

 

 

Çaresiz insanlar, ümitsiz insanlar
Benim şarkımdan ancak
Sevenler anlar, çekenler anlar
Yaşarken her gün ölenler anlar
Yaşarken her gün ölenler anlar

Askeriye yine Müslüm babanın şarkıları ile inliyordu. İşi olan askerler koşuşturuyor diğerleri ise askerliğin verdiği o goygoy gücünü kullanıp şen kahkahalar atıyordu. Askeriye yine mutlu bir gündeydi. Ta ki Yüzbaşı Kuzey’in gür sesinin her yeri inletmesine kadar.

“Bu ses ne lan? Düğünde miyiz?”

Gürültüyü sevmezdi. Hem de hiç sevmezdi. Anında başı ağrır sinirlenirdi. Ve sinirlenince gözü dönebilirdi. Kalp kırmayı sevmezdi. Hatta en büyük korkusu sevdiği ve değer verdiği canlıların kalbini kırmaktı. Bu bir örümcekte bile böyleydi. Ama askeriyede kalp kırmak yeri geldimi gerekiyordu. Yoksa bir yerleri kalkıyor salaklaşıyorlardı. Sanki kızmayınca fabrika ayarları bozuluyordu. Yok yani hep uslu uslu dursalar. Yok illa bağıracaklar, koşacaklar, gürültü, patırtı, mallıklar…

Askeriyedeki sesler kısıldı ama kapanmadı. Tek bir yerin sesinde azalma olmamıştı. O da Kartal timinin koğuşuydu. Alışıklardı komutanlarının bağırmalarına. Ve açıkçası hiçte umurlarında değildi. Çünkü komutanlarının onların sesinden rahatsız olmadığını hepsi biliyordu. Ve Kuzey bu dünyada sayılı sesten rahatsız olmazdı.

“Komutanım, sizde durumlar nasıl?” diyen Derman ile göz devirdi Yusuf. Evli ve sekiz yaşında bir kızı vardı. Mutluydu. Ama tek sıkıntı kızının dakikada yüz soru sormasıydı. Tamamen amcası Murat’a çekmişti. Murat küçükken tıpkı kızı Zehra gibi çok soru sorardı. Yani bu kadar benzediklerini görünce aklına kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan atasözü geliyordu. Çok alaka yoktu ama Murat’ın üç ay önce yanlarına gelip iki ay kalması bu soru işini hızlandırmıştı.

“Sus Derman! Valla yoksa senin derdine komutanım bile derman bulamaz,” dediğinde Kurtuluş ve Salih kahkaha atarken Derman tehdidi anlamıştı. Ama çok umrunda değildi.

“Ne gerek var komutanım dermana. Ben varım ya,” dediğinde bu sefer gülme sırası ondaydı. Yusuf ise hiç gülmüyordu.

“Komutanım yengem nasıl?” diyen Asaf ile Yusuf gülümsedi. Aklına dün gece geldi. Görevden dolayı uzun zamanda bir görüşebiliyorlardı.

“İyi. İş güç işte, ne yapsın?” dediğinde Berrak söze atladı. Yengesinden istekleri vardı.

“Börek, baklava, mantı, kek, kısır, içli köfte, perde pilavı, şekerpare… N e varsa yapabilir komutanım!” dediğinde Burcu el kaldırdı arkadan.

“Katılıyorum. Askeriye yemekleri artık burnumdan gelecek. Şöyle yengemin yaptığı ıspanaklı bir böreğe hayır demem komutanım,” diyen Burcu ile daha fazla gülmeye başladılar. Katılıyorlardı bu fikre. Sümeyye yengelerinin marifetini tek onlar değil bütün askeriye biliyordu.

Yusuf ise ayrı dünyaların ayrı alemindeydi. Mesela şu an gidip karısına doyasıya sarılabilseydi. Sevgisi patlak vermişti bu ara. Hep yanında olmak istiyor, öpmek sarılmak istiyordu. Regl mi olmuştu lan? Ne bu duygusallık?

“Komutanım, nereye daldınız?” diyen Salih ile kendine geldi Yusuf. Bu ara kafası Sümeyye’ydi. Lakin aklındaki fikirler çok makul fikirlerdi. Hem de çok makul. Doya doya sarılıp öpmek gibi.

“Nereye dalacağım lan! Siz benle uğraşmayı bıraksanıza lan! Ne diye kafamın hücrelerini tecavüz ediyonuz, ha?” hepsi kocaman bir kahkaha atarken Burcu ayaklandı. Berrak yattığı yerden gözünü telefondan çekmeden sordu.

“Nereye komutanım?”

