Yeni Üyelik
11.
Bölüm

BÖLÜM 10: SAVAŞ TOHUMLARI

@violam_s0

Ares- 

Hayat sana hiç bilmediğin bir yerden bakmayı öğretir.

Bir gün çiçek bahçelerinde dolaşırken kendini aniden dikenlerin arasında bulmayı öğretir.

Kader seni alır, hiç bilmediğin bir yere koyar; orada savaşmak zorunda kalırsın.

Bir bakmışsın ölümün tam yanındasın. Sana bakıyor, seni çağırıyor. Seni bekliyor, sana kollarını açıyor. Düştüğün yerden tutmak için bekliyor seni.

Tutup daha yükseğe çıkarmak için bekliyor.

Hayat benim bakış açımdan böyledir. Benim hayatım böyleydi. Oradasın, savaşın içinde, elin kolun bağlı duramazsın. Son ana kadar savaşmalısın. Mücadele hep var, devam etmelisin.

“Sen mücadele etmeyi bıraktığında çoktan kaybetmiş bir savaşçısın.”

Derdi babam.

Kendi de öyle yaşadı. Savaşarak yaşadı. Savaşarak öldü.

Köken vampirler böyledir. Kurucudur. Yıkandır. Ölendir.

Bir gün babamın kaderini yaşayacağımı biliyordum.

Kurmuştum şimdi ise yıkıyordum. Sonrası ise ölmekti.

“Delireceğim ben, delireceğim!”

Şafak önümde bir ileri geri yaparken sinirinden yerinde duramıyordu. “Ares delireceğim!”

Babamdan bana miras kalan son derece orta çağ taçlar ve bu tahtlar kalmıştı. Bunu kabullenmek istemediğimden hala onları burada tutuyordum.

“Sakinleş Şafak.”

“Ne sakinleşmesinden söz ediyorsun Ares!”

Araya Silva girdi.

“Ne bekliyordun ki Şafak? O kaltaktan ne bekliyordunuz ki?”

Şafak aniden Silvaya döndü. Silvaya nasıl baktığını göremiyordum ama Silva hiç istifini bozmadan Şafak’a bakmaktan geri durmuyordu.

Silva güçlü bir kadındı. Bir köken değildi ama yıllardır sağ kolumdan biriydi. Ona sonsuz güvenebilirdim ama kibri onu yok edecek kadar üstteydi.

“Kes sesini, Adelina eğer senin yüzünden gittiyse ölümlerden ölüm beğen sadece...”

Silva şuh bir kahkaha attı.

“Senin öyle bir gücün yok Şafakcığım...”

Kollarını göğsünde birleştirirken Şafak’a dik ve pürüzsüz bakışlarla bakmayı da ihmal etmiyordu.

Şafak Silva’nın üzerine yürürken daha fazla bu sesi çekemeyeceğimi fark ettim.

“Yeter!”

Şafak olduğu yerde durdu. Silva ise zafer kazanmış gibi gülmeden edemedi.

“Kesin şunu.”

Şafak ani bir manevrayla bana döndü. “Ya ne yapalım? Adelina yok! Bunu en son yaşadığımızda olanları çok iyi biliyorsun, hangi cehenneme gittiğini bile bilmiyoruz. Tek bir iz bile yok. Malikanenin etrafındaki adamlar hiçbir şey görmemiş. Adelina yok oldu!”

“Birincisi,” dedim Şafak’a artık sesini kesmesi için bakarken. Şafak akıllı biriydi ama çok hızlı karar veriyordu bu yüzden çabuk kaybediyordu. Sakin kalıp düşünmek ona göre değildi.

“Adamlara büyü yapılmış bu bariz ortada. İkincisi Adelina’nın gidebileceği iki yer var ve sen ikisini de reddederek kendini kandırıyorsun.”

“Asil’e gitmez o. Yapmaz. Baktım ben Ares, gittim. Asil’in yanına gittim, yoktu.”

Kaşlarımı kaldırdım sorgulayarak.

“Yapmaz. Violadadır. Miranda’nın yanındadır.”

“Gerçekler Şafakcığım... Acıtır.”

Silva hala yersizce Şafak’a laf atmanın derdindeydi. Şafak Silvaya bakmadı, sadece yere baktı. Üzüldüğünü gözlerinden anlıyordum, o hep böyleydi. Adelinaya olan aşkı onu kül ediyordu.

