@violam_s0
|
Karanlıktan korkmazdım. Karanlığın insanları büyüteceğini düşünürdüm hep. Yalnız kaldığımda, çaresiz hissettiğimde, o dört duvarın arasında ruhumu öldürdüğümde yanımda karanlıktan başka bir şey yoktu. Issız ormanda, ne kadar süre geçtiğini bilmeden hala ilerlemeye devam ediyordum. Önüme yol falan çıkmıyordu aksine daha fazla ağaç ve daha fazla bitki... Hava kararmaya yüz tutmuştu. Rüzgar giderek şiddetini arttırırken o aptal Şafak'ın dedikleri geldi aklıma. Tehlikeli olabileceğini söylemişti. Onu haklı çıkartmak gururuma büyük eziyet olacağından daha dik adımlarla yürümeye devam ettim. Saatlerdir yürüyormuş gibiydim ama hala her şey aynıydı. Bu lanet kasaba da insanlık belirtisi yok muydu hiç? Koca bir ormanın ortasına malikane yapan vampirler haricinde başka bir şey yok muydu yani? Sorular kafamda cirit atarken midemin guruldadığını ve susadığımı hissettim. Acıkmıştım, susamıştım ve yorulmuştum. İki gün önceye dönsek ve biri bana ıssız bir ormanda aç ve susuz kalacağımı söylese, yüzüne bakar ve fazla hayal kurduğunu söylerdim ama şuan tüm bunlar fazlasıyla gerçekti. Daha fazla yürüyemeyeceğimi anlayıp kendimi uzun bir ağacın altına bıraktım. Oturup dizlerimi karnıma çektim ve artık maviliği giden gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. Yıldızlar yerinde parlarken dünü düşündüm. Ya da ondan öncesini. Ya da babamı... Şuan ne yapıyordu mesela? Beni arıyor muydu? Yoksa hayatına kaldığı yerden devam mı ediyordu? Acı. Hissedemeyeceğim kadar uzaktaydı. İşte bu yüzden inanmak ve kaybetmek her daim benden uzak olan iki şeydi. Acıyı hissetmiyordum. Acı çekme kavramı insanı hayattan koparabilecek kadar korkutucu ve zalim bir duyguydu bana göre. İki gün sonra hayatıma kaldığım yerden devam edeceksem eğer, iki gün öncesi içinde aynı şeyi yapabilirdim. Oturduğum yerde kıpırdadım. Açlık halledilirdi ama susuzluk iyiden iyiye bastırmaya başlamıştı. Bayılmadan yolumu bulmalıydım. Daha fazla düşünmek istemediğim için hızlıca ayağa kalktım. Ormanı aydınlatan tek şey gökyüzündeki aydı bu yüzden artık hızlı hareket etmeliydim. Karanlık yolda ayağımdaki yaprak çıtırtılarıyla yürümeye devam ettim. Biraz sonra artık nefesim ciğerlerime sıkışmaya başladığında karşımda iki tane yol ayrımı vardı. Olduğum yerde durup etrafı izledim. İkisinin başında da tabela vardı fakat üzerinde yazı yoktu. İki tane yazısız tabelayı ne diye buraya diktiklerini düşündüm. Sorgulamam gereken tek şey bu değildi. Bir yol seçmek zorundaydım. Derin bir nefes aldım ve sarmaşıklarla dolu yola çevirdim bakışlarımı. Sağ olan yolu seçtim ve o yola adım attım. İlk adımda ayağımın altındaki sarmaşıklar sanki biraz daha ayağıma dolanmıştı. Sinir bozucu bir durumdu ama şuan buna önem veremezdim. Buradaki her şey fazlasıyla sinir bozucuydu zaten. Yolda yürümeye başladığımda susuzluk biraz daha kendini hissettirdi. Koşsam ne olurdu? Belki insanlık namına bir şey bulurdum... İhtimaller insanı delirtirdi. Dakikalarca yürümeye devam ettim. Sonuç uzun bir karanlıktan fazlası değildi. Ağaçlar üzerime gelmeye başlamıştı. Adelina denen aptal gelip de beni buradan kurtarana kadar buna mecburdum. O gelene kadar kimseye Alina olduğumu söylemek istemiyordum. Zaten bunu o büyük salonda söylediğimde, Ares, Adelina’nın gurur yaptığını düşündüğünden inanmamıştı. Üstelemeyecektim. Çünkü sonuçlarını bilmiyordum ve bana ne yapacaklarını... Kanımı son damlasına kadar akıtıp beni bir kenara atma ihtimallerini düşündüğümden, şimdilik böyle davranmak en mantıklı karardı. Ama