Postallarının bağcığını bağlamayı bitirdikten sonra ayağa kalktı önüne gelen saçlarını geri iteledi. “Yemekhaneye gidiyorum. Gelicek misin?” Berrak düşünürmüş gibi yapıp tamam dercesine bir mırıltı çıkarıp ayağa kalktı. O da bağcıklarını bağlıyordu şu an.

“Komutanım, yengeme lütfen isteklerimizi iletin. En son ne zaman börek yedim hatırlamıyorum,” Berrak bağcıklarını bağlama işini bitirmiş ayaklanırken Yusuf hariç diğerleri sırıtıyordu. Eşinin börek yapmasını değil güzel güzel gülümsemesini istiyordu.

“Biraz daha konuşursanız börek yerine postallarınızı yersiniz ona göre ha!”

Berrak ve Burcu gülerek ilerledi ve koğuştan çıkıp ilerlediler. Geride kalan Kurtuluş ise ayrı alemlerdeydi. Beş aylık nişanlıydı. Haziran’da düğünü olacaktı. Nişanlısı Gamze savcıydı. Adıyaman’da çalışıyordu. Şu an ise ikisinin de önemli işleri vardı. Yazışmak gibi.

“Ne zaman izin alacaksın sevgilim?” diye sormuştu nişanlısı. Gülümsedi ister istemez. Nişanlısının bu heyecanlı hallerini çok seviyordu. Aldığı ilk izinde yanına gidecekti. Evleri ise Mardin’deki lojmanda hazırdı. Sadece eşyalar yerleşecekti. Ve bunu da yapmak için uygun zamanı kolluyorlardı.

“En kısa zamanda alacağım güzelim,” cevap için çok beklemesine gerek kalmadı.

“Özledim ama!” manidar bir gülümseme oluştu dudaklarında. Çok seviyordu nişanlısını. Adıyaman’da gittikleri bir görevde onların görevinin savcısıydı. O zaman tanışmışlardı. Ve timde hiç kimse yokmuş gibi Gamze kartını direk gelip Kurtuluş’a vermişti. Görev hakkında onunla konuşmuştu. Ve son mutlu sondu.

“Neyimi özledin bakayım?” yazdı Kurtuluş beklenti içinde. Az çok tahmini vardı. Hatta tahmini belliydi. Gamze onun en çok güven veren sarılmasını ve gözlerini özlemişti.

“Gözlerin ve sarılışını özledim,” çapkınca gülümsedi. Kocaman öpesi geldi o an.

“Güzel güzel!” yazdığında trip yiyeceğinin farkındaydı. Ama o Gamze’nin sinirlenince pembeleşen yanaklarına ve o kalbine aşık olmuştu. Aylarca burun kıvırsa da beklerdi onu. Özel kuvvet askeriydi ve beklemek en iyi bildiği şeydi.

“Bakıyorum sende beni hiç özlememişsin! Bitti! Ayrılıyorum senden! Köpek ya! Attım şu an yüzüğünü! Şaka yaptım atmadım ama… niye hesap veriyorum sana ben! Hukuk okuyan ben hesap veren ben! Of Kurtuluş ya!” Kurtuluş kocaman sırıtırken parmaklarını hareket ettirdi. Bu hallerini çok seviyordu.

“Sen o yüzüğü benim kalbime atmışsın kara sevdam. Parmağından atsan ne fayda?” sadece bunları yazdı. Çünkü sevgisini böyle belli ederdi o. Sözcük oyunlarıyla.

“CİDDEN KALBİNE Mİ ATMIŞIM?” gelen mesajla göz devirdi. Şüphesi mi vardı sevgisinden. Olmamalıydı. Bunu ilk izinde enine boyuna göstermek zorunda kalırdı yoksa.

“Şüphen mi var?”

“Asla!”

“Lan siz bana laf yetiştireceğinize şu aşktan leyla olmuş salağa bakın.” Yusuf’un sözleri ile hepsinin gülen bakışları Kurtuluş’u buldu. Kurtuluş ise olaydan bağımsız olduğu için boş boş bakmakla yetindi onlara.

“Ne oldu?” derken gözü telefonu ile arkadaşları arasında gidip geliyordu. Asaf kocaman bir kahkaha attı. Diğerleri de ona eşlik ederken Kurtuluş istemeye istemeye telefonunu kapattı.

“Ne oldu diyorum abi!” diye yükseldi. Konuşmaları bölünmüştü sevdiceğiyle.

“Kızmış mı bakayım bu aşık Kurtuluş,” ayaklanıp Kurtuluş’un dibine geldi Asaf. Gözleriyle gözlerini istila edip yüzüne yüzüne kahkaha attı. “Kızmış komutanım bu aşık kafa. Heralde en ateşli yerinde böldük. Demi lan?” dediğinde Kurtuluş ağalamak üzereydi. Yani o arada iki cilveli söz yazabilirdi. Ama o şu an komutanlarının alay konusuydu. Umurunda mıydı? Hayır.