Kafasında bir şeyler tartıyordu. Ekiyordu ve belki de biçiyordu.

“Miranda iyi bir cadı. Saklama konusunda da fazlasıyla bilgili.”

“Miranda bizim tarafımızda Ares, bu olamaz.” Dedi Şafak.

Miranda, Asil’in tarafındaydı. Bunu Şafak bilmiyordu ama bunu bilecek kadar haberdardım çoğu şeyden. Sadece Adelina’nın buradaki tek arkadaşı olduğundan, Mirandayla görüşmesine bir şey demiyordum ama gerçekler acıdır.

“Miranda bir cadı Şafak, cadılar ne zamandan beri taraf tutuyor?” Dedi Silva.

Şafak, Silvanın dedikleriyle birlikte arkasını dönüp aniden kapıya yürümeye başladı. “Nereye?” Dedi Silva Şafak’a anlamaz gözlerle bakarken.

Ben ise ne yapacağını çoktan anlamıştım.

Şafak gitmeden önce son kez bana baktı. “Eğer bu doğruysa, Adelina Asil’in yanındaysa Ares, bu sefer durmayacağım. İkisini de öldürene kadar.”

Ve kapı tok bir sesle kapandı.

                                                                                                         ---

Alina -

İçimdeki şeytana uymamak için direnmek istiyordum. Ama öyle bir his vardı ki beni oraya sürükleyen, koşarak gitmek için de can atıyordum.

Aynaya doğru tekrar yolum düştü. En sonunda yine orada uzakta olsa kendi yansımamı gördüğüm aynaya doğru yürümeye başladım. Görmek istiyordum, bakmak ve artık kim olduğunu bilmek istiyordum. Sonucunu düşünmek istemiyordum.

Aynaya her yaklaşışımda biraz daha içimdeki adrenalin hissi kuvvetleniyordu. Buraya kim olduğumu bilmeden gelmiştim. Bana, “Sen Adelinasın,” dediler ve bende Adelina oldum. İçine düştüğüm şeyin tam olarak farkına bile varamıyordum. Kendi gerçeklerine inanan bir grup delinin arasına düşmüşüm gibiydi yaşadıklarım.

En sonunda aynanın karşısındaydım. Arkam uçsuz bucaksız bir karanlıktı. Aslında değildi ama şuan sadece aynayı görüyordum. Kendimi dahi tam göremiyordum. Beklemeye başladım. Aynada sadece kendi yansımamı görüyordum.

Neredesin Adelina?

Hadi çık karşıma... Çık ve herkese söyle, ben Adelinayım de. Bu benim hayatım de. Bu kız ben değil de. Çık Adelina.

Hadi...

“Neredesin?”

Bunu sesli söylemiştim.

“Çık Adelina.”

“Neredesin Adelina?”

Çık ve kurtar beni buradan Adelina.

Aynayı elimle silmeyi denedim. Arkamda hala bana benzeyen biri belirmemişti. Tekrar sildim. Yine koca bir karanlıktı. Tekrar sildim. Karanlık. “Hadisene!”

En sonunda ayna yere sertçe parçalanarak düştü.

Gözlerim fal taşı gibi açılmış halde bir aynaya birde çizilen elime bakıyordum. Ayna’nın parçaları yerdeydi. Elim kan içindeydi ve ne yaptığımı yeni fark ediyordum.

Aynanın sesine mutfaktaki kadın geldi. “Adelina hanım!”

Kesikten akan kan beyaz üstüme az da olsa akmıştı. Avuç içim olduğu gibi kana bulanırken kadın elindeki bezi direkt elime bastırarak kanı durdurmaya çalıştı.

“Elim...” Tek diyebildiğim buydu.

Yerde aynanın parçaları öylece durmuş vaziyetteydi. Kırık camlardan birinde kendimi gördüm. Acıdan ekşiyen yüzümü gördüm. “İyi misiniz?”

Kadının sorusunu başta algılayamamış olsam da sonradan cevap verebilmiştim.

“Beni salona götür.”

Kadın kafasını iki yana sallarken beni götüreceği sırada karşımda beliren Asil bana anlamaz gözlerle bakıyordu.

“Aynayı mı kırdın?”

İlk dediği şey buydu. “Elim.” Elimi göstererek durumun vahim olduğunu açıklayacaktım ki Asil elini elime alıp bezi çekti. Ufak bir dudak ısırığından sonra kanlı elimi gördüm tekrardan. Mideme giren kramp gözlerimin biraz yaşarmasına sebep olmuştu.