bu, buradan kurtulmak için çabalamayacağım anlamına gelmiyordu. Kaçmak için elimden geleni yapacaktım. Gizlice. Biraz daha yürüyüp yine durduğumda arkamdan gelen çıtırtı sesine odaklandım. Çalıların arkasından gelen sesle kafamı arkaya çevirdiğimde karanlıktan başka bir şey yoktu. Bu ormandan kurtulmalıydım. Hem de hızlıca. Tekrar önüme döndüğümde arkadan gelen ele engel olamadım. Bir el beni sertçe yakaladığında kendine çekti ve ağzımı sıkıca kapattı. Attığım boğuk çığlık nefesimin kesilmesine sebep olurken, kalbimin ritmine hakim olamadım. Bu ormana hiç gelmemem gerekirdi belki de. Belki de Şafağı dinlemem gerekirdi. Ya da kahretsin... Buradaki herkesin canı cehennemeydi. Beni tutan her kimse hiç bırakmadan hızlıca tutmaya devam etti. Birkaç saniyenin sonunda beni tutan elleri gevşediğinde fırsattan istifade kollarının arasından çıktım ve bir kere bile arkama bakmadan koşmaya başladım. Arkamdan geliyor muydu bilmiyordum. Şuan tek düşündüğüm canımdı. Ölmeyi düşünmek kolaydı pekala ölümle burun buruna gelmek? Dakikalarca koşabildiğim kadar koştum. Arkama bir kez bile bakmadan koştum... En sonunda beni anayola çıkaran yere geldiğimde durup derin bir nefes aldım. Aldığım nefes ciğerlerime ateş gibi dolarken bakışlarımı karanlık anayola çevirdiğimde karşımda neon ışıklarla parlayan büfe tarzı yeri fark ettim. İçime dolan tiksindirici huzurla tekrar yürümeye başladığımda bu sefer daha sakindim. Sonunda medeniyetten bir parça. Hızlıca boş anayolda karşıya geçtim ve büfenin önünde durdum. Pembe neon ışıklarla süslenmiş şekilde yukarısında koca harflerle; Viola Alpina yazıyordu. Bu bir çiçek adıydı. Menekşe. Daha fazla bekleyemeyeceğimi anlayarak büfenin kapısından içeriye girdim. İçeriye girdiğimde kapının üzerindeki çan sesi büfenin içindeki insanların bana bakmasını sağlamıştı. Ne olduğunu anlamamıştım. Ne diye bana bakıyorlardı? Boğazımdaki kuruluk kendini hatırlatınca büfenin içinde yürümeye devam ettim ve mini bar gibi duran yere geldim. Bar sandalyesi tarzında uzun taburelerden birine oturup bardak kurulayan kadına çevirdim bakışlarımı. Orta yaşlarda kızıl bir kadın her gün aynı işi yaptığını belli eden ifadesiyle bardakları kurularken, “Su alabilir miyim?” dedim sabit bir sesle. Kadın yüzüme bakmadan kafa sallayıp arkasını döndü ve cam vitrinden şişe çıkarttı. Arkamdaki delici bakışları hala hissedebiliyordum. Şişeyi buzlu bardağa doldurup bana uzattığında birkaç saniyeliğine bakışlarını yüzüme çevirmişti. Bakışları olduğu yerde donakaldığında oda buradaki herkes gibi bakmaya başlamıştı. Bu durum artık öfkemi saklayamayacağım kadar artıyordu. Her şey normalmiş gibi kadının uzattığı bardağı alıp tek dikişte kafama diktim ve bardağı serçe masaya çarptım. Artık umursamak ve düşünmek istemiyordum. Sessizlik büfenin içinde zehirli bir yılan misali süzülmeye devam etti. Yanımda telefon ya da herhangi bir şey olmadığından nasıl geri döneceğimi düşündüm. Karanlıkta o ormana tekrar dalmak felaketimi getirirdi. Ama daha fazla burada da durmak istemiyordum bu yüzden hızlıca oturduğum yerden kalktım. Bar sandalyesi uzun olduğundan inerken ayağım tökezlemiş ve düşecek gibi olmuştum yine de aldırmadım ve hızlıca büfeden dışarı çıktım. Rüzgar aynı hızla yüzüme çarptığında, siyah saçlarım omzumda dalgalanıyordu. Üşüdüğümü hissettim. Bu kasaba da her şey çok zordu. Daha yeni gelmişken ve dinlenmek için zamanım yokken bile bir gün içinde on yıl yaşlanmış gibiydim. Korkunç bir esaretti bu... İnsanlar her zaman duymak istediklerini duyacak kadar