“Komutanım, sizden önce nişanlandım diye mi yapıyorsunuz bunu? Valla yüzüğü en sonunda midemde saklıyacağım o olacak ha!” Asaf ve Salih yüzünü buruşturdu. Diğerleri ise bildikleri mevzulardan dolayı gülüyorlardı.

“Evlenecek kız vardı da biz mi evlenmedik koçum? Biz sadece senin ne yere bakan yürek yakan olduğunla eğleniyoruz.” Asaf’ın sözleri ile Kurtuluş dahil gülmeye başladılar. Eninde sonunda yaptıkları buydu zaten. Gülmek.

“Yani bulduğumuz hatunları geri çevirmeseydiniz veya içinizdeki canavarla tanıştırmasaydınız şu an bir evlat babasıydınız bence komutanım.” Derman’ın sözleri ile daha fazla kahkaha attılar. Artık karınları ağrımaya başlıyordu.

“Evlendikten sonra göstermek sıkıntılı arkadaş. Sonra işte sen çok ayısın falan derler uğraşamam. Beni olduğum gibi kabul eden biri lazım. Hem bana bir iki tane gösterdiniz. Onlarda fos çıktı.”

“Abi sana bir saat içinde üç hatun ayarlamaya çalıştık ne bir ikisinden bahsediyorsun sen!” diyen Derman ile Asaf gözlerini kocaman açmıştı. Yusuf artık keyifliydi. Çünkü konu kendisi ve kıymetlisi değildi.

“Lan! Lan siz beni pezo bir insan mı yaptınız lan siz,” ellerini bedeninde hızla gezdirdi. “Namusu mu aldınız lan?” artık hepsi gülmekten yerlere yatıyordu. Öyle ki Salih gülmekten ağlamıştı.

Kapı bir anda açıldığında göz ucuyla gelene baktılar ve hemen hazır ola geçtiler. Onlar Kartal Timi’ydi. Tuvalette bile görev gelse işini yarım bırakıp göreve giden askerlerdi. Yerlerde kahkaha atarken gelen komutanlarıyla hazır ola geçmesini bilirdiler.

“Ne diye beynimin içine sıçtınız lan? Ne bu kadar gülmekten altınıza etmenize neden oldu lan? Açıklayın lan! Neden benim beyinciğim bir gün rahatça dinlenemiyor lan?” diyen Kuzey’in sesi sakindi. Hatta lan diyordu ama sesi sevgilim der gibi sakin çıkıyordu.

“Şimdi şöyleki komutanım, biz Asaf abinin nasıl kendi kaderini kendi bozduğunu konuşuyorduk. Ondan beyninizi rahatsız etmiş olabiliriz.” Kurtuluş’un açıklamasını dinleyen Kuzey başını iki yana salladı. “Rahat,” dedi sadece ve ilerleyip bir yatağın üstüne oturdu.

“Komutanım,” diyen Yusuf’a baktı Kuzey. Başı çok fenaydı. Öyle ki şu sesleri yapana gidip bağırabilirdi ama yerinden kalkmak dahi istemiyordu.

“Yiğit. Şu otobüste rehin alınıp kurtardığımız çocuk. Annesi,” sesini hüzün kapladı. “Şehit olmuş komutanım otobüste. Babası ise Pençe- Kilit operasyonunda şehit olmuş. Çocuk bir aydır hastanedeydi. Bugün taburcu olacak. Ne yapalım?” koğuş artık sessizdi. Kimseden kahkahalar yükselmiyordu. Kuzey elini çenesine attı. Yapılacak şey belliydi. Koruma altına alacaklardı.

“Koruma altına alıyoruz,” emir net ve belliydi. Yiğit artık onların elinde yetişecek bir yavruydu. Ya da minik.

 

 

 

Sayın sağlık bakanım, şu an lojmana gidiyorum. Ve size olan kırgınlığım geçmiş değil. Ama şimdi ise bu lojmanları yapanlara kırgınım. Yani bir asansör koymak çok mu zordu? Yani neden? Ben neden bu çileyi çekmek zorundayım? Zaten arka fonda Fatih Bulut uykular haram oldu diye bağırıyordu.

Lojmanın kapısının önüne gelmiştim. Balım benimle gelmişti bugün. Daha doğrusu ben zorla getirmiştim. Kapıdaki askere kimliğimi gösterdim. Balım’ın bugün benim misafirim olduğunu söyledim. Lojmanın bahçesinden içeri girmiş bulunmaktaydık.