Asil verdiğim ele öylece bakıyordu.

Doğru ya, vampire kan göstermek... Timsahlarla dolu bir havuza atlamaktan farksızdı.

“Aşağı inelim.” Dedi ve beni olduğum yerde aniden kucağına aldı. Bu yaptığına gözlerim bir karış açık bakakalmıştım. Ayaklarım tümüyle yerden kesilirken Asil düz bir ifadeyle merdivenleri iniyordu.

O sırada Arel’de çoktan belirmişti merdivenlerde. “Sadece on dakika yalnız bıraktım, hemen kendine zarar vermişsin kraliçe...”

Arel’e bakmadım. Asil beni merdivenlerden indirirken sadece onun duyabileceği bir şekilde fısıldamıştım. “Elim kanıyor, ayağım değil.”

“Ama ben centilmen bir adamım.” Bunu derken çehresinde oluşan gülümsemeyi gördüm. Asil gerçekten birden fazla karakteri olan bir adamdı.

Birkaç dakika sonra salondaydık. Beni koltuğa bırakıp yanıma oturdu. Elim hala bezin içindeyken, bezi tekrardan kaldırdı. Yine saniyelikte olsa kan olan elime takılmıştı gözleri. Ardından kadına doğru yöneltti bakışlarını.

“Gazlı bez ve solüsyon getir.”

Kadın hızlıca başını salladı ve odadan çıktı. Şimdi ben, Asil ve Arel vardık.

“Nasıl becerdin o aynayı kırmayı kraliçe, merak ettim doğrusu?”

Asil’de gözlerini dikmiş bana bakıyordu. “Kendime bakıyordum sonra yanlışlıkla yere düştü.”

Arel kaşlarını havaya kaldırdı. Birazdan sorularıyla beni darlayacak gibi duruyordu.

“O ayna duvara yapışık zorlanmadan kolay kolay düşmez?”

Şimdi ikisi de sorgular ifadeleriyle bakıyordu bana. Ne diyeceğimi düşündüm. Zorladım ve kırıldı? Gerçekte sadece buydu. Zorladım ve kırıldı.

“Elimle biraz zorlamış olabilirim.”

“Neden?”

Asil sordu bunu.

“Bilmiyorum, sorgulamayı kesin.”

Tek diyebileceğim gerçeği söyledim. Onlara aslında Adelinayı bulmak için yaptığımı söylesem tepkileri ne olurdu bilmiyorum ama şimdilik deli olduğumu düşünebilirlerdi.

İkisi de cevap vermedi. Kadın elinde gazlı bez ve solüsyonla içeri girdi. Asil kadının elindeki bezi ve solüsyonu aldı. Önce elimdeki yarayı temizlemesi gerektiğinden kadından birde pamuk istedi. Kadın birkaç dakika sonra onu da getirmişti. Gelen pamukla birlikte Asil solüsyonu pamuğa döktü. “Yakabilir.”

Yakabilir. Bu aralar her şey çok acı verici zaten Asil bundan bir şey olmaz.

Asil pamuğu yaraya bastırdığı an ağzımdan kaçan çığlığa engel olamadım. Arel hafif bir kıkırdamadan sonra benim ona nefretle bakan gözlerimi görüp susmaya karar verdi.

Asil tüm ciddiyetle devam ediyordu. En sonunda elime gazlı bezi sarıp kanlı pamuğu ve diğerlerini kadının eline verdi.

Ben derin bir iç çekip geriye yaslandım.

“Bahçeye çıkmak istiyorum.”

“Yaralandın kraliçe, dinlen biraz.”

Geldiğimden beri zaten dört duvarın arasında sıkışıp kalıyordum. Artık nefes almak ve dışarıya çıkmak istiyordum. Madem buradaydım, Minevrayı öğrenmek ve daha çok yerini gezmek istiyordum.

“Hava almak istiyorum.” Asil daha fazla uzatmadı ve ayağa kalkıp elini bana uzattı. “Gel o zaman.”

Bende Asil’le birlikte ayağa kalktım. Arel olduğu yerde gözlerini devirdi. “Pekala... Ben Violaya gidiyorum. Mirandayla konuşmam gereken birtakım meseleler var. Sakın sevişmeyin.”