bencillerdi. Bende bencildim. Ama en azından gerçekleri bilecek kadar yüzüme vurmayı biliyordum. Bunu insanlara söylemek beni her daim bencil ve kibirli bir konuma sürüklemişti oysa sadece onlara gerçekleri söylüyordum, tıpkı buraya geldiğimde Adelina olmadığımı söylediğim gibi. Ya da Şafağa aptal gibi davrandığını hissettirmem gibi... Sonuç olarak değişen tek şey benim Adelina olmamamdı. Buraya geldiğimden beri aklımdaki hiçbir sorunun cevabını alamıyordum. En kötüsü babam neredeydi ve bu oyunun neresinde rol aldığıydı... Sorular, sorular ve sorular. Aptal Adelina neredeydi mesela? Minevra da olası bir savaş durumu mevcuttu, pekala neden? Bu kasabada vampirlerden ayrı büyücülerde vardı, pekala neden bu kadar ıssızdı? Burası neresiydi? Ben kimdim? Ve her şeye neden bu kadar sakin yaklaşıyordum? Kafam giderek daha da allak bullak oluyordu. Öğrenmek ya da kaçmak arasında bir seçim yapacak olsaydım, kaçmayı seçerdim. Çünkü ben Adelina değildim ve bunlar da benim sorunum değildi ama o kadar çaresiz bir duruma düşmüştüm ki kimse Alina olduğumu anlamıyordu. Çünkü Adelina yoktu ve belki de ölmüştü. Havadan bir yağmur damlası burnuma düştü. Kafamı tekrar gökyüzüne kaldırdım. Geri nasıl dönecektim? Sabahı beklesem bile geri dönüş yolunu bilmiyordum. Şafak ve diğerleri tekrar kaçtığımı düşünüp beni arayabilirlerdi belki. Birkaç saniye sonra düşüncelerime ket vuran bir ses arkamdan geldiğinde kafamı arkaya çevirdim ve bardak durulayan kızıl kadının çatık kaşlarıyla karşılaştım. “İçeri gel Adelina ıslanıyorsun.” Yağmur sadece çiseliyordu ama bu teklifi reddedecek kadar aptal değildim. Kadının arkasından tekrar içeri girdiğimde bu sefer eskisinden kimse yoktu. Herkes gitmişti sadece arka masada elinde gazete tutan bir adam vardı. O da burasıyla pek ilgili durmuyordu. Kadın eliyle sandalyelerden birini çekti ve oturmamı işaret etti. Çektiği sandalyeye oturduğumda büfenin önüne gidip iki tane dumanı tüten kahveyle tekrar geri geldi ve birini bana uzattı. Reddetmedim ve sanki yıllarca aç kalmış bir canavar misali elindeki bardağı hızlıca aldım. Kadın bu halime şaşırmış olsa da tepki vermeden karşıma oturdu. Sıcak kahveden bir yudum aldığımda midemdeki açlık hissi tekrar kendini hatırlatmıştı. “Demek geri döndün,” dedi kızıl kadın oturduğu yerde kıpırdanırken. “Dönmüşüm,” diye cevap verdim. Kadın tekrar güldü ve kahvesinden bir yudum aldı. “Gitmen başlı başına aptallıktı Adelina... Sen buraya aitsin. Ares, sen nereye gidersen git elbet seni bulur.” Kahveden bir yudum daha alıp geriye yaslandım. “Ait olmak çok saçma bir kelime,” dedim gözlerimi kadından ayırmadan. O an gerçekten şaşırdığını belli ederek içtiği kahveyi masaya bıraktı ve şaşırmış gözlerle suratıma baktı. “Neden? Herkes bir yere aittir Adelina, aksi taktirde karanlığa bulanırsın.” Dudaklarıma bir tebessüm kondurdum. Bu alaycı bir gülümsemeydi aslında ama kadının onunla alay ettiğimi sanmasını en azından ‘bu gecelik’ istemezdim. “Kimse hiçbir yere sonsuza dek ait değildir.” “Doğru yerse, öyledir.” “Kendini böyle mi avutursun?” Kadın tekrar şok olmuş gözlerle suratıma bakarken kendimi iyiden iyiye ele verdiğimi hissettim. Ben Adelinaydım. Şuanlık Adelinaydım ve Adelina böyle biri olmamalıydı. Anladığım kadarıyla. “Sen iyi misin Adelina?” Bilmem, iyi miydim? Tekrar kahveye uzandım ve bu sefer hepsini tek dikişte bitirdim. Soğuduğu için boğazımı pek yakmasa da yine de içimdeki açlığa engel olamıyordum. Daha fazla dayanamayarak kadına baktım. “Yemek var mı?” Kadın yine güldü. “Ares seni aç mı