Kendi bloğuma ilerlerken yanımdan esneme sesi duydum. Balım’a çevirdim bakışlarımı. “Uykun çok var mı?” dediğimde başını zorla aşağı yukarı salladı. Ayağı sendeledi. Onu tutmak için ileri atılmıştım ki benimde ayağım sendeledi ve beklenen son. Merhaba lojmanın mükemmel kaldırım taşları!

Engel olamadığım esnememle beraber gülmeye başladım. Benim psikoloji harap. Aynısı Balım içinde geçerliydi. O da gülmeye başlamıştı. Sanırım dışarıdan gören deli sanabilirdi. Önüme düşen gölgeyle başımı kaldırdım. Çok tanıdık bir simaydı. Ve ben bu simayı unutmamıştım. Yusuf, daha doğrusu Yusuf abi.

“Yusuf abi,” dedim gözlerine bakarak. Bana gülümserken kalkmamıza yardım etti. Aşırı şaşkındım. Yusuf abiyi burada görmeyi asla beklemiyordum. Aradan bir ay geçmişti. Ama ben ne onları ne de minik Yiğit’i unutabilmiştim.

“Şimal. Ne yapıyorsun burada?” diyen sesinde bariz bir şaşkınlık vardı. Anlayabiliyordum. Bir ay önce kurtardığın kadını sen gel yere yapışmış gör. Büyük rezillik.

“Burada çalışıyorum. Daha doğrusu Nusaybin Devlet Hastanesinde. Nöbet bitti eve geldim de sen?” ne diyeceğimi bilememiştim. Dilim birbirine girmişti. Gülümsedi. Sanırım Yusuf abide fark ettiğim ve en sevdiğim özellik güven veren gülümsemesiydi.

“Bende burada çalışıyorum. Daha doğrusu askeriyede. Nöbet bitti eve geldim bende,” beni taklit etmişti. Güldüm bu halimize. O da bana katılırken Balım koluma dokundu.

“Bu kim?”

“Uzun hikaye. Anlatırım sana,” dediğimde başını omzuma yasladı. Tekrar Yusuf abiye döndüm.

“Baban asker mi?” diyen Yusuf abiye başımı salladım. “Albay. Denizli’deler. Sen evli misin Yusuf abi?” yüzük dikkatimden kaçmadı. Zaten evli misin dediğim gibi adamın gözlerinin ışıldamasının başka nedeni olamazdı.

“BABA!” diye arkamızdan bağıran bir kız çocuğu sesiyle arkama baktım. Sarı saçları ve pembe elbisesi ile koşup Yusuf abiye sarıldı. Yusuf abi anında kahkaha atarken kızına sarıldı. Kucağına sabitledi kızını. Kız yanağını babasının yanağına yapıştırdığında çok tatlı bir görüntü oluşmuştu.

“Baba, neden geç geldin?” diye soran küçük kız bana kendimi hatırlattı. Yusuf abi kocaman bir öpücük bıraktı kızının yanağına. Tam soruya cevap verecekken kız bir tane soru daha sordu.

“Berrak abla ne yapıyor?” ve bir tane daha.

“Yoruldun mu?”

“Ama daha evcilik oynıycaktıkkkkkkk!”

“Baba annem en sevdiğin yemeği yapmış biliyor musun?”

“Baba bugün amcamla konuştum!”

“Baba, kuantum ne demek?”

“Aaaa! Baba ben bu ablayı tanıyorum. Geçen gün hani bahçede dizim kanamıştı ya, o zaman yarama o yara bandı yapıştırmıştı,” bu o çocuk muydu. Tabi akıl mı kaldı bende. Kalmadı. Neden acaba? Blok nöbet sen varya.

“Kızım, iyi güzel ama yorulmadın mı?” diyen Yusuf abinin sesi bıkkındı.

“Neyden?” diyen kızın adı aklıma geldi bir anda. Zehra.

“Soru sormaktan, yorulmadın mı, ha yavrum?”

“Ne yorulması baba! Amcam soru sorarsam çok zeki olacağımı söyledi!” Yusuf abinin ağzının içinde bir şeyler gevelediğini duydum ama çıkaramadım. Ve aklıma Zehra’nın annesi Sümeyye abla geldi. Demek benim alt komşumla ben tanışmışım. E ben niye Yusuf abiyi daha önce hiç görmedim?

“Abi, Yiğit’ten bir haber var mı?” lojmana doğru yürümeye başladık.

“Evet var. Ben sana numaramı vereyim. Sen biraz dinlen,” gözleri bas bas dinlen bence diye bağırıyordu. “Sonra konuşuruz. 05…” numarayı kaydettim. Yusuf abi evine yönelirken bizde üst kata yönelmiştik.