Bunu söylerken gülen ifadesinden ödün vermeyişi sinirlerimi bozmuştu. Arel gülerek salondan ayrıldığında bende Asil’le bahçeye ilerliyordum.

İkimizde yan yana yürümekten başka bir şey yapmıyorduk. Bahçeye çıktığımızda geldiğimden beri buradaki çoğu şey fark etmediğimi anladım. Diğer malikaneye göre bahçe daha büyüktü. Her yerde çiçekten çok sarmaşık olması da dikkatimden kaçmadı.

Bahçe demirlerle çevrelenmişti. Demirler fazlasıyla yüksekti. Bir insan oradan düşse kafası patlayabilirdi, o derece bir yükseklik vardı. Bazı yerlerde heykeller vardı. Yılan ve sarmaşık. Yılan heykeli yine bahçenin bir yerinde duruyordu. Asil’in atalarından kalma olabilir diye düşündüm. Buradaki herkes köken olmaya ve geçmişe çok önem veriyorlardı.

Ve tabi bir de ne kadar zamandır hayatta oldukları konusu vardı ama bunları düşünmekten kaçınıyordum. Bahçenin bir yerinde havuz da vardı. Güzel bir yerdi. Demirlerin arkası ormandı her zamanki gibi. Burası kentsel bir kasabaya hiç benzemiyordu. Her yer fazlasıyla orman ve sarmaşık.

Çiçek bile doğru düzgün yoktu.

“Aklıma buradaki son balo geliyor.”

Asil sessizliği bozup beni yine bilmediğim anılarla sınamaya başladı.

“Benim gelmiyor.”

Kaç. Sorulardan kaç Alina.

“Senin kaçtığın balo...”

“Olabilir.” Kısa ve anlamı olmayan cevaplar.

“Aptal Şafak tam olarak şurada Adelina diye bağırıyordu,” dedi eliyle havuzun kenarını gösterirken.

“Olabilir.” Yine aynı cevaplar.

“Bende olduğum yerde viski yudumluyordum. Herkes birbirine girmiş seni arıyordu.”

Verecek cevabım olmaması beni daha fazla geriye itti. Seni anlamıyorum Asil. Seni anlayamam. Ben senin tahmin ettiğin kişi değilim.

“Sonra kaçtı dediler.”

Bahçede yürümeye devam ediyorduk ikimizde. Asil kendinden emin pozunu bozmadan yürümeye devam etti.

“Bunları neden tekrardan anlatıyorsun?”

Asil yüzüme bakmadan yürümeye devam etti.

Soruma cevap vermedi. Kaç dakika bahçede yürüdük sayamadım. En sonunda Asil tekrardan konuşmaya devam etti.

“En ölümcül sürgün, sevdiklerinizden ayrı kalmaktır. Der Shakespeare. O gün yaşanan şey tam olarak buydu Adelina.”

Olduğu yerde durdu. Olduğum yerde durdum.

Asil de Şafak gibi duygusal bir beklenti içindeydi. Bunu ona anlatmak isterdim. Ne senin ne de Şafak’ın istediği kadın ben değilim demeyi isterdim. Asil biraz daha böyle duygusallık yaparsa şuracıkta kahkahada atabilirdim gerçi...

“Ama,” dedi bedenini tamamen bana çevirirken. “Bu Şafak kadar güçsüz bir ahmağın söyleyeceği şey olurdu.”

Gözlerimin içine baktı. Gözlerinin içine baktım. “Ben bulurum.”

“Buldum,” derken elini saç tutamlarımdan birine geçirdi.

Gözleri sanki bir şey anlatmak istiyor gibiydi ama bu sefer anlayamadım.

Ve beni bulan Asil miydi?

Bu saçmalık olurdu çünkü ben buraya hiç bilmeden getirilmiştim. Kimse beni bulmamıştı ya da kimseyle anlaşmamıştım, sadece gelmiştim. Bana cadıların beni bulduğunu söylemişlerdi. Cadılar beni bulmuş ve buraya getirmiş. Ares’in emrindeki cadılar.

“Güzel. Tekrar kaybetmek istemiyorsan elini saçımdan çekmelisin, saçıma dokunulmasından hoşlanmam.”

Asil hafif bir muziplikle tebessüm edip elini çekti. Tam o sırada araya giren telefon sesi Asil’in cebinden geliyordu.

Asil daha fazla konuşmadan elini cebine sokup telefonu çıkarttı. Arayan kişinin Arel olduğunu görmüştüm.