bırakıyor geldiğinden beri?” “Sadece açım.” Kadın tamam dercesine tekrar ayağa kalktı ve mini barın önüne giderek buzdolabından birkaç donut çıkardı. Tatlı sevmezdim. Daha tuzlu şeyler iyi olabilirdi ama yemezsem biraz sonra bayılacaktım. Kadın donutları tepsiye dizerken az da olsa etrafıma bakındım. Geldiğim kapının aksine arkada da bir kapı vardı. Etraf Adelina’nın odası gibiydi: Renk renk ve ışıl ışıl. Büfenin duvarında eğik yazılarla dışarıdaki ismi yazıyordu; Viola Alpina... Böyle bir kasaba için fazla renkli duruyordu. Arka masaya baktığımda gazete okuyan adamın gittiğini fark ettim. Kadın tepsiyi önüme bıraktığında dikkatim tekrar yemekteydi. Renkli donutlar karşımda bana göz kırparken hızlıca bir tanesini aldım ve yemeye başladım. Aç olduğum için hepsi güzel geliyordu. “Sakin ol.” Birkaç dakika sonra donutlar bitmişti. Ellerimi silerek tepsiyi uzağa ittim. Kadın hala önümde sayamadığım türden bilmem kaçıncı kahvesini içiyordu. “Gözlerin solgun duruyor.” Dedi kadın. Gözlerim solgun durmuyor ben böyleyim. O an aklıma gelen gerçekle kaşlarımı çattım. Pekala ben Adelina değilsem ve ortada bana benzeyen bir kız varsa... Ve o kızın yüzde yüz oranla bana benzediğini iddia eden insanlar varsa, teorik olarak biri sizin ikiziniz değilse bu pek mümkün değildir. Pekala. Umarım böyle bir şey yoktur. Bu düşünce kafama mıh gibi saplanırken kadına yönelttim tekrar bakışlarımı. “Telefonun var mı?” O büyük malikaneye geri dönmeliydim bu yüzden Şafak'ı arayacaktım ama Şafağın numarasını bilmiyordum en kötüsü ise telefon kullanıyorlar mıydı? Hadi ama en kötü çağda bile duman vardı. “Elbette. Ama senin yok mu?” “Unutmuşum.” Yalan. Kadın arkaya giderek bana bir telefon getirdiğinde Şafağın numarasını bilmediğim için telefona bakmaya başladım. Bir umut rehbere girdiğimde “Ş” harfi kısmında Şafağı görmeyi beklemiyordum elbet. Hızlıca numaranın üstüne tıkladım. Çalıyordu. Açıldığında yorgun bir ses geldi karşı taraftan. “Miranda?” Kadının adını söylemiş olmalıydı. “Benim Adelina.” “Adelina?” “Viola Alpinadayım, alman gerek.” “Saatlerdir seni arıyorum ve açılmıyor... Korktum aptal kız.” Göz devirmemek için direnirken derin bir nefes aldım. “Gel ve beni buradan al.” “Miranda yanında mı?” “Evet.” “Ah, demek onun yanındaydın. Pekala, özlemiş olmalısın.” “Gel ve beni al.” Şafak ağzını tekrar açamadan telefonu kapatıp Mirandaya uzattım. Miranda gülerek elimdeki telefonu aldığında kapıdaki çan kulaklarıma doldu. Miranda bakışlarını kapıya çevirdiğinde kaşlarını kaldırdı. Biraz sonra görüş alanım elinde siyah bir zarfla dikilen adama kaydı. “Adelina,” dedi adam. Miranda olduğu yerde aniden dikildi. Adama karşı olan bakışlarını görebiliyordum. Adam kısaca bakıp zarfı bana uzattığında ne olduğuna anlam veremiyordum. “Zarf size,” dedi ve daha fazla konuşmadan geldiği yerden çıktı. Zift siyahı zarfa baktım. Önünde ve arkasında yazı yoktu. Dümdüz bir zarftı bu. Hızlıca zarfı elimde çevirip açtığımda içindeki notu fark ettim. Beyaz bir kağıdın üzerine eğik yazılarla yazılmış yazıyı içimden birkaç defa okudum. Yarın ki baloya bir dans? Asil. Miranda kağıdı elimden alarak çatık kaşlarla birkaç defa okuduğunda hayıflanarak ayağa kalktı. “Ne balosu bu?” dedim elimde olmadan. “Senin gelmen şerefine büyük ihtimalle. Ve Asilde orada olacak demek...” “Ve dans etmek istiyor.” Miranda kafasını salladı. Demek Asil orada olacaktı. Bundan Ares’in haberi var mıydı bilmiyordum ama hoşuna gitmeyeceği kesindi. Ve büyük ihtimalle yarın, bolca kanlı bir balo olacaktı. *** |
0% |