Evin önüne gelince kapıyı açtım ve eve adeta kendimizi attık. Balım hızla kendini koltuğa atarken ben eşyalarımı odama bıraktım. Üstüme rahat bir şeyler giydikten sonra temiz eşofman takımımı alıp salona geldim. Balım koltuğa uzanmıştı. Eşofmanları nazikçe yüzüne fırlattım. “Giy şunları. Üstündekiler rahat değil.”

Balım bana gülümsedi ve ayağa kalkıp hayalet gibi banyoya gitti. Bende mutfağa yöneldim. Isıtıcıya su koyduktan sonra çay için çerezlik bir şeyler çıkardım. Her şeyi tepsiye yerleştirdikten sonra çayı demledim ve salona götürdüm. Ama aklım miniğimdeydi.

“Şimal abla,” esnedi kocaman bir şekilde. “Ne zaman uyuycaz? Yoksa şuraya bayılıp,” tekrar esnedi. “Kalacağım.”

Bence hemen uyumalıydık. Hatta şu kanepeye uzanıp uyuyabilirdik. Hiç fark etmezdi. Ama çift kişilik yatağım daha çok ilgimi çekiyordu. Tek kişilik yatakta asla rahat edemezdim. Bu yüzden özellikle çift kişilik almıştım. Ve, bu yüzden asla evlenmeyeceğim. Bir adamla asla aynı yatakta yatamam. Ben çift kişilik yatakta tek kişi idare edemiyordum. İki kişi nasıl idare edebilirdim?

Sonuna kadar bekarlık.

“Kalk bence yatalım. Sabah içeriz çayımızı. Kalk kalk kalk! Uyku her şeyden,” esnedim. Hem de en kocamanından. “Önemlidir. Daha sabah bakanlığa kızıyordum lan ben. Şimdi gelmiş çay derdindeyim.”

Aynı anda kalktık koltuktan. Misafir odasına götürdüm onu. Telefonumu sessize aldım ve yüz üstü bıraktım kendimi yatağa.

Ve ben bir ay sonra ilk defa rüyamda Yiğit’i ve onu gördüm. Kuzey’i. El ele karşımda dikilmiş bir halde.

 

 

 

 

 

Karanlık bir askerin tek koruyucusudur. Onu teröristlerden gizleyen yegane kalkandır. Ve gece Kartal timinin üstüne bir kalkan gibi doğmuştu. Kuzey dürbünü gözünden çekti. Etraf sessiz ve tam baskınlıktı. İlerideki evde kaçak silahlar vardı. Ve tabii ki bombalar. Bu görevleri, hiçbir şey hissettirmeden malları alıp geri dönmekti. Kolaydı. Bordo bereliydiler. Onlar için gizlilik ve görünmezlik bebek oyuncağıydı.

“Derman ve Asaf, siz arkada dikilen nöbetçileri halledin. Salih ve Berrak, öndeki adamlar sizde. Burcu ve Kurtuluş, siz evin yanındaki nehrin yanındakileri hallediyorsunuz. Yusuf, sen ne yapacağını çok iyi biliyorsun. Bense siz bitirdikten sonra arkadan Asaf ve Derman ile malları alıyorum. Üç deyince başlıyorsunuz.”

Yusuf durduğu konumdan iyice odaklandı karşıdaki eve. En az on dakika sonra başlayacakları kesindi. Bilirdi Kuzey komutanını. Kartal timi kurulmadan öncede birlikte görevlere gitmişlerdi. Yıllardır tanışırlardı. Kuzey ilk çıktığı görevde Yusuf’un emrindeydi, şimdi ise Yusuf onun emrindeydi. Kuzey içindeki vatan aşkını asla söndüremiyordu ki zaten öyle bir derdi yoktu. Ama söz konusu vatan olunca çenesi düşer, çevresinin canını bezdirirdi. Bu huyundan rahatsız olmayan yedi kişi vardı.

Yusuf,

Salih,

Asaf,

Burcu,

Berrak,

Kurtuluş,

Derman.

Onlar Kuzey’in silah arkadaşından çok yıllar sonra bulduğu kayıp kardeşleri gibiydi. Evde iki tane kız kardeşle uğraşıp durmuştu. Ne zaman ki Maraş’tan Ankara’ya askeri liseye geldi, işte o zaman kardeşlerini ne kadar sevdiğini anladı. İkisi de çok konuşur, çok soru sorarlardı. Kuzey’in dayağını az yememişlerdi. Ama hiçbir zaman saygısızlık yapmamışlardı. Kuzey sevgisini içinde yaşamış, onlar dışa vurmuşlardı. Okulda başlarına bir şey geldi mi ilk onun haberi olurdu. Çok erkek dövmüştü bugüne kadar. Ve döveceği bir tane daha vardı. En küçüğü, üniversite okuyan Neslihan, daha geçen gün hayatında ilk defa sevgili olmuştu ve işin kötüsü adam harbi adamdı. Ne gitten anlıyordu ne küfürden. Yapışmış kalmıştı. Yakında istemeye gelir diye annesinin yüreği ağzındaydı.