Asil telefonu açıp kulağına dayadığında hala gözü bendeydi.

“Evet?”

Arel’in kısık sesini duyabiliyordum.

“Uğraştırmadan söylemeyi dene Arel.”

Birkaç saniye sonunda Asil, “Tamam geliyorum.” diyerek telefonu kapattı.

“Arel Violaya çağırıyor. Gelecek misin?”

Aslında daha farklı bir yeri görmek isterdim ama daha fazla bu dört duvar arasında kalmayı istemediğimden Asil’in teklifini kabul ettim.

Hava yavaşça kararmaya yüz tutmuşken Asil’in arabasına bindim. Siyah bir arabaydı.

Arka koltuğa binecektim ki Asil benim için ön kapıyı açmıştı bile.

Yol boyunca sessizdik. Asil orman yolundan gidiyordu. Yine ve yine kasvetli bir orman yolundaydık. Biraz müziğin kendime iyi geleceğini düşünerek Asil’e sormadan radyoya uzandım. İlk çalan şarkı Adeleden, Lovesong parçasıydı. Adele dinlemeyi severdim.

İlk açtığım şarkıyı tercih ettiğimden öylece kaldı. Asil tepki vermeden sadece dinliyordu.

Violaya yaklaştığımızı tabelanın ışıklarından görebiliyordum. Araba biraz fazla ısındığından elim cama uzandı. Cam sesli bir şekilde açılırken rüzgarı suratımda hissettim.

Biraz sonra Asil Violanın önündeydi. Arel’e baktım ama göremedim. “Birkaç dakika burada bekle,” dedi Asil arabadan inerken.

Buradan hissetmiştim bir şeyler olduğunu.

Asil arabadan inip kapıya doğru yürüdü. Tamamen siyah giyinmişti ve üzerinde ceketi vardı. Ben üzerime ceket almamıştım.

Asil kapıyı açtı ama kapıyı tutmadı. Kapı kendiliğinden örtülürken gerçekten bir şeyler olduğunu anlamıştım.

Duracak mıydım yoksa gidecek miydim bilmiyordum ama canımı sevdiğim kesindi bu yüzden arabada kalmayı seçtim.

Dakikalar hızla akarken ben hala arabadaydım. Rüzgar daha da sert bir hal aldığında nefesimin az da olsa daraldığını hissettim.

Kendimi arabadan çıkarmam lazımdı. Giderek nefesim boğazımda kalıyordu. Asil ve Arel çıkmamıştı daha.

Kesinlikle bir şeyler dönüyordu.

Evet Alina, kahramanca gidip bakabilir veya başını derde sokabilirsin ya da burada durup onların içeride ne yaptıklarını merak ederek oturursun.

Bu garip bir ikilem olduğu için sadece nefes almak istedim. Arabadan inip rüzgarın daha sert bir şekilde bedenime vuruşunu izledim.

Ne diye ceket almamıştım ki?

Donuyordum.

Hava iyice karanlığa bulanırken buradaki zamanımı düşündüm. Zaman hızlıydı, daha dün gece kaçmıştım Asil’le. Kaçtığımdan beri ise tek yaptığım uyumaktı gerçi.

Rüzgar daha da sertleşti ve artık gerçekten donuyordum.

İçeride ne olduğunu da merak ediyordum.

En fazla ne yaşayabilirdim ki burada?

Yaşayacağımı yaşamıştım.

Birkaç dakikalığına Alina olmayı bıraktım ve düşünmeden Violaya doğru yürümeye başladım. Her yürüyüşümde soğuk rüzgar yüzüme çarparak adeta beni içeriye girmemem için geri çevirmeye çalışıyordu.

Kapısına geldiğimde derin bir nefes alıp içeriye adımımı attım ve olduğum yerde sadece kalakaldım.

Unuttun mu Alina, sen Minevradasın ve normal hiçbir şey yaşayamazsın.

Önce gözlerim Asil’e kaydı. Olduğu yerde duruyordu. Sonra Arel’e baktım o da Asil’in yanındaydı. İçeride kimse yoktu. İkisi de öylece yere bakıyordu.

Sonra gözlerim yavaşça aşağıya kaydı.

Miranda kanlar içinde yerde yatıyordu.

Unuttun mu Alina, sen buradasın ve daha yaşayacağın çok fazla şey var. Bu ise sana sunulmuş bir savaşın ilk tohumları.

Loading...
0%