Salih yanında uyumaya başlayan Asaf’ın kafasına şamarı indirdi. “Ne oldu lan? Çatışmamı başladı?” silahını kavramış ayağa kalkmaya çalışan arkadaşının yüzüne kocaman bir kahkaha attı Salih. Onun derdi başkaydı. Kendi uyuyamıyorsa o da uyuyamazdı.

“Yok, yıldız kaydı da dilek dile diyecektim,” yalan değildi. Peş peşe yıldız kaymıştı. Ve arkadaşının kısmetinin açılması için dilek dilemesini istemesi normaldi. Adam erkeklerin yüz karasıydı. Gelen kadını saliseler içinde kaçırmayı becermişti.

“Salak salak konuşma lan! Uyuyoruz şurada it! Az saygılı olsana!” ters bakışlarının hedefiydi Asaf. Uyku girmemişti Salih’in gözüne. E o zaman onunda giremezdi. Bencildi biliyordu ama canı sıkılıyordu.

“Ay ne saygıymış. Götüm! Ulan on dakikaya görev başlıyor sen hala uyuyorsun. Seni liseye alanlar o sıra uyuyor muydu ne yapıyordu acaba?” göz devirdi Asaf.

“Beni zorla liseye sokmak için ikna eden adam mı söylüyor bunları? Ulan hayvan herif, ben zorla girdim sen güle oynaya ama ben senden daha keyifliyim be!” aynı apartmanda oturuyorlardı eskiden. Çocuklukları hep bir aradaydı. Ve zorla da olsa aynı lisede okumuş, aynı yerde görev alıyorlardı. Özel kuvvet eğitiminde bile yan yanaydılar. Ve özel kuvvete girmesi için ikna eden de Asaf olmuştu. Hayat garipti. Bugün yaptığını yarın o sana yapıyordu.

“Uyu lan! Uyu da burnumdan getirme şu görevi be! Zıkkım ettin ağzımın tadını, it!” Asaf sırıtarak arkasını döndü arkadaşına ve sanki dakikalar sonra görev yokmuş gibi uykusuna kaldığı yerden devam etti. Salih ise her görevde yaptığı gibi Yasin’i okuyup Allah’a dua etti.

“Kurtuluş, senin düğün ne zamandı?” diye soran Yusuf ile Gamze’yi düşünmekten sıyrıldı Kurtuluş. Çok yakındaydı. Çok yakında eşi olacaktı sevdiği.

“10 Haziran komutanım,” dediğinde gülümsemeden edemedi. Tam iki ay on gün vardı.

“E bizim davetiyelerimiz nerede lan o zaman?” diyen Derman ile yan tarafına baktı. Davetiyeye gerek mi vardı? Onlar onun onur konuğuydu. Ev sahibiydiler hatta. Bu yüzden davetiyeyi önemsememişti.

“Dermancığım, siz benim onur konuğumsunuz. Davetiyeye gerek görmedim,” dediğinde güldü yanındaki. Onların en iyi özelliği ise laf sokabilmekti. Hem de her an her türlü.

“Susmanızı teklif ediyorum,” diyen Kuzey ile tabii ki hiçbiri susmadı. Aksine gülmüşlerdi. Ama o komutandı.

“Susmanızı emrediyorum!” dediğinde hepsi susmuştu. Zafer. Dudakları keyifle iki yana kıvrıldı. Dürbününü eline aldı. Evdeki ışıklar tamamen sönmüştü. Artık başlayabilirlerdi.

“Üç,” sadece bunu dedi. Uyuyan Asaf bile anında yaklandı. Hepsi üstüne sessizliği ve gizliliği giyip ilerlemeye başladı. Derman ve Asaf arkaya ilerlediler yavaşça. İki adam vardı. Tüfeklerini boyunlarından arkaya doğru geçirdiler. Yavaş yavaş ilerlediler. İki adam arkalarından gelen ecellerinin farkında bile değildi. Birkeç saniye içinde ecelleri canlarını tek hamlede alacaklardı. Ama onların bunu bile ruhu duymayacaktı.

Asaf önünde duran iri yarı olanın boynuna atldı. Adam ne olduğunu anlayamadan geri savrulurken karnına bir tekme yedi ve boynu kırılarak öldü. Ecelinin adı Asaf ÖZMEN’di.

Derman önünde duran elemana baktı birkaç saniye. Çelimsizdi. Ama onu buraya dikmişlerdi. Sessizce ilerledi ve kolunu boynuna sardı. Bacağındaki cepten bir saniye içinde aldığı bıçak ile bitirdi işini. Ecelinin adı Derman BAŞARAN olmuştu.

“Temiz komutanım,” dedi sadece Asaf.

Salih ve Berrak sessizce evin yanından ön tarafa baktılar. Üç adam vardı burada. Salih arkasındaki kadına iki parmağını gösterdi. Sonra kendini işaret etti. Ardından bir parmağını gösterip Berrak’ı gösterdi bu sefer. Berrak kaşlarını çatsa da ses etmedi. Sessiz emirleri dolaşıyordu aralarında. Salih ikisini Berrak birini alacaktı. Ama hızlı olan kazanırdı.

Yere doğru çömeldiler. Sessiz adımlar ile ilerlemeye başladılar. Öyle sessizlerdi ki adımları bile duyulmuyordu. Önlerinde duran iki adama kısaca baktılar. Ardından gözleri kısa bir an birbirlerini buldu ve aynı anda ikisi de önlerindeki adamları bacaklarından tutukları gibi geri çektiler. Berrak yere düşen adam ile aynı anda ayağa kalkıp ucuna susturucu taktığı silahı ile ayaktakini başından vurdu. İki saniyesini almıştı. Ve adamın ecelinin adı Berrak ÖZKORUCU olmuştu.

Salih yere düşen elemanlara anında yumruğunu geçirirken biri yumruktan hiç etkilenmemişti. Doğrulmaya çalıştığında yüzüne yediği tekme ile geri düştü. Salih hemen ayağa kalktı. Birazcık ses çıkmıştı. Ama hemen tüy olsalar asla anlaşılmazlardı. Salih yerde yatan ikiliden birinin başına sıktığında eş değer olarak diğerini de başka biri vurmuştu. Bu adamların ecelleri ise,

Berrak ÖZKORUCU ve Salih AKTAN’dı.

“Temiz,” dedi Berrak. Salih’e döndü. Etkilenmişti. Dudakları etkilenmiş bir şekilde iki yana kıvrıldı. “Helal kız sana,” göz devirdi Berrak.

“Susta işine dön Salih,” gülmekle yetindiler.

Burcu ve Kurtuluş ağaçların arasından ilerlerken karşılarına çıkan ateşin oluşturduğu kızıl renge doğru ilerlediler. Önlerine çıkan alanda kızlı erkekli altı kişilik bir grup vardı. Gördüklerine göre dört kişi ateşin etrafına oturmuştu ve gülüyorlardı. Diğer ikisi ise onlardan bir iki metre uzakta kucak kucağa fingirdeşiyorlardı. Yüzünü buruşturdu Burcu. Bakışlarını ateşe çevirdi Kurtuluş.

“Komutanım, hepsinin kafasına sıkalım gitsin. Çok üşendim şu an bunları korkutmaya,” diyen Kurutluş ile hafifçe güldü Burcu.

“Olur mu öyle aslanım. Bir sürpriz yapmayacak mıyız arkadaşlara? Ayıp olur oğlum. Biz Türkler misafiri severiz, unutma bunu!” imayı çok rahat anlamıştı Kurtuluş. Burcu eğlenmek istiyordu. Ve bir Türk’ün en büyük eğlencesi düşmanının ölümünü izlemek olabilirdi.

Sessizliği kuşandılar ve ilerlemeye başladılar. Kurtuluş ikiliye yöneldi. Kadın olanın arkasından yaklaştı ve ensesinden tuttuğu gibi yere savurdu. Göğüsleri açılmıştı kadının. Ağzının içinde bir küfür savurduğunda tek yumruk ile bayılttı kadını. Adam tam bağıracakken elini ağzına kapadı. Burası ışık almıyordu, bu yüzden kimse göremezdi onları. Kurtuluş Burcu’yu bekledi hamlesi için.

Burcu yavaş adımlarla ilerleyip avlarına iyice yanaştı. İki tanesinin dizlerine attığı tekmeler ile yeri boylattı. Diğer ikisi ona silah doğrultacakken Burcu yan ceplerindeki iki silahı anında alıp daha onlar silahı kavrayamadan alınlarının çatından vurdu. Elinde kalan ikisi ile eğlenecekti. İki kolu ilerde kalmışken kasktan dışarı süzülen saç tutamını üfleyerek uzaklaştırdı.

İki tane kalan adamı enselerinden tutup kaldırdı. Susturucu takılı silahı ile ikisini de önce kollarından vurdu. Ardından bacaklarından. Sadece beş saniye bekledi. Ardından kafalarına sıktı. Çuval gibi yere yığılırlarken bu beş saniye Burcu’ya yetmişti.

Kurtuluş elinin dibindeki adama en ters bakışını gönderdi. “Ulan, madem bir bok yiyeceksiniz neden ortalık yerde yapıyorsunuz?” diyen sesi buz gibiydi. Adam korkuyla bakarken yanına gelen Burcu’yu fark etti ama bakmadı. Hiç gözünü kırpmadan adamın erkekliğine ateş etti. Adam ağzının üstündeki el yüzünden ses edemezken gözleri kocaman oldu. Terler akmaya başladı. Kıvrandıkça kıvrandı. Dakikalarca acı çekti. En sonunda öldü. Kurtuluş, daha bir ay önce aynen böyle şehit edilen bir askerin intikamını almış oldu. Arkasını dönüp kadını da öldürdükten sonra Burcu’ya döndü. Tek kelime söyledi Burcu. Ama bu onun tebessüm etmesine neden oldu.

“Kralsın.”

“Temiz,” dedi hemen ardından kulaklığa.

Bu altı kişinin eceli Kurtuluş SOYMAN ve Burcu Bilge KAYA’ydı.

Kuzey gelen bilgilerden sonra salına salına arkaya ilerledi. Islık çaldı türkü mırıldandı. Çok kolay bir görev oluyordu. Arkaya geldiğinde Asaf ve Derman’a başıyla işaret verdi.

İlerleyin…

İkisi de ilerlemeye başladı. Gözleri ilerideydi ellerinde ise yoldaşları olan tüfekleri. Derman yavaşça kapıyı açtı. Karşılarına uyku mahmuru bir adam çıktı. Asaf hemen adamın boğazına kolunu doladı ve etkisiz hale getirdi. Kuzey ilerlemeye devam etti. Sağdaki oda da olması gereken malları almak için o yöne yöneldi. Kapıyı dikkatlice kontrol etti. Tuzak olmadığını anladığında yavaşça içeri süzüldü. Derman ve Asaf ise diğer odaları geziyor oradakilerin işlerini bitiriyorlardı.

Kuzey içeri girdiğinde ona bakan birini gördüğünde göz devirdi. Daha silah tutamıyordu, gelmiş karşısına silah doğrultuyordu. Bari elleri titremeseydi.

Adam korkuyordu ama belli etmedi ya da kendi öyle düşündü. “Ne yapıyorsun burada?” dediğinde tekrar göz devirdi Kuzey. En çok yaptığı şeyler listesinde yakında zirveye göz devirmek oturacaktı.

“Hiç,” dedi umursamaz bir tonda. “Bi’ kahvenizi içmeye geldim. Sence ne yapıyorum?” sona doğru yükselmişti. Adam silahı doğrultmaya devam etti.

“Siz Türkler, çok cesur gibi görünen zavallı birer barbar dışında bir şey d-“ Kuzey’in çenesini kavramasıyla susmak zorunda kaldı. Kendine laf ettirirdi, ama milletine asla!

Adam bal rengi gözlerde gördüğü saf nefret ve cesaret ile yutkunmak zorunda kaldı. Sonunu tahmin edebiliyordu. Eceli bulmuştu onu.

“Bir daha milletime laf ettiğini duyarsam o dilini söker yediririm sana lan! Daha silah tutamıyorsun, gelmiş bizim bir davamız var falan filan, siz barbarsınız falan. Bunlar bize söker mi sanıyorsun lan sen?” adam korkudan paçalardan salmıştı. Kuzey tekrar göz devirdi ve adamı iteledi.

“Zaten bir daha asla konuşamayacaksın. Elveda hayatım…” tiksinti dolu sözlerinden sonra adamın kafasına sıktı. Derman ve Asaf geldiğinde malları kontrol edip dışarı çıkardılar.

Milletine dil uzatan herkesin eceli Kuzey BAYROVA’ydı o.

Malları alıp sessizce ilerlediler. Onlar bordo bereliydiler. Onlar bilinmezlerdi. Onlar isimsiz birer kahramandı. Hiç kimse yüzünü göremezdi. Bu yüzden isimsiz kahramanlardı onlar.

 

Biz bilinmeyenleriz. Ansızın gelir, ansızın gideriz…

 

Geçmiş kapanmayan yaralar, gelecek yeni serüvenler dolu. Bunun üstesinden gelmek kendine güvenenlerin işidir.

 

Loading...
0%